Medeniyet Süreci

ÖZET

Geçimlerini münferit olarak temin edemeyen insanların, toplum olarak birlikte yaşamaları kaçınılmazdır. İnsan topluluklarından kimisi ziraat ve tarımla, kimisi de hayvancılıkla uğraşır. İhtiyaçlarını karşılayan toplum, bilahare şehir yaşamına temayül gösterir. Şehir, badiyeden farklıdır. Buranın özellikleri için yardımlaşmaya meyleden insanoğlu, şehirleri oluşturur. Bilâhare lüks artar, ilim ihtiyacı fazlalaşır; teknik gelişir. İşbu sözü edilen şehirli insanlar, ihtiyaçlarını ticaret ve sanayi ile karşılar insanı hayvanlardan ayıran bir özellik olan kavrayış ile terakkinin üzerine eklenir sürekli. Bu bir süreçtir: Tekâmül eden bir süreç. Sosyal ilimler ile iştigal eden âlim ve filozoflarca bu sürecin ifadesi olarak farklı kelimeler kullanılır. İnsanlığın tekâmül vetiresini ifade eden bir mefhum da medeniyettir. Diyar diyar yol alan bu uçarı kelime, kültürden ayrılamaz. İşte bu çalışma, medeniyet ve kültürün gelişim sürecini ele almaktadır.

GİRİŞ

Civilisaton; muhtevası çağdan çağa, ülkeden ülkeye, yazardan yazara değişen, kaypak ve karanlık kelime. En doğru ve en yerinde tanım, C. Meriç’in yaptığı bu tanım olsa gerek. [1] Batı irfanının iki yüz yıldır sabit bir tarife hapsedemediği, ele avuca sığmaz bir mefhum.

Ya Culture? “Batının düşünce sefaletini belgeleyen kelimelerden biri: Kaypak, karanlık, samimiyetsiz. Tarımdan idmana, balıkçılıktan medeniyete kadar akla gelen ve gelmeyen düzinelerce mânâ. Kelime değil bukalemun.”

Kültür “…kaypaklığı, müphemiyeti ve seyyaliyetiyle Avrupa’dır. Tarif edilmeyen ve edilemeyen bir kelime. Kâh suda, kâh karada yaşayan bir hilkat garibesi. Alman için başkadır, Fransız için başka. Bazen içtimaî hayatın kendisidir, bazen bir alışkanlıklar bir kazanılmış hünerler mecmuası.

Demek ki kültür, Avrupa’nın uydurduğu bir mefhumdur.” [2]

“Medeniyet ve Kültür” mefhumlarının öyküsüne Cemil Meriç’in (1916-1987) tarifleriyle başladık. Çünkü sosyal ilimler ile ilgilenen yüzlerce kimsenin şahsî yorumundan hiçbir tarifi Meriç’in yukarıdaki tarifleri kadar yerinde bulmadık.

KAVRAMSAL ÖYKÜ

Bir terim olarak KÜLTÜR, Latince “colera” fiilinden türetilmiştir. Colera; işlemek, bakım ve özen göstermek, iyileştirmek, ekip biçmek, eğitmek vesair, daha birçok zengin anlam içeriğine sahiptir. Romalılar, “colera” fiilinden türetilen “cultura” terimini tarımsal etkinliklerde kullanmışlar. Kendi emek ve elleriyle yetiştirdikleri bitkileri de bu kelimeyle adlandırmışlar. Yine “tarım” teriminin karşılığı olarak da “agri-cutura” terimini türetmişlerdir. “Agri-cultura”; yani, toprağı işlemek. “Ekin” demiştik bir ara “kültür” için, işte kaynağı. Cicero ve Heratius (Romalı iki filozof), insanın gelişmesi, işlenmesi, eğitilmesi anlamında kullanarak genişletmişler mefhumu. Uçarı bir hâl almaya başlar. Cicero’nun meşhur “cultura animi”si, nefis terbiyesinden başka değil. Bu, tekil bir kullanımdır. 18.yy’a kadar sürecek. 18.yy’ın sonunda Dünya tarihi ile ilgili çalışmalarda, insanlığın terakkisini belirtmek için kullanılır Almanya’da. Johann Christophe Adelung 1782’de “İnsan Soyunun Kültür Tarihi Üzerine Deneme”yi yazar. Kelime böylece kolektif bir çağrışım kazanır. Artık, kültürden ziyade kültürler olacak. Ferdin değil, cemiyetin kültürü. Türk, Arap, Kürt kültürü gibi. Halka, cemaate, cemiyete özgü; topluma özgü karakteristik nitelikler bütünü. Tekil kültür karşılığı olarak 18.yüzyılda kullanılan farklı kelimelere rastlanır. Bu kelimelerin hepsinin kentlerde vakıalaşması, ÇOĞUL KÜLTÜR karşılığı olarak “civilité(kentlilik)” kelimesinin türetilmesine sebep olmuştur. Yine POLİCE’den türetilen POLİCİTÉ ve URBAN’dan türetilen URBANİTE kelimeleri de olmasına karşın CİVİLİTE daha rağbet görerek, hızla yaygınlaşır. [3]

Kültür’ü Tylor, 1871’de İngilizce’ye kazandırır. O’na göre kültür, bir toplumun üyesi olarak insanın kazandığı bilgiler, inançlar, sanat, hukuk, ahlâk, töre, adalet ve diğer yetenekler ile alışkanlıklardan oluşan karmaşık bir bütündür. [4] Bu tanımı ile Tylor, Fransız ve İngiliz ekolünün, “Civilisation” mefhumunu da kültürün kapsamına alır. Kültür, Amerikan geleneğinin de katkısıyla cihanşümul bir hâl alır. İspanya, İtalya, Hollanda, İskandinavya ve Slav ülkeleri mefhumu telakki eder. Fransız kabul etmez, İngiliz de öyle.

Bir ansiklopedi yazarına göre, “20. Asrın ilk on yılında, antropologların nazarî davranışı, kültürün yücelmesi olmuştur. Kelime, edebiyatta ve antropologların şuurunda başka her sözü unutturan bir önem kazandı. Kültür özellikleri, kültür bütünleri, kültür tipleri, kültür merkezleri, kültür alanları, kültür örnekleri, kültür göçleri, kültürel yaklaşımlar, kültür yayılışı…” [5]

Mefhumun yayılışı ile aldığı hâli antropolog Alfred Louis Kroeber ve Kluckhohn şöyle anlatır:

“Kelime, açıklayıcı değeri ve uygulanışındaki genellik bakımından fizikte yerçekimi, tıpta hastalık, biyolojide tekâmül gibi kategorilere benzetilebilir. Psikiyatristlerle psikologlar, hattâ daha sonra, bir takım iktisatçı ve hukukçular genellemelerine “bizim kültürümüzde” cümleciğini eklemektedir; içlerinden bir şüphe de geçse, mihaniki olarak yazıyorlar bu kelimecikleri. Filozoflar mantık, değerler ve estetik konularında “kültürel boyut” tabirini sık sık kullanıyorlar. Mefhum toplum bilimleriyle, azınlıklar ve gelişmemiş kavimlerin problemleriyle uğraşan herkesin ortak malzemesi arasına girdi. Tıpta ve beslenmede önemli araştırmalar yapılırken hep kültürden söz ediliyor. Edebiyatçılar, kültür üzerine denemeler ve risaleler yayınlıyorlar boyuna.” [6]

Civilisation’a gelince, Kültür’e nazaran yeni bir kelime (yahut mefhum). Fransa’da 18.yüzyılda ortaya çıkar. Kültür ise çok eski bir kelime. Ancak Alman ekolüne has kullanımı da yine 18. yüzyılda ortaya çıkar. Haberli ya da habersiz. Birbirine muhalif çizgilerde anlam kazanan iki mefhum, aynı ortamın tezahürüdür. “Kültür kavramı gibi ‘civilisation’ kavramı da ilk başta muhalif orta tabaka çevrelerinin iç toplumsal çevrelerde kullandığı bir araçtır.” [7]

“Çoğul kültür” karşılığı olarak türetilen birkaç kelimeden biri; civilité. Diğerlerine nazaran hızla yayılır. Marquis de Mirebeau tarafından 1756’da yeni bir kelime kullanılır: Civilisation. Müphemliğini hâlâ koruyan bir kelime, ancak iyice mukim bir hâl alır. Kelimenin bir hedefi ve misyonu vardı: Terakki. Diyar diyar gezen bu uçarı mefhum, kuru bir ‘kelime’ olarak yol almıyordu. Onun yüklendiği bir tarih ve değerler bütünü vardı.

Latince asıllı bu mefhum, “civitas” sözcüğünden türetilir. Civitas: kent (yahut şehir). Şehir, şehirlilik, ülke gibi kavramlar ile ilişik. Mefhumun tarihi eşitsizlik üzere mebni, hiyerarşik bir tablo… Kelimenin Fransız sözlüklerdeki ilk tanımı bu anlayışı destekler nitelikte. 1798’de bir Fransız sözlük, civilisation’u şöyle tarif eder: “Medenileştirme eylemi yahut medeni olma durumu.” Meriç’in ifade ettiği gibi, bir kıtanın yahut içtimaî bir sınıfın azgın iştihalarını ifşâ eden bir anlayış. Kim medenileştirecek? [8]

Civilisation mefhumu birbirinden farklı birçok olgu ve mefkûrelerin ifadelendirilişi için kullanılır. Birkaç örnekle özetlemek imkansız.

Civilisation ile Batılı, öz bilincini ifade eder. Öz bilinç yahut ulusal bilinç. Kendilerine ait olan ile övünürler. Kendi ilmî faaliyetleri, kendi teknik terakkileri, kendi idea ve idealleri… Salt bir ulusal bilinç.

Batıda civilisation bir telakki değildir. Kültür-Civilisation anlaşmazlığı, Alman–Fransız ekollerinde görülür. Civilisation mefhumu, insanlığın (Batılı toplumların) gelişimine duyduğu övüncü içerir. Almanlar ise kültür ile insanın kendi varlığıyla övüncünü ifade ederler.

Civilisation’a nazaran daha ulusçu yahut grupçudur kültür. İlki halkların öz bilincini ifade ederken bir yere kadar, diğeri ulusal yahut grupsal farklılıkları bir şekilde vurgular. Civilisation kavramı aynı hedef doğrultusunda birden çok grubun sürekli genişleme eğilimini ifade ederken (sömürgeci gruplar gibi); kültür, halklara özgü farklılıkları gündeme getirmek ister. “Biz kimiz?” sorusunu sordurur. Bu yüzden antropoloji ve etnoloji ilimlerinin ilgisini çeker.

Sayısal mefhumlardan farklıdır. Bunlar, sosyal mefhumlar. Özünden ve hedefinden bir şey kaybetmeden zirvelere kanatlanır ilki. İkincisi bukalemun. Mevcut çevreye uyum sağlar. Bu yüzden soluğu kısadır. Hep has kalır grubuna. Grubunun yahut ulusunun kullanış biçimiyle. Kimse tanımaz onu, tanısa da anlayamaz. Aile, cemaat, cemiyet vesair… Sadece kendileri bilir, ciddiyetlerini taşıyan bu kavramları.

Burjuva aydınlarının, saray soyluları ve halk arasındaki mevcut statükoya iki ayrı ülkede iki farklı yaftası yahut yakıştırması.

Civilisation Fransız ve İngiliz ekolünün telâkkisi olduğu için, Almanlarca rağbeti tarihsel boyutta farklılıklar arz etmektedir. Bunun en bariz örneğini Cihan harbi teşkil eder. Harpten sonra. Almanlarca civilisation kelimesine karşıtlık yeniden canlılık gösterir. 19. yüzyıl Almanya’sı, Avrupa’da etkin ve yetkin bir güç olmuş, sömürgeci ülkeler sınıfına dâhil olmuştur. Mezkûr iki kavramın kolonyalizm ile yakından ilgisi olduğundan, aralarındaki farklar en aza inmiş ve civilisation mefhumu Fransız ekolüne benzer bir şekilde kullanılmıştır. Bu iki mefhumun cenahlar arasında benlik saygılarını arttırma aracı olarak kullanıldıkları böylece anlaşılmıştır. Tarihle iç içe olan bu kavramlar, ulusların ‘ben de varım’ iştiyakına araç olmaktan öteye gidememişlerdir.

“Civilizer” fiilinden “civilisation” kavramını ilk kez kullanan Mirabeau’dur. Rousseau’dan beklenen bir adımdı oysa. Mirabeau şöyle der:

“İnceleme konusundaki görüşlerimizin ne kadar yanlış ve uygarlık sandığımız çerçevede oluşuna hayret ediyorum. Uygarlık (civilisation) denilen şeyin ne olduğunu çoğunluğa soracak olsaydık bana şu yanıtı verirlerdi: Uygarlık, bir halkın geleneklerindeki incelme, nezaket ve genel insan ilişkilerinde karşılıklı anlayışın yaygınlaşması, rahat ve huzur arayışının bunlarla ifade edilmesi ve bunların yazılı olmayan yasa düzeyine yükselmesidir. Bütün bunlar bana erdemin kendisi değil de maskesiymiş gibi gelmekte ve eğer uygarlık erdemin temelini ve yapısını vermiyorsa, topluma hiçbir şey kazandırmıyor demektir.” [9]

Civilisation kavramı burada “saray aristokrasisinin özgün karakterleriyle” ilişkilendirilmektedir. Bir benzeri Almanya’da 1874 yılında Kant tarafından yapılmıştı. O, şöyle der:

“Biz sanat ve bilim aracılığıyla yüksek derecede kültürleşmiş, her tür toplumsal davranış biçimimiz ve dürüstlük anlayışımızla da tepeden tırnağa uygarlaşmışız.” [10]

Kant, “tepeden tırnağa uygarlaşmışız” derken, göz önünde bulundurduğu üst tabakadır.

Elias’tan sürecin devamını dinliyoruz:

“İşte, Fransızcadaki “civilisation” kavramı Fransız burjuvazisinin bu özgün gelişim koşullarını içerirken, Almancadaki kültür kavramı da Alman burjuvazisinin özgün toplumsal kaderini anlatır. “Kültür” kavramı gibi “civilisation” kavramı da ilk başta muhalif orta tabaka çevrelerinin iç toplumsal çatışmalarda kullandığı bir araçtır. Yine o kavramda burjuvazinin yükselişiyle birlikte ulusu anlatan bir kavrama, ulusal bilincin ifadesi şekline dönüşür. Özünde yavaş ilerleyen bir sürece, yani evrime işaret eden, ilk başta taşıdığı reformcu içerikle henüz bağlarını koparmamış bulunan “civilisation” kavramı, devrimci sloganlar arasında önemli bir rol oynamaz. Ancak devrim durulmaya başlayınca, yüzyılın sonlarına doğru önem kazanır ve dünyaya yayılma yolculuğuna başlar. O tarihlerde bile Fransa’nın ulusal yayılmacı ve sömürgeci politikasına bir gerekçe olarak kullanılmaya başlamıştır. 1798 yılında Napoleon Mısır seferinden önce askerlerine şöyle seslenir: “Askerlerim, öyle bir sefere çıkıyorsunuz ki, bu seferin sonuçları uygarlık açısından tahmin edemeyeceğiniz ölçüde büyüktür.” Ülke içinde yaşayan insanlar açısından, uygarlık süreci, kavramın ilk oluştuğu âna göre artık tamamlanmış bir süreç olarak görülür. Kendilerini artık tamamlanmış, kurulmuş bir uygarlığın taşıyıcısı, dışarıya doğru yayıcısı olarak görmeye başlarlar. Önceki uygarlık süreci anlayışından bilinçlerinde fazla bir şey kalmamıştır. Ulaşılan sonucu kendi üstün yeteneklerinin bir göstergesi olarak kabul ederler. İnsanların uygarlığa yüzyıllar süren bir süreç sonucunda ulaşmış olduğu gerçeği ya da ona nasıl ulaştıkları sorusu onları pek fazla ilgilendirmez. Üstünlük, yani ‘uygarlık’ bilinci, artık o andan itibaren, sömürgeci fatihler hâline gelen, yani Avrupa dışındaki ülkeler açısından bir tür üst tabaka şekline dönüşen ulusların, daha önce saraylı aristokrat üst tabakaların, uygarlık, ‘politesse’, ‘civilité’ gibi kavramları kendi iktidarlarını gerekçelendirmede kullanmaları gibi, kendi egemenliklerini gerekçelendirmede kullandıkları bir kavram haline gelir.” [11]

O halde civilisation Avrupa’nın şehirli, soylu, yönetici, üretici, sanatçı ve aydın elitlerinin 17.yy’ın ortalarına kadar ulusal ölçekte gerçekleştirdikleri kırsalın şehir lehine dönüştürülmesi (sömürülmesi) olgusunu, sömürgecilik çağında bütün dünyaya uygulama girişiminin adı olmuş ve kendisine Batı dışı dünyayı civilize etme görevini yüklemiştir. [12]

Bütün bunlara rağmen Avrupa, tekelleştirmek istediği diğer bütün mefhum ve müesseseler gibi, civilisationun da inhisar metaı olmadığını, kendi bağrından kopan oryantalistlerden öğrenir. Bilakis, her kabilenin bir süreci ve bu süreçte tesis edilen bir medeniyeti vardır: Esip geçen zamanın bıraktıklarına tutunan bir medeniyet. Milletlerin üstünlük iddiası zavallı bir vehim. Batının ruhuna işlenen bir kompleks: Narsizm. Kilisenin abesleriyle fikrî bunalan Batılı, bazen tabiatı ilahlaştırır bazen kendini; ama sürekli benim olsun ister, her şey; yalnızca benim. Serazat bir başlangıcın son bulmaz hali. Bu yüzden ilmin ifşalarına, işine geldiği ölçüde, kulağı sağır. Ona göre yalnızca bir medeniyet vardır: her bir ferdi medeni, tek bir medeniyet, başka yok. Böylece bir görev üstlenir Batılı: Alçak bir görev. Bugüne kadar rahle-i tedrisinden geçtiği müderrislerini, civilize etmek ister. Artık ilmî ve irfanî terakkinin zirveye ulaştığı bir Şarkı yoktur Garbın. Roller değişmiş, ancak tutum aynı…

SİVİLİZASYONDAN MEDENİYETE:

CİVİLİSATİON KAVRAMININ OSMANLIYA GİRİŞ ÖYKÜSÜ

Civilisation 18. yüzyılın ikinci döneminde saray soylularının, alt tabakalara üstünlüğünün bir ifadesi olarak ortaya atılmış ancak rağbet edilmemişti. İhtilaldan sonra ise alt-üst tabaka arasındaki statükonun dünya çapındaki yorumuyla halk arasında iyice benimsenmiş, kullanımı yaygınlaşmıştı. Köylü civilisation’u bulmuş, köylü sultan olmuştu. Nasıl yaygınlaşmasın…

Bir Avrupalı yazarın şu sözleri, perspektiflerini netleştiriyor: “Sadece tabiatın en korkunç güçlerini irademize tâbi etmekle kalmıyoruz; karaların yıldırımları artık savaşçılarımızın ellerindedir; göğünkiler de bilginlerin ayaklarına zincirlenip düşmüştür. Hattâ gökyüzünün fethini deniyoruz ve bulutlar, artık denizin dalgaları gibi ayaklarımızın altındadır.” [13] Malte Brun’un şu sözlerine ne söylemeli? Narsist Avrupa, gökleri fethediyor!

Osmanlı aydınlarının yarım asır habersiz kaldıkları anahtar mefhumu Mustafa Reşid Paşa fark eder. Paşa, yazışmalarda yeni bir kelime kullanır: Sivilizasyon. Batının daha birçok mefhum ve müesseselerini bize kazandıran bu paşa kim ki? Burada Osmanlının ahvalini ele almakta fayda var.

Yıl 1789: Fransız İhtilâli. Fransa’nın öncülüğünde bir Avrupa devrimi. Batılı ihtirazî tavra bürülü. Telaş, korku ve heyecan… Avrupalı kendisi ile meşgul. Devlet-i Aliyye ne zamandır aradığı fırsatı buluyor. Ne zamandır?

1783’te Kırım’ın işgal edilmesiyle bazı reform planları hazırlanmış/düşünülmüştü. III. Mustafa’nın büyük gayretleri olmuş ve fakat I. Abdulhamid devam ettirememişti. Rüşdüne ermiş bir padişah, bu fırsatı yakalar: III. Selim Han.

Onun hedefindeki reform, nisbi değil köklüydü. İdarî, malî, iktisadî, ticarî ve içtimaî… Her alanda bir ıslahat düşüncesi: Nizam-ı Cedid. Gerekli ilmi alsın diye Ratıp Efendiyi Viyana’ya gönderir. Yeniçeri Ocağını kaldırmak için harekete geçer. Uzun soluklu bir hareket. Tavizler artar… Edirne vakası yaşanır. Fransız Hariciye Arşivinde bir not: Sultan Selim şöyle söyler: “Sarayımda bile emniyette değilim; ülkemin her tarafı kanlı olaylara sahne olmuştur. Hâl böyleyken Avrupa benden reform yapmamı istiyor…” [14]

III. Selim’in yaptığı reformlar işe yaramaz. Değerlerini kaybeden Sultan, Fransız da olamaz. Küçük başlı sayılmayacak bazı ihtilâllar… Bilahare II. Mahmud geçer başa. 1821 yılında çıkan Yunanların isyanını bastırmak isteyince, sert çatışmalar yaşanır. Gözlerini Osmanlı’dan ayırmayan Avrupa, Haçlı ruhundan Yunan’ı destekler: 6 Temmuz 1827’de İngiltere, Fransa ve Rusya, Yunanistan’ın muhtar bir prenslik olmasına karar verirler. Bittabî Osmanlı kabul etmez. 1827’de Navarin’de Osmanlı donanması yakılır, bilahare Ruslar savaş açarlar. Ta ki 14 Ağustos 1829’da Yunanistan kurulur: bir metafor ve gerçeklik arasında. Kimilerine zafer getirir, kimilerine hezimet. Frenklerin civilize etme hareketi devam eder: Cezayir işgal edilir. II Mahmud’un geçirdiği en büyük buhran, bir tirandan gelir: M. Ali Paşa Frenklerle işbirliği içerisine girerek, Mısır’da reform hareketlerine girişir. Bazı sebeplerden dolayı Mora’dan ayrılan M. Ali Paşa, Suriye’yi ister ancak geri çevrilir. Böylece harekete geçerek 16 Haziran 1832’de Şam’ı alır ve Osmanlı donanmalarını alt eder. Konya’ya kadar ilerler. Anadolu’ya hâkim olan Paşa’ya, İstanbul yolları açılır. II. Mahmud çareyi dışarıda arar: İngiltere’den yardım ister; işe yaramaz. Rusya’ya döner: etrafı kuşatılır Devlet-i Aliyye’nin, kıskaca alınır. 6 Mayıs 1833’te Torosların ötesini M. Ali Paşa’ya bırakır. Ülke perişan ve hazine boş. Devlet-i Aliyye’yi kurtaran, Hıristiyan Avrupa. Yeni bir sürece girer Sultan: fikirleri değişir. Haysiyeti kırılmış bir kere, bir şeyler yapmak ister: Avrupa merkezlerine elçilikler açılır. Bu vesile ile Paris’e gönderilen Mustafa Reşid Efendi, “civilisation”u fark eder. [15]

Kendisi haricindeki Dünyayı barbar ve yamyam gören ve gösteren Batılı; Mısır ve Cezayir örneğinde olduğu gibi Dünya’yı civilize etmek adına girişimlerde bulunmuş ve bu girişimler neticesinde Osmanlı’nın kendisine sığınmasını sağlamıştı. Oysa Osmanlı’nın kaçtığı kucak, onu korkutan canavardan başkası değil. M. Ali Paşa’nın Mısır’da ikame ve terakkisini sağlayan, böylece Osmanlıya karşı kışkırtan da yine Batı. Siyasî arenada cereyan eden olaylar, onun ikiyüzlülüğünü ifşa etmektedir. Osmanlı, içinde bulunduğu buhran ile ‘aşağılık kompleksi’ içerisinde, Batının maddi manevi terakkisini iktibasa girişti. Padişah Mahmud, giyinmiş olduğu daracık elbise ile medeni olduğunu vehmetmiş, getirdiği yasaklama ve zorunluluklar ile “civilisation” devrimi yaptığını zannetmiştir. Oysa yine kendi tarihimizde vuku bulmuş nice olay ile görülmüştür ki; eşeğe altın semer vursan, eşek yine eşektir. Batıyı saran fennî ve teknik terakkî, icat ve keşifler karşısında şaşkın bir hâle girmesi şaşılacak iş elbette değil. Ancak Osmanlı’nın burnunun ucunu görememesi düşündürücü. Meselenin izahatı ve tafsilatlı tartışma yeri ve zamanı olmadığından asıl konumuza dönüyorum. Konumuz: “Osmanlı’da Civilisation Devrimi.”

“…Cümleye müsellem olarak bir taraftan dahi sivilizasyon usûlüne, ya’ni terbiye-i nas ve icray-î nizâmat hususlarına sa’y-u ikdam buyrulmakta olduklarından…” diye devam eder paşa. Nihayet, “civilisation” açtığı haller ile dilimize girer. Okunduğu gibi yazdığı kelimenin tarifini “terbiye-i nâs ve icray-ı nizâmat” olarak yapar. Tanzimat’ın hazırlayıcısı, bu tarifi ile Tanzimat’ı temsil ediyordu. İki kısma muhtevî olan bu tarif, iki düşünceyi aksettiriyor. Birincisi, aydınlanma çağı filozoflarının insan düşüncesi; diğeri, mezkûr çağın sosyal ve anayasal nizamı. Görülen o ki, Reşid Paşa, Devlet’e tüzel kişilik kazandırma eğiliminde.

Bu kaypak kelimeyi “medeniyet” olarak kullanan ilk aydın: Sadık Rıfat Paşa’dır. Uydurduğu kelimeyi tarif etmekle kalmamış, “medenileşmek” adına, uzun uzun açıklamış Paşa. “Avrupa’nın şimdiki sivilizasyonu yani usûl-i me’nûsiyyet ve medeniyyeti” diyerek, üzerinde uzun uzadıya konuşulacak ve tartışılacak bir kelimeyi dilimize sokar. El-Birunî’den beridir kullanılan “temeddün”ü bilinçli olarak kullanmaz. Zîra böyle yapsa, hedefine ulaşamazdı. Çünkü “temeddün” huzurlu, açık ve anlaşılır. Avrupa’dan ayrı, tastamam bize ait. Paşa huzur aramaz anlaşılan. Sivilizasyon: usûl-i me’nûsiyyet ve medeniyet. Me’nusiyyet [16] ile Paşa, sosyalleşmeyi kasteder. Medeniyet ise, daha önce görülmemiş bir mefhum. Paşa şöyle devam eder: “Avrupa’nın şimdiki sivilizasyonu yani usûl-i me’nûsiyyet ve medeniyyeti iktizâsınca menâfi-i mülkiyye-i lâzımelerinin ilerlemesini ancak teksîr-i efrâd-ı millet ve i’mâr-ı memâlik ve devlet ve istihsâl-i âsâyiş ve rahat esbâb-ı adîdesiyle icrâ ve istihsâl itmekde ve bu misüllü menfaat-i külliyye ile ilerüleyüb yek-diğer üzerine halen ve i’tibâren kesb-i meziyyet eylemektedirler.” Ona göre Avrupa medeniyeti nüfusun artması, ülkenin ve devletin mamur hâle getirilmesi, asayişin sağlanması ve rahatın temin edilmesini sağlayacak birçok sebeplerin üretilip uygulanması gibi umumun faydasını gözeten faaliyetlerde bulunmuştur. “Bu mâdde-i lâzımenin üss-i esâsı dahî her bir akvam ve milletin can ve mal ve ırz ve i’tibârı hakkında emniyyet-i kâmilesinin istihsâline ya’ni millet-i tâhire-i islamiyye dahî mer’î ve ale’l-husûs bi- tevfikihi tealâ simdiki asr-ı mehâsin-hasr-ı hazret-i şehinşâhîde memâlik-i mahrûse-i Devlet-i Aliyye’de dahî cârî olduğu üzere hukûk-ı lâzıme-i hürriyyetin kemâ-yenbagî (gerektiği gibi) icrâsına merbût (bağlı) olduğundan Avrupa devletlerinde dahî bu makule (gibi) emniyyet ve hukûk-ı hürriyyet be-gayet m’utenâ ve m’uteber tutulub ya’ni efrâd-ı ibâd ve bunca bilâd yalnız devletler içün halk ve icâd olunmayub belki hikmet-i baliga-i hazret-i mâlikü’l-mülk iktizâsınca bunca hükümdârân-ı cihan ancak hıfz-ı ibâd ve i’mâr-ı bilâda hâmi ve nâzır olmak üzere nâ’il-i lutf-ı yezdân olduklarından idâre-i emr-i hükümetde hukûk-ı millet ve kanûn-ı devlet üzere hareket idüb bir güne bi-vech gadr ü cebr muamelesi vuku’ bulmaz ve bu müsâadât ile bir güne itaatsizlik ve serbestiyyet ile dahî i’tibârât-ı düveliyyeye ve t’azîmât-ı lâzımeye halel (zarar) gelmez.” Her şeyin hukuk ve kanunlar çerçevesinde gerçekleştirildiğini vurgular Paşa. “İcray-i Nizâmat”ı açıklar gibi. Risalenin devamında insan hakları, ilim tahsili, ziraat ve sanayi gibi mefhumlardan bahsederek, Avrupaî tatbikine Osmanlı’yı teşvik eder. Avrupa’nın maddî birikimi görülmeye değer, ya yönetim esasları?

Mustafa Reşid Paşa’nın Avrupa’yı memnun etme hareketleri sonunda meyve verir ve 1839’da bizzat okuyarak Tanzimat’ı ilan eder. İyice çözülen Devlet, yıkılış sürecine girer ve nihayete kimse engel olamaz.

Fransız Hariciye Arşivinden çıkan notu okuyoruz: Fransa’nın İngiliz Sefiri, devletini bilgilendirir: “Ekselanslarının çok iyi bildiği gibi, bizim bu reformlardan maksadımız Osmanlı Devletini kalkındırmak değil, Ayasofya üzerinde parlayan hilali indirip yerine tekrar Hıristiyan haçını [17] koymaktır.” [18]

Bu öyle bir süreçti ki, daha önce benzerini yaşamamıştı Devlet-i Aliyye. Avrupa’nın önderleri, düşünürleri, edebiyatçıları benimsenmiş; onlar ile övünülür hâle gelinmişti. Tanzimat aydınları kaynaklarından kopmuş, bir fikir hercümerci içinde boğuşuyorlardı. Yeni tanıdıkları bu medeniyet dünyası, gözlerini kamaştırmış ve hayalperest bir hâle gelmişlerdi. Kaynaklarından kopmuş, hayalperest Tanzimat aydınları. Aralarında hızla yayılır “medeniyet” mefhumu. Bu görkemli dünya için teslimiyet gerekliydi. Maddi ve manevi bir teslimiyet. Birbiri ardınca yazınlar aksediyor hayalperest nesil ve Devlet-i Aliyye itibarsızlaşıyordu günbegün. Avrupa Medeniyetinin aksisedası, yeknesak bir kitle: komşunun tavuğunu kaz gören bir nesil.

Cevdet Paşa aykırı düşünür. Ona göre Medeniyet, “cemiyyet-i beşeriyyenin derecât-ı mütefâvitesi.” İbn-i Haldun’u okumuş gibi Paşa. Önce içtimaî yaşamın zorunluluğundan söz eder. Beşerî ihtiyaçların giderilmesi, yani maddî ihtiyaçlar ve manevi, yani ahlâk ve zekâ: medeniyetin unsuru. Devlet bir güvenlik çatısıdır. Bir araya gelen insanlar “akd-i cemiyet” ederler ve düşman korkusundan azad olurlar böylece. Sonra “ihtiyacât-ı beşeriyelerini tahsile ve kemâlat-ı insâniyelerini tekmîle meşgul ve amâde olurlar.” “Her devlet ve milletin mürûr-ı zamanla bedeviyetden hadariyet ve medeniyete” geçerler. Devlet ile medeniyeti özleştiriyor Paşa: “cem’iyyet-i mezkûrenin âl-i derecesi medeniyyet yani devlet ve saltanat mertebesidir.” Medeniyet, hiçbir devlet ve milletin inhisarında değildir. Avrupa’nın imtiyazını reddeder.

“Medeniyeti geline benzetiyor Paşa, diyar diyar dolaşan bir geline. “İlm-i tarihin haber verdiği asırlardan mukaddem Hindistan’da… mahrem-i halvetsaray-ı havas” oluyor “arûs-u medeniyet”. Oradan Bâbil’e ve Mısır’a geçiyor. Yine “Setre puş-u izz ü naz, ve… bir sınıf-ı mümtaza hemraz”dır. Sonra Yunanistan’a uğruyor nâzenin. ”Keşf-i nikab ve selb-i icab ü hicab ile açılıp saçılarak” herkese gösteriyor kendini, çarşıda-pazarda dolaşıyor. Yunanistan yıkıldıktan sonra İskenderiye’ye otağ kuruyor. Ama “eskiden âlüfte olduğu Kıbt kavmine” yüz vermiyor bu defa. “Tedarik etmiş olduğu nev-âşinâyân-ı Yunan ile bir müddet, diyar-ı Mısır’da tertib-i bezm-i kermakerem-i ülfet ettikten sonra”, “hıtt-i Irak”da boy gösteriyor. Ve bir müddet “elbise-i hadray-ı İslâmiye ile aktâr-ı Şarkiyede dolaşarak Mısır ve Garp yoluyla yine Avrupa kıt’asına çekilip orada pâyend-i istikrar ve dest-küşa-yı intişar olmuştur”. “Bundan sonra hangi tarafa gideceği ve ne renklere gireceği ve nasıl câmeler giyeceği” Allah’a malum.” [19]

Bu özlü ve güzel anlatım ile Cevdet Paşa’nın muasırlarından farkı ortaya çıkıyor. Onu farklı ve özel kılan, elbette ki bizim sesimiz olmasıdır. Paşa, dönemin zirve medeniyetinin Avrupa olduğunu biliyor. Bunun için yüzümüzü Avrupa’ya çevirmeliyiz. Buna Avrupalılaşmak denmez. Çünkü medeniyet bir devletin veya milletin imtiyazı değildir. İnhisar metaı da olamaz. İlmi ve tekniği, titiz ve seçici almamız gerektiğini ihtar ediyor Paşa.

Bir başka Tanzimat aydını Namık Kemal’e göre medeniyet “içtima’ değil asayişte kemâl”dir. İnsanın her açıdan emin olma durumu: insan hayatının kefili. O halde “medeniyet aleyhine daha fazla kıyam etmek, ecel-i kazaya katillerden, haydutlardan ziyade muin olmaktır.” Ceddinin fazlaca kanaatinden yakınır yazar. Ona göre medeniyet, insan yaşamındaki maddî iyileşme anlamına gelir. Onun nimetlerinden fayda umar. Medeniyet güç demektir; şimendifer, vapur, telgraf, elektrik gibi icatları inkâr, mahkûmiyete nazardır. Medeniyet insan hayatının olmazsa olmazıdır. Zira onsuz yaşamak, ecelsiz ölmek kabilindendir. “Medeni olmayan milletler akvâm-ı mütemeddinenin esiri olmaya mahkumdurlar”. Mukaddeslerimizden feragat etmeden iktibas mümkündür. Zira teknik ve ilmî terakki, dünyanın her yerinde aynıdır.

İşte medeniyet mefhumunun geçirdiği yolculuk. Aka aka geçtiği yatak, toplumların dünya görüşlerine göre şekillenerek onu daha bir müphem hale getirmiş. Mamafih bu kadarla kalmaz nazenin. Bundan sonra ilim dallarının vazgeçilmez bir konusu olur. Yüklendiği bu mânâlardan çok ötelere yol alır. Bazen tarih olur, bazen içtima; kimi zaman bir taşta belirir, kimi zaman semada. Sadece içtima ile kalmaz. Bu karanlık kelimeyi vuzuha kavuşturmanın bir adımı daha vardır: Semantik öykü… Bu uçarı kelimenin insanlığın tekâmül vetiresini belirtip belirtmeyeceğini bir başka yazıda tartışmayı umuyoruz.

Tevfik Allah’tandır.


[1]- Bkz. Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, 23. Baskı, İletişim Yayınları, s.81.

2- Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İletişim Yayınları, İstanbul 2016, s.37.

3- Bkz. Doğan Özlem, Kültür Bilimleri ve Felsefesi, 5. Basım, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2008, s.153-156.

4- Veysel Bozkurt, Değişen Dünyada Sosyoloji, 11. Baskı, Ekin Basım Yayın Dağıtım, Bursa 2015, s.90.

5- Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İletişim Yayınları, İstanbul 2016, s.45.

6- Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İletişim Yayınları, İstanbul 2016, s.43.

7- Norbert Elias, Uygarlık Süreci, Trc. Ender Ateşman, İletişim Yayınları, İstanbul 2016, s.129.

8- Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, 23. Baskı, İletişim Yayınları, s.81.

9- Norbert Elias, Uygarlık Süreci, Trc. Ender Ateşman, İletişim Yayınları, İstanbul 2016, s.115.

10- Norbert Elias, Uygarlık Süreci, Trc. Ender Ateşman, İletişim Yayınları, İstanbul 2016, s.79.

11- Norbert Elias, Uygarlık Süreci, Trc. Ender Ateşman, İletişim Yayınları, İstanbul 2016, s.129-130.

[1]2- Ahmet Karaçavuş, “Temeddünden Medeniyete (Civilisation): Osmanlının İnsan Toplum ve Devlet Anlayışının Değişimi Üzerine Deneme”, Otam, 37/Bahar 2015, dergiler.ankara.edu.tr

13- Akt. Tuncer Baykara, “Medeniyet Kavramı Ve Türk Toplumuna Girişi”, Tid.Ege.Edu.Tr>Dosyalartıdv-1990-01, S. 4

14- Fransız Hariciye Arşivi, Turqui, N.S. 1876, No.405, S.54. Akt. İhsan Süreyya Sırma, Müslümanların Tarihi, C. 5, Beyan Yayınları, İstanbul 2016,  s.250.

15- Bkz. Baykara, Tuncer, “Medeniyet Kavramı Ve Türk Toplumuna Girişi”, s.5-7.

16- Me’nusiyyet, Arapça bir kelime olup “üns” kökünden türetilmiştir. Ünsiyet edinmiş olma, alışılmış olma, mu’tad gibi anlamlara gelmektedir.

17- Fransız devriminden sonra gelişen süreçte, aklın kiliseye galebe çalması, sefirin söyledikleri hakkında şüphe uyandırmamalıdır. Nihayetinde, bilindiği üzere, Hristiyan dini ve motifleri Avrupa’nın ruhu haline gelmiş ve batı için bir sembol olarak yer edinmiştir. Batı’nın Hristiyanlığı, Yunan tanrılarından öteye gitmemekle beraber, ruhlarından çekilip alınmamıştır. Toplumların psikolojik süreçleri, insanlarınkinden pek de farklı değildir. Bu konuya başka bir yazımızda açıklık getirmeyi umuyoruz.

18- Fransız Hariciye Arşivi, N.S Turquie, 1976, 38 Vd., Akt. İhsan Süreyya Sırma, Müslümanların Tarihi, C.5,  s.269.

19- Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, İletişim Yayınları, İstanbul 2016, s.85.

 

 

1 Yorum

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!