Büyük Doğu İBDA Fikriyatı’nda Şiir-İlim-Fikir Münasebeti

Şiir’in Tanımı

Şiir mefhumunun tarih içindeki sayısız tarifi ve meçhul kalışı, “kaba saba anlayışların kaba saba şiir tariflerine” ve hatta “şiirin tarif edilemezliği’’ ucuzculuğuna varmıştır. Elbette, “Ruhi olanı akılla izaha ve tarife giriştiğimiz her meselede karşımıza çıkan o müthiş zorluk ve imkânsızlık, şiir mevzuunda da kendini gösterir.’’ [1] Fakat bununla birlikte şiir, – hiçbir büyük mücerretin sonuna kadar temellendirilemeyeceği hikmetince-  kendisi hakkında her söylenenin üstüne çıkar.

Şiiri anlatılamazlığı içinde anlatma çilesinin kahramanı Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, ’’Benim için şiir, bütün üstüne örtülü parça hüviyetiyle, hikemiyatın bir diğer tecrit kanadıdır… Ve yine besbelli ki ben, “şiir nedir?” sualinin cevabını, “oldu bittiye getirmek” yerine, şiiri kendi kendini izah eden bir ilham verimi vakıa olarak ele almak, “malumu meçhullükten kurtarmak” şeklinde bir tecrit mevzuu bilmek, bu yoldan bir vasıflandırma usulü ile de şiir hikemiyatımı temellendirmek durumundayım’’ [2] der ve “Şiir nedir?’’ sorusunun cevabını şu şekilde verir: “Şiir, o söz büyüsü ve büyülü söz ki, intibaların ilhamla öpüştükleri yerde kendi unsur ve vasıflarıyla tecelli eden bir estetik “ifade” şeklidir!’’ [3]

Aynı soruya Üstad Necip Fazıl Kısakürek ise şöyle cevap verir:

– “Bizce şiir, mutlak hakikati arama işidir. Eşya ve hadiselerin, bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahçup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve nisbetlerini bularak mutlak hakikati arama işi… Nebatlaşmaya doğru giden cemat, hayvanlaşmaya doğru giden nebat, insanoğluna giden hayvan, en sonra da kendisini aşmaya doğru giden insanın, hulasa bütün âlemin; akan su, uçan kuş ve düşünen insanla beraber, bilerek veya bilmeyerek cezbesine sürüklendiği mutlak hakikati arama yolunda, çocukça, cambazca ve kahramanca bir usûl… Sırdaşlık ve laubalilikte en verimli ve en pervasız, kaba fayda ve kuru akılda da en boynu bükük ve en korkak cehd ve onun usûlü… Şiir budur… Şiir, mutlak hakikati aramakta, fevkalade sarp ve dolambaçlı, fakat kestirme ve imtiyazlı bir keçi yoludur. Oradan kalabalıklar değil, gözcüler, işaret memurları ve kılavuzlar geçer. Şiir söyleyen, onu gerçek söyleyen kılavuzdur… Şiir, beş hassemizi kaynaştırıcı idrak mihrakında, maddi ve manevi bütün eşya ve hadiselerin maverasına sıçramak isteyen, küstah ve başıboş kıvılcımlar mahrekidir. O, bir noktaya varmanın değil, en varılmaz noktayı sonsuz ve hudutsuz aramanın davasıdır. Maddi ve manevi, eşya ve hadiselerin maverasında karargâh olan mutlak hakikat kapısı önünde, ebedi bir fener alayı… Şiir budur. Mutlak hakikat Allah’tır. Ve şiiriin, ister O’na inanan ve ister inanmayan elinde, ister bilerek ister bilmeyerek, O’nu aramaktan başka vazifesi yoktur. Şiir, Allah’ı sır ve güzellik yolundan arama işidir.’’[4]

Bu cevaplardan da anlaşıldığı gibi Büyük Doğu-İBDA fikriyatında şiir, özün özü halinde, -İslam estetik idrakinin temel taşı olan- “Doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur!’’ hikmetiyle çerçevelenmiştir. Şiir, nasıl estetik ile alakası içinde güzelin mevzuuysa his ve fikrin ifadesi olmasıyla da doğrunun mevzudur. Hakiki şiir odur ki, ruhları asıl mânâlara erdirici tertip üzerinedir ve yalnız şairin değil; diğerlerinin de hakikate, hakikatin hakikatine şahitlik etmesine vesile ulvi bir alettir.

Şiir ve İlim

Büyük Doğu-İBDA Hikemiyatında şiirin ilimle birleştiği nokta, ikisinin de gayesinin “Mutlak hakikati” arama davası olmasıdır. Şaire, verilen “mutlak hakikati arama vazifesi” şiir ile ilim arasındaki usûl farkını da izah etmeyi gerektirir. Yine Büyük Doğu Mimarı’ndan işaretleyelim:

– “Şiir dışında mutlak hakikat arayıcılığını apaçık temsil eden müessese eğer ilimse, şiirin usûlünü ayırt edebilmek için ikisini yanyana getirmeli ve kıyaslamalı… İlim, hakikati, akıl yolundan akılla çerçevelendirerek, aklın takatini esas tutarak, attığı her adımı ötekine bağlayarak, yolu daima açık ve mahfuz bulundurarak, ulaştığı her merhalenin hesabını vererek ve daima sebebe bağlıyarak arar; ve âlet diye fikri kullanır; şiir ise âlet diye yine fikri kullanır; fakat ona hiçbir ırgatlık işi vermez, meşakkat çektirmez, onu kendi tahlilci yürüyüşüne bırakmaz, zaman ve mekan kayıtlarının üstüne doğru iter, izah ve hesap yollarını açık ve mahfuz bulundurmaksızın ve sebep aramaksızın bir ânda büyük netice ve terkibe fırlatır.’’[5]

Mütefekkir ise, müşahhastan mücerrede kıvrılan şiirin usûlüne dair şöyle der:

– “Şiir, tebliğ değil de telkin, mantıki muhasebe silsilesi değil de delil ve ispat merdivenlerine ihtiyaçsızlık içinde, yine doğru ve doğrulayıcılık usulüne aittir… Hakikat, sadece doğrunun değil, iyi ve güzelin de en yüksek prensibidir.’’ [6]

İlimden ayrı olarak, asıl şiir; şairi, yalnız fikrin değil, hissin de kutbu yapar.

Şiiri; felsefe ve hikemiyatın diğer bir tecrid kanadı ve buna nisbetle, ilimlerin öncüsü olarak vasıflandıran Mütefekkir: “Şairin, aklî ve naklî bütün ilimlere vakıf olma zarureti, ilimlerden pay alma mânâsına doğru olsa da, zannedildiği gibi o ilimlerin allamesi olması mânâsında değildir; bu, şiirin tabiî yapısında varolan ve ilimlerde ancak şair sezgisinin yakaladığı, işin ipucu hakikatlerini remzîlik sırrında gösterme davasıdır.’’ [7] diyerek Üstad’ın “Mutlak hakikati araştırma cehdinin adım adım kanunlaştırdığı marifetler manzumesi olarak müsbet bilgiler, iç mânâlarını ve ruh emrindeki tâbilik ölçülerini, getirdikleri yeni his iklimleri içinde şiirde bulacaktır.’’ [8] düşüncesini izah ederek şiir ve ilim bahsini çerçevelendirmiştir.

Edebiyat geleneğimizde şiir, hem fikriyatımıza hem de hissiyatımıza, ayna vazifesi görerek kalp ile aklı kuşatmıştır. Mütefekkir, “Şiir ve Sanat Hikemiyatı’’ adlı eserinde, Batı patentli sanılan “Fikirden süzülme şiir’’ anlayışının, bizde başta Fuzulî olmak üzere, Divan edebiyatının bütün büyük şairlerinde görüldüğünü belirtir. Mütefekkir, “şiir-fikir’’ ilgisine misal olarak saf şiirin abide şahsiyeti Fuzuli’nin şiir anlayışını işaretler:

– “Şiir kaynağı Allah’ın sanatında bulunan bir marifettir ve şairin İlâhî bir yardıma mazhar olmaksızın şiir söylemeye gücü yetmez. Bununla beraber şiir, Peygamberler için değil, dünya insanlarına mahsus bir sanattır; çünkü, biz gibi eksiklerin süsüdür… Tabiat rüzgarının önüne katılarak çocukluk denizinden idrak ve his âlemlerine ulaşan şair, şiir cennetlerine, yaratılışındaki istidattan izin alarak girer ve cennet güzellerini andıran güzeller karşısında önce gönül yakıcı şiirler söyler; hattâ bu söyleyişleriyle şöhret bile kazanır. Fakat bütün bu heves çağlarının şiirini, giderek ilim cevherleriyle süslemek ve bütünlemek lâzımdır; zira, ilimsiz şiir, temelsiz duvar gibi olur ve temelsiz duvar da son derece itibarsızdır. Şair, sanatında ilerledikçe, ilimsiz şiirden ruhsuz bir ceset gibi tiksinir… Bu sebeple, şairin gerçek şiirini söyleyecek seviyeye varması için, aklî ve naklî bütün bilgileri öğrenmesi icab eder. Şiiri ilimle birleştirerek ilmin ve sanatın yücelerine ulaşan şair, birde bakar ki, hakiki şiir yine aşk duygularını, fakat bu sefer olgun ve hakîm bir ruhun ürperişleri hâlinde terennüm eden şiirdir.’’ [9]

Şiir ve Fikir:

Büyük Doğu-İBDA Hikemiyatı’nda hakiki şiir, his ve fikrin terkibinden doğar. “Şiir, tek kelimeyle üstün idraktir; ve idrak basit ve kuru fikrin koltuk değneklerini elinden alıp onu en karanlık sezişlerin üzerine çeken ve ışık hızıyla uçuran sihirli bir seccadedir.’’ [10] İslama Muhatap Anlayış’ın şiir hikemiyatını heykelleştiren Büyük Doğu Mimarı, “O kelam tarzı ki, kasaların şifreleri gibi, bir şeyi bildirmekten ziyade, bir şeyi saklamaya memurdur. “Ne söyledi?” yerine “nasıl söyledi?” kaygısından başka gaye tanımaz. İşte bu kelam tarzının ismi şiirdir.’’ [11] diyerek, şiirin nasıl söylendiğinin ne söylendiğini peçeleyen bir remz olduğunu vurgularken aynı zamanda şiirin sırriliğini işaretler. Burada, “ne söyledi”den kasıt fikirken, “nasıl söyledi”den murat his ve fikir ile hissin birlikte nakşediliş şeklidir. Her remzde “gizli’’den bir işaret olması ve en büyük gizlinin Allah olması hasebiyle de şöyle devam eder:

“Ve şiir, üstün mânâsıyla sadece Allah’ı arayan bir âlet olduğu için, ister güneşten bahsetsin, ister kertenkeleden, eşya ve hadiseleri kuşatıcı namütenahi ince girift nisbetler içinde, Allah’ın hudutsuz sanatındaki sonsuz mimarinin bir kapısından girip bir kapısından çıkmaya memurdur. Böylece şiir, kördüğümlerin en belalıları arasından süzülerek, daima bulduğu şeyin arkasında kalmaya mahkûm başka bir “bulunacak şey” arar. Şair ise işte bu soydan “bulunacak şey”lere yol açtığı nisbette sanatkâr; onları çıkmaz sokaklara tıkadığı nisbette de basit bir dalkavuk olarak kalır.’’ [12]

Büyük Doğu Mimarı’na göre, şiirin başlıca iki büyük unsuru; his ve fikirdir ancak temel unsur “tahassüs edası şekline bürünebilmiş gizli fikir’’dir yani, “histe fani olan fikir’’. Davanın zorluğu ve önemi ise şu hadis meali ile çerçevelendirilir: “Allah’ın sır hazinesi Arş’ın altındadır ve anahtarı şairlerin diline verilmiştir’’. [13] Ve ’’şair, bu ilahi idrak emanetinin, insanda insanüstü mevhibesini temsil etmeye memur yaratık…’’ [14] “Ulvi idrak memuriyetinin mazharı şair, memuriyetini bizzat şuurlaştırmayınca, üstün idrak kıvamına erişemeyince, sadece kör ve sığ duygu planına mıhlı kalınca, insan postu içinde hayvanda bile bulunmayan bir bönlük, bir yersizlik arzeder. Böyleleri de, ehramın kaidesiyle zirvesi arasındaki mesafe farkına eş, şair kalabalığının yüzde doksan dokuzudur.’’ [15]

Netice:

“Şiir, aklı yani şuuru atmaz; gayesi, alt şuuru üste çıkarmak ve sonra sihirli bir dönüşle şuuru alt şuura maletmektir.’’ [16] Mütefekkir’e göre; şuurlu ve düşünen bir varlık olan insan, kendi şuurluluğunu iki şekilde elde eder. “İnsan, pratik faaliyetiyle, kendisi için kendini oluşturur; çünkü kendine dıştan sunulan şeyde kendini bulmağa ve kendini tanımaya itilmiştir… Bu ihtiyaç, kendini dış şeylerde ortaya koyma biçimine, yani sanat eserinde bir biçime varıncaya kadar birçok biçimlerden geçer. O halde, genel olarak şiir ve sanat ihtiyacı, insanı iç ve dış dünyanın şuuruna varmaya ve onlardan, bizzat kendini ve kendinin tanıdığı bir nesne yapmaya iten bir ihtiyaçtır.’’ [17] Bu ihtiyaç anlaşıldığına göre, Mütefekkir’den; sadece şiire değil, genel olarak bütün sanatlara nasıl yaklaşılacağını gösteren şu alıntıyla mevzuyu toparlayalım:

“Topyekûn insanoğlu, bilse de bilmese de, inansa da inanmasa da, Allah’ın kulu ve Allah Sevgilisi’nin kadrosu… İnsan ruhunun aktığı herşeyin müntehasında Allah gayesi vardır… İnsanın ihtiyaç duyduğu herşey, Allah’a olan ihtiyacını hatırlamak içindir ve ihtiyaç bu yüzden… İnsanın inandığı her şey, inanmanın kendisi için yaratıldığı Allah’a imânın izi ve gölgesini taşır… Bütün bu işaretler çerçevesinde görünen ilk tesbit şudur ki, ister âlet ve isterse mevzu ve muhteva yönünden olsun, şiir, bütün görünüşleriyle Allah’ı arama gayesine, ihtiyacına, bilmeksizin ve saptırılmış da olsa imânına bağlıdır; bu gaye, ihtiyaç ve imân, dil olmadan insan olamayacağı hakikati ve söz sanatları arasında en saffet bağlamış şekil olan şiirin bu vasfı gözönünde tutulduğunda, daha bir dolaysız olarak görülüyor.

Yukarıdaki tesbiti, “doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur’’ hikmeti ile birlikte düşünürseniz, bu hikmete uygun bir şiir, isterse İslâm dışı bir çevreye ait olsun, şiir kıymeti büyük veya küçük, tersinden İslâmî estetik idrakının delillendirilişidir. Böyle bir durumda da, hem şairin hem de şiirin nitelendirilmesi gerekir… Buna göre:

Şiir, “İlim müminin yitik malıdır, nerede bulursa alır’’ Hadisi ışığında, bizim takdirimize mevzu ve “asıl, gölgesine, gölgenin kendinden daha yakındır’’ hikmetince de, o şair tarafından söylenmiş olmasına rağmen, hakikatiyle bizimdir; burada, şair, insanın kendi kendinden meçhul yanıyla, neye memur olduğunu bilmeksizin, bir âlet ve gaibin habercisidir… Ve şiiri, İslâm dışı bir mihraka bağladığı zaman, “doğruyu yanlışta kullanmak’’ gibi bir durumdadır.

Öte yandan; doğrudan doğruya İslâmî estetik idrakına vurulmak üzere söyleyelim ki, şiiri büyük veya küçük yapan, ne mevzuu ve ne de kimin tarafından söylendiğidir. Burada hatırlanması gereken hikmet, Hazret-i Ali’nin, “hakikati söyleyene bakarak öğrenme; hakikati öğren, sonra söyleyeni de öğrenirsin!’’ sözüdür.

Beri yandan; Allah kelâmı, Peygamber kelâmı, İslam büyüklerinin ölçülendirmeleri gibi bahisler etrafında, nasıl ki bize düşen yaklaşma edasını bilmek ve hikmet devşirmeye çalışmak ise, şahsiyetine nazaran şairin şiirine yaklaşmanın da bir hakikati var ve bu, zaten umumiyetle böyle olduğu bilinmeden yapılan birşey… Burada ortaya çıkan önemli bir mesele, şairin şiir plânında veya şiir plânı dışındaki eserlerinde görünen çehresine nisbetle şiirine yaklaşmak sözkonusu ki, bu da ayrı ayrı yaklaşımları kapsar: Bir şiiri değerlendirmek, şiir külliyatına nisbetle bir şiiri mânâlandırmak, parçada bütünü görmek, eser kapsamında şiir külliyatına yaklaşmak vs.

Ve… Söyleyene nazaran, “İslâmî şiir’’ ve “İslâmî olamayan şiir’’ ki, çoğu zaman bu mânâlandırmada, “İslâmî tahassüse uygun şiir’’ ile, şairin mensubiyeti davası birbirine karıştırılır.

Şiir hikemiyatı davasının tâ başından itibaren verdiğim ölçülendirmeler gözönünde tutulmak üzere bildireyim ki, hepsi insan olmasına rağmen, nasıl bir Arap, bir Mısırlı, bir İranlı, bir Japon, bir Alman, bir Fransız birbirlerinden farklı derecede ayrı ise, kendini empoze eden gizli ve açık hususiyetlerine nazaran, tahassüs ve bedahet çizgileriyle umumî mânâda “İslâmî şiir’’ ve “İslâmî olmayan şiir’’ ayrımına gidilebilir, gidilir; ancak, “İslâmî olmayan şiir’’den ne anlaşıldığını bilmek kaydıyla!.. Bir otomobilde bile, Alman veya Fransız zevkini ve mizacını görmemiz gibi!.. Müslüman olduğunu söylerken, İslâmî estetik idrakından gafil ve tahassüsünden mahrum şair ordularının, “İslâmî şiir’’ anlayışı içinde yerlerinin olmadığını bilmek kaydıyla!..

En son hüküm: “İslâmî tahassüsü gösteren şiir’’ ile “İslâm dışı şiir’’ ayrımının nisbet noktası, İslâmın şiir ve şaire bakış tarzıdır ki, evvelâ bu nokta kendini kendinden olmayanlardan ayırır… Bu çerçevede ortaya çıkan meseleler ise, doğrudan doğruya dünya görüşü plânındaki bütün değerlendirmeleri kapsar. Yani, iki sebepten bir netice beleşçiliğine yer yok!..’’ [18]

Notlar

1- Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı-Estetik ve Ahlâk, İbda Yayınları, İstanbul 1998, s.229

2- Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı, s. 230

3- Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı, s. 230

4- Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2017, s.473-474

5- Necip Fazıl Kısakürek, Çile, s. 474

6- Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı, s. 247

7- Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı, s. 257

8- Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı, s. 256

9- Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı, s. 234-235

10- Necip Fazıl Kısakürek, Çile, s. 478

11- Necip Fazıl Kısakürek, Çile, s. 476

12- Necip Fazıl Kısakürek, Çile, s. 477

13- Necip Fazıl Kısakürek, Çile, s. 477

14- Necip Fazıl Kısakürek, Çile, s. 471

15- Necip Fazıl Kısakürek, Çile, s. 472

16- Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı, s. 244

17- Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı, s. 238

18- Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı, s. 249-252

III. DÖNEM 5. SAYI (SALİH MİRZABEYOĞLU ÖZEL SAYISI) EKİM 2018

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!