Büyük Doğu’da “Şifâ”

Büyük Doğu’da şifâ mevzusu, “sıhhat ve güzellik” mefhumları etrafında izâh edilir. Bununla beraber, “ruh ve madde” keyfiyetinde bir yönüyle bedeniyle “madde” olan insanı, ruhun tecelli zemini olarak görürken, ruha da elbisesi olan insanı tanıma, bilme mesuliyeti yükler.

Diğer taraftan, insanî sıhhatin sağlanmasında, uygulanacak tedavi ve metodlar üzerinde sezgi ve maneviyatın rehberliğine işaret eder.

Büyük Doğu ecdadının mirasına da sahip çıkarak geleneksel tıbbı yeniden altun devrine taşımak ister. “Her şey Doğudan geldi” diyen Üstâd Necip Fazıl, özellikle Çin ve Hind kavimlerinden bahsederken “ruh inceliği ve madde nakşı kadrosu” ifadesini kullanır.

Mütefekkir Mirzabeyoğlu ise bu hususu açarak, Eskiçağ’da bütün kültürlerin ruhî temel üzerinden yükseldiğini, Hind ve Çin kültürlerinin kendini tanıma yollarını felsefî ve tecrübî biçimde tahlil ettiklerini söyler. (1)

Üstâd, Doğunun İslâm ile tamamlandığını ifâde eder. Son Peygamber ile ahlâkı taçlandıran İslâm, her hususta olduğu gibi, sağlığı koruma ve tedavi usûllerinde de sayısız Müslüman filozof ve hekimi insanlığa kazandırmıştır.

1- BÜYÜK DOĞU’DA SIHHAT VE GÜZELLİK

İslâm inkılâbı, insanî sıhhat ve güzellik cehd ve tedbirlerini başa almaktadır. Üstâd Necib Fazıl, “İdeolocya Örgüsü” isimli eserinde bu hususu neden başa aldığını şöyle ifade etmektedir:

“Ruhun tecelli zemini olarak maddenin ehemmiyeti azîm bir değer belirttiği için, daima bu ölçünün ışığı altında madde sahasına verilecek emek bakımından, İslâm İnkılâbı, insanî sıhhat ve güzellik cehd ve tedbirlerini başa almaktadır.” (2)

Mevzuu izah etmeye çalışırsak: Ruhun tecelli edeceği, onun zemini olan insan ehemmiyetli bir varlıktır. Bu kıymeti hasebiyle ona verilecek olan emeğin ölçüsü de azimdir. İşte bu azim ölçü İslâm İnkılâbının da ölçüsüdür.

Üstâd Necip Fazıl aynı bahse şöyle devam eder:

“Müşahhas plânda işaret ve alâmetine malik bulunmaksızın hiçbir mücerredi kavrayamayacağımıza göre, esasların esası ruhumuzun sağlamlık, gerçeklik ve güzelliğine en canlı misal, maddemiz olacaktır. Bu ölçüyle, ruhumuz adına maddemize cilâ üstüne cilâ çekmek ve revnak üstüne revnak püskürtmekle mükellef olacağız.” (3)

Burada kısaca ifade etmeye çalışırsak, madde olan bedenin işaret ve alameti hakkında bilgi sahibi olmalıyız ki, ruhunun da hakikatine varalım. Yani insan bedenine mahsus işaret, alamet, mizaç, tabiat, onun ruhuna dair bilgi vericidir. Ruh, bedenin aynası gibidir.

Yine, insan sıhhat ve canlılığıyla ruhunu da temsil eder. Bu sebeble, Üstâd’ın ifadesiyle maddemize cilâ üstüne cilâ çekme memuriyetimiz vardır.

2- BÜYÜK DOĞU’DA SEZGİ VE MANEVİYATIN TIBBÎ SAHADAKİ EHEMMİYETİ

Üstâd Necib Fazıl, “İdeolocya Örgüsü” kitabında, Bergson’un şu ifadesine yer verir: “Sezgi ve mâneviliğin görevi, ilmin maddi yaklaşımını aşmaktır. Sezgi metodunu kullanmakla anlayış alanımızı genişletebilir ve insanî ilerlemeler için sağlam bir temel hazırlayabiliriz. Sezgi, eşyaya bakışta zekânın görüşüne karşı çıkmaz; zekâdan faydalanır, ona sağlamlık verir ve yeni bir temel inşâ eder!”

Yine, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu şöyle yazar: “İnsanın semavî bir ilhâmla aydınlanmadıkça hiçbir zaman bilemeyeceği bir şey vardı, o da aklın kendisinin dünyadaki en şüphe götürür ve belirsiz şeylerden biri olmasıydı.” (4)

İbni Sina’ya atfedilen bir söz vardır: “Ne öğrendiysem secdede öğrendim” demiştir. Yani aklın bir neticeye varamadığı yerde, nihai ilham secdede doğuyor.    

Şimdi, “sezgi” hususu, ilmin her sahasında lüzumludur fakat takdir edileceği üzere tıp sahasında elzemdir. Bugün çağın insanı, hastalıkların teşhisini teknolojik cihazlara ve tahlillere bağlamış durumdadır. Oysa makine ve teknolojinin hâkim olmadığı dönemlerde, görüntüleme cihazları kullanılmadan, kan tahlillerine gerek duyulmadan hastalıklar pekâlâ teşhis edilmiştir. Burada elbette sezgi, bilgi ve tecrübe yol gösterici olmuştur.  

Bugün, tüm hissiyatını makineye kaptıran insanoğlu, sezgilerini duyabileceği bir makine yapamayacağına göre, sağlam bir anlayış ve ilerleme için maneviyatına geri dönmek mecburiyetindedir.

Nitekim misal olarak, bugün, sezeryanla doğum yaptırma tecrübesi edinen doktorlar, normal doğum tecrübesini nerede ise unutmuştur. Pek çok ebe “normal doğuma” eşlik etmeyi bilmemektedir. Küçücük çocukları zararlı ultrason veya röntgen ışınları altında kontrol eden doktorlar, elle muayene etme tecrübesine sahib değildir. Tüm bunlar Modern Tıb’bın âlet edevatıyla teşhis koymayı öğrenen doktorların artmasına mukabil, el, yüz, ayak incelemesi ve sezgisiyle teşhis koyabilen hekimlerin yok olmasına sebeb olmuştur.

3- BÜYÜK DOĞU’DA GELENEKSEL ŞİFÂ’YA BAKIŞ

Üstâd Necib Fazıl, “İdeolocya Örgüsü” kitabında şöyle der:

“Dünyada maddî ve mânevî hiçbir elmas mahfazası gösterilmez ki, çerden ve çöpten olsun ve çerçevelediği müstesna kıymetin ilk habercisi ve işaretçisi mevkiinde bulunmasın… Hâlbuki biz, pırlantaların pırlantasını, asırlar boyunca, içi saman ve gübre dolu bir kese içinde gezdirmişiz ve bundan hiçbir gocunma, liyakatsizlik hissi duymamışız.” (5)

Kâinatta her şey, hem dış hem iç yüzü ile bir hikmet üzere yaratılmıştır. Gerek İslâm âlimleri gerekse tabibleri, “bitki ilmine” gereken ehemmiyeti vermiş ve binlerce çeşit şifâlı bitkiye ve tedavi metodlarına sahip olan Anadolu topraklarında, asırlar boyu sağlıklı bir hayat sürmüşlerdir. 

Bugün ise, “geleneksel tıb, alternatif tıb” olarak nitelendirilen tıb, aslında Anadolu topraklarında kullanılmış olan şifâ metodlarının kendisidir. Topraklarımızda, binlerce çeşit şifâlı bitkiye dair bilgi birikimi vardır. Sülükle tedaviden, hacamata kadar, müzikle tedaviden su terapisine kadar onlarca tedavi yöntemi mevcuddur. Peki, bugün bu yöntemleri neden bilmiyoruz yahud hekimler bu tedavileri neden uygulamıyor?

Öncelikle şunu ifade edelim: Asırlardır süren bilgeliği bir asırda kaybettik. Sülükle tedavi Anadolu topraklarında 100 yıl önce yasaklandı. Keza diğer yöntemlerin uygulandığı tedavi merkezleri de kapatıldı yahud bu metodlardan vazgeçildi.

Tüm bu tedavi yöntemlerinin ortadan kaldırılmasında, unutturulmasında, elbette İslâm medeniyetini yok etme, fizikî ve ruhî hastalıklarla boğuşan bir nesil üretme gayesi bulunmaktadır.   

Modern tıbbın son 150 yıllık hâkimiyetiyle birlikte, üniversite düzeyinde sadece “modern tıb” okutulmaya başlandı. Yani artık “geleneksel tıb” hakkında bilgisi olan hekimler de yok oldu. Gerekçe ise, özellikle bitkilerle tedavinin işe yaradığına dair bilimsel tesbitlerin mevcud olmadığıydı. Sentetik ilaçlar ise bilimsel yöntemlerle tesbit edilmişti. Etkisi de hemen ortaya çıkıyordu.

Oysa modern tıbbın tam bir tedavi sağlamadığını, hastaları kimyasal ilaçlara mahkûm ettiğini, bugün tıb eğitimi alan hekimler de gizlemiyor. Mesele bilimsel tesbitler ise, köklü medeniyetimizin bilgi birikimi ve tecrübeleri, ilmî araştırmalara ışık tutabilecek zenginliğe sahip değil midir? Bunu bilenler nasıl bildiler? 

İtiraf edelim ki, içinde pırlantaların pırlantasını taşıyan keseleri kaybettik fakat onu Batılı buldu.  Öyle bir buldu ki, “Botaniğin Babası” olarak bilinen Abdullah Bin Ahmed el-Maliki’nin “Kitab-ül Cami fil-Edviyet-ül Müfrede”, kısaca “Müfredat-ı İbn Baytar” adlı eseri, 1840 yılında Alman bir botanikçi tarafından Arapçadan, Almanca’ya tercüme edildi.

Bugün sadece bazı bölümlerinin Türkçe’ye tercüme edildiği bu eser, ilmî eklemeler yapılarak Almanya’da ki Tıp Fakültelerinde ders kitabı olarak okutuldu. Bugün Almanya’da bitkilerle tedavi, tıbbî tedavilerin % 60’ını oluşturuyor. Japonya’da bu oran % 70’lerde. Yani Dünyanın 4/3’ü sentetik ilaç kullanmıyor. Bunun yanında, medikal sülükle tedavi ABD’de oldukça yaygın. Fransa ve İngiltere’de ise hacamat ile tedavi uygulanıyor.

Dünyada, hastalıklardan korunmak, bitkilerden faydalanmak ve şifâlı bitkilerle beslenmeye doğru çalışmalar hızla devam ederken, ülkemizde de bunun ilk adımları sayılabilecek gelişmeler yaşandı. Hacamat ve sülükle tedavinin hekimlerce uygulanması için yönetmelikler hazırlandı. Geçtiğimiz yıl ilk “fitoterapi merkezi” açıldı. Bezmialem Eğitim Araştırma Uygulama Merkezi Fitoterapi, (fitoterapi: kelime kökeni Yunancadan gelir ve bitki bilimidir) çalışmalarına başlandı.

Mesele bununla da bitmiyor tabiî. Bir de hekimlerin bilimsel fitoterapi (bitki bilimi) ve diğer metodların eğitimini alması gerekiyor ki, şifâlı bitkiler reçetelere yazılabilsin ve hekim elinden geleneksel tedaviler uygulanabilsin. Bunun için, Rusya’da, Almanya’da olduğu gibi, “alternatip tıb” denen metodların, fakültelerde branş olarak okutulması, öğretilmesi gerekiyor.

İşte tam burada, Üstâd Necip Fazıl’ın, sağlık sahasındaki çalışmaları bütünüyle kapsayacak şu ifadesine yer verelim: “Bir ayak tırnağından bir tel saça kadar insan vücudunun her lifi ve her zerresi üzerinde, cihazlaşmış dikkat ve itina şuuru…”                   

4- BÜYÜK DOĞU’DA PSİKOLOJİYE BAKIŞ   

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, “İnsan – Erkek ve Kadın” adlı eserinde, Kıyafetname bahsinde şöyle yazar:

“İbrahim Hakkı Hazretlerinin, kemmiyetlerin de bir keyfiyet belirtmesine nisbet ”insan vücudu-uzuvları” üzerindeki mânâlandırmaları, Batı’daki “davranış psikolojisi” hakkındaki çalışmalardan daha ileri bir adımı gösterir. Onun, insan uzuvlarının görünüşüne göre mânâlarını “Kıyafetname” diye adlandırması, yakıştırma yanında, ayrıca bir lisân güzelliği.” (6)

Kıyafetimiz-bedenimiz, keyfiyet olarak da nefsimiz-bedenimiz üzerine giydirilmiş elbise gibi…

Mütefekkir, Kıyafetname bahsine şöyle devam eder:

“’Filâncanın burnu şöyle olduğuna göre, o şöyledir!’ veya “filâncanın eli böyle olduğuna göre, o böyledir!” diye bir “tır, dır” mevzuu olmadığına da dikkat çekmek lâzım. Nitekim bu hususu, İbrahim Hakkı Hazretleri de, insanın nefs yönünün kontrole mevzu olması bakımından, neticede nefs terbiyesine bağlar ve aslolan şahsiyete dikkat çeker.” (7)

Mütefekkirin kaleminden devam edelim:

“Yine Efendi Hazretleri, “imân zayıfladığı zaman bedenî rahatsızlıkların artacağına” dikkat çekmiştir. Ruhî rahatsızlıkların fizikî rahatsızlıklara, fizikî rahatsızlıkların da ruhî rahatsızlıklara sebeb olduğu, bugün psikoloji –ona bağlı tıb ve tıb ilmi tarafından genel kabul görmüş, genel bilgi olmuş bir gerçek.

Psikolog Jung: Fiziğin üstünlüğüne inanış, sonunda ruhsuz bir psikoloji ilmine, yâni ruhun biyokimyevî bir tesirden başka bir şey olmadığı bir psikoloji ilmine ulaşır. Bunun yanında, açıklayıcı sistemi sadece mânâya dayalı modern ve ilmî bir psikoloji de yoktur. Bugün hiç kimse vücuttan bağımsız bir ruh faraziyesi üzerine bir psikoloji kuramaz.” (8)

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun aynı eserinden, modern psikoloji anlayışını tenkid eden şu pasaj:

“İnsanın insanlığına mahsus en temel ruh hâlleri, bugün anormallik olarak değerlendirilmekte ve bunlar şu veya bu şekilde kazasız belâsız atlatılabilmektedir. Bunun için yaftalar hazır; ruh hekimleri etraflarına bakınacak olsa “depresyon-bunalım, çöküntü” denen etiket böyle anlar için hemen imdada yetişir, reçeteler yazılır, tedbirler dikte edilir. “Kendini bir şeylerle meşgul et, kendinle baş başa kalmamaya özen göster!” Ve zaten dünyanın geldiği bu noktada herkes ve herşey anlaşılmaz bir şekilde elbirliği etmiş, insanın kendisiyle başbaşa kalmaması, böylelikle işlerin rayından çıkmaması için azamî bir çaba ve gayret sarfetmektedir. Fakat sürü hâlinde yaşamadıkça sürgünlük tecrübe edilmez. Sürgünlük tadılmadıkça, gurbet neresi sıla neresi bilinmez.” (9)

Öyleyse şunu söyleyebiliriz: İnsanın yalnızlık sürgünü yaşaması, ruhî tekâmülü bakımından mühim olduğu gibi, kendi dermanını bulması bakımından da fayda sağlayacaktır.

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “ruh hekimliği” mevzuunda “İnsan – Erkek ve Kadın” eserinden:

“Psikanaliz, hem doğuştan istidatlı, hem de çok meslek tecrübeli olmayı gerektirir; öyle bir ruh uzmanlığı ister ki, hem yabancı hayatlara ve kederlere sokularak birlikte düşünmeyi ve benzer duymayı sağlasın, hem de sessiz ve sabırlı dinleme ve müşahede işinde gerekli uyum duygusunu geliştirip zenginleştirsin. Daha yetmez: Gerçekten yapıcı bir psikanalistten büyüleyici bir eleman, bir güç, bir sevgi ve güven aşılayan mânevi bir elektrik akımı fışkırmalı ki, yabancı ruh ona doğru dayanılmaz bir şekilde çekildiğini hissetsin ve tutkulu bir istekle kendini ona bıraksın! Bunlar elbet öğrenilir, edilir şeylerden değildir; ancak Allah’ın iltimasıyla binde bir insanda toplanabilir.” (10)   

Bu tarif neredeyse “imkânsız” veya “nadir” bir keyfiyeti tarif etmekte değil midir?

5- ESKİ MEDENİYETLERDEKİ ŞİFÂ ANLAYIŞINA BAKIŞ

Çin ve Hint’te Tıb Anlayışı

Doğu medeniyetlerinde olduğu gibi Çin tıbbında da, felsefeye dayanan bütüncül bir anlayış vardır: İnsanı ruhî ve fizikî olarak bir bütünlük içerisinde ele alır. Bugün yaygın bir tedavi metodu olarak uygulanan Akupunktur’u tıb dünyasına kazandırmıştır. “Yin Yang teorisi” ve “beş element teorisi” yine Çin felsefesinin bir sistemidir.      

Üstâd Çin hakkında şöyle yazar: “Çin, doğuyu, çağların en eskisinde, yalnız müstesna bir ruh inceliği ve madde nakşı kadrosunda temsil etti.” (11)

Mütefekkir Mirzabeyoğlu ise bu hususta şöyle yazar: “… kendini tanıma yollarını teferruatıyla felsefî ve tecrübî biçimde tahlil eden Hind ve Çin kültürlerini sayabiliriz.” (12)

Eski kültürlerdeki ruhî temellendirmenin en önemli iki misali olan Çin ve Hind, “geleneksel tıb” dediğimiz alanda da, hem bu “kendini tanıma yollarını” hem de buna bağlı olarak “bedeni tanıma yollarını” derinlemesine ortaya koymuştur diyebiliriz.

6- İSLÂM DÖNEMİNDE ŞİFÂ ANLAYIŞI

İslâm’da, insanların nasıl bir hayat sürdürmeleri gerektiği hükümlerle belirlenmiştir. Bu hükümler içerisinde, sıhhati koruma yahud iyileştirme metodları Peygamber vasıtasıyla bildirilmiştir. Bize hastalandığımızda tedavi olmamız emredildiği gibi, hastalığın sıkıntılarına karşı sabır göstermemiz de istenmektedir. Yeryüzünde ilacı ve tedavi usûlü olmayan hiç bir hastalığın olmadığı, bir hadis-i şerifte mealen şöyle ifade edilmektedir:

“Allah, şifâsını vermediği hiçbir hastalığı yaratmamıştır. Onu bilen bildi, bilmeyen de bilmedi.”

a- Tıbb-ı Nebevî-Peygamber Tıbbı (Hazreti Peygamber’in Tıbba Bakışı)

Peygamber Tıbbı, Kur’ân-ı Kerim’de ve hadislerde geçen, sağlıklı yaşamaya ve hastalıkların tedavi edilmesine dair terkipler ve tavsiyeleri ihtiva eder ve tıb tarihi literatürüne “Tıbbı Nebevî” olarak geçmiştir.

Burada, Tıbbi Nebevî’deki ve Kur’ân-ı Kerim’deki tavsiyelerin daha iyi anlaşılabilmesi için, bugünkü tıbbın, kesin olarak tesbit ettiği hususlardan bazılarını ele alacağız. Bu hususlar, Peygamber tavsiyelerinin ilahî olduğu gerçeğini bize izah edecek.

Kur’ân-ı Kerim’de yiyip içmede aşırıya gidilip israf edilmemesi, insan vücudunun sağlıklı tutulmasına dair emirler bugün yeni yeni konuşulmaya başlayan “koruyucu hekimliğin” öncüsüdür.

Hazreti Peygamber, daha önce tıb eğitimi görmemiş birinin tedaviye kalkışmamasını, çünkü sağlığa gelecek bir zarar neticesinde, bu zararı tazmin etmek zorunda olduğunu bildirmiştir. Burada O’nun, tıp dalındaki uzmanlığına verilmesi gereken ehemmiyeti ve tedaviye yaklaşımını görmekteyiz.

Hem tıb tarihinin, hem İslâm Medeniyetinin büyük bir aşaması olan, bulaşıcı hastalıklara yakalanmış olanlara “karantina” uygulanması, Peygamberimiz tarafından tavsiye edilmiş bir uygulamadır.

Allah Resûlü’nün tavsiyesi olan hacamatla tedavi, bugün ülkemizde de birçok poliklinikte uygulanmaya başlanmıştır. Sağlığı korumada etkili bir metod olarak kabul edilen hacamatın, hangi günlerde ve nasıl yapılacağı, yöntem bilgisi yine Peygamberimize aittir. 

Efendimizin tavsiye ettiği tedavi usûllerinde geçen “çörek otu”nun, bugün Almanya ve Hollanda’daki ilaç fabrikalarında, tablet, draje ve şurubu üretilmektedir.

Tıbbı Nebevî’de sıraladığımız bu tavsiye ve metodlardan, henüz tıb otoritelerince bilinmeyen yahud keşfedilmemiş olanlarını da, bilim otoritelerine havale ediyoruz.     

b- Hz. Peygamberin Sıhhat Mevzuunda Toplumsal Reformu

Hz. Peygamber, sıhhatın korunması ve hastalıkların tedavi edilmesinde pek çok tavsiyelerde bulunmuş, bunun yanı sıra toplum hayatında reformlar yapmıştır. Efendimizin (s.a.v) özellikle engellilerle olan ilişkileri en çok dikkat çekenler arasındadır. Eski toplumlarda engelli hastalar, “şeytan musallat oldu” düşüncesiyle, toplum dışı bırakılır, bazen de bu durumdan kurtulması için ateşe atılırdı.

Buna mukabil Allah Resûlü, engellilere sevgi ve şefkatle yaklaşarak, bu konuda örnek davranış sergilemiş, toplumdan dışlanan engellilere sahip çıkmış, onların toplum hayatına dâhil olmaları için kolaylıklar sağlamış ve teşvik etmiştir. 

Bir Hadis-i Şerif’te mealen şöyle buyurulur:

“Âmâyâ rehberlik etmen, sağır ve dilsize anlayacakları bir şekilde hitâb etmen, muhtaç bir kimseyi ihtiyacını tedarik etmesi için, gerekli yere götürmen, derman arayan dertlinin imdadına koşman, koluna girip güçsüze yardım etmen, konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade etmen, bütün bunlar sadaka çeşitlerindendir…” (Ahmed b. Hambel, Müsned 5/168-169)

c- Büyük Hekim İbn Sîna

Tıb dedik, hekimlik dedik ki aslında o, neredeyse bütün ilimlerin pîridir. Batı’da, “Flozafların Prensi”, “Büyük Üstâd”, “Hekimlerin Önderi”, “Hakîm-i Tıb” gibi isimlerle anılan, İbni Sina’dan başkası değildir.

Kendi döneminin bilginlerinden iyi bir eğitim alan İbni Sina, felsefe, edebiyat, matematik gibi çeşitli ilimlerle ilgilendi. 16 yaşından sonra Tıb ilmiyle daha yakından ilgilendi. 19 yaşındayken doktor ünvanını elde etti. Samanî Hükümdarı Nuh Bin Mansur’u tedavi için geldiği Buhara’da sarayın zengin kitaplığından dilediğince faydalanmasına izin verildi. 21 yaşına geldiğinde dönemin en büyük hekimlerinden biriydi.

Orta Çağ Avrupasında, en büyük Tıb bilgini olarak kabul edilen, Batı ülkelerinde 16. yüzyıla, Doğu ülkelerinde 19. yüzyılın başlarına kadar okutulan, “El-Kânûn Fıt Tıb” (Hekimlik Yasası) adlı kitabı ile ilmini taçlandırdı. Sadece Tıb alanında değil, matematik, geometri, fizik, kimya astronomi, felsefe alanında da çalışan İbni Sina, Mûsîkî çalışmasıyla, “felsefenin matematiksel kısmını tamamlamak istediğini” belirtmiştir.      

Güncel bilgileri de içeren “El-Kânun Fıt Tıb” eseri ile “Şifâ” adlı eseri bilim ve felsefenin tüm sorunlarını kapsayan ve çözüm önerileri sunan dev eserlerdir. İbni Sina’nın, Tıb sahasında birçok inkişafı vardır. Bunlardan, kalp ve damar sistemi üzerine yaptığı çalışmaları en önemlilerindendir. İbni Sina, mikrobun henüz bilinmediği bir dönemde, bazı hastalıkların bulaşmasında, gözle görünmeyen yaratıkların olduğunu bildirmiş, yani mikropların varlığını sezmiştir.

Şöyle der: “Tıb, sağlığı korumak ve hastalık durumunda sağaltmak için sağlıklı ve sağlıksız haldeki insan vücudunun şartlarını kendisi vasıtasıyla öğrendiğimiz bir ilimdir.”

d- Hanım Tabibler

İslâm’da en çok merak edilen, tartışılan mevzulardan biri de kadınların toplum hayatındaki rolleridir. İslâm inancının birçok görevde mesuliyet yüklediği kadınlar, Tıb sahasında da yerini almıştır.

Hz. Peygamber döneminde hanım tabiplerin toplum sağlığına büyük katkısı olmuştur. Bu hanımlardan “Şifâ binti Kurayşiyye” özellikle cild hastalıklarının usûllerini Hz. Peygamber’in eşi Hafsa’ya öğretmiştir. Yine sahabe kadınlardan Esma binti Umeyse ve Hâlide binti Enes, Tıb ilmi ve tedavi usûlleriyle uğraşan kadın tabiblerdendir.

Ümmü Umâra adındaki kadın sahabinin yaralıları tedavi etmek maksadı ile Uhud savaşına katıldığı ve yanına sargı bezleri aldığı bilinmektedir. 

Ümmü Sinân adındaki hanım sahabe, şöyle demektedir: “Hayber fethinde elimde bulunan ilaçlarla erkekleri tedâvi ediyordum, onlar da bu tedâvi ile iyileşiyorlardı.” 

İslâm Tıb tarihinde ilk seyyar hastane olan ve adını tabib olarak bilinen, Rufeyde binti Sa’d el-Ensariye adındaki hanımdan alan, “Rufeyde çadırı”, Hz. Peygamber döneminde hasta ve yaralıları iyileştirmek için kullanılmaktaydı. Hatta bu kadın tabibin Hayber fethi sırasında yaralıları tedavi ettiği ve kendisine savaş ganimetlerinden herkes kadar pay verildiği bilinmektedir. Bu hadise tıp tarihinin önemli bir hadisesi olarak kayda geçmiştir. 

Yine Hz. Aişe’nin de ilaç terkipleri hakkında bilgi sahibi olduğu, bu bilgileri nereden öğrendiği sorulunca, Efendimiz hastalandığında, gelen heyet ve tabiblerden ilaç terkiplerini öğrendiğini ifade etmiştir.

7- OSMANLI MEDENİYETİNDE ŞİFÂ ANLAYIŞI

a.Osmanlı Medeniyetindeki Şifâ Tanımı ve Metodları

Osmanlı Medeniyetinde, ruh ve bedeni birleştiren “bütüncül (küllî) tıb” anlayışı hâkimdi. Ruhî rahatsızlıklarda fizikî, fizikî rahatsızlıklarda ruhî hastalıkların tedavisine yönelebiliyordu. Batı’da 19. yüzyılda ortaya çıkan psikoterapi, Osmanlı’da asırlar evvel uygulanan bu yöntemin kısmen benzeridir diyebiliriz.

Osmanlıda tabibler, kişileri mizaçlara göre sınıflandırır ve tedavilerde mizaçlardandan faydalanırdı. Bazı tedavi metodları şu şekildeydi:

Hacamat-Kupa Terapisi

Tıbbi Sülük Tedavisi

Perhiz/Oruçla Tedavi

Hareket Tedavisi (Egzersiz ve Spor)

Hidroterapi (Hamam, kaplıca, ılıca ve içmeler)

Biyoterapi (Arı, kurtcuk, balık gibi hayvanlardan yararlanılarak yapılan tedavi)

Beden Temizliği/Arınma: İçten dışa doğru, sağaltıcı tedavi.

Ruhî Tedavi: Psikosomatik (Psikolojik kökenli fizikî hastalıklar. İnsan ruh ve beden bütünlüğü içerisindedir demiştik. Hipokrat-Eflatun-İbni Sina-Aristo da, ruh ve beden bütünlüğünü savunmuşlardır) ve psikolojik hastalıklarda dua ve ibadetin iyileştirici etkisinden faydalanılırdı. 

Aromaterapi: Güzel kokulu doğal bitkilerden elde edilen, gül, ıtır, gibi kokulardan faydalanılarak yapılan tedavi metodudur.

Sesle Tedavi: Bu tedavi yönteminde tabiî seslerin ve musikinin insan üzerindeki pozitif tesirinden faydalanılırdı. Seslerin insan sağlığı üzerindeki etkilerine örnek olarak bir deneyden bahsedebiliriz. Japonya’da yapılan bir deneyde, iki kap sudan birine sakin, diğerine kulağı tırmalayan bir müzik dinletiliyor. Daha sonra suların yapıları inceleniyor ve hafif melodi dinletilen suyun kristalizasyon örneği, düzgün ve simetrik iken, gürültülü ve kötü müzik dinletilen suyun yapısında kristalizasyon örneğinin karışık olduğu tesbit ediliyor. Buradan, güzel ve latif ses titreşimlerinin insanlar üzerinde şifâ kaynağı olduğunu görüyoruz. Osmanlı Medeniyeti asırlar öncesinden sesin sırrını çözmüştür.

Su ile tedavi: Osmanlı da şifâ metodu olarak kullanılmıştır. Peygamber Efendimizin, ”Mümin kulağından sulanır” hadisinde geçen su ifadesi ile yağmurun rahmet olarak kabul edilmesi, bir tesadüf değildir.

8-OSMANLI DÖNEMİNDE ŞİFÂHÂNELER VE İŞLEVLERİ

15. yüzyıl Avrupasında, akıl hastalarının içine şeytan girdiği düşüncesiyle ateşe atıldığı bir devirde, Osmanlı yine medeniyet ve ahlâk abidesi rolünü üstlenmiş, akıl hastalarını tedavi etmek maksadıyla Bimarhaneler açmış, onları müzik ve su ile tedavi etmiştir.

Edirne Sultan Beyazıd Dârüşşifâsı (Sağlık yurdu), Haseki Dârüşşifâsı Bimârhanesi, II. Beyazıt Dârüşşifâsı, akıl hastalıklarının tedavi edildiği merkezlerdir.

Modern psikiyatrinin kurucularından Dr. Kraft şöyle der:

“Hristiyanlar akıl hastalarına ilgi göstermiyordu. Onları şeytan tarafından ele geçirilmiş yaratıklar şeklinde algılıyordu. Akıl hastalarını tedaviyi Avrupa, Türklerden öğrendi. Türkler bizden çok önce akıl hastalarına mahsus hastaneler kurdular.”

Yine, 1788’de Türkiye’ye gelen İngiliz Dr. John Heward, İstanbul’da akıl hastalarına mahsus hastaneler olduğunu işitince hayretini gizlememiştir.

1587 İstanbul’a gelen Avusturyalı eczacı Reinhold Lubenau, hatıralarında, burada 100’ün üzerinde hastane mevcud olduğunu, büyük hastanelerin 300 hasta alabildiğini, bazılarının sadece kadın hastaları aldığını anlatmıştır.

Osmanlı’da diğer tedavi merkezleri ise şöyledir: Süleymaniye Dârüşşifâsı, Manisa, Kayseri, Konya, Sivas, Mardin, Çankırı, Amasya, Tokat ve Kastamonu şifâhâneleri…

Şifâhânelerin Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerinden olduğunu da ekleyelim. Özellikle Edirne’de Mimar Hayreddin’in inşâ ettiği II. Beyazıt Dârüşşifâsı’nın Tunca nehrinin kenarındaki inşasıyla, enfes bir şehircilik örneği gösterilmiştir. Bu şifâhâne, modern İsveç hastanelerinin asırlık örneğini teşkil etmiştir.  

9-MODERN TIB ANLAYIŞINA BAKIŞ VE ELEŞTİRİLER

Modern tıb, insan bedenini branşlar hâlinde inceler, insanı ruh ve bedeniyle bir etkileşim içerisinde olduğunu söyler ama sadece, hasta olan organa müdahale ederek hastalığı tedavi etmeye çalışır. Modern tıb anlayışında, hastalık öncesi koruyucu tedbirler yoktur. Yani size sağlıklı iken, nasıl besleneceğinizden bahsetmez.

Dr. Aidin Salih, “Gerçek Tıb” kitabında Modern Tıbbı şöyle izah eder:

“Modern tıbbın felsefesi temelden yanlıştır. Modern tıb ateş yükselince ateş düşürücü, tansiyon yükselince tansiyon düşürücü, enfeksiyon olunca antibiyotik, bademcikler iltihaplanınca, onları aldırmayı önerir. Yani hastalığı değil, hastalık belirtilerini, daha doğrusu bağışıklık sisteminin “s.o.s” sinyallerini ortadan kaldırmaya çalışır.” 

Bugün kan gruplarının tesbit edilmesi, tüp bebek, organ nakli gibi gelişmeler, tıbta dertlere deva gelişmeler gibi görünse de bunun altında bir şuuru yok ediş vardır.

Kan gruplarına göre besleneceksiniz ama vitamin haplarıyla mı? Sentetik ilaçların çevreye zarar verdiği gerçeğiyle birlikte, “Nanoteknik mikrop” üreten ilaç sanayisi sadece insanlara değil, hayvan sağlığına ve tarım ilaçlarına kadar her sahaya uzanmıştır.

Modern tıb, insanın ve toplumun yakalaması gereken bir şuuru göz ardı etmesine sebebiyet verir. Dünya hayatının imtihan yeri olduğunu ve aslolanın çok yemek-içmek, çok yaşamak olmadığını, hayatta istenilen birçok şeyin gerçekleşemeyebileceği gerçeğini ve hikmetle bakabilmeyi öğretmemesi, hatta unutturması bakımından da, Modern Tıb anlayışı eleştirilmelidir. İnsanları sonsuza kadar yaşatma, gençleştirme vaadleri ile Modern tıb aslına bakılırsa insanı umursamamaktadır. Dünyayı yöneten elitin ilaç sanayiine bu kadar yatırım yapmasının sebebi, insanlığın yararı için değildir hiç şüphesiz. Organ nakilleriyle yüz küsür yaşına kadar yaşayan ve yakın zamanda ölen David Rockofeller, bu kirli Modern Tıb dünyasının en büyük başarısıdır (!).

Nitekim Modern Tıbbın gelişimine baktığımızda, ilaç sanayisi ile birlikte kol kola yürüdüğünü görürüz. Öyleyse Modern Tıb dediğimiz şey, insan yararına değil, kapitalist çarkın yararına çalışan bir sistemdir. 

 

10-MODERN BESLENME ALIŞKANLIKLARI

Bugün maalesef yemek menümüz Batı’nın elindedir. Hazır gıdalardan, jelatin içeren çikolata, pasta, bisküviye kadar, her gün kahvaltı soframıza gelen “fenni maya” kullanılan süt ürünleri dâhil olmak üzere tüm ürünler Batı formülleriyle üretilmekte ve ambalaja girmektedir. İslâmî usûllere göre kesimin bile yasak olduğu Avrupa ülkelerinden gelen etlere kadar, ne yiyorsak, Batı’nın hazırladığı menüden yiyoruz.

Bu noktada şu hadisleri hatırlatmanın yeri (mealen):

“Ey müminler, verdiğimiz pak ve helal şeylerden yiyiniz. Şüphesiz ki Allah sizin şifânızı size haram kıldığı şeylerde kılmamıştır.”

“Allahu Teâlâ pâktır. Pâk olandan başkasını kabul etmez.”

Bizlerin Müslüman olarak bu katkı maddelerinin nice olduğunu bilmeye hakkımız var. Haram olanın hem beden hem ruh sağlığına zararı yok mudur? Organlarımızın işlevlerini etkileyen, hormonlarımızı yöneten gıdalar, yani maddemizi tesiri altına alan şeyler, ruhumuza tesir etmez mi?   

Allah Resûlü bir hadiste şöyle buyurur (mealen):

”Allah yolunda sefer yapmış, üstü başı tozlanmış bir adam, ellerini göklere uzatarak: ”Ya Râb, ya Râb!” diye yalvarıyor. Hâlbuki onun yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, gıdası haramdır. Böylesinin duası nasıl mâkbul olur?”

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun dediği gibi:

“Yeme, içme, bunun ahlâkı, adabı, ölçüsü ve cinsi, İslâmî olacak… Nasılı, niçini, nedeni de, ihtiyaç, tecrübe ve ilim mevzuu.” (13)

Öyleyse bugün neslin maddi ve manevi hayatını korumak için, gıda sanayinin üzerindeki hâkimiyet Müslümanların olmalıdır. Buradaki hâkimiyetten kastımız, helal ve haram ölçülerine göre üretim, usûl ve metodlardır.

SONUÇ

“Her şey Doğudan geldi” der Üstâd. Doğu’nun mihrâk medeniyeti, Osmanlı ile zirveye oturan üstün anlayış, sadece bize değil, Batıya da örnek teşkil etmiştir. Üstâd Necib Fazıl, “İdeolocya Örgüsü”nde “Sıhhat ve Güzellik” bahsinde şöyle yazar:    

“İslâm İnkılâbının sıhhat ve güzellik bahsindeki fikir ve iş plânı, en başta ruhları imar dâvasının, ruha yataklık edici en haysiyetli madde olan insan uzviyetini imar şeklinde tezahür etmiş bir şubesidir; ve bu şubenin kadrolaştırdığı cehd ve tedbirler manzumesi, topyekûn insanlığa en yeni ufuklardan birini açmaya namzettir.” (14)

Hastalıktan önce insanın “sağlıklı” yaşamasını sağlayıcı tedbirlerle hastalığı önlemek, buna rağmen hastalık ortaya çıkınca da, her insanın “kendine has” tedavi usullerini geliştirmek; bugün yavaş yavaş sesini duymaya başladığımız, “bütünlükçü tıb”bın, yani İslâm Tıbbı’nın temelini oluşturur. Tedbir, tedavi ve tevekkül; İslâm Tıbbı’nın hülâsasıdır diyebiliriz.

 

* 1975 Samsun doğumlu. Eyüp Ticaret Lisesi ve Muhasebe Ön Lisans eğitimini tamamladı. On beş yıl, özel sektörde muhasebe sorumlusu olarak çalıştı. Yazı hayatına 2010 yılında Aylık dergisinde toplum ve aile hayatı üzerine yazdığı yazıları, hikâye ve denemeleriyle başladı. 2014 yılında Halk Edebiyatı dergisinde yine hikâye ve denemesi yayınlandı. 2013 yılında İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümüne girdi.  “Parapsikoloji”, ”Bilinçaltı Analizi” ve “Temel Kuantum Düşünce Teknikleri” eğitimleri alıyor. “Eski Medeniyetlerde Şifâ Metodları” üzerine araştırmalar yapıyor. Akademya dergisinde “Şifânın İzinde” başlığı altında araştırma yazılarına devam ediyor.

 

Notlar

1- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan –Erkek ve Kadın, İbda Yayınları, İstanbul 2008, s.205

2- Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yay., İstanbul 2010, 18.Basım, s.261

3- Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 261

4- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan – Erkek ve Kadın, s.85

5- Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s.262

6- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan – Erkek ve Kadın, s. 145

7- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan – Erkek ve Kadın, s. 145

8- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan – Erkek ve Kadın s.164

9- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan – Erkek ve Kadın s.239

10- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan – Erkek ve Kadın s.236

11- Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s.47

12- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan – Erkek ve Kadın, s.205

13- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan –Erkek ve Kadın, s.164-165

14- Necib Fazıl, İdeolocya Örgüsü, s. 236

 

Yararlanılan Kaynaklar:

Prof. Ahmet Ağırakça,  İslam Tıp Tarihi –İslam Öncesi Tıp Tarihine Bakış-, Çağdaş Basın Yayın, İstanbul 2004.

Prof. Dr. Ali Haydar Bayat, Tıp Tarihi, Ege Ün. Tıp Fak. Yay., İzmir 2003.

Prof. Dr. İlhami Nasuhioğlu, Tıp Tarihine Kısa Bir Bakış, 2.Baskı, Diyarbakır Tıp Fak. Yay., Ankara 1975.

Dr. Feridun Nafiz Uzluk, Genel Tıp Tarihi 1, Ankara Ün. Tıp Fak. Yay., Ankara 1958.

Doç. Dr. Ömer Mahir Alper, İbn Sînâ, Türkiye Diyanet Vakfı TDY Yay.,  İstanbul 2008

Prof. Dr. Aykut Kazancıgil, Osmanlılarda Bilim ve Teknoloji, Etkileşim Yay., İstanbul 2007.

Prof. Dr. Celâl Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri, Marifet Yay., İstanbul 1997.

Seyyid Hüseyin Nasr, İslâmda Bilim ve Medeniyet, İnsan Yay., İstanbul 2015.

Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 18.Basım, Büyük Doğu Yay., İstanbul 2010

Salih Mirzabeyoğlu, İnsan-Erkek ve Kadın, İbda Yay.,  İstanbul 2008.

Salih Mirzabeyoğlu, Damlaya Damlaya – Yılanlı Kuyudan Notlar, 2.Basım, İbda Yay., İstanbul 1997

Salih Mirzabeyoğlu, Esatir Ve Mitoloji – Güneş ve Ay, İbda Yay., İstanbu

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!