Mirzabeyoğlu’nun Verdiği Metafizik Dünya Savaşı

BU YAZININ ARKA PLÂNI

Bu yazının okuyucularımız için ne kadar önem taşıyacağını şimdiden bilemiyoruz. Ancak “yazılış hikâyesi”, en azından şahsımız için çok önemli.  Çünkü bizi ilk kez öğrendiklerimizden dolayı şaşkınlıktan şaşkınlığa, önümüze açılan ufuklar vesilesiyle hayranlıktan hayranlığa, yetersizlik ve geç kalmışlık hissinden ötürü utançtan utanca, kimi zamansa ve özellikle başlangıçta korkudan korkuya sürükleyen çok sayıda “tablo”yla karşılaştığımız bir araştırma macerası yaşadık. Üstelik, bu araştırma henüz bitmiş değil. Üstelik, yalnızca tarafımızdan bitirilebilir de değil. Sizinle paylaştıklarımızdan sonra, dileğimiz o ki, belki hep birlikte dahil olacağımız ve işin bir ucundan tutma ihtiyacı hissedeceğimiz bir araştırma yahud macera beklesin hepimizi.

Okuduğunuz yazıyı kaleme almaktan güttüğümüz başlıca gaye de bu aslında. Yâni, belki “akademik” bir derginin mûtad formatına uymayabilecek bir “deneme” niteliğinde, fakat kendimizin de dahil olduğu kadromuz yazarlarının ve bundan sonra kadromuza katılacakların gelecekteki “akademik” araştırmalarını motive edebilecek bir yazı olmasını arzu ettik. Başarırız başaramayız, lâkin samimi dua ve dileğimiz böyle.

Dilerseniz, bu “bitmemiş”, hattâ arşınlanması gereken yolun en başındaki araştırma nasıl başladı, biraz geçmişe giderek anlatmaya çalışalım.

Çıkış noktamız, İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun 2000 yılı Ocak ayından bugüne kesintisiz 13 yıldır yaşamakta olduğu “Telegram”, bir deyişle “cihazlı zihin kontrolü” işkencesi oldu. Akademya’nın 2010 yılı sonlarında çıkan II. Dönem ilk sayısında, gönüldaşlarımızla birlikte bu meseleye öncelikli bir ağırlık verdik. Çünkü o yıl Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun Ölüm Odası / B-Yedi adlı eseri Baran dergisinde tefrika edilmeye başlanmış; camiamız dışındakiler kadar biz İBDA bağlıları da, Telegram’ın o güne dek hiç farketmediğimiz vecheleri yanında, bugüne kadar nasıl bir “istikrar”la hâlâ devam ettirildiğini hayretle görmüştük. Mirzabeyoğlu’na Telegram yapıldığını biliyorduk, ancak bunun gece-gündüz hiç kesintisiz yapıldığını ve bu süreçte –“kıstırıldığı” o hücrede!- Mirzabeyoğlu’nun nasıl bir canavarla hangi mikyasta boğuştuğunu doğrusu bilmiyorduk. Daha meselenin “dış yüz”ünü bilmeyen bizlerin, Mirzabeyoğlu’nun bize yılmadan ve ince ince dokuyarak gösterdiği “iç yüz”ü sezip kavrayabilecek çapı ise zaten yoktu. Sonuçta, Mütefekkir’in anlattıklarının “iç yüz” tarafını, yâni O’nun asıl yoğunlaştığı bu tarafı anlayamadığımız için, Telegram’ın bizi şaşırtıp dehşete düşüren “dış yüz”üne odaklandık.

Dolayısıyla, hem Telegram’ı öğrenmek, hem de kamuoyunda Telegram bahsinde bir “duyarlılık” tesis etmek için, biz de Akademya kadrosundan bazı dostlarla kolları sıvadık ve neredeyse tamamen cahili olduğumuz bu hâdiseyi araştırmaya başladık. Telegram çerçevesinde bir yandan internet sayfaları, diğer yandan tercüme faaliyetleri, öbür yandan kaynak taramaları ile meşgul olurken, öte yandan da -yalnızca Telegram üzerinde yoğunlaşmamızı engelleyen- başka birtakım sosyal faaliyetler yürütmeye çalıştık.

Peki sonunda Telegram’ı anlayabildik mi? Maalesef, hayır. Aksine, özellikle kitabî altyapı ve konsantrasyon bakımından yetersiz kalışımız, bizi “kaş yaparken göz çıkarma” türünden yanlışlara sevketti. Öyle oldu ki, insanlara Telegram’ı anlatalım derken, kendimiz Telegramcıların tuzağına düştük ve onların yaymaya çalıştıkları “korku”ya âlet olduk. Telegram vesilesiyle İBDA Mimarı’nın önümüze hangi fikir, ilim, sanat ve aksiyon “ufuk”larını açtığını görecek ve gösterecek yerde, “öcü geliyor!” tarzında, nihâyetinde bu teknolojiyi üretenlerle kullananların amaçlarına hizmet eden bir propagandanın unsuru olduk. Özetle, bir işkence teknolojisini “sıçrama tahtası” yapıp günden güne derinleşmek ve içtimaî bir “panzehir” geliştirme istikametinde ilerlemek yerine, işkence sahnelerinin ve meselenin “maddî” yönlerinin “tasvir”ini yapmaktan öteye pek geçemedik, bunun tabiî sonucu olarak da hem korktuk, hem korkuttuk.

Telegram vesilesiyle meselenin derinliklerine az biraz nüfûz etmeye başlama bahsinde, belki bu yanlış “dış yüz” bakışları da bir başlangıç basamağıdır, bilemiyoruz. “Bir musibet bin nasihattan evlâdır” hikmetince, ders alıp daha ileriyi görmemize vesile olacağını ümid ediyoruz.

Yanlış yolda gittiğimizi kendimiz mi farkettik peki? Bunun da cevabı, maalesef hayır. Bizi düştüğümüz bu “korku ve cehalet” çukurundan çekip çıkaran da (inşallah çıkmışız veya çıkma yolundayızdır!) yine İBDA Mimarı oldu. Neyin ne olduğunu henüz lâyıkıyla öğrenemedikse de, hiç olmazsa neyin “yanlış” olduğunu bu sâyede az çok sezdik. Sezdiğimiz asıl incelik ise, tek kelimeyle şuydu:

Dünyayı yöneten ve yönlendiren, üstelik “fizik” yanında “metafizik” unsurlarla takviyeli “Telegramcı dünya düzeni” aktörlerine karşı, MİRZABEYOĞLU TEK BAŞINA EFSANEVÎ BİR DÜNYA SAVAŞI VERMEKTEDİR!

Bu vesileyle, Mirzabeyoğlu’nun gerçekte “kim” olduğuna dair bir parantez açmak gerekir sanıyoruz. Böylece bizim de “kim” olduğumuz, yâni çapımız, daha doğrusu çapsızlığımız âşikar olacaktır belki ama, O’nu anlatmaya çalışmanın ister istemez şahıslarımızı olabildiğince nefyetmekten ve O’nun “boy ölçüsünü aziz tutmak”tan geçtiğini düşünüyoruz.

Şöyle ki, bir harekete dışarıdan bakanlar için, hemen daima, “acaba bunların ikinci adamı kim?” şeklinde bir merak mevzuu sözkonusudur. Şayet İBDA camiası için sorulursa, şahsımızın verdiği cevab şu olur:

– «Bizde, dünya çapındaki “İslâmî keyfiyet” çıtasına nazaran, belki yüzbininci adama “ikinci adam”, belki beşyüzbininci adama “üçüncü adam”, belki milyonuncu adama ise “dördüncü adam” derler, diğerleri de bu şekilde gider. Çünkü İBDA Mimarı, bir ağabeyimizin benzetmesiyle, bir yanında Yavuz Sultan Selim diğer yanında Fatih Sultan Mehmed çapında şahsiyetler bulunması gereken bir fikir ve aksiyon devidir.»

Madem yukarıda, “Mirzabeyoğlu, dünyayı yöneten ve yönlendiren Telegramcı dünya düzeni aktörlerine karşı tek başına efsanevî bir dünya savaşı vermektedir!” dedik, o hâlde biz İBDA bağlıları hakkında serdedilmiş ve bundan sonra da serdedilebilecek şu çerçevede bir tenkidi kesinlikle yadırgamadığımız gibi, acı da olsa bunu bir hakikatin tesbiti sayarız:

– «Mirzabeyoğlu, kıstırıldığı o hücrede, dünya hâkimleriyle tek başına bir “dünya savaşı” verirken; İBDA bağlılarının durumu, Churchill’in, Roosevelt’in veya Hitler’in bir “dünya savaşı”nı görüşüyle, onların milyonluk orduları içindeki alelâde erlerin görüşü arasındaki kapanmaz keyfiyet ve tecrübe farkını andırmaktadır!»

Böyle bir “durum tesbiti”ni kadromuz yazarları arasında şuurlaştırmaya başladığımız bir demde Akademya’nın “Telegram Özel Sayısı”nı çıkarttık ve Telegram’ın “dış yüz”üne dair elden geldiğince kapsamlı bir “dosya” hazırlamış olarak, artık “öte”sine geçmeye çalışma, Telegram’ın “iç yüz”üne ve bu vesileyle Mirzabeyoğlu’nun önümüze serdiği fikir, ilim, sanat ve aksiyon “ufuk”larına odaklanma kararı aldık.

Böyle bir karar aldık almasına ama, bu defa da muazzam bir problem çıktı karşımıza. Bellibaşlı kaynakları okudukça, seyrettikçe ve bunları aramızda mütalaa ettikçe, önümüzde ne kadar uzun bir yol olduğunu, araştırılması ve hazmedilmesi gereken ne kadar çok mesele bulunduğunu farketmeye başladık. Öncesinde daha dar bir çerçevede ele aldığımız için nisbeten daha anlaşılır ve anlatılır bulduğumuz, eksik gedik de olsa çoğumuzun zaten “âşina ve alışık” olduğu bahisler gitmiş, şimdi yabancısı olduğumuz “gittikçe derinleşen ve genişleyen” bir dünya açılmaya başlamıştı önümüzde. Bu “dünya”nın meseleleri, “dış yüz” bahislerinin tersine, kolayca hazmedilemeyecek derecede derin ve girift; “dış yüz” bahislerinin tersine, kolayca irtibatlandırılıp hâkim olunamayacak kadar genişti.  Tüm bu güçlüklerine rağmen, henüz ulaşamamış olsak da, daha önceki “kolay” bahislerde asla sözkonusu olmayan bir çarpıcılık, çekicilik, derinlik, genişlik, doğruluk, güzellik, kuşatıcılık ve hâdiselerin “arka plânı”na hükmedicilik saklıydı bu “dünya”da. Batının kokuşmaya yüz tutmuş “yeni dünya düzeni”nin sırlarını ve “gizli organları”nın röntgenini ele verdiği kadar, asıl İslâma muhatab anlayışın “yeni dünya düzeni”nin barındırdığı potansiyellerin ihtişâmı mündemiçti burada.

Böyle konuşmamız, bizim bu “yeni dünya”da yol almaya başladığımız anlamına gelmiyor henüz. Bir toplu iğne deliğinden “Alice Harikalar Diyarı”nı görebilmek kadar bile olsa şimdiki nasibimiz, belki bu kadar bile olmasa dahi, bu “yeni dünya”nın öyle “bildik” dünyalara hiç benzemediğini, bu kadarcık bir “görüş”ün bile eski dünyaları nazarımızda “bir bakıma” hurdalık seviyesine düşürdüğünü sezdirmek istiyoruz sadece. Bu “yeni dünya”nın bir özelliği de bu olsa gerek: Buranın kimi hakikatleri, “bildik” dünyalılara “masal”, “fantazi”, “mitoloji”, “komplo teorisi” veya en insaflı bakışla “parapsikolojik olay” gibi görünüyor çoğu. Oysa, o “bildik” dünyalara da gerçekte “burası” hükmediyor bir yönden; kaymağı bu “gizli dünya” sâkinlerinde kalmak üzere, hurdaları o “bildik” dünya sâkinlerince kapışılıyor. 20. ve 21. yüzyıllarda insanoğlunun nimetlerinden yararlandığı, yanı sıra maalesef kimi külfetlerine de katlanmak zorunda kaldığı sayısız çığır açıcı “buluş”un sahibi o efsanevî “bilim adamı” Nikola Tesla’ya atfedilen bir söz, tam da bu “gizli dünya”ya işaret ediyor, “modern aklın zindanında” uyuyanları uyandırmak istiyor:

– «Bilim, fizikî olmayan fenomenler üzerinde çalışmaya başladığı zaman, bir on senelik zaman dilimi içinde, var olduğu bütün asırlar boyunca yapmış olduğu gelişmeden daha fazlasını yapacaktır.»

Zaten ileride daha teferruatlı olarak göreceğimiz gibi, “psikotronik” denilen Telegram türü silahlar olsun, “parapsikoloji”nin kullanımı olsun, bu konuda iki temâyül öne çıkıyor. İlkinde, ortaçağın bağnaz kilisesini andıran -Paul Feyerabend’in deyimiyle- “BİLİM KİLİSESİ”nin kimi mensubları “haydi canım, o kadar da değil” tarzındaki kanaatlerini hâlâ bile yansıtırken; ikincisinde DEVLETLER ve onların istihbarat servisleri, bu “bağnaz” akademiye hiç de kulak asmıyor ve AÇIKLANAMASA BİLE “var olan” özel kabiliyetli insanları, aynı şekilde “pozitivizm”in tanımadığı imkân ve güçleri, “millî güvenlik” stratejileri çerçevesinde tepe tepe kullanıyorlar. Bu konuda, lafta “metafizik düşmanı” Sovyetler’in ve özellikle eski Çekoslovakya’nın başarıları inanılmaz.

Kısacası, devletler ve onların gizli servisleri “PRAGMATİK-FAYDACI” oldu bu zamana kadar ve kendi araştırmacılarını “akademi” içerisinden gizlice ayarladılar, bol sıfırlı bütçeler ayırdılar ve “Telegram cihazı”nı da hem Batı bloku hem Doğu bloku ülkeleri bu şekilde iyice geliştirdi 30 yıl kadar önce. Kimi “dünyadan habersiz” bilim adamları ve onların ağzına bakan -onlardan da saf kitle- mışıl mışıl uyuyadursun. Yâni biz!..

Bugün “modern bilim” çerçevesinde alkışlanan “sosyal psikoloji” olsun, “sibernetik” olsun, aslında “akademi”de değil, “dünya hâkimi” devletlerin istihbarat servislerinde, ferdî veya kitlevî “zihin kontrolü ve yönlendirmesi” stratejileri çerçevesinde doğmuştur (bkz. Jim Keith, Amerikan Derin Devleti ve Beyin Yıkama Operasyonları). O çok popüler NLP’nin “nereden” doğduğunu ise, Gerçek Tıb –Yitik Şifânın İzinde- adlı eserinin son bölümünde Dr. Aidin Salih açıklıyor:

– «İnsan ruhunun çağımızdaki diğer bir düşmanı ise “psikotronik etki”dir. Psikotronik etki, parapsikolojik ve ekstrasensör [beş duyu dışı] etkilerin diğer bir adıdır. Psikotronik etkinin en basit kullanımı hipnozcu ve ekstrasenslerin müşteri­lerine uyguladığı “seanslar”dır.

Sovyetler Birliği yıkılmadan önce Taşkent’te çeşitli kâhin, şaman, hip­nozcu, medyum ve ekstrasenslerin faaliyetlerini incelemek için ilmî merkezler kurulmuştu. Bu merkezlerin ilgisini çeken esas şey, bu insanların beyinleri tarafından üretilip yayılan elektromanyetik dalgaların (biyolokas­yon) müşterilerinin beyinlerini nasıl yönlendirebildiği olmuştur. Araştırma­lar sonucunda, şamanın, kullandığı davul sesinin dalgaları ile tedavi ettiği kişinin beyin dalgaları arasında bir uyum oluşturduğu ve bu sırada dua okuyarak onun beynine istediği emirleri yerleştirdiği gözlenmiştir. Çağımızda bu olaya “neurolinguistik programlama” [NLP] denilmektedir.

Neurolinguistik programlama metodları kullanımının en yaygın örneklerini, distribütör yetiştirme merkezlerinde, rap müziğinde, reklamlarda, pek çok filmde ve televizyon programında görmek mümkündür.»

Bugün her köşe başında açılan “modern NLP kursları”na bakarak “şaman” da ne ola ki diye şaşıranlarımız var ise, hemen cevablayalım: NLP’nin Amerika’daki “resmî” teşekkül sürecinde sadece Afrikalı şamanlar değil, Hindli yogiler ve hipnoz ustaları da kullanılmış. Peki kimmiş bu NLP’nin kurucuları denirse, NLP’nin literatürdeki “isim babası” iki kurucusunun ismi Richard Bandler ve John Grinder. Bu ikilinin ortak kitabının ismi de artık şaşırtıcı olmayacaktır sanırız: The Structure of Magic, yâni “BÜYÜNÜN YAPISI”. “Büyücü”lerimizden dilbilimci John Grinder’in öne çıkan ve herkesçe bilinen RESMÎ vasfı da yine –artık- çok enteresan olmasa gerek: CIA Ajanı!..

Özetle, o “gizli dünya”ya inanıp inanmamakta hürüz. Ancak onun bizi her yönden bombardıman eden “uygulamalar”ından kaçınmamızın mümkün olmadığını bilmek şartıyla!..

DÜNYA HÂKİMİ SATANİST ELİT

Daha fazla uzatmadan, artık telaffuz edelim bu “yeni dünya”nın ismini: METAFİZİK DÜNYA burası. “Karşı taraf” bakımından, yeni fizik başta olmak üzere “modern bilim”e ağırlığını koymaya başlayan, dünya siyaseti kadar modern teknolojiye de yön vermeye davranan, ancak “bildik” dünyalıların pek farkında olmadığı, zaten onlara da çoğu gösterilmeyen “gizli” bir dünya. “Bizim” açımızdan ise, çoktandır habersiz olduğumuz, olsak da hakkını veremediğimiz, oysa İslâm Âlemi olarak yeniden fışkırışımızın tohumlarının barındığı kendi “öz” dünyamız bu. İBDA Mimarı’nın bizlere ısrarla anlatmaya çalıştığı, ne var ki bizim lâyıkıyla anladığımızı söyleyemeyeceğimiz hakikat:

– «Çağımızda savaşlar metafiziktir!»

İki kutbu var işte bu “gizli dünya”nın: Şeytanî kuvvetler ve rahmanî kuvvetler! Şeytanî tarafını “yeni dünya düzeni” diye pazarlanan sapkınlığı tesis ve icrâ edenler temsil ederken, rahmanî kuvvetlerin liderliğini, evet, “kıstırıldığı” o hücrede Telegram’cılara karşı 13 yıldır verdiği efsanevî savaşla İBDA Mimarı temsil ediyor.  

Öylesine bir “benzetme” değil “Şeytanî kuvvetler” tesbiti. Bu sapık-sapkın zümreyi hakikaten Şeytan güdüyor ve ŞAMAN’ların “yardımcı ruhlar”ı gibi, cinler takviye ediyor. Hattâ, kimilerinin “kutsal içki”si rakı gibi, bunlar da -şamanların uyuşturucu ve halüsinojen otlar yahud terkibler yoluyla “başka âlemlerle” irtibatına benzer- tabiî veya sun’î “kutsal uyuşturucu”larını çekip Şeytan ve avânesinin “kat”ına çıkıyor. Zaten şamanların binlerce yıldır Peyote kaktüsündeki “meskalin” uyuşturucusuyla yaptıklarını, bunlar aynı fonksiyonu gören LSD ve benzerlerini icad ederek gerçekleştiriyor. Atatürk’ün “tatlı” fikirleri var dediği “tek dünya devleti terorisyeni” İngiliz istihbaratçı-yazarı H. G. Wells’in (1866-1946) talebesi ve onun gibi “tek dünya devleti” teorisyenlerinden, Cesur Yeni Dünya romanının müellifi İngiliz istihbaratçı-yazarı Aldous Huxley (1894-1963), sırf “meskalin” uyuşturucusuyla kendisine açılan “kutsal” Şeytanî âlemi göklere çıkarmak için Algının Kapıları diye bir kitab yazıyor. Öbür yanda, tek oğluna “Atatürk” ismi koyacak kadar Kemalizm meftunu İngiliz istihbaratçısı ve dahi “modern satanizmin babası” Aleister Crowley adlı sapık, “meskalin” çekerek Şeytan’dan emir üstüne emir alıyor ve Huxley gibi o da bunları bir bir yazıya geçiriyor. “Uyuşturucu”nun bunlar için sadece Şeytan ve avânesine “uçak bileti” fonksiyonu gördüğü sanılmasın, çünkü “uyuşturucu”yu aynı zamanda “ferdî ve kitlevî zihin kontrolü ve yönlendirmesi” projelerinde de temel bir araç olarak kullanıyorlar. Evet, Şeytan, “dostlar”ına her adımda ilhâm ve kimi zaman istidraç gücü veriyor, öbürleri de bunun karşılığında -bazen “Lüsifer” bazen de bir başka ad taktıkları- bu İblis ve avânesine tapıyor!  Yegâne “semavî hak din” İslâm’ın dışında olmaları hasebiyle, kendilerine “Şeytan ve avânesi”nin himmet etmesi pek de şaşılacak bir durum değil aslında. Kaldı ki, adamlar manyaksa, onları “aklı başında” göstermek de bize düşmüyor. Türkiyeli manyak Telegram’cıların onlardan daha manyak büyük şeflerinden, başka ne beklenebilir ki?..

“Satanist” derken, kedi-köpek kovalayan garibanlar değil bunlar, ELİT de denen “dünya hâkimleri”… Kanadalı yazar ve “tövbekâr Satanist rahib” Roger Morneau, bu “satanistler”in Tanrı’yı inkâr etmediklerini, ancak bir “melek” addettikleri ve kendilerine “güzeller güzeli bir kılıkta görünen” Şeytan’la Tanrı arasındaki “rekabet”in, bunlarca “iki aday arasındaki, sonunda Şeytan’ın kazanacağı politik bir mücadele” gibi görüldüğünü ifâde ediyor. Dahil olduğu satanist halkanın kendisini “ELİT” (seçkinler!) olarak adlandırdığını, dünyada üst seviye her kesimden binlerce insanın bu “halka”ya dahil olduğunu vurguluyor. [1]

Şayet yarın dünyada “büyük yıkımlar” olursa, bunun sorumlusunun, ellerinde korkunç nükleer silâhlar olan bu “satanistler” olması büyük ihtimâl. Rivayet o ki, Atlantis ve Mu kıtalarını batıranlar da “bunlar”:

– «Amerikalı Edgar Cayce’in

Arkaşik – artık kullanılmayan

kadim dili okumalarına göre

ATLANTİS gibi MU kıtası da

satanik yol-şeytan’a tapanların

ellerindeki nükleer güçleri

yıkıcı amaçlarla kullanmaları

bu yüzden de – yerkabuğunun

dengesinin bozulması ile battı…» [2]

Dünyayı yöneten ELİT’in -diğer vasıfları yanında- “satanist” niteliğine dair daha geniş bilgi edinmek isteyen okuyucularımıza, içinde “zihin kontrolü”ne ayrılmış bir bölüm de bulunan Robin de Ruiter’in 13 Şeytanî Kan Bağı –İlluminati Hanedanlığı- [3] adlı eserini tavsiye ederek biz devam edelim.

Evet, alelâde “dindar” hıristiyan ve yahudileri de kendi “derin dünya devleti” stratejileri çerçevesinde “gazlayan” bu ELİT’in niçin Allah yerine Şeytan’a ve avânesine taptığını araştırmak ilgililerin ve uzmanların işi olsa da, bunu az biraz farketmek –şayet yanılmıyorsak- bizim için bile o derece zor olmasa gerek.  Batı kültüründe esaslı bir yeri olan “Deus Otiosus” [4] kavramı, belki bu bakımdan “anahtar” olabilir.  Latince “etkisiz, yansız, önemsiz, ilgisiz Tanrı” anlamına gelen bu tâbir, kâinatı yarattıktan sonra artık yaratmaktan ve dünyevî işlere müdahale etmekten elini eteğini çeken, dünya işlerini bundan böyle “daha genç” tanrılara bırakan “emekli Tanrı” anlayışına işaret ediyor.  Sahasının bir numarası olan Romen mitoloji uzmanı Mircea Eliade’ye göre, Sümer mitolojisinde yerini Enlil ve Enki’ye bırakan An; Yunan mitolojisinde yerlerini Zeus-Hera ikilisi ve çevresine bırakan Uranus, Gaia, Cronos ve Rhea; Hind mitolojisinde yerini Shiva ve Vishnu’ya bırakan Indra, birkaç “Deus Otiosus” örneği… [5]

Hıristiyan-yahudi kültüründe de “kâinatı altı günde yaratıp İSTİRAHATE ÇEKİLEN” bir Tanrı anlayışı mevcud ki, bizdeki “her ân bir şe’nde-işte” olan ve dilediğini dilediğince yapan FAAL ve DAİMÎ YARATICI Allah inancından tamamen uzak. Newton bile kâinatı, Tanrı tarafından yaratılmış, kurulmuş ve artık kendi işleyişine bırakılmış “mükemmel bir saat”, “mükemmel bir makine” olarak görmüyor muydu zaten?.. [6]

Peki “dünya işlerinden elini eteğini çeken bir Tanrı”nın olduğu yerde, arkaik veya an’anevî toplumlar ne yapmış; artık dinden yüz mü çevirmişlerdir? Elbette hayır; “kendileriyle ilgilenecek” ve dünyevî ihtiyaçlarını temin edecek “yeni” tanrılar edinmişlerdir kendilerine. “Şeytan” tam da bu noktada devreye giriyor işte. Yezidîlikteki “Şeytan” veya “Melek Tavus” inancında bu kafa yapısına ışık tutucu bir nitelik görüyor ve Wikipedia’dan okuyoruz:

– «Yezidîlik inancında Tanrı Azda tarafından yaratılan ve kendisine kâinatı ve insanları yaratma görevi verilen Melek-Tanrı.

Yezidî inancında Melek Tavus, insanları yarattıktan sonra kendi yarattığı insanlar önünde eğilmemiş; ancak bu, Tanrı Azda tarafından farklı yorumlanarak kibirli olduğu sanılmıştır.

Yezidîlik’ten önceki ilahî dinlerde anlatılan, Şeytan’ın, yaratıcının buyruğuna rağmen insan karşısında eğilmeyip saygı göstermemesi, onun aslında ne kadar asil olduğunun, yaratıcı tarafından imtihan edilmiş isbatıdır. İşte bu imtihanı başarı ile verip tüm insanlığın ve dünya işlerinin başına geçme hakkını kazanmıştır.

Ancak burada Şeytan’ın sahib olduğu özellikler diğer dinlerden farklıdır. Yezidîlik’te tanrı, dünyanın sadece yaratıcısıdır ancak sürdürücüsü değildir. İlahî iradenin vücud bulması için Melek Tavus bir nevi aracılık rolü üstlenmiştir. “Melek Tavus” olarak adlandırılır ve bir tavus kuşu ile sembolize edilir. Tanrı, özünde iyilikle dolu olduğundan, tanrıya ibadet ederek onun gönlünü kazanmak gerekmez. İbadetin, içi kötülüklerle dolu olana, Tavus’a yapılması ile kötülüğün en büyük kaynağından korunulur. Bu anlamda, Şeytan olarak adlandırılan manevî güç, Yezidîlik inancında Azda’nın devamlılığı ve fonksiyonel yönüdür. Zıtlıkların kaynağı ve aynı zamanda zıtlıkların ortadan kalktığı isim aslında Melek Tavus’tur. (…)

Yezidîler Melek Tavus’a ibadet ederler. Yezidî inancında kötü bir melek değil, yanlış anlaşılmış ve sonradan affedilmiş iyi bir melektir.»

Hatıra şu gelebilir: Peki Şeytan’a tapanlar nazarında, dünyada yapılan iyi veya kötü işlerin “ahiret”te bir karşılığı var mıdır; şayet varsa, kulları hesaba çekecek mercî kimdir? Bu tarz sorular kendi “semavî” din anlayışımızdan kaynaklanıyor aslında, çünkü Şeytan’a tapanlar nezdinde böyle bir “ahiret” inancı yok, ne varsa DÜNYA’da; cennet ve cehennem de öyle. Yine Wikipedia’daki “Yezidîlik” maddesine müracaat edelim:

– «[Yezidîlikte] Ahiret inancı gibi sonradan hesab verilecek bir yerin varlığı sözkonusu değildir. Yeniden doğuşa, şekil değiştirmeye inanılır. İnsanın inanışına ve yaşayışına göre, DÜNYA, cennete de cehenneme de dönüşebilir. Cehennem, insanın içindeki kontrol edilmesi gereken ateştir. Melek Tavus, bütün bu işlerin kontrol edicisi ve tanrının bu dünyadaki gölgesidir.»

Bugünün “dünya hâkimi” kimi seçkinlerin satanist nitelikleri de, “nefsanî” yönü bakımından bu gözle değerlendirilebilir: “Ahiret”in olmadığı bir DÜNYA’da, iktidar, para, haz, seks, uyuşturucu, şöhret, gurur; artık nefslerini tatmin edecek DÜNYEVÎ ne varsa, onlara bunu sağlayacak yegâne mercîdir sanki Şeytan, nâm-ı diğer Lüsifer! Meselenin kıvrıldığı bu noktada, Ölüm Odası –B-Yedi- okuyucularının hemen hatırlayacağı üzere, “YALNIZCA DÜNYAYI GÖREN TEK GÖZLÜ DECCAL” bahsi çıkıyor önümüze.

“Yalnızca dünyayı gören tek gözlü Deccal”in bize ve birçok kişiye hatırlattığı ise, sonunda “tek dünya devleti” kurmayı amaçlayan malûm “Şeytanî” imparatorluğun sembolü olan “piramidin üzerindeki her şeyi gören tek göz”! Hani şu Amerikan dolarının üstündeki.

Amerika Birleşik Devletleri’nin “kurucu babalar”ından MASON ÜSTADI Benjamin Franklin’in başını çektiği bir heyet tarafından 1776 yılında tasarlanan ama “saklanan” ve ilk kez bir başka MASON ÜSTADI (derecesi 32) Roosevelt tarafından “ifşâ” edilerek 1935 yılında Amerikan dolarına basılan “piramid üstünde göz”ün altındaki o şeritte ne yazar peki: NOVUS ORDO SECLORUM; yâni, Latince –güya- “çağların yeni düzeni”. [7] “Çağlar” diye tercüme veya tevil edilen “SECLORUM” ifâdesine bakılırsa, buna “ALLAHSIZ (SEKÜLER-LÂİK) YENİ DÜNYA DÜZENİ” demek bizce en doğrusu. Bizden önce de böyle diyenler var zaten. “Sadece dünyayı gören” düzen, yâni “dünyevî” düzen, bir deyişle “Şeytanî” veya “Deccalî” düzen!..

Şu hâlde, anti-emperyalist mücadeleyi yalnızca ülkeleri yöneten veya yönlendiren kişilerin “yabancı” olup olmadığına veya bir ülkeye “yabancı asker” girip girmediğine göre değerlendirenlerin, yâni “kültür emperyalizmi” diye bir vakıanın varlığından habersiz olanların dikkat etmesi gereken nokta da budur: Günümüz emperyalizminin “Allahsız-seküler-lâik-dünyevî” dünya görüşünü ve “kültür emperyalizmi”yle yerleştirdiği değerleri yahud hayat tarzını savunarak, SAHİCİ bir “anti-emperyalist mücadele” verilemez. Mirzabeyoğlu’nun “Allahsız yeni dünya düzeni” icrâcı ve kuklaları tarafından hedeflenmesinin asıl sebebini de burada aramak gerekir. O, hem siyasî, askerî ve iktisadî emperyalizme, ancak en başta ve BİRİCİK olarak, “kültür emperyalizmi”ne karşı bayrak açmıştır! Üstelik, bunu başkaları gibi içi boş bir muhalefetle de bırakmamış, aksine “BAŞYÜCELİK DEVLETİ” adıyla ve “YENİ DÜNYA DÜZENİ” takdimiyle billurlaştırarak, Allahsız emperyalizme karşı “İslâmî alternatif”i göz önüne dikmiştir. [8]

“Allahsız” derken, düşmanı olduğumuz emperyalizmin hıristiyan-yahudi karakterini veya KANATLARINI –ki onların Tanrı’sıyla bizim “Allah” inancımız AYNI DEĞİL- ihmal mi ediyoruz? Etmiyoruz, ancak doğmadan ölmeye yüz tutan bir “yeni dünya düzeni” teşkilâtlanması hâlinde karşımızda duran oluşumların “kitablarda yazdığı türden” saf bir semavî inanışının olmadığını, alelâde hıristiyan ve yahudilerin ise özellikle “manipüle edilen” pozisyonunda olduklarını söylemek istiyoruz. Zaten -bilhassa son yüzyıl içinde- dünyaya dayatılan KÜLTÜR EMPERYALİZMİ’ne baktığımızda, bu çerçevedeki bellibaşlı kimi uygulamaların “alelâde” dindar hıristiyan ve yahudilerin elinden çıkmadığını; tam tersine, bu insanların bile asla tasvib etmediği “cinsî devrim”in, kürtaj ve homoseksüelliğin meşrûlaştırılmasının, uyuşturucunun yaygınlaştırılmasının, kendi peygamberleriyle dalga geçebilecek kadar azıtmış bir din hürmetsizliğinin ve dünyevî hedonizmi pompalayan “eğlence endüstrisi”nin arkasında DAİMA o sapkın DÜNYA ELİTİ’nin bulunduğunu apaçık görüyoruz.

Kaldı ki, ELİT’in aşılamaya çalıştığı “inanç”lara baktığımızda da, yine “bildik” bir hıristiyanlık veya yahudilik itikadı görmüyor; aksine, “bizim PANTEON’umuzda – Tanrılar Meclisi’mizde ne ararsan var!” hesabı, mezheb ve meşreb ayırdetmeksizin “İbrahimî dinler”den seçmelerden başlayarak, sayısız mitolojik unsurun, satanizmin, şamanizmin, yahudi veya hıristiyan kabalacılığının, hıristiyan ezoterizminin, masonluğun, budizmin, “gizli ilimler” pratiği hâlinde okültizmin, gnostizmin, elbette kuantum fiziğinin ve diğerlerinin bir “ÇORBA”sı olduğunu görüyoruz bu “yeni din”in yahud “new age” veya “milenyum” dini dediklerinin. Daha doğrusu, oluşturmaya ve yerleştirmeye “çalıştıkları” dinin veya salkım saçak dinlerin. Türkiye’de de meraklısı çok hani! Kısacası, “hıristiyan-yahudi” paradigmasını tüm hâdiselere şâmil kılıcı eski usûl yaklaşımların oldukça “anakronik” kaçabileceği, bu paradigmanın “ilâve unsurlarla” bambaşka bir mahiyet aldığı yepyeni bir “vakıa” karşısındayız bizce bugün. İnsanların “Şeytan’a taptığı” veya “büyücülük yaptığı” için hıristiyan otoritelerince Engizisyon’a maruz bırakıldığı günler, artık tarihin derinliklerinde kaldı.

Başka kavimlerin ilâhlarını şöyle veya böyle kendi PANTEON’larına buyur ederek bunu “kültürel” asimilasyon ve “siyasî” hâkimiyetin “manivela”sı kılan Eski Yunan, Roma ve Hıristiyan Avrupa’nın DİNÎ ve SİYASÎ geleneğini –bu defa daha ŞEYTANÎ bir nitelikle- sürdüren “yeni dünya düzeni” davacılarının “mistisizm”i de, bizim anladığımız mânâda olmayıp, İBDA Mimarı’nın “MATERYALİST MİSTİK” dediği çerçevededir. Buna “AHİRETSİZ MİSTİK” vasfını da ilâve etmek sanırız hata olmaz. Bilvesile, sözkonusu “yeni dünya düzeni” ÇORBA’sının niteliğini nasıl O’ndan öğreniyor veya öğrenmeye çalışıyorsak, “dinler arası diyalog” zokasının mahiyetini de yine O’nun işaretiyle farkediyoruz,  farketmeye çalışıyoruz. Hele Esatir ve Mitoloji’deki “Guernica”, “Don Kişot”, “Acube İnsan – Psikolojisi”, “Ruhu Çekilen Dünya”, “İki Büyük Devrim”, “Yeni Dünya Düzeni’nin Ruhu” ve “Persler ve Yunanlılar” başlıklı bölümlerde öyle inceliklerin altını çiziyor ki İBDA Mimarı, Batı kültür ve emperyalizminin dününü ve bugününü anlamaya çalışmak bakımından tekrar ve tekrar okunması gereken hikmetler ihtivâ ediyor bizce.

Bu bahse eklenmesi gereken belki son bir önemli nokta da, “Tanrının Krallığı”nın daha ziyâde AHİRETTE olduğunu empoze eden katolik ve ortodoks hıristiyanlığının alternatifi hâlinde, 16. yüzyılda ortaya çıkan ve tüm dünya hıristiyanları arasında çıkışa geçen protestanlığın tâyin edici rolüdür sanıyoruz. Katolik ve ortodoks bakış açısından daha ötede bir ağırlıkta ve tartışmasız bir nitelikte ESKİ AHİD’İ (MUHARREF TEVRAT’I) TEMEL MEVKİİNE YERLEŞTİREN PROTESTANLIK, hıristiyan-yahudi ittifakını kalıcılaştırması yanında, yahudilikteki “Tanrının Krallığı”nın DÜNYADA olduğu fikrini hıristiyan dünyada kökleştiren, dinen yahudi olanlarla elele bugünkü “dünyevîleşme” ve “yahudileşme”yi hazırlayan, katolik kilisesinin geçmişte Engizisyon’a maruz bıraktığı yahudileri baştacı yapan ve “hıristiyan siyonistler” vakıasını dinî bir meşrûiyetle kitleleştirerek teşkilâtlandıran, böylesi bir “dünyevîleşme” ve “yahudileşme”nin vardığı son nokta olarak da SİYONİST, MATERYALİST, AHİRETSİZ, SATANİST sapkın bir ELİT’in dünya iktidarının yolunu döşeyen bir rol oynamıştır diyebiliriz. Araştırılması gereken başka birçok faktörle beraber, yahudiliğin ve protestanlığın Batıdaki macerasının özellikle incelenmesi, eminiz her bakımdan son derece aydınlatıcı olacaktır. Böyle bir araştırma, “yahudiler bizim tanrımızın akrabaları, kuzenleri ve kardeşleridir. Katoliklere sesleniyorum; bana kâfir demekten yorulduklarında yahudi desinler!” diyen ve hemen tüm hocalarının “kabalacı” olması bir yana, yahudi ansiklopedisi Judaica’da “gizli yahudi” olduğu söylenen protestanlık kurucusu Martin Luther’in, bugün hem mason, hem siyonist, hem kabalacı, hem satanist, hem ezoterik-okültist, hem materyalist, hem şamanist, hem de kendince hıristiyan olmak gibi akıllara zarar bir başarıya (!) imza atan sapkın ELİT’in nasıl olup da ebeliğini yapanlardan biri olduğunu gün ışığına çıkaracaktır. Kimbilir, sadece Batıdakilerin değil, siyasî-iktisadî-askerî-KÜLTÜREL Batı emperyalizmine boyun eğmekle kalmayıp, günden güne “dünyevîleşen” ve “yahudileşen” demokrat müslümanların (!) bile “feyz aldığı” ruhanî liderin kimliğini de!..

MASON ÇORBASI VEYA TELEGRAM AŞURESİ

Dünyayı -hâlâ!- yöneten ama artık iyice tökezleyen ELİT’in, hangi “aileler” oldukları hemen hemen belli olsa da, “neci” olduklarına dair bunca spekülasyon (hıristiyan, yahudi, mason, siyonist, satanist, illuminati, şaman, pagan, evanjelik, gnostik, ezoterik, okültist vs.) yapılmasının başlıca sebebi –sanıyoruz- bu. Onların “şeytanî” inançları, cümle ezoterik inançlar ve dünya mitolojilerinin yanısıra, kuantum fiziğinden, aynı şekilde başta şamanizm olmak üzere mevcud (semavî yahud değil) inanışlardan devşirilmiş türlü sembol, kavram ve pratiklerin keyfî bir “karışım”ı, yâni “çorba”sı çünkü. Uhrevî değil, dünyevî ve şeytanî bir “çorba” bu; bir diğer ifâdeyle, “zehir”in tâ kendisi. Bugün böyle olan, geçmişte de böyleydi kimi zaman. Belki tüm “şeytanî” çorbaların bu ortak vasfını, “Mezopotamya Mitolojiisi veya Kürt Mitolojisiinin Kaynakları” başlıklı makalesinde ele aldığı “Yezidîlik” –ki Şeytan’a taparlar- çerçevesinde şöyle misâllendirir Sezai Kırlangıç:

– «Yezidîlik de, bu bakımdan, kavmî anlamda Türk, Kürt, Arab, Rum ve Ermeni kökenleri barındıran, inanç anlamında ise Yahudilik, Zerdüştîlik, Hıristiyanlık, Müslümanlık, Paganizm (Putperestlik), Manizm, Budizm, Hinduizm gibi farklı dinlerin bir karışımını andıran bir anlayış belirtir. İran ve Irak’ta yaygın olan Yaresan ve bazı Şiî-Alevî inançlarıyla, birbirilerinin aynı olan birçok ortak yönü de mevcudtur.

Bu karışım Yezidîlikte de görülür ve hem Zerdüştlüğe (iyilik ve kötülüğün mücadelesi), hem Maniliğe (irfan), hem Yahudiliğe (beslenme ile ilgili hükümler, haram yiyecekler), hem Hıristiyanlığa (vaftiz, ekmek ve şarap âyini, evlenmelerde kiliseleri ziyaret, şarap içmek), hem İslâmiyete (sünnet, oruç, kurban, hac, mezar taşlarında İslâmî kitâbeler), hem bâtınî-Rafizîliğe (inancın gizliliği, vecd, şeyhe saygı), hem Sabiiliğe (tenasuh ve ruh göçü), hem Samaniliğe (gömme âdeti, rüya tabiri ve dans), hem de Paganizme (Ay ve Güneşe tapma) âid bazı unsurları bünyesinde toplayan ve kökeni yeterince açık olmayan bir inanç sistemi çıkar karşımıza.»

ELİT’in “yeni dünya dini” projesiyle YENİDEN gündeme gelen bu zehirli “inanç ve tatbik çorbası”nın Türkiye’deki temsilcileri arasında ise, geçmişte Dost Tarikatı olarak bilinen, onun “devam”ı hâlinde şimdilerde Anadolu Aydınlanma Vakfı etrafında toplanan Atatürkçü bir “çevre” özellikle dikkati çekiyor. Us Düşün ve Ötesi diye bir de internet dergileri olan bu grubun başındaki Metin Bobaroğlu adlı kişi, sözkonusu “çorba”ya daha şık ve “meşreb”lerine uygun bir “isim” bulmuş, her zeminde onu empoze ediyor: “AŞURE”! Bobaroğlu’nun 2009 senesinde ATV-Avrupa televizyon kanalında yayınlanan programının adı da aynı: “AŞURE”!..

Dost Tarikatı’nı bilenler bilir; İBDA Mimarı’na Kartal Cezaevi döneminde Telegram işkencesi yapan, MGK’nın Telegram cihazını ellerine tutuşturduğu Atatürkçü bir klikti bu. Başındaki emekli istihbarat binbaşı İhsan Güven “kim vurdu”ya gitti ve “onu bunlar vurdu” denilerek yargılanan İBDA bağlıları da, “anayasal düzeni silâh zoruyla değiştirmeye teşebbüs ettikleri” için ağırlaştırılmış ömür boyu hapse çarptırıldı. Böyle olunca, Ömer Emre Akcebe gönüldaşımızın dikkatimizi çektiği “denklem” sâbit oldu: “İhsan Güven eşittir Telegram, o da eşittir anayasal düzen”. Tabiî sonucu da şu: “Anayasal düzeni işleten MGK’nın Telegram uygulamasına ve uygulayıcısına silâhlı muhalefetten dolayı, ağırlaştırılmış ömür boyu hapsine…”. Her neyse, işte bu İhsan Güven ve takımının bayraktarlığını yaptığı “AŞURE”yi şöyle anlatıyor İBDA Mimarı; Telegram adlı eserinden naklediyoruz:

– «Hususen, materyalist mistiklerle, kuantum fiziğinin örtüşmelerini sağlamaya çalışan bir alt yapı üzerinde, herkesin keyfine göre oluşturduğu ve oluşturabileceği, modern şaman görüşleri; AŞURELERİ. (…)

Rezillerin en rezili insanların, aşağılığın en bayağısı tertiblerle ve benzerleri arasında da gerçekten sefillerin en sefili düşünceleri-AŞURELERİ adına beni yok etmek veya “mankurt adam yapmak” istemeleri, aslında benim şahsımda davama duyulan korkudan, -1999 Metris ve Bandırma destanlarındaki gerçeklemelerden-, ve söylemeliyim; lisân-ı hâl ile tersinden gösterdikleri hayranlıktandır. (…)

Devlet için, devlete rağmen… T.C.’nin İsrail’le yakınlaşmasını da hatırlatarak belirtelim ki, yahudi mistisizmi ve okültizmi içinde şekillenen ve “rejimi ne olursa olsun, aslolan devlettir; İsrail devleti sonsuza kadar yaşayacaktır ve bunun için gereken herşey yapılır!” diyen yapılanmanın bir aplikesi olan sözkonusu odaklar, işbirliği hususunda da onlarla son derece içiçedir; “terörle mücadelede işbirliği” adı altında, İsrail’de eğitildiler ki, işin bu kısmı zaten resmîdir. Bu hususu bilhassa, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden sonra terfien yükseldiği basamaklar ve nihayet DYP’nin İçişleri Bakanlığı’nı yapan M.A, işin içinde olarak pek iyi bilir. “Bütün insanlar, yahudilere hizmet için yaratılmıştır!” dinî anlayışı yerine, “bütün insanlar, Türk’ten geldi, Türkler de Atatürk’ten; bütün insanlar hâkimiyetimize girecek!” anlayışı; bahsettiğimiz rastgele katıştırmalardan meydana gelmiş alt yapı AŞURESİNDE, yahudî okültizmi yanında, alevî mistisizmi ve “alevden alevî” dedikleri zerdüşt motifler ve Orta Asya Şaman unsurlar esaslı bir yer tutarken, iflâh olmaz bir İslâm düşmanlığı asıldır. Lâfta Türk ve Türkçü, sebeb ve netice hâlinde Yahudi uşağı bir yapılanma!

İ.G, riyazî bir kat’iyyetle (!) söylüyor:

– “Musevîler’in 10’da dokuzu Türk’tür; ilmi olarak. Arthur Koestler diye bir adam, güzel bir kitab yazmış. Eşkinaziler var ya, çoğu Türk!”» [9]

Peki Metin Bobaroğlu’nun Alevî-Bektaşîlerin internet forumunda reklam edilen “AŞURE” adlı programında hangi konular işleniyormuş acaba? Verdiğimiz “link”ten öğreniyoruz ki, şunlar var bu “AŞURE”nin içinde:

– «Bektaşilikte Temel Sembollerin Açılımı… Alevi İnancında İkrar ve Edep… Nil Deryasında Asa; Hermes Kültürü… İnanışlar ve Kültürlerde 7 Rakamının Açılımı… Turna Semahı’nın Simgesel Anlatımı… Süleyman Yıldız’ın Yorumu ile ‘Hazreti Şahın Avazı’ Deyişi… Sohbet Meyhanesinde Aşk Şarabı… Kandilin İçinde Fitil Olan Nedir?.. Süleyman Mabedinin Simgeselliği… Mevlana ve Sema… Haç Simgesi Neyi Anlatır?.. Diyonizos’ta Gezinti… Hz. Muhammed’e Kıble Olan Hz. Ali’nin Kabede Doğumu ve Hz. Fatıma… Kemal Yıldız Dede’nin Dilinde ‘Ey Zahid Şaraba Eyle İhtiram’… Anadolu Bilgeliğinde ‘Kendini Bilmek’ten Kastedilen Nedir?.. Bilim Adamlarının Röportajlarında ‘Kendilik’ Kavramı… Zihin ve Saf Şuurdan Kasdedilen Nedir?.. Anadoluda Yaşamış Olan Luviler Kimlerdir?.. İyonya Felsefe Okullarının Önemi… Dedeler ‘Gönül’ Derken Neyi Kasdediyorlar?.. Alevi Geleneğindeki Boz Atlı Hızır Söylemi Ne Anlama Geliyor?.. İslam Tasavvufunda Yeşil Renk ve Kadim Bilgelikte ‘Balık’ Simgesi… Carl Gustav Jung ile Hızır İlişkisi… Tahtacılar ve Hıdırellez Geleneği… Anadolu’da Apollo – Kibele Kültünün Sembolik Açılımı… Kemter Dede… Mehmet Saraçel Çelebi… Tunceli Hozatlı Ahmet Dede’nin Yorumu ile Kaf-Ü Nun Deyişi… Kaf ve Nun Emri Nedir?.. Kabe Kavseyn Ne Anlama Gelir… Allah’ın ‘Biz’ Hitabı; ‘Biz’ Derken Kasdedilen Nedir?.. Dursun Gümüşoğlu Röportajıyla Alevilik ve Şamanizm… Yaradılıştaki ‘Ses’… Kozmostaki ‘Aum’ Sesi… Kirlian Fotografisi ve Aura… Tasavvufta ‘Ayna’ Kavramı Neyi Simgeler?.. ‘Ali’ Kimdir?.. Dede-Baba Kavramlarının Kökeni; Dursun Gümüşoğlu Röportajı… Eril-Dişil Bütünselliği… Ney Nedir? Neyzen Selçuk Röportajı… Kuantum Fizik Deneyi; Dalga Parçacık Sorunu; Prof. Haluk Berkmen Röportajı… Sadık Gürbüz’ün Yorumu ile Hilmi Dede Baba’nın ‘Ayine Tuttum Yüzüme, Ali Göründü Gözüme’ Deyişi… Tokat Zileli Kemal Yıldız Dede’nin Sesinden Edip Harabi’nin ‘Ey Zahit Şaraba Eyle İhtiram’ Deyişi… Kadim Bilgelikte ‘Şarap’ Sembolizması… Neyzen Tevfik… Toplanma Çadırı-Mabet… Haç İşaretinin Anlamı ve Sembollerin Dönüşümü… Hz Ali’nin Kabe’de Doğumu… Alevi Cemlerinde Coşku… Dionysus (Diyonizos)… Hasan Çıkar Dede Röportajı; Akıl ve Aşk… Melamilik-Melamet Nedir?.. Orta Asya’da Başlayan ‘Melamilik’ Yolu… ‘Özeleştiri’ Kavramının Açılımı… Veysel Karani’de Melamet Hali… Sinoplu Diyojen… Pir Sultan Abdal’ın ‘Hırka Bir Derviştedir’ Dediği ‘Derviş’ Kimdir?.. ‘Namus’ Kavramının Açılımı… ‘Miraç’ın Batıni Yorumu… Pitagoras ve Semavat… Kudüs Neden Dünyanın Kalbidir?.. Özbek Şeyh Abdülaziz Buhari Sohbeti… İsrail’in Yaşamına Hayat Veren Kibbutz Geleneği ve Ahilik… Bahailik Dini… Musevi Sufi Rabbi Menachem Fruman ile Sinagog’ta Sohbet… Kudüs’te Bektaşi Müzikleri Dinleten Yakub’un Sohbeti… Dürziler ve İsrail’e Geliş Hikayeleri… Dersimli Pir Düzgün Baba… Metin Kahraman’ın Sesinden ‘Düzgün Baba’… Hz. Süleyman’ın Mabedi ve Simgeselliği… Batı Duvarı (Ağlama Duvarı) Neden Önemlidir?.. Hz. İsa’nın Çarmıha Gerildiği Golgota Tepesi ve Hz. İsa’nın Hikayesi… Etiyopyalı Siyahi Derili Yahudiler ve Melike Belkız’ın Hikayesi… Kızılbaş Kime Denir?.. Metin Kahraman’ın Yorumu ile ‘Ben Kızılbaşım’ Deyişi…» [10]

Daha önce sözünü ettiğimiz “ÇORBA” yahud şimdi unsurlarını sıraladığımız “AŞURE” vesilesiyle görülüyor ki, “anti-emperyalist mücadele” yürütenler, ister emperyalizmin ciğerini okumak istesinler, ister emperyalizmin işbirlikçilerini tanımak istesinler, ister emperyalizmin panzehirini bulmak istesinler, isterse emperyalizmin dünya hâkimiyetini hangi araç ve metodlarla kurduğunu öğrenmek istesinler; “sade suya tirit” bir anti-emperyalizm gevezeliğiyle ömür tüketmek yerine, emperyalizmin hangi “kültürel altyapı” üzerinde yükseldiğini de araştırmak zorundadır. Bu “kültürel altyapı” araştırmasına din, felsefe, bilim ve siyaset tarihi gibi sahalar girdiği gibi, mitoloji, parapsikoloji, gnostizm, okültizm ve diğer “ezoterik-batınî” gelenekler, ekoller veya örgütler de dahildir.

Dünyayı yöneten ailelerin hemen hemen “belli” olduğunu söylemiştik. Aşağı yukarı tüm kaynaklarda bu şekilde geçtiği üzere, “başlıcaları” olarak, Rothschild, Warburg, Rockefeller, Du Pont, Russell, Onassis, Bundy, Freeman, Kennedy, Collins, Astor, Li aileleri yahud buna eklenebilecek başka birkaçıdır bunlar. Hıristiyan-yahudi ve diğerlerinin bulamacı içinde “satanist” oldukları kadar, aynı zamanda “MASON”durlar. Geçmişten bugüne Tapınak ve Malta Şövalyeleri’nden, Gül Haç’tan, İlluminati’den, Skull and Bones’tan, Bohemian Grove’dan ve bunlar gibi irili ufaklı diğer “gizli” MASONİK örgütlerden kök alan; aşağıda hikâyesini anlatacağımız satanist “zihin kontrolü uzmanı” Doç. Ümit Sayın’ın sözünü ettiği meşhur “ORDO AB CHAO” yâni “Kaostan Düzen” MASONİK şiarını dünya kültür, siyaset ve ekonomisine –“TRAVMA temelli zihin kontrolü” teorisine de!- tatbik eden; yine bu çerçevede “globalizm ve yeni dünya düzeni” cereyanını açan; bu yüzyıl başlarından itibaren de TAVISTOCK “çatı örgütü” altında tüm dünyayı hâkimiyet “masa”larına bölerek, karşımıza “daha görünür” CFR, Bilderberg ve Trilateral Komisyon gibi oluşumlarla çıkan “ahtapot” gibi bir yapılanma. Bugün dünya siyasetine hâkim görünen figürler de, ya bizzat bu “gizli” örgütlerin mensubları veyahud da göstermelik birer “manken”den ibarettirler. Çünkü gerçek iktidar, kuklaların iplerini tutan bu “gizli” mahfillerdedir. Bunların “iradesi”ni Türkiye’de hayata geçiren temsilcileri ise, hemen her alanda köşebaşlarını tutan, Anadolu’nun kaymağını yiyip artıklarını biz “köleler”e bağışlayan ve MGK marifetiyle hemen her istediklerini yaptırtan “3000 aile”!..

Evet, bunlar MASON’dur ama bunların masonluğu da aynen satanistlikleri gibi çok farklı ve “üst seviye”dedir; dünyadaki başka yüzbinlerce “alt seviye” masonunki gibi değildir. Hele araştırmacı-yazar Aytunç Altındal’ın çok doğru tesbitiyle, Türkiye’deki çoğu “mason geçinen fason”unki gibi hiç değildir.

Türkiye’nin kimi “uluscu”ları gibi, bir yandan bu aileleri “emperyalizmin ağababaları” olarak lânetlerken, diğer yandan onların “materyalist mistik” iç dünyalarını ve kendilerine has şeytanî “masonluk” niteliklerini hafife veya dalgaya alırsak, aslımız ve biricik “panzehir”imizi de “irtica” diye damgalarsak, işte bugünkü gibi onların her bakımdan “kültürel emperyalizm” tornasından geçmiş olunduğu hâlde onlara kafa tuttuğunu sanmak gibi komikliklere düşülür.

Türkiye’deki her “uluscu”, mason karşıtı değil tabiî. Bunların ya mason ya mason işbirlikçisi olanları arasında, yukarıda kendilerinden çokça bahsettiğimiz Atatürkçü “Dost Tarikatı” ve onların devamı hâlinde “Anadolu Aydınlanma Vakfı” çevresi de var. Bunların şu ânki şefi olan ve maktûl İhsan Güven için internette özel bir sayfa açıp, ortak “ruhanî liderleri” İsmail Emre’den metinleri sitesinin baş köşesine koyan Metin Bobaroğlu hakkında, toplantılarına katılan biri bakınız neler diyor:

– «Kendisini bilmem, çok şey biliyor felan olabilir ama çevresindeki insanların yapısının genel hatlarını belirledim. Uzun zamandır grubun MASON ÖZENTİSİ toplantılarına canımın istediği vakitlerde gidiyorum. Kendisinin toplantılarına katılan insanların genel profili; orta üst veya üst sınıf ensesi kalın kodamanlar, anlam arayışına girmiş orta yaş krizi eşiğindeki kalbürüstü ulusalcı-kemalist emekliler ve yine ulusalcı-kemalist zengin çocukları.» [11]

Vakfın internet sayfasına girdiğimizde bizi karşılayan “sevgili dostumuz barış aktivisti ve yazar James O’Dea’nin Aramice olarak seslendirdiği İncil’den bir ayeti online dinleyebilirsiniz” şeklindeki “hizmet” duyurusunun altında, vakfın yayın organı Us Düşün ve Ötesi dergisinin reklamını görüyor ve oradan derginin ana sayfasına geçip, dergi yazarları arasında “en sık okunan yazarlar” acaba kimlermiş diye bakıyoruz. Kendi sıraladıkları listeden takib ederken, internet kaynaklarından haklarında elde ettiğimiz bazı bilgileri de bu arada sizlerle paylaşalım:

Birinci isim, Aykut Yazgan; tam 28 yıl masonluktan sonra, -dediğine bakılırsa- 30. dereceden ayrılma bir MASON ÜSTADI… İkinci “sık okunan” yazar; Telegram’ın da ayrılmaz parçaları olan “HİPNOZ” ve “NLP” uzmanı Balkan kökenli Cengiz Erengil; bu konularda “uluslararası” sertifikaları var… Üçüncü isim, artık tanıdığımız Metin Bobaroğlu; büyük şef… Dördüncü isim ilginç; başlangıçta bunların arasında ne işi var dediğimiz, ancak Oklahoma Üniversitesi ROCKEFELLER İnsanî Bilimler Bölümü’nde “bursiyer” olarak okuduğunu öğrenince artık merak etmediğimiz “İslâmcı” bilim tarihçisi Prof. İhsan Fazlıoğlu… Beşinci “sık okunan yazar” ise, artık hiç şaşırmayacağımız üzere, “Türkiye musevî cemaatinin yayın organı” Şalom’un kendisiyle röportaj yapacak kadar takdir ettiği bir YAHUDİ: İzzet Ers… “Sık okunan” altıncı isim ise, yahudi midir bilemiyoruz ama iflah olmaz bir Yahudisever olduğu Türk ve Yahudi Kültürlerine Bir Mukayeseli Bakış adlı kitabından belli Burhan Oğuz… Yedinci isim, amansız Necib Fazıl düşmanlığıyla marûf ve İslâmcı addedilen bir yazar olarak Dücane Cündioğlu ki, Mirzabeyoğlu’ndan nefret edenler arasında onun da adının geçmesi şaşırtıcı değil… Sekizinci sıraya geldiğimizde, kendimizi bulmacanın eksik parçasını bulmuş gibi hissetmemize yol açan “ŞAMANİZM uzmanı” Doç. Haluk Berkmen… Dokuzuncu sırada, güzel sanatlar fakültesinde profesör olmasından başka hakkında kayda değer bir bilgi edinemediğimiz Mehmet Özer bulunuyor… Onuncu sırada, yine çok çarpıcı “ilgi sahaları” olan bir yazar olarak Kaan Demirdöven’i görüyoruz. Şahsın “ne uzmanı” olduğunu bir “yakın dostu” anlatıyor:

– «Gerçek bir SİMYACI. İLLÜMİNATİ ve MASON öğretilerini kendisinden dinlediğim, kafamın daha çok karışmasına neden olan fazla zeki insan. Kaan sen çok yaşa!! » [12]

“Atatürkçü Dost Tarikatı” demişken, Kartal Cezaevi’nde işbaşında olan bu oluşumun Bolu F Tipi Cezaevi’nde uygulanan Telegram’da da hâlen aktif olup olmadığını bilmiyoruz. Zaten Telegram’ı Mirzabeyoğlu’na sadece belli bir “çevre” uyguluyor anlamına gelmemelidir bu anlattıklarımız. Telegram, ister Dost Tarikatçısı, ister Susurlukçu, ister 28 Şubatçı, ister Ergenekoncu, ister NATO’cu, ister uluscu, ister diyalogçu, isterse “muhafazakâr demokrat” olsun, cümle mason, mason işbirlikçisi ve tetikçilerinin DÖNEM DÖNEM dahil olduğu bir işkencedir ve Türkiye’de MGK (Derin Devlet!) kararı gereği uygulanmaktadır. Mirzabeyoğlu’na Telegram kararının alındığı demde devletin en tepe noktasındaki ismin, o dönem “MGK’nın başı” olduğu kadar 28 Şubat darbesinin de başı olan, ancak asıl önemlisi, dünyayı yöneten MASON-SATANİST-SİYONİST ELİT’in has adamı ve MASON ÜSTADI olmakla meşhur Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel olduğunu söylemek, ilâve izâha ihtiyaç bırakmayacaktır.

TELEGRAM’IN ARDINDAKİ SATANİST MAHFİLLER

Devletin “gözbebeği” bir “istihbarî işkence” cihazı ve uygulaması olan Telegram’ın –hâliyle!- “resmî” sorumlusu olarak MİT görünmekte ve parmaklar orayı işaret etmekteyse de, “MİT nedir ki? MİT’e gelinceye kadar devletin 8 tane başka örgütü var. MİT, adını duyduğunuz kurumdur” [13] diyen Aytunç Altındal’ın sözleri de yabana atılır cinsten değil. Neticede, Telegram’ı devletin tepe noktasındaki herkes biliyor, ancak “görevli-muvazzaf” personel veya “çevre” değişebiliyor.

Kuruluş gününden bugüne Türkiye Cumhuriyeti, bilindiği üzere, bağımsız, yâni “kararlarını kendi alan” bir ülke değildir. Halka karşı İslâm düşmanı “emperyalistlerin çıkardıkları çizmeleri”, T.C. vatandaşı işbirlikçi “idareciler” giymiştir yalnızca. Bu bakımdan, bir diğerine nazaran “nitelikleri değişen” Telegramcılar ve destekçilerinin yegâne ORTAK noktası da, “Şeytanî Dünya Düzeni” değerlerine ve bu düzenin ELİT efendilerine “şaşmaz” sadakatleridir. Bu yüzdendir ki, istisnâsız hepsinin baş düşmanı ve baş hedefi, ELİT’in baş düşmanı ve baş hedefiyle aynıdır: “Hâkimiyet Hakkındır” şiarını yükseltip Dünya İslâm Birliği’ni (BOP değil!) kurma ideali ve bu davanın “bir numaralı” idealisti Salih Mirzabeyoğlu! Çünkü Mirzabeyoğlu, emperyalistler ve işbirlikçilerinin koyduğu “normlar”ın dışına çıkıyor ve başka herkesi “torna”larından geçirebildikleri o NORMAL “beyin yıkama” metodlarından zerrece etkilenmiyor. Öyleyse ona daha farklı ve doğrudan bir “cerrahî müdahale” yapılması, hâkimiyetlerine başkaldıran bu “ur”un hiç acımadan “kesilip atılması” gerekiyor. Aynen CIA doktoru Prof. Delgado’nun alenen ifşâ ettiği gibi…

Telegram’ın “babası” Prof. Jose Delgado, “niçin Telegram?” sorusuna cevabı, üstelik Amerikan Kongresi önünde açık açık veriyor. Delgado’nun sayısız İngilizce kaynakta geçen 24 Şubat 1974 tarihli o meşhur sözü:

– «Toplumumuzun siyasî kontrolü için bir psikocerrahî programına ihtiyacımız var. Amaç, zihnin fizikî kontrolüdür. Kendisine sunulan normdan sapan ferd, cerrahî olarak kesilip atılabilir. Ferd, en önemli gerçeğin kendi varoluşu olduğunu düşünebilir, fakat bu yalnızca onun bakış açısıdır. Bu bakışta, tarihî yaklaşım eksiktir. Oysa insanoğlunun kendi zihnini geliştirme hakkı yoktur. Bu tarz liberal bir yaklaşım kulağa hoş geliyor tabiî. Ancak, beyni elektrikî olarak kontrol etmeliyiz. Bir gün ordular ve generaller, beynin elektrikî uyarımıyla kontrol edilecektir.» [14]

Velhâsıl, şu cumhurbaşkanı gitmiş bu cumhurbaşkanı gelmiş, şu başbakan gitmiş bu başbakan gelmiş, şu tetikçi gitmiş bu tetikçi gelmiş, şu genelkurmay başkanı gitmiş bu genelkurmay başkanı gelmiş, şu MİT müsteşarı gitmiş bu MİT müsteşarı gelmiş, şu emniyet müdürü gitmiş bu emniyet müdürü gelmiş, yâni etkili-yetkili makam ve mevkîlere “kimler” gelmiş yahud “kimler” gitmiş, bu yüzden hiç farketmiyor; Mirzabeyoğlu gibi “tam bağımsız” ve “İslâmî Dünya Düzeni” idealine baş koymuş YEGÂNE fikir ve aksiyon adamı, bu sebeble her devrin “baş düşmanı” ve “birinci işkence ve imha hedefi” olarak görülüyor.

Kısacası, Telegram’ı “tek bir kişi” veya “tek bir kesim” yapmıyor. Başa gelen-getirilen ve dünya hâkimi “şeytan”lara sadık cümle işbirlikçilerin eline bu cihaz tutuşturuluyor. İsterse kendi aralarında kanlı bıçaklı olsunlar ve “Şeytan’a en iyi hizmeti ben ederim!” rekabeti içerisinde bulunsunlar.

Şeytan’a hizmet etmek ve tapmak derken, bunları “mecazî” anlamda vurguladığımızı düşünenler varsa yanılıyor. Genelkurmay’ın “zihin kontrolü danışmanı” olduğunu kendisi söyleyen, İBDA Mimarı’nın Telegram adlı eserinde de isminin “altı çizilen”, Ergenekon’dan hapse girmesiyle çıkması bir olan (“azılı suçlu”ların bile “millî güvenlik” adına kullanılması teâmülü gereği, Telegram bahsinde “devlet” için yapacakları veya yarım bıraktığı işler var galiba!), yine ve elbette MASON olan farmakolog “adlî tıbçı” Doç. Ümit Sayın, bakınız Aydınlık dergisi haber müdürü Adnan Akfırat’a “Lüsifer-Şeytan”a taptıklarını nasıl fısıldıyor. Burada ayrıca ilginç olan husus ise, “uluscu”ların önde geleni Doğu Perinçek’in de “dış bağlantılı” üst seviye bir MASON oluşu. Türkiye’yi yöneten siyasetçi, bürokrat, asker, polis, istihbaratçı, işadamı, akademisyen takımının nasıl –neredeyse- baştanbaşa MASON olduğu ve “her anlamda” DÜNYA MASON ELİTİ’nin emrinde çalıştıklarını görmek de, -bilmeyenler için- çok çarpıcı. Ergenekon iddianamesine girmiş “chat” kayıtlarından okuyoruz:

– «Tarih: 18.02.2001

ÜMİT SAYIN: Bir darbe olasılığı var mı? Başka çare kalmamış gibi görünüyor.

ADNAN AKFIRAT: Mason cuntası var. Çetin Yetkin de İsrail bağlantılı. (…)

ÜMİT SAYIN: Çetin Yetkin ve Işıklı mason. Mason locaları Türkiye’de çok gerekli, gelince size bazı konuda daha fazla bilgi veririm.

ADNAN AKFIRAT: Son ADD kongresinde hepsi aynı cenahta Çevik Bir ve Yekta için çalıştılar.

ÜMİT SAYIN: Haklarında biraz yazılabilir, ama masonlar tehlike gibi gösterilmemeli, herkesin bileceği bilgiler göstermelik deşifre edilebilir. Özellikle iç çekirdek grup korunmalı.

ADNAN AKFIRAT: Askeri müdahale çare değil, Batı orduyu darbeye zorluyor. Türkiye’de çok köklü değişiklik yapılması gerek. askeri darbeyle bu olmaz. O zaman ordu bölünür. Siyasal bir güç zorunlu. Kıvrıkoğlu’nun masa benzetmesi bundan. Rumeliler grubu konusunda bilgin var mı?

ÜMİT SAYIN: İsimler var tabii ama bunları pek konuşmamak lazım, mesela Hospro’nun başındaki adam mason. Ertaç Tınar’ı mahfilde Yalım Erez’le kol kola dernekte gördüm, yani tüm iş dünyasının kilit noktaları.

ADNAN AKFIRAT: Ali Şen, Çevik Bir, İzzettin Doğan ekibi için Rumeliler deniyor?

ÜMİT SAYIN: Çevik Bir de mason.

ADNAN AKFIRAT: Hangi locada?

ÜMİT SAYIN: Bazılarını ABD’deki locaya kaydediyorlar. Ömer Şarlak mason, eski GATA komutanı. Tüm basın elimizde, ama Kıvrıkoğlu GATA’daki bazı kardeşlerimize zarar verdi.

ADNAN AKFIRAT: GATA’da tanıdığın var mı senin?

ÜMİT SAYIN: Elbette. GATA’daki masonların çoğunu biliyorum. Seni Tayfun’la tanıştırayım, çok yetenekli bir doktor. Önceleri senden çekinebilir. Masonlar hücre usulü çalışır, sana hemen açılmaz.

…………………..

ÜMİT SAYIN: 25 numara yani Nuri Ziyada 8000 kişi, 111’ler gurubunda 4000 kişi var.

ADNAN AKFIRAT: Kimler var yönetimde? Mesela Rahmi Koç var mı?

ÜMİT SAYIN: Evet Rahmi Koç var. Hatta benim tekris olduğum locaya özleme gelmişti. Sabancı’nın tüm adamları var.

ADNAN AKFIRAT: Medya patronları merkezde mi?

ÜMİT SAYIN: Dinç Bilgin’in adamları var, mesela Zafer Mutlu.

ADNAN AKFIRAT: Galiba Ercan Arıklı mason.

ÜMİT SAYIN: Medya patronlarının çoğu var, yani tepedekilerin, tutuklanan banka patronlarının çoğu mason.

ADNAN AKFIRAT: Vural Bayazıt’ın olduğunu da duydum.

ÜMİT SAYIN: Bunu bilebilmek mümkün değil, büyük loca bağlantılı olabilir, ben Ahmet Örs (medya patronlarından) ve Engin Eker’le aynı locadayım.

ADNAN AKFIRAT: İç gruba girmek için ne gerekiyor?

ÜMİT SAYIN: Ananı ve babanı bile gözden çıkaracak kadar davamıza sahip olduğunda iç grubumuza girebiliyorsun, çekirdek grup çok gizlidir. Doğu bey de çekirdekte, o iyi bilir.

ADNAN AKFIRAT: Bana bile bugüne kadar hiç belli etmedi.

ÜMİT SAYIN: Belli etmeyecek tabii. Sen katılınca sen de belli etmeyeceksin.

ADNAN AKFIRAT: Fark edilirse bi şekilde?

ÜMİT SAYIN: Gizleyemeyecek duruma gelirsen benim yaptığımı yaparsın.

ADNAN AKFIRAT: ??

ÜMİT SAYIN: Locadan bilgi sızdırıyorum dersin.

ADNAN AKFIRAT: Bu işe ısınmaya başladım.

…………………..

Tarih: 25.02.2001

ADNAN AKFIRAT: YÖK’te yeni atamalardan sonra Alemdaroğlu’nun durumu da çok sağlam değil. Sezer, rektör olarak Erol Manisalı’yı atayacak deniyor. Bu nedenle YÖK üyeliği önerisini kabul etmemiş.

ÜMİT SAYIN: Erol Manisalı mason.

(…)

ÜMİT SAYIN: Çetin Yetkin mason biliyorsun, belki de emredileni yapıyor, ama uykuda, çünkü henüz Antalya’da locamız yok, ama toplantılar için Bodrum’a gidiyor olabilir.

(…)

ADNAN AKFIRAT: Çetin Yetkin bir süre önceye kadar her ay Tel Aviv’e gidiyormuş. İstihbaratçı binbaşı bir sevgilisi varmış. Sen Çetin Yetkin’in “Türk Devlet Yaşamında Yahudiler” kitabını Cefi Kamhi’ye ithaf ettiğini biliyor musun? Yayın tarihi 1992, sonraki baskılarda ithaf yok.

ÜMİT SAYIN: Çünkü yazdığı yazıdaki bilgilerin hiç birisi kendine ait değil.

ADNAN AKFIRAT: Çetin Yetkin, İstanbul’da babalığı Prof. Suut Kemal Yetkin’den kalan mirası olan evi, değerinin kat be kat üstünde Jak Kamhi’ye sattı. O sıra 500. Yıl Vakfı’nın avukatıydı. Ondan aldığı parayla Antalya’da olağanüstü güvenlik önlemli bir ev almış.

…………………..

ÜMİT SAYIN: 25 numara ayrı dernektir, Sıraserviler’deki 33 dereceye kadar olan dernek ayrı dernek, illuminati ve iç çekirdek ayrı. 25 numarada sadece 3 derece vardır: Çırak, kalfa ve usta. Onlara mavi localar denir, burada da ismi öyle, öteki ise skotch riti.

ADNAN AKFIRAT: 25 numara Nuruziya’dan ayrı mı?

ÜMİT SAYIN: 25 numara Nuriziya’nın kendisi ve ABD United Grand Lodge of England’a ait. 111 numaraya düşmandırlar. 111 numara Fransız ekolu, La Grand Lodge Franciaes’e bağlı.

ADNAN AKFIRAT: Nuruziya ile Sıraselviler aynı, 111 ayrı, doğru mu anlıyorum?

ÜMİT SAYIN: Şimdi şöyle. Nuriziya sokak 25 numara bir dernek: Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Derneği. Sıraselviler’deki ayrı bir dernek ama oraya kabul edilmek için üstad mason olmak lazım, yoksa alınmazsın, giremezsin kapıdan içeri.

ADNAN AKFIRAT: Sıraselviler’e girecekler Nuriziya’dan seçiliyorlar, doğru mu?

ÜMİT SAYIN: Evet, Sıraselviler çok daha gizli felsefi bir dernek ve 33 numara, oraya kabul edilmek daha zor, ben orada başlangıçtaydım, ama buraya geldim.

ADNAN AKFIRAT: Sıraselviler Cad. No. 33’de mi? Derneğin adı ne?

ÜMİT SAYIN: Derneğimizin adı TÜRKİYE FİKİR VE KÜLTÜR DERNEĞİ. Modül apartmanıydı, bulmak çok kolay, Alman Hastanesi’nin karşısından sapıyorsun. Minik 4 katlı bir bina, tam adresini bulmam lazım, yani 9000 Nuriziyalının ancak 1000’i Sıraselviler’e gider.

ADNAN AKFIRAT: Peki sen nasıl Sıraselviler’de başladın?

ÜMİT SAYIN: Uzun uzun araştırıyorlar, seni iki üyesi oraya takdim ediyor, şu anda elimde ritüeli var, üstünde ORDO AB CHAO yazıyor.

ADNAN AKFIRAT: Nuriziya’da bekletilmeden hemen alıyorlar mı?

ÜMİT SAYIN: Hayır en az 5 yıl mavi localarda kalman lazım.

ADNAN AKFIRAT: Sen önce Nuriziya’ya mı gittin?

ÜMİT SAYIN: Evet, ben 1990’da Nuriziya’da tekris oldum yani initiation. Masonluk süreğen bir gizlilik ve emir komuta aşılamaya çalışır insanlara, bunun için birlikte tüm ritüellerden geçmemiz gerekli, daha sonra hızla yükselttiler beni, çünkü yurtdışına gidiyordum, İngiltere’de de katıldım, gelmeden çok kısa süre önce İngilizce konuşan bir locaya.

ADNAN AKFIRAT: Ne zaman Sıraselviler’e geçtin?

ÜMİT SAYIN: 1994’de.

ADNAN AKFIRAT: İngiltere’de nereye katıldın, Türklerin oluşturduğu bir loca var mıydı?

ÜMİT SAYIN: Hayır, Oxford, Hollanda ve ABD’de de katıldım.

ADNAN AKFIRAT: Türkiye’de kayıtlara girmesi sakıncalı bilinen kişilerin yurtdışında mason locasına kaydolduğu doğru mu? Örneğin Cevdet Sunay, 1968 yılında Roma’ya götürülüp oradaki locaya kaydedilmiş, sonra genelkurmay başkanı yapılmış. Genelkurmay başkanı veya Anayasa Mahkemesi başkanı gibi kişiler yurtdışındaki localarda kayıtlı bulunuyormuş, doğru mu?

ÜMİT SAYIN: Evet, bu olabiliyor. Olay şöyle, herhangi yabancı bir ülkede üstad mason olan kişi her ülkede toplantılara katılır ve her ülkenin localarının elemanı sayılır. Yani Çevik Bir ABD’de mason yapılmış olabilir. Derece atlamak için tören yapılıyor, gizli kelimeler veriliyor.

ADNAN AKFIRAT: Ama girer girmez üstad olabilmesi gerekmiyor mu? İstanbul’da Yücel locasında çok yakın bir arkadaşım var. Biraz anlattı.

ÜMİT SAYIN: Hayır, önce çırak oluyorsun, bir yıl sonra kalfa, sonra üstad. ABD’de yaklaşık 1-2 yıl kalan birisi hızla üstad olabilir.

ADNAN AKFIRAT: Türkiye’de mavi locada çıraklıktan ustalığa geçiş için üç yıl gerekiyormuş.

ÜMİT SAYIN: Evet ama ABD’de öyle değil, Türkiye’de ben iki yılda üstad oldum. Süreyi kısaltman için sana katkıda bulunurum, ayrıca yurt dışına çıkanları toplantılara katılsınlar diye üstad yapıyorlar, çünkü üstad olmayan uluslararası localarda toplantıya katılamaz. Sıraselviler’deki Skotch riti çok daha farklı. Orada da çok kolay 30’uncu dereceye gelebilirsin, yalnız İngiltere çok sıkı, orda çok ciddi. İngiltere’de MI5 ve MI6 büyük ölçüde masonlardan oluşur. Doğu beyin asıl tanışıklığı da oradan geliyor.

ADNAN AKFIRAT: Skotch riti ile Grant Lodge of England aynı değil mi?

ÜMİT SAYIN: Hayır. Grand Lodge of England tüm mavi locaların başındadır. Scotch riti ayrı bir dernektir ama onun başında da United Grand Lodge of Rites var ve merkezi ayrı, Londra’da, oraya gittim, herkes girebiliyor. Kitaplar da bizdekinin aksine gizli değil, bizde herşeyi saklar, gizlerler. Gerçi öyle de olmalı, Türkiye’nin şartları farklı. Solcular, faşistler ve şeriatçılar devletle yakınlaşıp temizliğe girişebilirler. Bizim için en büyük risk bu.

ADNAN AKFIRAT: Mavi localar, Skotch ritini üst organ olarak kabul ediyorlar mı?

ÜMİT SAYIN: Evet, herkes orada derece atlamaya çalışır.

ADNAN AKFIRAT: Hiyerarşi nasıl? Şöyle mi: tepede Skotch riti, altında Grand Lodge of England. Bunlara düşman olan da Fransız riti.

ÜMİT SAYIN: Evet. Fransız grubu çok etkili değil, 25 numara ve ABD/İngiliz grubunun onlarla konuşması bile yasak, oradaki toplantılara katılamaz. Halbuki Avrupa’da öyle değil, bu Demirel yüzünden oluşan kavgaya bağlı bir soğukluk.

ADNAN AKFIRAT: Türkiye’de masonlar arasında İsrail’e tavır konusunda bir bölünme var mı?

ÜMİT SAYIN: Öyle şey olmaz, belki göstermelik yapılır, içerde Mossad’ın ve pek çok yahudinin olduğunu biliyorum. Ahmet Örs bizim dostluk locasının eski üstadı muhteremi, üstadı muhterem doğuda oturur. Her locanın kendi yöneticilerinden oluşan bir de iç grubu vardır, buna ENVAR derler.

ADNAN AKFIRAT: Doğuda oturandan kastın ne?

ÜMİT SAYIN: Locanın doğusunda yöneticiler oturur, kuzey ve güneyde ise kalfa ve üstadlar, batıda ise bazı görevliler.

ADNAN AKFIRAT: Sen de doğuda oturmuşsun.

ÜMİT SAYIN: Hayır ben doğuda oturmadım, daha üstadı muhterem olmadım çünkü. Üstadı muhterem olursam her hafta belli vaktimi envara ayırmam lazım. Bir de sırasıyla gider, birinci nazır, ikinci nazır, ve üstadı muhterem.

ADNAN AKFIRAT: Üstadı muhterem kaçıncı derece, sen kaça kadar çıktın?

ÜMİT SAYIN: Mavi localarda herkes eşittir. Mesela rahmetli İlhan Güngören’i biliyorsun, o hiç yukarı derecelere devam etmedi. Ama piramit, sevgi ve üçgen localarını kurdu, yani iki dernek birbirinden çok ayrı, sadece Sıraselviler’e girebilmek için üstad mason olman lazım.

ADNAN AKFIRAT: Nuriziya’da üstadı muhterem olmadan da loca kurabilir misin?

ÜMİT SAYIN: Hayır, loca kurman için üstadı muhteremlik yapmış olman lazım, sonra da 30 üstad bulman lazım. İlla Sıraselviler’de devam etmen gerekmiyor, o ayrı dernek. Bir de bunların dışında illuminati var, onu kimse bilmiyor, ama İlhan bey beni hazırlamak için çok şey anlattı, çok samimiydik biliyorsun, illuminatinin içinde olanlardan biri Ahmet Örs, babası Hayrullah Örs büyük üstadlık yaptı.

ADNAN AKFIRAT: Babadan oğula mı geçiyor?

ÜMİT SAYIN: Evet, bir masonun oğlu 18 yaşında mason olabilir, ama normalde 30 yaşından önce sıradan kişileri almazlar. Baban masonsa ve büyük üstadsa her kapı açılır.

ADNAN AKFIRAT: Ama illuminatiye girmek için başka özellikler gerekmiyor mu?

ÜMİT SAYIN: İlluminatiye girmek için 28 derecenin üstünde olman lazım. İlluminati iç istihbarat teşkilatı gibidir.

ADNAN AKFIRAT: Başında kim var?

ÜMİT SAYIN: Başında kim olduğunu söylersem gülersin.

ADNAN AKFIRAT: Söyle.

ÜMİT SAYIN: Lucifer yani şeytan. Şaka yapmıyorum. Son gelinen nokta şeytana tapış. İnanamıyorsun değil mi ama öyle ve aslında bunun rahatsız olunacak yanı yok, doğruları ve yanlışları belirleyen bizim düalist çalışan mantığımızdır. İlluminati’de büyük locadan kendini şeytan rolüne sokan bir üstadımız ritüeli yönetir.

ADNAN AKFIRAT: İlluminatinin başında kim var diye sormuştum?

ÜMİT SAYIN: Ben de illuminatinin başını söylüyorum, inanç bu, başında şeytan olduğuna inanılır, ama tabii ki birisi o rolü oynuyor.

ADNAN AKFIRAT: Mesele ritüel değil, istihbarat faaliyetini ve örgütü kim yönetiyor?

ÜMİT SAYIN: İstihbarat faaliyetinin başında büyük loca görevlileri ve büyük locanın seçtiği bir grup var.

ADNAN AKFIRAT: Sıraselviler derneğinin İlluminati’ye bir etkisi var mı veya ilişkileri nasıl?

ÜMİT SAYIN: Kesinlikle var, olmaz mı! Ama illuminatinin ana binası farklıdır.

ADNAN AKFIRAT: Nuruziya’nin dışında mı?

ÜMİT SAYIN: Evet.

ADNAN AKFIRAT: Üyeler, Dernekler Masası’na bildiriliyor mu?

ÜMİT SAYIN: İçişleri Bakanlığına bildirmeleri lazım, ama yaşayanlar yerine ölen eski üyelerini bildiriyorlar, merak etme 

ADNAN AKFIRAT: Yani insan acaba diyor.

ÜMİT SAYIN: Hem öyle herkesin listesi locada tutulmuyor. Asker, mitçiler, gazeteciler, hakim savcılar, polis müdürleri, büyük işadamları. bürokratlar, rektörler, siyasetçiler falan bunların listesini yalnızca büyükelçilik tutuyor.

…………………..

ÜMİT SAYIN: Lionesslerin masonlarla ilişkisi yok, onlar sadece adam kazanmak için bir havuz, masonlarda ana örgüt değil.

ADNAN AKFIRAT: Anladım.

ÜMİT SAYIN: Abi bu gizli cemiyetler rüyana girecek şimdi.

ADNAN AKFIRAT: Ne yapalım Ümit, şimdiye kadar dava diye kendimizi boşuna tüketmişiz, meğer kimler kimler işin içindeymiş.

ÜMİT SAYIN: Geç kalmak göreceli bişeydir boşver.

ADNAN AKFIRAT: Sevgili Ümit, sabah erken işim var. Yatmam gerek.

ÜMİT SAYIN: Tamam, sevgiler.

ADNAN AKFIRAT: Yasemin’e de selam. Tamam.» [15]

 

MİRZABEYOĞLU’NA SALDIRAN “İSMAİL” DE KİM?

“Şeytan” veya “Lüsifer” demişken… “Kenan” ismini kullanan bir Telegram’cıyla Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu arasında geçen, içine “İsmail”(!) isminde bir “Şeytan”ın da dahil olduğu “olağanüstü” iki Telegram sahnesi. Yıl 2000-2003 arası:

– «Yatarken, Kenân’ın lâflamaları ve tehditleri. Uykuya dalma yorgunluğu içinde, uyuma veya uyumama tercihi bana bırakılmış gibi klâsik bir numaraları var ki, onun tatbikine mevzuyum. Bu, tehlikeden kurtulmak için uykusuzluktan çıldırma gibi bir hâle düşmenin başlangıcı. Ben, uykuyu tercih ediyorum. Üzerinizde bir elektrik gerilim hattı bulunduğunu düşünün, size olan mesafe ayarı sizin kendinizi salıp salmamanıza bağlı, sizin iradenize nisbetle çekimine girip girmeme şeklinde bir karar azabındasınız, neticede gücünüz tükeniyor ve ona yapışık uyuyorsunuz veya neyse ne. Klâsik bir numara dedim; tecrübelerime binaen mani olunabilir bir şey olmadığını bildiğimden, kendimi meçhule salıyorum, ne olacaksa olacak.

Âniden, vücudumu sarıcı bir elektrik ve mıknatısiyet tesiri, ama kapma şeklinde değil. Ranzanın altından olağanüstü bir hızla birden üzerime atlayan, mukavemetimi önlemek için de Kenan’ın sesiyle “şimdi kollarını kilitleyeyim de gör!” diyen, KEÇİ gibi üçgen yüzlü ve uzun kulaklı, kuyruğu kanguru kuyruğu gibi, hayvanca pençeleri – o görünüş içinde son derece ürkütücü maymun elli, toplam olarak; ŞEYTAN tasvirlerinin, duyu organlarımla idrak ettiğim canlı hâli… Derisi ve ayı tüyünü andıran tüylerinin rengi, siyaha çalan kahverengi… İsmi de İSMAİL… Arka yandan, sağ tarafımdan bana sarılmış, boğuşma hâlindeyiz ama, muazzam kuvvetli ve benle alay ederek, “hadi kurtul da görelim!” diyor. Bileklerimi yakalayan elleri ve eklem yerlerinde göze batan kemikli ve uzun biçimsiz parmakları, dikkat çekici; sadece parmak uçları – tırnak kısmı, insanınkini andırıyor. Avuç kısmına doğru açılan rengiyle, sanki zenci elini andıran bir el intibaı alıyorum. Kurtulmak için bütün gücümü kullanmama rağmen mümkün olmayınca, hırsla sağ elini ısırıyorum; hem de nasıl. Canı yanıyor ve şimşek hızıyla üstümden ranzanın altına doğru kaçıyor.

Uyanıklıktan uyanıklığa geçmişim gibi bir hâldeyim. Şimdi dikkat: Bu hâdise, rüyâda şunu gördüm, böyle oldu gibi bir şey değil, birebir fiziken yaşanan bir hâdisedir. Isırmamla ilgili olarak, çenemi ve dişlerimi kontrol ediyorum, hani dişlerimin birbirine teması sözkonusu mu; değil. Can havliyle ve bütün gücümle ısırmamın tadı ve kaçırmış olmakla rahatlamış olarak, zafer kazanma hissiyle, “nasıl anlatabilirim”i düşünüyorum. Aslı karartan ve durumu zorlaştırabilecek olan sahte “ben de”lerden korunmak için. Gece sessizlik devam ediyor. Ben en rahat ve sakin uykularımdan birine dalıyorum.

*

Kenan’ın tehditleri ve benim meydan okumalarımın ardından, onun “bu gece içine gireyim de gör!” kızgınlık ifâdesi. Sözün telkin tesiri ve o zaman bilmediğim için ifâdelendiremediğim “frekans-dalga” ayarıyla, bekleyiş ürpertisi içindeyim. Koridordan bir ses gelmediği gibi, içinde bulunulan yerin nereye nisbetle ne mesafede olduğunu da karıştıran aktarılmış sesler veya ses indirmeler de yok. Sessizlik neşrediliyoru andıran bir mekân sessizliği. Evet; büyük bir ihtimâlle içime girecek. “Ne olacak, nasıl olacak?”… Daldım, uyudum: Birdenbire, Kenan’ın köpürmüş konuşmasıyla içimde, içimi paramparça eden, sanki bir araba motorunun yatağından çıkmış – daha doğrusu yataksız, dört bir yana savrularak işleyen pistonların verdiği bir acı. Bu bir benzetme; içimi paramparça eden, cin gibi içime süzülmüş Kenan, suretsiz bir tesir. O şok edici acıdan sonra, iki katlı ranzanın enlemesine ortadan üstüme doğru bükülüşü ve aynı ânda benim ranzada, aşağı doğru. Düz bir kağıdı üstünden kalemle bastırarak bir boruya sokar gibi bir karmaşa şeklinde, muazzam bir enerjiyle emen boşluğa doğru, ranza, yatak, ben, daha ne varsa gidiyoruz; yok oluş! Bir ânda olup bitiveren bir hâdise. Aynı ânda ayıklık ve herşey yerli yerinde. Bu bir rüyâ değil, alelâde soydan gerçek de değil. Kim ne derse, bir altını sorarım. Böyle benzer izâhtan vareste hâdiseler, sonradan ilgimi Şaman ritleri ve kuvantum fiziğine döndürdü. 2003 yılında SEFİNE isimli eserimin vesilesi bu. Ondan sonra, umumi olarak yaşananlarla örtüşebilir usûlleri de ihtiva eder, ÖLÜM ODASI – B. YEDİ’nin altyapısı niyetine, aynı sene içinde TELEGRAM isimli kitabım.» [16]

Buradaki “İSMAİL” isimli Şeytan da nereden çıkmış olabilir diye düşünülebilir. Belli ki SAMAEL’i Türkçeleştirmiş Telegram’cılar. Çünkü SAMAEL, Şeytan’ın –aynen Lüsifer gibi- bir diğer ismi.  Wikipedia’dan takib edelim:

– «“Muhalif, bozucu ve bozguncu” gibi anlamlara gelen İbranice “Satan” kelimesinin kökü “komplo kurmak” anlamına gelir. İbranice’den Latince ve Yunanca’ya, oradan da diğer Batılı dillere geçmiştir.

Arabça’da “şetane” sözcüğü “rahmetten uzaklaştı, hak’dan uzak oldu” anlamlarına gelir. Eski Mısır’da fırtına, karanlık, ve kaos tanrısı Set (Seth, Setesh, Sutekh, Setekh veya Suty), göklerin tanrısı Horus ile savaşmış ve çöle sürülmüştür (kovulmuş).

Latince’de “Diábolus, Diaboli”, İspanyolca’da “Diablo”, Yunanca’da “Diabolos”, “Karanlıkların Efendisi,” “Beelzebub” (Sinek Kral), “Belial”, “Mephisto”, veya “LUCİFER”, eski Türkçe’de “Yek” veya “Albız” olarak geçer. Kabbala felsefesinde “SAMAEL” olarak geçer.» [17]

SAMAEL yâni ŞEYTAN, Mirzabeyoğlu’na “KEÇİ KAFALI BAPHOMET” kılığında gösteriliyor ki, Baphomet de Şeytan’ın diğer bir ismi veya tasviri. İlmî Araştırma dergisinin Haziran 2002 tarihli 8. sayısında yayınlanan “Şeytana Tapanların Sahte İlahı: Baphomet” başlıklı makaleden bir bölüm naklediyoruz:

– «Tapınak şövalyelerinin taptıkları BAPHOMET isimli ŞEYTAN, o tarihten bugüne kadar şeytana tapmanın sembolü hâline geldi. Baphomet ile ilgili en ayrıntılı bilgi ise günümüze 19. yüzyılın önemli okültist (büyücü) ve kabalistlerinden olan Eliphas Levi’den gelmiştir. Levi, Baphomet ile ilgili yaptığı çizim ve tasvirlerde onu genelde iki suratlı, insan vücudunun üstünde bir KEÇİ KAFASIYLA ve kanatlarla göstermiştir. Baphomet’in vücudunun üst kısmı bir kadına, altı ise bir erkeğe âidtir. Figürün çift cinsiyetli olması homoseksüelliği kabul görür hâle getirmek için kullanılmıştı.

Eliphas Levi 1810 yılında Fransa’da doğdu. Okula gittiği yıllarda rahiblik eğitimi almaya karar verdi. Fakat daha sonraları okültist olabilmek amacıyla rahiblik mesleğini bıraktı. Ortaya attığı ve Kilise tarafından günahkarlıkla suçlandığı konulardan bir tanesi de Katolik Kilisesi’ne karşı doktrinler vaz’ıydı. Hayatı boyunca esrarlı konularla ve Kabala ile ilgilendi. Büyü ve Kabala üzerine birçok kitabı olmasına rağmen, Levi’nin en çok bilinen çalışması Tapınak şövalyelerinin taptığı şeytan Baphomet’tir. (…)

Çok fazla bilinen bir konu olmamasına rağmen, Eliphas Levi, şeytanın sembolü olarak Baphomet’i ters çevrilmiş pentagramın içinde sembolize eden ilk kişiydi. Nesta Webster, Eliphas Levi’nin sadece Tapınakçıların Baphomet’e tapmadıklarını, ama aynı zamanda onları izleyen bütün gizli örgütlerin de öyle yaptığı inancında olduğunu Secret Societies and Subversive Movements isimli eserinde şu şekilde açıklamıştı;

“Kabala’nın bilgisini tanımlayalım… ve Tapınakçılara zulmeden, büyücüleri yakan ve Masonları aforoz eden Kilise’nin büyük zaferi için, yüksek sesle söyleyelim; Okült bilimleri başlatanlar, bu korkunç sembole (Sabatik KEÇİYE) her zaman taptılar ve tapacaklar… Evet, derin bilgimizle, Tapınağın büyük üstadları Baphomet’e taptılar.”» [18]

Tesbit, doğru! Şeytan’a taptıkları gerekçesiyle yüzyıllarca önce Papa’nın hışmına uğrayan ve ele geçirilen hemen tüm mensubları öldürülen “Tapınak Şövalyeleri”nden başka, günümüzde “üst derece” MASONLAR için de Baphomet “kutsal”; öyle ki 29. dereceye kabul merasimi kendisine adanıyor:

– «Mason belgeleri uzmanı öğretmen Dr. Fara, kitabı La Massoneria y su Obra’da (Masonluk ve Eserleri) şunları yazdı: “29. dereceye kabul seremonisi panteist bir sembolle kutlanıyor: boynuzları arasında meşale bulunan bir keçinin kafasına, büyük meleklerin kanatlarına, insan kollarına ve ellerine, göğsünde gül ve haç bulunan bir kadının bedenine sahib bir sembol.» [19]

DÜNYA SATANİZMİNİN KEMALİST BABASI

Ümit Sayın’ın mason localarında üzerine konferanslar verdiği “büyü ve bilim”in veya Em. Kur. Alb. Baha Kadıoğlu’nun seçtiği ifâdeyle “teknomaji”nin ZİHİN KONTROLÜ çerçevesindeki ilk uygulamaları “uyuşturucu”larla yapılanlar olarak gözüküyor ki, bu bahiste “öncü” rol oynayan bir “yaratık” da, Aleister Crowley (1875-1947). Bu da “kim”dir derseniz; kendisine şu meşhur BAPHOMET’in adını yakıştıran, “modern satanizmin babası” olarak bilinen, annesi tarafından bile “Büyük Canavar” diye nitelenen, İngiliz istihbaratının (MI5 ve MI6) üst seviye ajanlığını yapan, Telegram’ın mucidi ve dünyayı yöneten ELİT’in “çatı örgütü” (“Büyük Kulüb”ü de diyebilirsiniz!) İngiliz kökenli TAVISTOCK teşkilâtıyla ilk kurulduğu 1920’lerden itibaren omuz omuza çalışan, 150 kadar genç erkeği şeytan âyinlerinde katledip kurban eden, “yüzyılın en kötü adamı” olarak nâm salan, büyücü, homoseksüel, çocuk tacizcisi, velhâsıl tüm olumsuz sıfatların kendisini tarifte âciz kalacağı bir İngiliz MASON ÜSTADI. Wikipedia’da, bu sapığın “zihin kontrolü” tecrübelerine “katkı”sı şöyle anlatılıyor:

– «Aleister Crowley, insanların spiritüel tecrübeler dediği şeyleri araştırmakta bilim metodunu kullanmak gerektiğini öne sürmüştür. Yayınladığı The Equinox dergisinin sloganı, “Bilimin Metodu, Dinin Hedefi” (The Method of Science, the Aim of Religion) idi. Bununla mistik tecrübelerin değersiz görülmemesi gerektiği ancak altta yatan dinî veya nörolojik anlama ulaşmak için tecrübe edilmesi ve eleştirilmesi gerektiğini kasdetmekteydi. Bu yönüyle Crowley, kendisinden sonra gelen ve psikodelik (halüsinojen) uyuşturucularla bilim metodunu kullanarak tecrübeler yapan Dr. Timothy Leary’nin de habercisi gibiydi.» [20]

Modern satanizmin babası Aleister Crowley’in “habercisi” olduğu ifâde edilen Dr. Timothy Leary’nin (1920-1996) kim olduğuna gelince; CIA adına sentetik halüsinojen LSD uyuşturucusunun geliştirilmesinde ve LSD’nin “zihin kontrolü” tecrübeleri çerçevesinde “cezaevindeki mahkûmlar” üzerinde denenmesinde başı çekmiş bir diğer sapıktan başkası değil. [21]

Mücessem Şeytan Crowley’in “emperyalist ELİT’in çatı örgütü” TAVISTOCK’un teorisyenliğini ve patronluğunu yaptığı “travma temelli ve uyuşturucu destekli zihin kontrolü” projesine katkısı bu kadarla da kalmamış. ABD başta olmak üzere, Batı’da tecrübeleri yapılan bu “şahsiyeti imha projesi” çerçevesinde, Rockefeller Fonu sponsorluğunda hayata geçirilen “cinsî devrim”in meşhur mimarlarından Alfred Kinsey’in de fikir babalığını yapmış! [22] “İster tecavüz et, ister adam öldür, neyi canın çekiyorsa durma yap; SINIR, DEĞER VE KURAL TANIMA!” felsefesi(!)…

Bir diğer ifâdeyle, Crowley’in felsefesi, Kinsey’in felsefesi olmuş. Peki Kinsey’in felsefesi ne olmuş? Türkiye gibi kimi ülkelerde kendisini takib edecek başka “zihin kontrolü” uzmanlarının “devrimci” teorilerine ilhâm kaynağı olmuş! Bu “seks” uzmanlarından biri de kimmiş dersiniz: Tantrik Cinselliğin Sırları adıyla bir kitab kaleme alan, sıkı durun, yine Ümit Sayın! Hem bu yolla, şu malûm “AŞURE”ye bir Budist baharatı “katkı”sı da yapmış! [23]

Dönelim Crowley’e… BAPHOMET yâni Şeytan lâkabını kendisine yakıştıran Aleister Crowley, “herhangi biri” değil. Crowley’in, birçok İngilizce kaynakta, Amerikan başkanları olan Bush’ların Barbara Bush yoluyla “gayrimeşru” dedesi olduğu, son derece ciddi bilgi ve gerekçelere dayandırılarak iddia ediliyor.  [24]

Orası Amerika’nın derdi olsun. Yalnız bizim için özellikle üzerinde durulması gereken husus, Crowley’in bir yönüyle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun mânâsını anlamak bakımından da “anahtar” rol oynayabilecek bir isim olması. Buna bilâhare geleceğiz. Ama önce, Mirzabeyoğlu’na Telegram işkencesi yapanların da “saygı”yla andıklarına ve “sapıklık” felsefelerine “katkı”sı bakımından kendisine çok şey borçlu olduklarına emin olduğumuz Aleister Crowley’i biraz daha yakından tanıyalım:

– «Modern satanizm olarak adlandırılan ve günümüzde etkin olan satanizm ise 1960’larda Amerika’nın California eyaletinde ortaya çıktı. Anton Szandor LaVey adlı kişi, 1966 yılında “Church of Satan” (Şeytan Kilisesi)’ni kurduğunu açıkladı. Ancak LaVey’den çok daha önce, 1900’lerin başında yaşayan Aleister Crowley günümüzdeki satanizmin ilk temellerini atmıştı. “Büyük Canavar” (The Beast 666) lâkabı ile anılan Crowley, yaptığı büyüler ve hayvanların katledildiği, uyuşturucunun yoğun olarak kullanıldığı kanlı âyinleriyle meşhur idi. Crowley’in felsefesinin temel noktasını, “ne istiyorsan onu yap” düsturu oluşturuyordu. Bu felsefe, Crowley’e göre Şeytan tarafından kendisine yazdırılmış olan, The Book of Law (Kanun Kitabı) adlı kitabta ayrıntıları ile anlatılmaktaydı. Bu sapkın inanca göre insan, içinden geçen her ne ise, bunun sebeb olacağı felaketleri ve kötülükleri düşünmeden, onu hemen yapmalıydı. Örneğin canı taşkınlık istiyorsa her türlüsünü yapmalı, birine kızgınlık duyduysa öfkesini hemen dışa vurmalı, hattâ içinden karşısındakini öldürmek geçiyorsa bunu hemen yerine getirmeliydi. Toplumda dirlik ve düzen bırakmayacağı açıkça belli olan bu anormal fikirleri Crowley şu sözler ile savunuyordu: Ben kutsal şeylere küfretmeyi, cinayeti, tecavüzü, devrimi istiyorum. İyi veya kötü herhangi bir şeyi, yeter ki güçlü olsun. Aleister Crowley’in “insan canı ne istiyorsa onu yapmalıdır” felsefesiyle anlatmak istediği şey, insanın içinden geçen her türlü kötü düşünce, duygu ve kararları hiçbir sınırlama olmadan yerine getirmesidir. Diğer bir deyişle, nefsi insana ne emrediyorsa insanın ona uyması, nefsine hâkim olmayı bırakması.» [25]

Crowley, “kültür emperyalizmi” denilince aval aval bakınanların yahud “mason” veya “satanist” denilince dudak bükenlerin dikkatle okuması gerektiği üzere, “V” şeklindeki tüm dünyaca kullanılan şu meşhur “zafer”(!) veya “barış”(!) işaretinin de mucididir ki, bunu Nazi selâmı ve Svastika’sına karşı MASON ÜSTADI Winston Churchill’e benimsetmiştir:

– «…Yalnız Alman tarafında değil, müttefikler tarafında da majikal âyinler siyasî amaçlarla kullanılmıştı. İngilizlerin ünlü “V” (Victory=Zafer) işareti, 1940 yılına kadar yüksek dereceli MASONLAR tarafından bilinen bir işaretti. 1940 yılında, kendisi de yüksek dereceden MASON olan Winston Churchill, İngiltere’nin Hitler’in başarılı ej majisinin (Alman selâmı) kurbanı olacağı korkusuyla, ünlü Mason üstadı ve satanist A. Crowley’den yardım ister.

Crowley, “V” işareti –ki, bütün cinler yeryüzüne insin, anlamındadır- ile bu tehlikeyi savuşturmayı düşünmüştü. Alman okültist Franz Bardon’un açıklamalarına göre, Adolf Hitler, FOGC (Freimaurerische Orden der Goldenen Centuire – Altın Çağ Masonik Tarikatı – ki 99’lar locası olarak da biliniliyordu) locası üyesiydi.» [26]

Buna da “komplo teorisi” diyebilecekler için, İngilizce Wikipedia’dan ilgili bölümü aktarabiliriz:

– «British Occultist Aleister Crowley claimed to have invented the usage of a V-sign as a magical foil to the Nazis’ use of the Swastika in February 1941. He maintained that he passed this to friends at the BBC, and to the British Naval Intelligence Division through his connections in MI5, eventually gaining the approval of Winston Churchill. Crowley pointed out that in his 1913 publication Magick a V-sign and a swastika appear on the same plate.» [27]

Şimdi geldik en can alıcı bölüme… Aleister Crowley adlı bu yaratığın en büyük amacı neymiş bilir misiniz; “Şeytan’ın oğlu Golem’i dünyaya getirmek”!.. [28] Bunu başaramamış olsa gerek ki, “bildik” türden bir oğlu olmuş, 1937’de doğan bu oğluna da, hatırasına şiirler ithaf edecek kadar çok sevdiği “idol”ü ATATÜRK’ün ismini vermiş: Aleister Atatürk! Teferruatını Akademya yazarı Reha Suvari’nin makalesine havâle edelim ve burada yalnızca “vatanı İngiliz emperyalistlerinden ve İngilizlerle anlaşan mürtecilerden kurtaran uluscular”a ACEP NEDENDİR diye soralım. Gizli anlaşmaların arşivlerine bizden daha vâkıf oldukları için, cevabını onlar daha iyi verecektir muhakkak!..

Mirzabeyoğlu’na Telegram’da “keçi kafalı şeytan” kurgusuyla işkence yapılması bir “tesadüf” değilmiş demek ki! “Kalb, kalbe karşıdır!”, malûm. Telegram’cılar, Crowley’i ve taptığı Şeytan’ı seviyor; Crowley de Telegram’cıların kendisi için çalıştığı devletin kurucusunu seviyor!.. Allah “seven”leri ayırmasın, ahirette hepsini hep beraber haşretsin, ne diyelim.

İBDA Mimarı’ndan, “kurucu felsefe”ye de ışık tutabilecek ve bu yüzden “kurucu felsefe” uzmanlarının hepimizden önce cevablayabileceği bir “bilmece”yle devam edelim:

– «Okuyucuya bir bilmece: Alevî-Bektaşî Babası’nın çadırında birkaç ay “feyz” alan ve Ruslar’ın Rasputin’i misâli karşısındakini hipnotize ve tasarruf edebilen “Türk Büyüğü” kimdir?» [29]

Ve nihâyet, “yeni dünya düzeni”ne ve onun “bulamaç din”ine güya isyan bayrağı açan Atatürkçü ve uluscu taifeye şunu söyleyelim: Bizce siz değil, Telegram’cılar “Atatürk’ün izinde” daha ziyâde! İtirazınız mı var? Öyleyse bir “araştırma ödevi” size: “Kurucu Önder”, haydi “kaynak” ipucunu verelim de tam olsun, 2007 yılında Alfa Yayınları’ndan 17. Basımı çıkan Nutuk’un 508 ve 510. sayfaları arasında, şu İngiliz orijinli tek-devlet’çi “yeni dünya düzeni”nin ve “inançlar bulamacı dünya dini”nin övgüsünü yapıyor mu, yapmıyor mu? Haydi bir “güzellik” daha; cevabın saklı olduğu satırlar da bizden:

– «Efendiler, İngiliz tarihçilerinden Wells, iki yıl önce yayınlanan bir tarih yazdı. Eserinin son sayfaları “Dünya tarihinin gelecekteki safhası” başlığı altında bazı düşünce ve görüşleri içine almaktadır. Bu görüşlerin yönelmiş olduğu hedef “Un gouvernement fédéral mondial” yani “birleşik bir dünya devleti”dir.

Wells, bu bölümde, birleşik bir dünya devletinin nasıl kurulabileceğini ve böyle bir devletin önemli ayırıcı özellikleri ile ilgili tasavvurlarını belirtiyor; adaletin ve tek bir kanunun hâkimiyeti altında dünyamızın ne durumda bulunacağını tahayyül ediyor.

Wells, “bütün hâkimiyetler tek bir hâkimiyet içinde eritilmezse, milliyetlerin üstünde bir kuvvet meydana çıkmazsa, dünya mahvolacaktır” diyor ve “gerçek devlet, çağdaş hayat şartlarının bir zaruret hâline getirdiği birleşik dünya devletinden başka birşey olamaz”; “hiç şüphe yoktur ki, insanlar kendi icatları altında ezilmek istemezlerse er geç birleşmeye mecbur olacaklardır” görüşünü ileri sürüyor.

“İnsanlığın dayanışması ile ilgili büyük hayallerin sonunda gerçekleşmesi için ne yapmak ve neyin önüne geçmek gerekeceğinin doğru olarak bilinmediği” ve “saldırgan bir dış siyaset geleneğine sahip olan devletlerin, birleşik bir dünya devleti tarafından güçlükle temsil edilebileceği” de bildiriliyor. Wells’in “Avrupa ve Asya’nın felâketleri ve ortak ihtiyaçları, belki dünyanın bu iki parçasındaki milletlerin bir dereceye kadar birleşmesine yardım edecektir”, “olabilir ki, dünya ölçüsünde bir birleşmeye gidilmeden önce, bir sıra bölgesel birleşmeler yapılabilir” şeklindeki düşüncelerini de kaydedeyim.

Efendiler, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşüncede yükselip olgunlaşması, Hıristiyanlığı, Müslümanlığı, Budizmi bir yana bırakarak basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak duruma getirilmiş saf ve lekesiz bir dünya dininin kurulması ve insanların, şimdiye kadar kavgalar, çirkeflikler, kaba istek ve iştahlar arasında bir sefalethanede yaşamakta olduklarını kabul ederek, bütün vücutları ve zekâları zehirleyen zararlı tohumları yok etmeye karar vermesi gibi şartların gerçekleşmesini gerektiren «birleşik bir dünya devleti» kurma hayalinin tatlı olduğunu inkâr edecek değiliz.»

Belki hepimize düştüğünü sandığımız bir araştırma vazifesi ise galiba şu: Türk Telegram’cıları ve masonları vesilesiyle  çizdiğimiz manzaraya bakarak, Türk masonlarıyla Alevî-Bektaşîlerin, Batının gizli örgütlerinden ve onların “ezoterizm-batınîlik”lerinden TEK YÖNLÜ olarak etkilendiği zannedilebilir. Oysa konunun uzmanları bunun tam tersini söylüyor ve Şeytan’a taptıkları gerekçesiyle krallık ve papalık işbirliğiyle imhâ edilen –günümüz Batılı “gizli” örgütlerinin atası- Tapınak Şövalyeleri’nin “sapıtmasına” vesile olan belki başlıca faktörün, Kudüs’e gittiklerinde tanıştıkları Hasan Sabbah’ın Alevî-Şiî Haşhaşîler’i ve onların “ezoterik” düşünceleri olduğunu, bu “gizli” teşkilâtı ve felsefesini kendi örgütlerine ve düşüncelerine aplike ettiklerini öne sürüyorlar. Tabiî, Tapınakçıların Kudüs’te içli dışlı oldukları yahudi Kabalacıların da bu “sapıtma”da özellikle tesirli olduğunu vurguluyorlar. Alevî-Şiî Haşhaşîler ve yahudi Kabalacıların sadece Tapınakçıları etkilemediğini, Gül-Haç, Hür Masonluk ve İlluminati gibi diğer “kardeş” ve içiçe geçmiş örgütlerin anlayış ve teşkilâtlanma tarzına da tâyin edici bir tesirde bulunduğunu ilâve ediyorlar.

Peki Haşhaşîlik yahud Türk Alevîliği nereden geliyor? Onların “ezoterizm”lerini de İslâm’a değil, kadîm Mısır’a, Yunan’a, Babil’e, Şamanizm’e, Zerdüştlüğe, Maniciliğe, Budizme vs dayandırıyor kimi araştırmacılar. Hakikaten böyle olsa da olmasa da, kendilerini “bunlar”a ircâ ediyor kimi Alevî yazar ve oluşumlar. Bir diğer ifâdeyle, ister Batı’nın masonik “gizli” örgütleri olsun, ister Doğu’nun Alevî-Bektaşî-Şiî “gizli” örgütleri olsun, bunların dayandıkları başlıca “kök”ün, Semavî dinler değil, MİTOLOJİLER ve bu çerçevedeki dallı budaklı “putperest” dinler olduğu ifâde ediliyor.

Şâyet tüm bunlar doğruysa, anlaşılan o ki, “yeni dünya düzeni” heveskârı gizli örgütler de, Batılı ve Doğulu masonlar da, Alevî-Bektaşîler de, “kurucu” veya “izinde” Kemalistler de, dinlerini mitoloji çöplüğüne çevirmiş hıristiyan ve yahudiler de, elbette siyonist ve sabetayistler de galiba bu yüzden pek güzel anlaşıyor. Çıkarlar kimi zaman çatışma doğursa da, demek ki bu “kök” birliğinden dolayı daha ziyâde koklaşıyor. Tümünün asla ve hâliyle barışamadığı yegâne ortak düşman ise âşikâr: İslâm! İslâm’ın yükselişi bu yüzden tir tir titretiyor onları. İstisnâsız hepsinin, Telegram başta olmak üzere, her yolla Mirzabeyoğlu’nı “bitirmek”  istemesi de bundan. “Şeytanî ittifak”ın ortak düşmanı çünkü O!..

O ki, hemen tümünün dayandığı “ortak temel” olarak MİTOLOJİLER’in de aslında “Allah indinde yegâne din” olan İslâm’dan sapmış binbir muharref şekilden ibaret olduğunu ve hepsinin “bozulmamış” hakikatinin İslâm’da bulunduğunu cild cild eserle ve TEK TEK göstermiştir. Sayıların “ezoterik-batınî” anlamını bildiklerini yahud kutsal metinlerinde veya varlık çeşitlerinde mündemiç derûnî “sayı” alâkasını gösterdiklerini iddia eden Batılı “nümeroloji” üstadlarını, her şeyin altta yatan gizli ve derin anlamına ulaşabildiklerini iddia eden “hermenötik”, şifre ve sembol ustalarını ve bilumum Kabalacıları acemi hokkabaz derekesine indiren; böylece, o müthiş TEFEKKÜR, TAHAYYÜL, TE’VİL, TEFSİR, EBCED ve SEMBOL hâkimiyetiyle “öyle değil, BÖYLE!” diyen, yine O’dur. Aynı şekilde, “modern bilim” ve teknolojik hâkimiyet görüntüsü altında nasıl bir boşluk, kofluk ve kokuşmuşluk belirttiklerini gözlerine sokan ve en güçlü silâhları olan Telegram’a karşı bunu bilfiil isbatlayan biricik fikir adamı da O’dur. Velhâsıl, o çok gururlandıkları mitoloji, ezoterizm, felsefe, “modern bilim” ve teknolojilerini İslâm Tasavvufu ve Hikemiyatı önünde beş paralık eden İNSAN, yalnızca ve sadece O’dur. Şu hâlde, “gizli” veya “açık” tüm marifet, ilim, bilim, dayanak ve oyuncaklarını bir bir çökerten böylesine “seçkin” bir İNSAN’a düşman olmaları hiç de şaşırtıcı değildir.

Bu bâbta son bir not olarak, bu gürûhun “kök” beraberliği -dışarıdan bakıldığında- bazen o kadar tuhaf tarihî şahsiyet ve hâdiseleri ortaya çıkarıyor ki, Almanya’nın başına Hitler’i ve Naziliği saran “ezoterik-okültist” Thule örgütünün kurucusu Rudolf von Sebottendorf (1875-1945?) gibi biri, hem Osmanlı vatandaşı, hem Bektaşî, hem Alman ırkçısı, hem mason, hem simyacı, hem astrolog, hem numerolog, hem de Kabalacı vs olabiliyor. Üstelik sonraları Almanya’dan ayrılıp Türkiye’ye dönüyor ve 1950’lerde yine burada ölüyor. Aytunç Altındal’ın çarpıcı eseri Bilinmeyen Hitler’den bu bakımdan öğreneceğimiz çok şey var, deyip bırakıyoruz.

TÜRK MASONLARININ ZİHİN KONTROLÜ MERAKI

Ümit Sayın adlı kişinin Ergenekon davasından hapse girmesiyle çıkması bir oldu, demiştik. Aşağıdaki onun devletin yetkili birimlerine yıllar önce gönderdiği “gizli rapor”a bakılırsa, elbette içli-dışlı MASON biraderlerinin referansıyla, rüyâlarının gerçek olduğunu ve devlette zaten varolan Telegram yapılanmasına sunduğu “proje”nin kabul edildiğini, aynı şekilde, önceki çalışmalarına kaldığı yerden devam etmesine izin verildiğini düşünmemek elde değil:

– «Ergenekon tutuklusu Adli Tıb Farmakoloji Uzmanı Doç. Dr. Ümit Sayın tarafından hazırlanan ve “gizlidir” ibaresiyle ek klasörlerde yer alan raporda, zihin kontrol merkezinin kurulması gerektiği anlatılıyor. Merkezde yapılan çalışmalarla insanların yönlendirilebileceği aktarılıyor. “Psikolojik savaş üzerine bilgilendirici ön rapor”da asker-sivil ortaklığı ile nörokimyevî zihin kontrolü, ideoloji değiştirme ve kara bilim konularında detaylı ilmî araştırmalar yapılabilmesi için Ar-Ge merkezi kurulması teklif ediliyor.

Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanlığı, Psikolojik Harb Dairesi, Özel Kuvvetler Komutanlığı, MGK ve ilgili birimlere sunulan raporda, yapılan masrafların çok yararlı olacağı ve önemli bilgiler getireceğinin altı çiziliyor. Raporda, ABD’nin bu konuları 60-70 yıl önce araştırmaya başladığına ve milyarlarca dolar masraf yaptığına vurgu yapılırken, ülkenin bunun karşılığını kat kat aldığı dile getiriliyor. Ön raporda, zihin kontrolü ile insanların istenilen amaçlar doğrultusunda kullanılabileceğine dikkat çekiliyor: “Bugün öyle psikoaktif maddeler sentezlenmiştir ki, insanları etkisiz hâle getirip belirlenen amaçlar doğrultusunda isteneni yaptırmak mümkündür. Ferdî zihin kontrolünün yanı sıra kitlevî beyin yıkama ve zihin kontrolünün değişkenlerini ilmî olarak tesbit etmek mültidisipliner çalışmalar yapmak şarttır. Bu şıkta yapılabilecekler de daha detaylı açılacak ve tek bir rapor olarak sunulacaktır.”» [30]

Mirzabeyoğlu’na musallat olan Telegram’cı “Genelkurmay” personelinin hangi “mahfil”lerde (de!) yuvalandığına dair bir diğer dikkat çekici haber, Ümit Sayın’ın mahkemelik “chat” kayıtlarında da geçen GATA’da görevli yakın dostu ve MASON biraderi Prof. Tayfun Uzbay’a yazdıklarına dair olandı:

– «Ergenekon savcıları, Sayın’ın 1995 ile 2001 yılları arasında Amerika’da Wisconsin Üniversitesi Nöroloji Bölümünde ilmî araştırma yaptığı sırada yazdığı mektubları delil olarak Ergenekon iddianamesine koymuştu. Ümit Sayın, GATA’da çalışan, MASON olduğunu iddia ettiği Prof. Dr. İ. Tayfun Uzbay’a gönderdiği mektubta başarılarından dolayı tebrik ediyordu. Sayın, sözkonusu mektubunda Uzbay’a, “Sanırım 1- 1.5 yıldır haberleşemiyoruz. Senin Brain ResearchDevelopmental Brain Research ve Pharmacology, Biochemistry and Behavior’da yayınlanan güzel yayınlarını izliyorum. Ataletin, tembelliğin, Bizans entrikalarının ve verimsizliğin herşeye hâkim olduğu Türkiye akademi ortamında böylesine başarılı ve verimli olman ve GATA adına güzel yayınlar çıkarman takdire şayan; tebriklerimi iletir, bu yayınlarının devamını beklerim. Eğer bir koordinasyon kurabilseydik, bazı projeleri ortak da gerçekleştirebilirdik. Ama belki bundan sonra olabilir. Genel Kurmay’ın son çıkışlarını ve eylemlerini takdir ve sevinçle karşılıyoruz. Bu konuda senden bir ricam da Genel Kurmay İstihbaratı’ndan bazı tanıdığın arkadaşlar varsa, onlara buradan bazı bilgiler ulaştırmak istiyoruz. En azından Genel Kurmay İstihbaratının güvenli bir adresini bana ulaştırabilir misin?” diyordu.

Geçtiğimiz günlerde medyada büyük heyecan yaratan bir haberde GATA’da görevli Albay Prof. Dr. Tayfun Uzbay’ın, beyinden fazla miktarda salgılanan “agmatin” isimli maddenin şizofrene sebeb olduğunu isbatladığı ifâde edildi. Sözkonusu haberde, proje kapsamında Uzbay’ın, 5 yıl süren araştırmaları sonunda, şizofreni modellenen fareler üzerinde yaptıkları incelemelerde önemli bulgulara ulaştığı yer alıyordu. Çalışmada laboratuvar ortamında alkolik yapılan farelere ayrı ayrı tecrübelerde şizofreni tedavisinde kullanılan ilaçlar ve beyinden salgılanan “agmatin” isimli kimyevî bir madde verildiği belirtilirken, tecrübelerde yüksek dozda agmatin verilen hayvanlarda, şiddetli şizofreni belirtilerinin saptandığının altı çiziliyordu. Farelerde, şizofreni ilaçları verildiğinde de iyileşme sağlanamadığının ortaya çıktığı belirtilen haberlerde, agmatinin şizofreni yapabilecek önemli bir faktör olduğunun saptandığı söyleniyordu.»

Aynı haberde, başta sözünü ettiğimiz METAFİZİK SAVAŞ’ın bugün ne tür “gizli ilimler”le takviye edildiğini ve Mirzabeyoğlu’na karşı da tatbik edildiğini gösteren bir diğer bilgiye yer veriliyordu ki, Ümit Sayın’ın daha 1993 yılında BÜYÜK MASON LOCASI’nda yaptığı konuşmanın konusuydu bu:

– «Sayın’ın 9 Ocak 1993 yılında Büyük Loca’ya yaptığı “Büyü, Bilim ve Masonluk” başlıklı konuşmada “büyünün yerini alan bilim aracılığıyla zihinlerin kontrol edilebileceği” ve “beyinlerin nöro-kimyevî maddelerle yönlendirilebileceği” işleniyordu. Sayın konuşmasının sonunda, “aslında gerçek büyü bilimdir ve bilimin belirlediği gerçeklerle çelişen gerçek, gerçek değildir. Bizler bilimin sunduğu imkânları kullanarak büyü felsefesinin ulaşamadığı amaçları da gerçekleştirebiliriz. Büyücülük araç ve yöntemlerinin çağdaş versiyonlarını üretebilir; geliştireceğimiz formülleri ve yöntemleri kullanarak bireyleri ve toplumu yönlendirebiliriz” diyordu.» [31]

Gerçi Ümit Sayın, Amerika’daki mason üstadlarının “zaten” yaptıklarını pazarlarken, yeni bir şey de söylemiyordu aslında. Dünya satanist-siyonist-mason ELİT’inin “şefler şefi” David Rockefeller’in dostu olan ve Rockefeller Vakfı sponsorluğunda zihin kontrolü tecrübeleri yapan meşhur CIA doktoru Wilder Penfield, daha 1962 yılında yaptığı bir tecrübenin sonucunu kameralara şöyle anlatıyordu:

– “MASONİK bir teknik bulduk ve beyin sathına elektrik akımı uyguladığımızda, bunun geçmiş hatıraları canlandırdığını keşfettik.” [32]

POZİTİVİZMDEN PARAPSİKOLOJİ ÇAĞINA

Savaşların artık “metafizik” karakterli olduğunu İBDA Mimarı’ndan nakletmiştik. “Gizli ilimler” takviyeli ve devletleşmiş “gizli örgütler” patronajında modern bilim ve teknolojiler kullanılarak yapılan bu “metafizik savaş”a dair dikkat çekici bir tesbiti, Silahlı Kuvvetler dergisinde Em. Kur. Alb. Baha Kadıoğlu yıllar öncesinden yapıyordu yine:

– «Okült (batınî-gizli) bir bilgi olan teknomajinin (teknik büyü) sırları son 300 yıl içinde insanlar tarafından çözülmüştür. Teknoloji adı altında uygulanarak tabiata hâkimiyet sağlanmıştır. Bu bilgiler korkunç silâhları da beraberinde getirmiştir. Teknokrat bilim adamı, askerlerden oluşan bir grub, bu güçlerin kontrolünü elinde bulundurmaktadır.

  1. yüzyılın son 25 yılı, içinde parapsikoloji ve psikotronik gibi adlar altında psikomajinin (ruhî büyü) uygulama alanına konduğu yıllar olacaktır. Bu majinin hedefi, insan zihinlerinin kontrolüdür. Geleceğin insanının akıbetini psikologlar, psikiyatristler, nörologlar, nörobiyologlar, biyokimyacılar, kuantum fizikçileri çizecektir.

Türkiye 1977’li yıllar içinde parapsikolojinin harb şeklinde uygulandığı ve bunun korkunç kâbusunun yaşandığı bir ülke olmuştur. Bu görünmez harb gelecek yıllarda da devam edecektir. Yalnızca fizikî tedbirlerle önlenmesi mümkün görülmemektedir. Alınacak tedbirleri öğrenmek için en kısa zamanda parapsikolojik çalışmalara girmek mecburiyetindeyiz. Ancak geniş ve sürekli bir araştırma içinde bu harbin silâhlarını tanıyarak gerekli savunma önlemlerini alabiliriz.» [33]

Parapsikoloji, “bakar kör” hüviyetinde çalışan ve kendi insanî gücü dışında başka ne varsa araştıran “materyalist modern bilim”in maddî hâdiseleri izâh edebildiği tarzda kolayca açıklayamadığı, kimi zaman ise hiç açıklayamadığı, ancak her zaman karşısına çıktığı için artık inkâr da edemediği “olağanüstü” fenomenleri “ilmî metodlarla” araştıran bir saha. 1900’lü yıllardan itibaren akademik çevrelerde yavaş yavaş kabul görmeye başlayan parapsikoloji, bugün dünyanın önde gelen birçok ülkesinde “kürsü”sü bulunan, özellikle askerî ve istihbarî sahalarda kullanımı hemen her ülkede yaygınlaşan bir “bilim dalı”. Türkiye’de ise her ne kadar bir “kürsü”sü olmasa bile, TELEGRAM gibi uygulamalardan da anlaşılacağı üzere, resmî seviyede “araştırmacılar”ı ve “uygulayıcılar”ı var.

Parapsikoloji, Emniyet Âmiri Osman Ulusan’ın hazırladığı -henüz yayınlanmamış- “Güvenlik Yönetiminde Metafizik” başlıklı “yüksek lisans tezi”nde, muhtelif kaynaklardan yararlanılarak şöyle tarif ediliyor:

– «Bir başka yerde, zihin faaliyetine bağlı olarak ortaya çıkan paranormal olayların ilmî yollardan incelenmesi veya ruh ötesi, gizli kuvvetler bilimi olarak tarifi yapılmaktadır. Mistik temâyüllü olmakla beraber tecrübeci olduğu ve fizik ile psikoloji alanına girmemiş ruhî fenomenleri incelediği, bugünkü pozitif bilime ters düşen bu gerçeklerin sebeblerini ve oluşum şeklini araştırdığı ifâde edilmektedir. Ruh varlığının bedende tezahüründen dolayı ortaya çıkan duyular dışı olaylara yahud duyular dışı algılamalarımıza (DDA) da parapsikoloji olarak isim verilmektedir. Normal hayatımızın kenarında, yanında cereyan eden fakat mevcud bilgilerimizle açıklanamayan ruhî olayları ifâde etmek için kullanılan parapsikoloji, beş duyumuzun dışında bazı olayları sezebilmek, etkileyebilmek ve geleceğe, geçmişe âid bazı şeyleri anlamayı kapsayan bir bilim dalı olarak ortaya çıkmaktadır. Parapsikoloji, duyular dışı algılama kabiliyetini inceleyen, alışılagelmişin dışında psikoloji olarak tanımlanmaktadır. Bugünkü ilmî kanunlar çerçevesinde yer almıyor intibaını veren normal dışı insan kabiliyetlerini inceleyen bilimdir ve inceleme konuları uzun zaman tabiatüstü veya yanılsama sonucu olduğu düşünülen olaylardır. Anormal olgulara, ilmî bir yaklaşımla yönelmek isteyen parapsikoloji, ispritizma, mistisizm yahud gizli bilgilerden ayrılır. Bu bilim dalı, ruhbilim sistemi içerisinde henüz yer almamış, ama alacak olan ruhî fonksiyonların var olduğunu ileri sürer. Parapsikologlar, hileleri, yanılsamayı veya bilinen bir ruhbilim çerçevesindeki fonksiyonun çalışmasını bir yana bıraktıktan ve rastlantıyı da hesaba kattıktan sonra, henüz çok yetersizce tanımlanmış bulunan ve insanın duyu veya kas aracılığı olmaksızın çevresindeki dünya ile irtibata girmesini sağlayabilen kabiliyetlerin var olduğunu savunmaktadırlar.» [34]

İnkâr edilemez “örnek”lerine defaatle rastlandığı için artık kabullenilen ve tam da bu yüzden parapsikolojinin araştırdığı alanlara yahud “sıradışı” kabiliyetlere girenler arasından ÖNE ÇIKAN bazıları şunlar; aynı “tez”den özetliyor, yeri geldikçe araya kendi yorumlarımızı ve İBDA Külliyatı başta olmak üzere başka bazı kaynaklardan nakilleri katıyoruz:

DUYU DIŞI ALGILAMA veya TELEPATİ… ESP (extrasensory perception), düşünce okuma, öteduyum da deniyor…. İki zihin arasındaki paranormal (normal ötesi) ve doğrudan haberleşme… Birinin düşündüklerini veya uzakta geçen bir hâdiseyi, arada hiçbir “maddî” bağlantı olmaksızın algılama… Diğer bir insanın zihin hâline veya düşüncelerine karşı bir uyanıklık…  Bir kişinin düşünce veya intibâlarının bir başka kişiye bilinen duyu yolları dışında ulaşması veya ulaştırılması…

Telepati gücünün herkeste varolduğu, fakat kullanılmadığı için –tamamen kaybolmamakla beraber- zamanla köreldiği ifâde ediliyor. Anne ve çocuktan başlayarak, eşlerin ve giderek topluma, hattâ insanlığa yayılacak şekilde, halka halka herkesin –şayet geliştirilebilirse- bu güçle haberleşebileceği söyleniyor. Yalnız, kendini “zorlayarak” telepat olunabilir mi acaba? Yahud, “olursa” nasıl olur? Bu çerçevede İBDA Mimarı’ndan:

 

– «TELEPATİ – ruhtan ruha intikal

istekle değil kendiliğinden

her insana istidadınca malûm

HİMMET ve gayret sözkonusu olduğunda

hani – birşeyi duymak için kulak kabartmak

bunun gibi – kalbten geçeni bilmek

yalnız veli meşrebe

ki – bunu andırır istidracı andıran

ZİHİN KONTROLÜ-TELEGRAM

cihazdan gelen ve zihinden cihaza – düşünce…» [35]

 

Sayısız örnekten biri hâlinde, 1959 yılında Nautilius atom denizaltısının Atlas Okyanusu’nun derinliklerinde 16 gün süren yolculuğu boyunca, denizaltındaki bir görevliyle Maryland’deki bir başka görevli arasında gerçekleşen telepatik haberleşmenin belgelendiği vurgulanıyor. Ukrayna Psikoloji Enstitüsü’nden Alexi Guko’nun, “beyin tabiatı pek bilinmeyen, fakat telepatik olaylara yardımcı olan özel tip bir dalga yaymaktadır” tesbitinin altı çiziliyor. Avustralya’da yaşayan Aborjin yerlilerinin bugün bile telepatiyle anlaştıkları belirtiliyor. Battığı rivayet edilen Mu kıtası halkının “durugörü”, “çift bedenlenme”, “uçarak gitmek” gibi kabiliyetlerinin yanısra, “telepati” kabiliyetine de sahib oldukları söyleniyor. [36]

Telepatinin hangi “başarı” noktasına vardığına dair ilginç bir örnek aktaralım; yine Osman Ulusan’ın tez çalışmasından:

– «Nikolayev, üç bilginin şübheci bakışları altında, kendini azami gevşeterek konsantre olmaya çalışıyordu. Vakit gece yarısıydı… Ve binlerce kilometre ötede, Moskova’da saat 8’di. Bilginler burada, ses ve elektrikten tecrid edilen özel bir bölmeye hapsedilmiş Yuri Kamenski’ye mühürlü bir paket verdikten sonra, kapıyı iki defa kilitlediler. Bundan sonrasını Kamenski şöyle anlatıyor:

“Nikolayev’e imajını aktaracağım şeyin ne olduğunu önceden bilmiyordum. Mühürlü paketten çıkacak her objenin nakli için verilen süre on dakikaydı. Açtığım ilk paketten yedi halkalı çelik bir yay çıkmıştı. Elime aldım, parmaklarımı halkalar üzerinde dolaştırdım. Dış görünüşünü, yapısını iyice içime sindirdim. Bu arada Nikolayev’in yüzünü hayâl etmeye çalışıyordum. Karşımda oturduğunu hayâl ediyordum. Sonra Nikolayev’in omuzları üzerinden bakıyormuşçasına görüş açımı, perspektifimi değiştirmeye çalıştım. Sonunda yayı, onun gözleriyle görmeyi denedim.”

Aynı ânda, 3000 km. ötede, Nikolayev’in dikkati gelen dalgalar paralelinde artmıştı. Müşâhedecilere göre Nikolayev, elinde görünmeyen bir şey tutuyor gibiydi:

“Dairevî… Madenî… Parlak… Dişli değil… Bir bobine benziyor…” diyordu.

İkinci tecrübede Kamenski, sapı siyah plâstikten bir tornavidaya konsantre oldu. Nikolayev algılarını şöyle ifâde etti:

“Uzun… İnce… Madenî… Plâstik… Siyah…”»

ÖNSEZİ… Hiçbir belirti yokken, bir şeyin olacağını sezme, içe doğma, altıncı duyu veya his… Görünüşte aralarında hiçbir bağ olmayan iki olay arasında kurulan esrarlı bağ… Bir olayın başında, o olayın sonu hakkında bir sezgiye sahib olmak; bu yüzden, meselâ, iyi görünen bir işe girmemek yahud kötü görünen bir işe girmek, en sonunda ise “başta” sezdiği gibi çıkmak… Sevilen bir insanın hastalığını sezmek, yine çoktandır görmediği bir dostunu düşündüğünde onun âniden çıkagelmesi… Rüyâlardan, “olacak olan”ları sezmek ve öyle de çıkmak…

PSİKOKİNEZİ veya TELEKİNEZİ… Normalin ötesinde olarak, düşüncenin olayları veya oluşumları etkilemesi… Düşünce gücüyle ve dokunulmaksızın cisimleri hareket ettirmek yahud fizikî özelliklerini değiştirmek…  Zihnin maddeye hâkimiyeti… İnorganik veya organik maddelerin yahud maddî faaliyetin, hiçbir fizikî vasıta kullanılmaksızın, sadece zihin gücüyle uzaktan etkilenmesi… İBDA Mimarı’nın Telegram adlı eserindeki ifâdesiyle: “Ruhî muharrikiyet; hareket ettiren ruh, ruhun hareketi-hareket ettirmesi…” [37]

Yine sayısız örnek arasından, Filipinli şifâcıların, hastanın bedeninde, neşter kullanmadan uzaktan ameliyat yapabilmesi ve bedendeki birtakım dokuları aynı güçle vücud dışına çıkartabilmesi…

İBDA Mimarı’nın “keramet” veya “istidraç” türünden “olağanüstü” hâdiselere ve bunların “bizce” ne mânâya geldiği mevzuuna hasrettiği 1996 tarihli Yağmurcu adlı müthiş eserinden, 1833-1886 yılları arasında yaşamış bir “psikokinezi-telekinezi” ustasıyla ilgili bir tablo:

– «Daniel Dunglas Home… Tarihte ciddi olarak sahtekârlıkla suçlanamamış ender medyumlardan biriydi. Gençliğinde, çevresindeki mobilyaların hareket edişi, teyzesinin evinden kovulmasına sebeb olmuştu. O kadar çok kişi önünde, o kadar çok hilesiz gösteri yapmıştı ki, bu da ilmî delil kabul edilmezse, “ilmî delil” ifâdesi mânâsını yitirecektir. Home, karanlığa gerek duymaz, istenirse kendini bağlatmayı kabul ederdi. Çoğu zaman herkesten ayrı konulmuş bir sandalyede, herkesin gözü önünde ve masanın uzağında otururdu. Masa kıpırdanıp havalanmaya başladığında hile iddiası böylece çürüyordu. Seansları, havadan sudan sohbetlerle başlardı. Bir süre sonra çan sesleri, şakırtılar duyulur, havada beliren eller mendil sallar, koca koca mobilyalar bir tüy gibi havalanırdı. Piyanolar havada, odanın bir ucundan ötekine uçar, sandalyeler onların üstüne sıçrardı. Müzik sesleri duyulurdu, sular şırıldardı, kuşlar öter, ördekler vaklar, konuşma sesleri işitilirdi. Bir keresinde kocaman bir masa dans edermiş gibi sallanırken, odayı dalga sesleri ve gemi tahtalarının gıcırtıları doldurdu. (O çağda teyp ve pikap bulunmadığını hatırlayalım)… Alışık olduğumuz ve genel geçerli addedilen fizik ve tabiat kanunları alt-üst oluyor, masalar eğildiği hâlde cisimler üzerine yapışmış gibi düşmüyor, masayla birlikte eğilen mumun alevi de dik duracağına, yer çekimi kaybolmuş veya yön değiştirmişcesine eğik duruyordu. Home’un kendisi de defalarca havalandı.» [38]

RÜYA VE HİPNOZUN ESRARI

RÜYÂ… Uykuda görülen rüyâların sonradan gerçek çıkması, rüyâların birtakım ilmî buluşlara veya sanat eserlerine ilhâm vermesi, birçok hastalığın tedavisinin rüyâlarda görülenlerden hareketle geliştirilmesi, kişinin gördüğü rüyâlardan çıkılarak hastalığına teşhis konması…

İBDA Mimarı’nın yine Yağmurcu isimli eserinde buna dair naklettiği birçok çarpıcı örnek var. Şu hükmün altını çiziyor Mütefekkir:

– «Meseleyi ilgilendiren hâdiseler sayılamayacak kadar çoktur. Hattâ, “tıb ilminin temeli rüyâlardır” denmiştir. Şüphe yoktur ki, tıb kurallarından bazıları tecrübeye, bazıları kıyasa, bazıları ilhâma dayandığı gibi, çoğu tıb kuralları da rüyâya dayanmaktadır.» [39]

Fizikçi Niels Bohr’un “modern atom teorisi”ni rüyâsından aldığı ilhâmla keşfetmesi, besteci Richard Wagner’in “Tristan ve Isolde” adlı operasını rüyâsında işittiği sesleri notaya dökmesi neticesinde bestelemesi ve “bu opera benim dehamın eseri değildir” demesi, Dr. Frederick Banting’in şeker hastalığının tedavisinde kullanılan “insülin”i rüyâsında bir sesin ona “bir köpeğin dejenere pankreas salgısındaki kalıntıları incele” demesi üzerine keşfetmesi, Abraham Lincoln’ün öldürüleceğini bir gece önceden rüyâsında görüp bunu çevresiyle paylaşması ve  kendisine ateş edildiği sırada “rüyâmdaki adam buydu” diye bağırması, Saint Jean Bascot’un Lyon Coğrafya Derneği’nde o güne kadar hiç görmemiş olduğu Patagonya hakkında o bölgeyi en ince teferruatına kadar tasvir edici bir konferans vermesi ve bunu ölmüş arkadaşı Louis Cole’un bunları rüyâsında kendisine anlattığı şeklinde izâh etmesi, milyonlarca benzeri arasından “rüyâ” bahsinde birkaç örnek…

HİPNOZ… Yüksek seviyede “telkin” aracılığıyla bir çeşit uyku hâlinin oluşması ve bu hâlde uyuyan kimsenin, uyutanın etki ve telkinlerine açık, fakat dış dünyanın başka etkilerine kapalı olması… Kişinin şuuraltı düşüncelerine erişmeye çalışan bir teknik… Kelimeler, bakış ve bazı yardımcı nesneler kullanılarak, telkin gibi tekniklerle oluşturulan ve kişinin duygu, düşünce, algı ve hafıza fonksiyonlarında değişikliklerin gerçekleştirilebildiği özel bir şuur veya uyku durumu… Sırf tıbbî amaçlarla kullanılan hipnozun ismi ise “hipnoterapi”… Bir şuur durumu olarak hipnoz, temelde telkine ileri derecede açık olma, zihnî rahatlama ve artmış hayâl gücünün belirlediği, uykudan çok uyanıkken “dalıp gitmek” yahud bir şey yaparken “kendini kaybetmek” olarak ifâde edilmekte… Hipnozun eski Yunancada “uyku” anlamına gelmekle beraber, aslında hipnozun uyku değil, derin bir “konsantrasyon” hâli olduğu da belirtilmekte… Beyin faaliyetleri açısından, uyku ile uyanıklık arasında bir durum… Kişinin kendi iradesi ile bir hipnozcu tarafından “trans” hâline sokulması… Hipnozun, telkin edilende üst seviyede bir uyum ve ilâve bir dikkat toplanması ile karakterize olan farklılaştırılmış bir şuur durumu olması hasebiyle, baygınlık ve kendinden geçme hâli olmadığı, kişinin bilinen anlamda uyumadığı… Hipnozcudan hastaya doğru akan bir manyetizma (magnetizm) şekli olduğu…

Yağmurcu’da hipnozu özellikle “yeniden doğuş-tenasuh” iddiaları vesilesiyle ve derinliğine ele alan İBDA Mimarı, Telegram adlı eserinde de kişinin hipnoz yoluyla çoktan unuttuklarını hatırlayabileceğini, hattâ “doğum ânı”nı bile yeniden yaşayabileceğini vurguladıktan sonra, şu noktaya “dikkat” çekiyor:

– «Tıpkı düşte olduğu gibi, hipnoz altında da bütün diğer gerçekler tabiîlik kazanır. Meselâ, kanatlanıp bir kuş gibi gökyüzünde süzülebilir veya beton bir kütle gibi ağırlaşıp yere çakılabilir. Hipnoz altındaki kişi, tıpkı uyuyan biri gibi ruhî ve bedenî açıdan gevşerken, şuuraltı –ikinci ben- herşeyi duyar; çünkü hipnoz, şuurun devre dışı bırakılması anlamına gelmez. Hipnoz altındaki insan, yeni intibaları daha iyi idrak edebilir ve daha iyi değerlendirebilir. Zaman sınırları tıpkı düşte olduğu gibi ortadan kalkar; bu yolla da bir zaman kaymasıyla başka bir çağa gitmek ve bu çağdan kendi zamanımıza geri dönmek mümkündür. Buna göre insanoğlu belli şuur görünüşlerinden sıyrılabildiği için hipnoz, algıların değişmesini sağlar.» [40]

Ulusan’dan özetlemeye devam edelim… Resmî olarak, sadece hekim, diş hekimi ve psikologlar tarafından uygulanabileceği karara bağlanmış.  Hipnoz birçok ülkede “anestezi” amacıyla kullanılıyor ve hipnoz altındaki hastalar ameliyat ediliyor, dişleri çekiliyor, ancak hiçbir şey hissetmiyorlar. Üstelik hastalara kendilerinde enfeksiyon gelişmeyeceği de telkin edildiği için, bu ameliyatlar sırasında ne ölen oluyor, ne de diğer ameliyatlardaki gibi enfeksiyon gelişiyor. Başka yolların tesir etmediği şiddetli ağrıların tedavisinde, astımda, alerjik bazı cild hastalıklarında, birtakım davranış bozukluklarının tedavisinde vs. hipnoz etkili olarak uygulanıyor.

Tarihte, eski Mısır ve Yunanistan’daki tapınaklarda hipnozla başarılı tedaviler yapılırmış. Zaten Hind fakirleri de, “hipnotik anestezi”ye örnek gösterildiği üzere, yüzyıllardır kızgın korlar üzerinde yürüyüp, çivili yataklara uzanıyorlar. Hıristiyan inanışına gelince, büyücülüğün bir şekli olarak değerlendirilmiş. Kaldı ki Batıdaki resmî kabulü de 20. yüzyılın ortalarında gerçekleşiyor.

Hipnozla, “ruhun maddeye hâkimiyeti” bahsinde sayısız tecrübe belgeleniyor. Emniyet Âmiri Osman Ulusan’ın “tez”inden bir iktibas:

– «Dr. M. Bourru’ın bir kişiyi uyutarak, ona şu fikri aşıladığını yazar: “Hipnotizmanın ardından bu öğleden sonra saat dörtte büroma geleceksin, koltuğa oturacaksın, kollarını göğsünde kavuşturacaksın ve burnun kanamaya başlayacak.” Tam söylediği saatte bu genç adam gelir ve bütün dediklerini yapar. Burnunun sol tarafından kan gelmeye başlar. Bir başka seferinde aynı araştırmacı elindeki bir âletin keskin olmayan ucuyla hastasının adını adamın koluna yazar. Hastası hipnoz altındayken ona şöyle der: “Bu öğleden sonra saat dörtte uyuyacaksın ve koluna dokunduğum yerler kanamaya başlayacak ve kolundaki kan izlerinde adının yazılı olduğunu göreceksin.” Saat dörtte adamın uykuya daldığı gözlendi. Adamın sol kolunda adı kazınmıştı ve kan damla damla akmaya başlamıştı. Harfler üç ay sonra bile, biraz solmasına rağmen hâlâ belirgin bir biçimde okunabiliyordu. Bu olgular daha önce belirtilen iki temel önermenin, yani şuuraltının aşılanan fikirleri almaya yatkınlığının ve şuuraltının, bedenin fonksiyonları ve şartları üzerinde tam bir denetimi olduğunun ne kadar doğru olduğunu göstermektedir. Tüm bu fenomenler fikir aşılama yoluyla anormal durumların ortaya çıkarılabileceğini canlı bir biçimde dramatize etmiştir ve bunlar, kişi yüreğinde (şuuraltında) neye inanırsa o olur ifâdesini bir kez daha isbatlamaktadır.»

Hipnoz, askerî ve istihbarî amaçlarla, 20. yüzyılda dünyanın büyük devletlerince yoğun biçimde kullanılıyor. CIA bu konuda başı çekiyor. Telegram’ın da belli bir yönü zaten hipnoza dayanıyor. 1978 yılında Walter Bowart adındaki Amerikalı gazeteci-yazarın, Operation Mind Control (Zihin Kontrol Harekatı) isimli kitabında şu söyledikleri dikkat çekici; Em. Kur. Alb. Baha Kadıoğlu’nun Silahlı Kuvvetler dergisinde yayınlanan “Parapsikoloji ve Parapsikolojik Harb” başlıklı makalesinden okuyoruz:

– «CIA tarafından uyuşturucu ilaçlarla yapılan tecrübeler, ABD hükümetinin uyguladığı çok gizli zihin kontrol projesinin yalnızca bir kısmıdır. Bu tecrübeler binlerce kişi üzerinde 35 yıl devam etmiştir. Bu araştırmalar; hipnoz tekniği, narkotik-hipnoz, elektronik olarak beyinin uyarılması, ultrasonik, mikrodalgalar, alçak ses frekanslarıyla davranışların etkilenmesi ve davranış değişiklikleri terapisidir.

CIA psikolojik silâh stoklarını, psişik silâhların değişik tiplerini geliştirmeyi başararak artırmıştır. Şimdi bu kabiliyetleriyle yeni tip bir harbe girişmesi mümkündür. Bu harb görünmezdir, muharebe sahası da insan zihinleridir.

Parapsikolojik silâhları devletler vatandaşlarını kendi ideolojik ve politik sistemleri içinde tutmak için veya diğer ülke insanlarının zihinlerini etkileyerek değiştirmek ve kendi gayelerine uygun yönlendirmek maksadıyla kullanacaklardır. (…)

Hayret edilecek en büyük şey, millî güvenlik etiketi altında Cryptocracy (gizlilik rejimi), zihinlerin kontrolünü araştırmaktadır.» [41]

Bowart’ın sözünü ettiği türden bir “hipnoz” uygulaması da Telegram’da. İBDA Mimarı’ndan dinleyelim:

 

– «TELEGRAM’ı da ilgilendirir mesele:

şaman âyini sırasında

tekdüze davul ritmi

trans ve hipnoz işi

beyinde TETE dalgalarını harekete

ayrıca kalbin ritmik atışına – benzer

TELEGRAM’da elektromanyetik dalga ile

gerçekleştirilen durum…» [42]

 

ÂLEMDEKİ HERŞEYE HÜKMEDEN SÖZ

MİNERALLER VE BİTKİLERE TELKİN… “Ruh”un, “söz”ün, “kelime”nin, “telkin”in, “düşünce”nin, aynı şekilde “müzik” ve “ses”in mineraller âlemi üzerindeki olağanüstü tesirine dair belki en meşhur araştırma, Japon ilim adamı Prof. Masaru Emoto’nun “su” üzerinde yaptıkları. Aynı türden araştırmalar “bitkiler” üzerinde de yapılıyor ve benzer sonuçları veriyor. “Hayvanlar” üzerindeki tesir ise zaten yüzyıllardır malûm. Batı için “şaşırtıcı” olabilecek bu araştırma sonuçları, biz “ruhçu”lar için sıradan olmalıydı aslında; “kuantum fiziği”nin de doğruladığı üzere, mineral olsun, bitki olsun, hayvan olsun, onları “canlandıran” biziz çünkü bir bakıma:

 

– «Ruhların hassası – neyle ilgilenirse

onu canlı kılmak

-gerçek biz ona baktığımız zaman oluşuyor-» [43]

 

 Osman Ulusan’dan devam ediyoruz:

– «M. Arat, bu konuda bilgilendikten sonra köşesinde kitabın yazarı Dr. Masaru Emoto’nun tecrübeleri ile ilgili şunları ifâde etmektedir: ‘‘Tek bir su kristalini almış, ona ‘Senden nefret ediyorum’ demiş, su kristali bulanmış ve çamur gibi olmuş. Aynı su kristaline ‘Seni seviyorum’ demiş, kristal mükemmel bir kar formuna dönüşmüş. Aynı su kristaline dua etmiş, su kristali hayran olunacak güzellikte mükemmel bir form almış. Vücudumuzun yüzde 70’inden fazlası su olduğuna göre, kızmak, bağırmak vücudumuzdaki su kristallerini bozmaktan başka bir işe yaramıyor olsa gerek.’’

“Sudaki Sır” başlığıyla yazılan haberde ise, Japon araştırmacı Masaru Emoto’nun, suyun molekül yapısının insanların düşüncelerinden, kelimelerinden ve dinlemiş olduğu müzikten etkilendiğini belirlediği bildirilmiştir. Tokyo’daki HADO Enstitüsü’nün internet sitesinde yeralan haberde, insanların hayat kalitesinin, vücudlarındaki ve yerküredeki suyun kalitesiyle bağlantılı olduğunu savunan Emoto, hayata geçirilen pozitif düşünceler sayesinde insanın vücudunda yeralan suyun, kişiyi mutlu kılabileceğini bildirmektedir.

  1. Emoto, Suyun Bilinmeyen Gücüadındaki kitabında, aklına gelen bir faraziyeden hareketle, suyun aldığı bilgiye bağlı olarak farklı kristal tipleri gösterdiğini isbatlamıştır: ‘‘Buz kristali oluşumundaki farklılıkların sebebinin yalnızca içinde klor bulunup bulunmaması değil, aynı zamanda o suyu etkileyen bilgi olduğundan emindim. Bunu test etmek için, iki cam şişeye su koydum. İçlerindeki suyun ‘okuyabileceği’ bir şekilde şişelerden birine ‘Teşekkür ederim,’ diğerine ise ‘sen aptalsın’ yazan bir etiket yapıştırdım. Her iki şişedeki su da aynıydı. Sonra iki şişedeki suyu da dondurdum. Sonuçlar teorimi desteklemenin çok ötesindeydi; ‘Teşekkür ederim’ yazılı şişedeki su güzel altıgen kristaller oluştururken, ‘Sen aptalsın’ yazılı şişedeki suda ancak kristal parçacıkları vardı. Su bilgiyi alıyor ve kristalleri bu karakteristikleri yansıtıyorsa, suyun niteliği aldığı bilgi temelinde değişiyor demektir. Başka bir deyişle, suya verdiğimiz bilgi onun niteliğini değiştirir.’’

Kitabında “Su Sözleri Anlar” başlığıyla yazılmış bir tecrübeye de yer veren yazar, tecrübesi teorisinin doğru olduğu konusunda kendisini ikna ettiği için, suya çeşitli bilgiler vermeye, onu dondurmaya ve kristallerini fotoğraflamaya başlar ve çok ilgi çekici sonuçlara ulaşır. ‘‘Tutarlı bir şekilde, suyun olumlu kelimelere güzel kristaller oluşturarak tepki verdiğini bulduk. Sanki keyifli hâlini ifâde etmek istercesine, kristaller bir çiçek gibi açılıyordu. Tersine, suya olumsuz kelimeler gösterildiğinde, kristal oluşmadı. Meselâ, suya ‘mutluluk’ kelimesini gösterdiğimizde, güzelce kesilmiş elmaslar gibi dengeli biçimleri olan kristaller oluşturdu. Diğer yandan, suya ‘mutsuzluk’ kelimesini gösterdiğimizde bozuk ve dengesiz kristaller ortaya çıktı. Su kristaller oluşturmak için kendini zorlamış, ama gücü tükenmiş ve parçalanmış gibi görünüyordu; mutluluk, o sudan uzaklaşıp gitmişti. Aynı suya, zıd kelime çiftleri göstermeye devam ettik: ‘aferin’ ve ‘çok kötü’, ‘hoşlanmak’ ve ‘hoşlanmamak’, ‘güçlü’ ve ‘güçsüz’, ‘melek’ ve ‘şeytan’, ‘barış’ ve ‘savaş’. Su ancak kendisine olumlu kelimeler gösterildiğinde kristaller oluşturdu. İşin ilginç yanı; su yabancı kelimelere de Japonca kelimelere verdiğine benzer, ama bütünüyle aynı olmayan bir tarzda tepki verdi. Dünyanın her yanında minnettarlık ifâde eden thank you (İngilizce), duoxie (Çince), merci (Fransızca), danke (Almanca), grazie (İtalyanca) ve kamusamunida (Korece) gibi kelimelere tepki olarak güzel kristaller oluşturdu.’’

Araştırmasında, suyun aldığı bilgiyi yansıtacak şekilde iyileştiği yahud kötüleştiği açığa çıkmaktadır. Dolayısıyla insanların aldığı bilgiden etkilendiğine inanan Emoto, ‘‘çünkü bir yetişkinin vücudunun % 70’i sudur,’’ demektedir. Başlıca sudan oluşan insanların, iyi bilgi alarak, zihin ve bedenlerinin daha sağlıklı hâle, tersine, olumsuz bilgi alarak hasta olmaya gidebileceğini belirtmektedir. Olumlu düşünme yönünde bir tutum olduğunda, sağlığın da genellikle düzeldiğini belirten Emoto, açıklamayı tıb alanındaki “plasebo etkisi”yle yapar: ‘‘Yeni bir ilacın etkililiğini test etmek için, ilaç şirketleri klinik incelemeler yapmak amacıyla tıb doktorlarıyla birlikte çalışırlar. An’anevî bir metod, iki grub hasta almaktır. Hasta grublarından birine yeni ilaç verilir. Diğer gruba yeni ilaç verileceği söylenir, ama aslında bir plasebo (ilaç olmayan bir şey, genellikle basit bir vitamin) verilir. Kendilerine gerçek ilaç verilen grubtaki kişilerin ilacın etkisi sebebiyle kendilerini iyi hissetmeleri anlaşılır bir durumdur, ama plasebo grubundaki birçok kişi de kendisini iyi hisseder. Elbette, plasebo grubundaki iyileşme derecesi çoğunlukla ilaç grubundakinden daha azdır. Bununla birlikte, çağdaş tıb bilimi insanların sadece bir plasebo kapsülü alarak kendilerini nasıl daha iyi hissettiklerini kesin biçimde açıklayamamaktadır.’’

“Dikkatini Vermek Enerji Vermenin Bir Yoludur” başlıklı yazısında bir vak’adan, The Hidden Messages in Water (Beyond Words Publishing, 2004) adlı kitabından bir iktibas yaparak bahseder: ‘‘Dergimize abone olan bir aile, ilgi çekici bir tecrübe yaptı. İki cam kavanoza pirinç koydular ve bir ay boyunca her gün birine ‘teşekkür ederim’ diğerine ise ‘sen aptalsın’ dediler ve bu dönem içinde pirincin nasıl değişim gösterdiğini izlediler. Çocuklar bile, okuldan eve döndüklerinde, pirinç kavanozlarına bu kelimeleri söylediler. Bir ay sonra, kendisine ‘teşekkür ederim’ denen pirinç malt kokusuna benzer olgun, yumuşak bir kokuyla mayalanmaya başlarken, ‘sen aptalsın’ denen pirinç çürüdü ve karardı. Bu tecrübeye yayımladığım kitabta (Messages from Water, C.1) yer verdim, bunun sonucunda bütün Japonya’da yüzlerce aile aynı tecrübeyi kendileri yaptı. Herkes aynı sonuçları bildirdi. Ailelerden biri tecrübede ufak bir değişikliğe gitmişti: diğerleri gibi onlar da ilk pirinç şişesine ‘teşekkür ederim’, ikincisine de ‘sen aptalsın’ demişler ve üçüncü bir şişe daha hazırlayıp ona aldırmamışlardı. Sizce ne oldu? Kendisine aldırılmayan pirinç gerçekten de ‘sen aptalsın’ sözüne maruz bırakılan pirinçten daha önce çürümüştü. Başkaları da aynı tecrübeyi yapmaya çalıştıklarında, sonuçlar yine aynı oldu. Öyle görünüyor ki alay edilmek aslında aldırış edilmemek kadar zarar verici değil. Bu tecrübenin sonucu çok anlamlı. Hayatta en zor şey aldırış edilmemek ve dikkatini vermemektir. Bir şeye dikkatini vermek, enerji vermenin bir yoludur.’’ (…)

“Bir başka olay ise su kristali fotoğrafları çekmeye kendini kaptıran genç bir araştırmacı ile ilgilidir. Araştırmacı bir gün, ‘gelin suya müzik dinletelim, sanırım ilginç su kristalleri ortaya çıkacak,’ dedi. Bu fikir hemen çok ilgimi çekti. Her şey bir yana, müziğe çok düşkünüm. Bir zamanlar ciddi ciddi bir vokalist olmayı bile düşünmüştüm. Neyse, en sevdiğim klasik müzik parçalarını birbiri ardına çalmaya karar verdik. Müziği kendi zevk aldığımız şartlarda çaldık. Sonuçlar beklentilerimizi çok aştı. Su, bizim müzikten hissedeceğimiz iyileştirici etkilere benzer bir tepki gösterdi. Özellikle, tam bir orkestranın çaldığı müziğe maruz bırakıldıktan sonra oldukça karmaşık ve girift kristaller oluşturdu. Klasik müziğin dışında, suya iyileştirici müzik denen müzik de çaldık ve sonuçta güzel kristaller oluştu; diğer yandan, suya heavy-metal dinlettiğimizde hiçbir kristal oluşmadı. Ben müziğin gerçekten iyileştirici etkileri olduğuna inanıyorum. Müzik dinlerken iyileştirildiğimizi düşünüyorum, çünkü belki de bedenimizdeki su, müzik dinleyerek iyileştiriliyordur.’’ (…)

“Olumlu düşünme, olumlu konuşmanın yanında iyileştirici müziğin de etkileri açığa kavuşmaktadır. Bir başka tecrübelerinde iki şişe suya ‘haydi yapalım!’ ve ‘yap!’ sözlerinin yazılı olduğu etiketleri yapıştırıp fotoğraflarını çekmişlerdir. Sonuçta ‘haydi yapalım!’ etiketli suda, güzelden çok, şirin denebilecek bir biçimi olan kristal oluştu. Diğer yandan, kendisine ‘yap!’ etiketi gösterilen suda yalnızca korkutucu bir daire şekli oluşmuştur.”

Düşünceye ve seslere tepki veren suyun bunu nasıl algıladığı net olarak ortaya konulamamaktadır. Fakat yapılan tecrübeler sonucu, suyun bunlardan etkilendiğini öğrendiyse insanlık, bu yeni bilgiyle beraber yeni değişiklikler gerçekleştirilmelidir. İnsan düşüncesinin ve konuşmasının etki alanının yeni buudunda, düşünürken ve konuşurken sonuçta neyi etkilediğimize daha çok dikkat etmemiz gerekecek. Kendi dışımızdaki insanlardan da bu çerçevede yeni etkilere maruz kaldığımızı söylemek mümkündür.» [44]

HAYVANLARDA TELEPATİ… Kedilerin, köpeklerin, güvercinlerin ve başka birçok hayvanın, yüzlerce, hattâ bazen binlerce kilometre ötedeki yuvalarının, sahiblerinin, evlerinin yolunu bulabildikleri malûm. Henüz bilinmeyen şey ise, birbirinden tecrid edilmiş ortamlardaki hayvanların birbirleriyle nasıl haberleştikleri. İnsanlar arası telepatinin “tecrid edilmiş” metal kutular içindeki kişiler arasında bile gerçekleşebilmesi gibi, hayvanlar arasında da böyle bir “açıklanamamış” irtibat tesbit ediliyor. Yine Osman Ulusan’dan:

– «Devriye görevinde kullanılan özel eğitimli yunus ve denizaslanları, düzenlenebilecek terör saldırıları ve mayın tehlikesine karşı, ‘Amerikan Donanması Memeli Askerler Programı’ dâhilinde eğitilmektedir. Bu haberler, bilgiler göstermektedir ki canlılar arasındaki haberleşme henüz tam olarak açıklanamamıştır. Bir başka örnek, kurşundan yapılmış metal kutulara konulup toprağa gömülen 20–30 civarındaki karınca ile ilgilidir. Bu kutular röntgen ve gama ışını geçirmemesine rağmen, karıncaları kurtarmak üzere aynı türden çok sayıda karınca gelerek toprağı kazmaya başlıyorlar. Başka bir örneği yazar N. Sezik anlatıyor; Japonya yakınlarında bir adada yaşayan maymunlara yeni bir yiyecek atılır. Bunlar kabukları soyulmuş, üzeri kumla kaplanmış patateslerdir. Maymunlar, diğer yiyecekler için önceden herhangi bir işlem yapmadıkları için, kirli patatesleri ellemediler. Genç maymunlardan birisi, patateslerin suda yıkanıp temizlendiğini ve yenilebildiğini keşfetti. Bu metodu ailesine ve çevresine öğretti. Buraya kadar normal olan bu çalışmanın asıl ilginç yanı bir süre sonra gerçekleşti. Birbirleriyle hiçbir teması olmayan ve başka bir adada yaşayan maymunlar da aynı işlemi öğrenmişlerdi.»

BİTKİLERDE PARAPSİKOLOJİ… Bitkiler üzerinde yapılan bir araştırmada, kavga ve tartışma sözlerinden etkilenip ürperdikleri, ancak “şaka yollu” söylenince farkettikleri ve aldırış etmedikleri tesbit edilmiştir (yukarıdaki “pirinç” tecrübelerini hatırlıyoruz). Yapılan başka tecrübelerde, bitkilerin kendilerine yakın bir mesafede karideslerin öldürülmesinden derinden etkilendikleri ve tepki gösterdikleri, aynen insanlar ve hayvanlar arasındaki “telepati”de olduğu gibi, x ışınlarını geçirmeyen kurşun levhaların bile bu irtibatı engelleyemediği görülmüştür. New York Yalan Bulma Okulu Müdürü Clive Backster, canlı varlıklarda ve birbirleri arasında “kendine has” bir İDRAK bulunduğunu birçok delille isbatlamıştır. Bitkilerin, kendilerine göre bir hafızalarının olduğunu, sahiblerini tanıdıklarını, etraflarında bulunan insanların duygu ve düşüncelerine tepki verdiklerini göstermiştir.

İnsan dışındaki hayvan, bitki ve minerallerde nasıl bir İDRAK bulunduğunu öğrenmenin yolu, Esatir ve Mitoloji başta olmak üzere İBDA külliyatını okumaktan geçiyor diyelim ve devam edelim.

DURU GÖRÜŞ – SİHİRLİ GÖRÜŞ

PSİKOMETRİ… Bir cisme konsantre olarak, normal ötesi yoldan o cismin başına gelenler, bulunduğu ortamlar, özellikle o cisimle temas etmiş kişi veya kişiler hakkında bilgi edinmek… DURU GÖRÜŞ medyumluğunun başka bir çeşidi olduğu da ifâde edilmekte… Psikometri yoluyla, arkeolojik eşyalara dokunan medyumlardan o dönemlerle ilgili ve “bugün o dönemler için anlatılanlardan daha farklı” yâni muhtemelen daha hakiki bilgiler alınabilmiştir. Osman Ulusan’dan devam:

– «Bir eşya üzerine kullanıcı tarafından bırakılan enerjinin, elektromanyetik alanın, kullanıcıya âid bilgilerin trans altındaki hassas ferdte zihnî ve hissî algılanmasıdır psikometri. (…) Ruhî enerjinin en önemli niteliklerinden biri etki etmektir, buna karşı madde enerjisinin en önemli niteliklerinden biri de etki almaktır. Bu temel prensib, çevremizdeki tüm nesnelerin kendilerine canlılardan gelen enerjileri emmesine ve saklamasına sebeb olmaktadır. Bu yüzden, sahib olduğumuz tüm eşyalara bilmeden kendi enerjilerimizi yüklemekteyiz. O eşya ile ne kadar uzun süre beraber olunursa, o da, o kadar çok beraber olunanla ilgili enerjileri bünyesinde saklamaktadır. Bu metodla tarihin çok eski dönemlerinde meydana gelen olaylar hakkında eski eserlere dokunarak bilgiler veren psikometri medyumlarının var olduğu bilinmektedir. Tarihin aydınlanmamış kısımlarına ışık tutması bakımından bu çalışmalara yurtdışında ayrı bir önem verilmektedir. Yine, yurtdışında polislerle çalışan psikometri medyumları, suçluların dokundukları eşyalar aracılığıyla onların yakalanmasında önemli bilgiler vermektedir. Bilgi edinilmek istenen eşyaya psikometri medyumları elle dokunmakta veya onu ellerinin arasına almakta, o eşyanın başından geçenler yahud o eşyayla temas edenler hakkındaki bilgiler de durugörü tekniğindeki gibi çeşitli imajlarla gelebilmektedir.»

Kaynaklarda, “psikometri”nin nasıl gerçekleştiği ve bu çerçevede başarılmış birçok tecrübe var. Sadece dokunulan bir “yüzük” sâyesinde neler görülebildiğini sergileyen bir tanesi çok çarpıcı:

– «“Önümde suyla örtülü geniş bir alan görüyorum, sanırım deniz. Evet, sanırım bu Atlantik Okyanusu. Bir geminin güvertesindeyim, -galiba ağaçtan yapılmış bir gemi bu- bir tür savaş gemisi; topları var. Nelson Dönemi ağızdan dolma toplar. Deniz, koyu mavi ve çok sakin görünüyor; güneş kuvvetli. Uzaklarda alçak bir kıyı şeridi ve kıyı kumullarının gerisinde yükselen alçak tepeler görüyorum. Bu tepelerin arasına sığınmış, beyaz duvarlı binalardan oluşan bir kent var. Geminin kaptanı olduğunu sandığım bir adam dikkatimi çekiyor; Nelson zamanının Kraliyet Deniz Kuvvetleri subay üniformasını giymiş. Sanırım tepelerdeki ağaçların bir kısmı zeytin ağacı. Burası İspanya veya Portekiz olmalı. Gemi anladığım kadarıyla, bu liman kentinin kuşatılmasına katılıyor.

Şimdi bir yüzüğe bakıyorum. Üzerinde büyük bir mor-yakut bulunan, altın bir yüzük bu. Yani şu ânda elimde tuttuğum yüzük. Bir tür güç ve otorite duygusu veriyor. Tuhaf şey; yüzük bu subaya âid, ama beni çok daha eskilere götürüyor. Sanırım İtalya’dayım -en azından edindiğim intibâ bu-. Yüzüğün ilk sahibinin İtalya’da yaşadığını ve zamanının ileri gelen bir kilise adamı olduğunu hissediyorum; piskopos veya ona benzer biri. Kulağıma Latince şarkı söyleniyormuş gibi bir ses geliyor. Yüzüğün geçmişi Rönesans Dönemine kadar uzanıyor gibi.

Yüzük, kaptana miras yoluyla kalmış ve aynı şekilde bugünkü sahibine kadar gelmiş olmalı.

Şimdi de bu yüzüğü okuma için bana vermiş olan şahsa gelmek istiyorum: Şu ânda bir yol ayrımında bulunuyorsunuz ve hangi yolu seçeceğinize karar vermekte güçlük çekiyorsunuz. Her iki yol da aynı derecede zorlayıcı görünüyor. Fakat kısa bir süre içinde durum açıklık kazanacak ve izleyeceğiniz yol önünüzde belirecek. Bu yolla ilgili bariz bir işaretle karşılaşmadan herhangi bir teşebbüste bulunmayın!”

Bu sözler üzerine, yüzüğün gerçek sahibi, onun gerçekten de, bir zamanlar, Nelson’un kaptanlarından biri ve Rönesans döneminde ileri gelen bir Katolik piskoposu tarafından kullanılmış olduğunu ve şimdi içinde bulunduğu durum için söylenilenleri de doğrular.» [45]

DURU GÖRÜŞ… Telestezi, clairvoyance, ruhî görüş, duyu üstü algı da deniyor… “Keşif”!.. Bir şey veya hâdisenin, uzaktan, binlerce, hattâ fezâdakiler bakımından milyonlarca kilometre uzaktan dahi algılanabilmesi… Kapalı zarflar, kutular ve binalar içerisindeki nesne ve kişilerin görünebilmesi… Gözleri kullanmaksızın karada, denizde, deniz dibinde veya gökte gerçekleşen hâdiselerin veya oralarda bulunan varlıkların algılanabilmesi… İki kaşın arasında; gözler kapalıyken yahud herhangi bir nesneye konsantre olunan bir esnâda, televizyon ekranında bir film seyredercesine birtakım şekillerin görünmesi… Bunlar ve diğer “duru görüş” çeşitleri hakkında derlitoplu bir açıklama:

– «Durugörü başlıca üç ana koldan incelenmektedir:

  1. Basit Durugörü: Medyumun sadece etrafındakileri görebilmesidir. Çok dar bir alan ve sınırlı mekân içerisinde kalır. Mekân ve zaman itibariyle geçmiş ve gelecek hakkında herhangi bir fikir ve vizyon yoktur. Basit durugörüyü kendi arasında “tam” ve “kısmî” olarak da bir ayırıma tâbi tutmak mümkündür. Basit durugörü için lüsidite ve gizligörü de denmektedir.
  2. Mekân İçinde Durugörü: Medyumun, uzakta meydana gelen olayları yahud yerleri algılaması ve gözlemesi demektir. Normal olarak gözlenmesi mümkün olmayan uzak mesafelerdeki veya kapalı, saklı olan şeyler medyum tarafından görülür ve ayrıntıları hakkında bilgi verilir. Mekân içinde durugörü de kendi arasında bölümlere ayrılır: İradî, yarı iradî, iradedışı… Mekân içinde durugörü için kriptoskopi veya teleoptik terimleri kullanılır.
  3. Zaman İçinde Durugörü: Kısaca, geçmiş ve gelecek hakkında bilgi sahibi olabilmektir. Görücü medyumun zaman olarak uzakta olan eşyaları ve olayları görme kabiliyetidir diye bir tarif yapmak da mümkündür. Keşifler, kehânetler, fallar ve peygamberâne vizyonlar vs. gibi psişik olaylar bu branşa girerler. Geçmişe âid ve geleceğe âid olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Geçmişe âid vizyonlara veya algılamalara postkognisyon, geleceğe âid algılamalara ise prekognisyon veya kehanet ismi verilir.

Bu üç ana kolun haricinde de durugörü fenomeni çeşitli şekillerde tezahür etmektedir. Bunlardan bazıları şu şekildedir:

Alteroskopi veya Alloskopi: Bu psişik kabiliyet, esas itibariyle süjenin diğer bir kimsenin bedeninde olup biten şeyleri görmesi ve anlamasını ifâde eder. Süje, bu olay esnâsında diğer kimselerdeki mahallî ve genel direnmeleri tahmin eder; bozuk bölgeleri, dejenerasyona tâbi olmuş yerleri tesbit ederek bunları açıklar. Hastalığın gelişme şeklini, süresini ve sonucunu bildirir. Bu türlü teşhisler, geçen yüzyılda, manyetizm yoluyla elde edilen sun’i uykulardan faydalanılmak suretiyle sağlanmıştır. Uyurgezer devresine gelen bazı süjelerde ve nâdiren histerik kimselerde ortaya çıkmaktadır. Bu hâl, manyetizör şifâcıların özellikle aradıkları psişik bir kabiliyettir.

Coğrafî Durugörü: Mekân içinde durugörü kapsamındadır. Adı, bir özelliği veya coğrafî koordinatları verilen bir mekânın o ânki durumunu ve şartlarını mekândaki canlı veya cansız nesneleri ve olayları beş duyunun yardımı olmadan (paranormal) algılayabilme olayıdır.

Bilinen en ünlü coğrafî durugörü medyumu ABD’li Ingo Swann’dır. Soğuk savaş döneminde Antarktika’nın bir bölgesinde bir Sovyet denizaltısının saklı bulunduğunu bu paranormal kabiliyetiyle ortaya çıkarmış olan Swann’ın başarıları yalnızca dünya coğrafyasıyla sınırlı kalmamıştır; Amerikan Psişik Araştırma Derneği’nde ve Stanford Araştırma Enstitüsü’nde uzun süre yapılan ilmî tecrübelerde, Jüpiter’deki kimi coğrafî özellikleri bu durugörü kabiliyetiyle bildirebilmiştir. Swann’ın verdiği bilgiler astronomik verilerle de doğrulanmıştır.» [46]

İBDA Mimarı’nın “duru görüş” üzerine söyledikleri ise benzersiz:

 

– «Keşif –DURU GÖRÜŞ dedikleri- GÖRMEK

yâni idrak-bilmek-bakmak-keşfetmek

elde etmek – sefer

bu mesele – gözün görmeye dair bir âlet

ve görmenin GÖRME mânâsına nisbetle bir şube…

 

Bir duvarın arkasındaki bir şahsı

veya bir cismi

kapalı zarfın içindeki yazıyı

başka şehirdeki bir hâdiseyi görmede

besbelli ki gözün hiçbir rolü yok

duru görüş bu!

 

Dış dünyadan alınan elektromanyetik dalgalar

zihnimizde görme şeklinde ortaya çıkar

televizyonun bu titreşimi alıp

görüntüye ve sese çevirmesi

aynen mevcut beyinde de

-İngilizce iki kelime-

TELA – beyin zarı

TELLY – televizyon

ve araya göz girmeksizin

görme beyinde oluşur

duru görüş istidadı olan kişiler

görmenin nihayette

bir ruhî sıfat olduğunu gösteriyor!

*

Bütün duyu organlarımız

şu veya bu şekilde

mercekler sistemine göre

gözdeki mercek sistemi daha gelişkin

ama kulaktaki helezon

hattâ derideki idrak kanalları

hep mercek sistemine göre – çalışır!

 

Eğer kaldırılabilirse idrakin önündeki beş duyu

kendimizi sırf dalgalardan oluşan

sonsuz bir âlemde bulabiliriz

iyi veya kötü diye nitelenen herşey

belirli enerjilere tekabül eden dalgalar

biz – bunları seyre dalmamız gereken yerde

onlarla savaşarak ömür sürüyoruz…

 

Nesneler veya bilgiler dünyası

bizlerin algıları ile farklılaşmakta

dışlaşmakta – biçim bulup canlanmakta

yâni kâinatta bir bütünlük

bir ana plân ve süreklilik

bizler o çok katlı ana plânın ancak

dalga boylarıyla yankılanmaya girdiğimiz nisbette

o dalganın bilgilerini cisimleştiriyor

buluyor ve mâl ediyoruz kendimize…

 

Duyu organlarımız – ihsaslarımızın emrinde

hislerimiz duyu organlarına bir şey yollamadan

algılanamaz dış dünya

ruhîliğin emrinde algılarımız da

İNSAN – ALLAH KATINDA BAKAN GÖZ BEBEĞİ

BU YÜZDEN ONA İNSAN DENDİ!

 

Jung’un duyu idraki için söylediği

dış âlemi bedende toplayıp

ruhu bedende gayb gösterdiği

ilk bakışta ruhu bedenin tezahürü zannettiren

ifâde – izâhımızda!

 

Yine göründü:

– âlem hayâlin ucunda

– ritler ve müzler

– eski kültürlerde AY’a dokunasıya mitler

– hele TELEGRAM hikâyesi…» [47]

 

İBDA Mimarı’nı doğrulayan ve “PARMAK UÇLARIYLA GÖREN KADIN” şeklinde kayıdlara geçen bir hâdiseyi nakledelim aynı “tez”den:

– «Rosa’nın bazı aile fertleri kördü. Bunların çalışmaları sırasında Rosa da Braille’i (körler alfabesi) öğrenmiş ve görmeyenlere yardımcı olmuştu. 1962 yılı baharında Rosa, Dr. Iosif M. Goldberg’e parmak uçlarıyla gördüğünü söylüyordu. Doktor, kızın gözlerini bağlayarak, bir dizi tecrübe yaptı. Rosa hakikaten parmak uçlarıyla görebiliyor, yazı okuyor, renkleri seçebiliyordu. Rosa’nın Dr. Goldberg’e ilk itirafı şuydu: “Parmaklarımla gördüğümü fark ettiğimde ilk aklıma gelen şey, imtihan sırasında cebimde sakladığım kopyalığı okuyup okuyamayacağım olmuştu.”

Dr. Goldberg, Rosa’yı 1962’de Nizhni Tagil’de toplanan Psikologlar Cemiyetinin mahallî konferansına götürdü. Konferansta birçok bilim adamının gözü Rosa’nın üzerinde toplanmıştı. Gözleri iyice bantlanmıştı. Fakat Rosa etrafındaki bilim adamlarının elbiselerinin rengini, ceplerinden çıkardıkları şeylerin gölgelerini bile görebiliyordu. Fotoğraf kâğıdındaki insanı parmaklarıyla dokunarak tanıyabiliyordu. Bunun sırrı neydi? “Pratik” diyordu Rosa, “altı yıldır günde birkaç saat pratikler yapıyordum.”

Rosa’nın şöhreti birden bütün Rusya’ya yayıldı. Sonra dünyaya. Rosa’dan o kadar çok bahsedilmeğe başlanmıştı ki, buna Rosa da şaşırıyordu. Olaylar psikiyatrik bir çalışmayı gerektirecek derecede gelişti. Pragmatik (faydacı) Sovyet bilim adamları “gözsüz görüş”le ilgili bilgilerini geliştirmek ve faydalarını dünyaya sunmak üzere çalışmalara daldılar. Rosa’nın kabiliyeti olağanüstü bir şey midir, yoksa yeni biyolojik bir duyum mu (yükseklerden sihirli bir elma gibi) Rosa’nın başına düşmüştür?

Dr. Shaefer başkanlığında bir heyet, Rosa ile birlikte tecrübeler yapmak üzere Sueralous’daki psikiyatri kliniğine gitti. Burada da Rosa renkleri birbirinden ayırdedebilmişti. Hatta cam altına konan notaları da rahatça okuyabiliyordu. Renklerin değişik miktarda sıcaklık yaydığını veya emdiğini bilen Dr. Shaefer, soğuk renklerle boyanmış (mor, mavi…) tabakaları ısıttı, sıcak renklerle boyanmış olanları soğuttu. Rosa yine başarıyla renkleri ayırdedebiliyordu. Bundan sonra Rosa, Sovyet Bilimler Akademisi tarafından davet edildi. Burada Simirnov ve Bongaid Rosa ile uzun uzun tecrübeler yaptılar. Sonunda Simirnov, “Rosa Kuleşova bir yazıyı parmaklarıyla okuyabilir, renkleri ayırdedebilir” şeklinde rapor verdi. Bu sırada Russian Journal of Neuropsychological Medicine dergisi Rosa gibi elleriyle görebilen bir kadın hakkında bir makale yayınladı.»

DEVLETLERİN PARAPSİKOLOJİK SAVAŞI

Parapsikolojinin başka birçok çeşitleri, ilgilendiği sıradışı kabilliyetler ve araştırma sahaları olduğunu, aynı durumun elbette “METAFİZİK” için de geçerli olduğunu özellikle vurguladıktan sonra, bir “fikir” verdiğimize inanarak bu kadarıyla yetinelim ve bunca malûmatı niçin verdiğimizi açıklayalım. Aynı şekilde, masonluk gibi Batı’daki gizli örgütler veya tarikatlar hakkında yeri geldikçe verdiğimiz önceki malûmatların da benzer bir çerçevede değerlendirilmesini arzu ediyoruz. Hele dünyada bu son yüzyılda cereyan eden “metafizik savaş” üzerine o kadar çok bilgi, o kadar çok belge, o kadar çok kaynak var ki, biz şu ân sadece bu kadarcığını arzedebiliyor ve okuyucularımızın çok küçük bir araştırmayla dahi bunlara ulaşabileceğini vurgulamak istiyoruz. Dediğimiz gibi, “ummandan katre” misâli, olan bitene dair küçücük bir “örnek” sunma çabasıydı bizimki. Hakkında konuşmak ve nakletmek istediğimiz başka birçok şeyi, makale hacminden kaynaklanan mâniden dolayı ele alamıyoruz.

Metafizik veya parapsikolojik alan, savaş yahud teknikler denildiğinde, maalesef birçoğumuz, henüz en ufak bir araştırma ve soruşturma ihtiyacı bile duymaksızın dudak bükebiliyor. Mirzabeyoğlu’nun yaşadığı türden işkencelere uzun yıllar “komplo teorisi” diyenlerin çıkması gibi. Oysa mızrak artık hiç bir yerde çuvala sığmıyor, “materyalist modern bilim” dahi bunları ister istemez kabul etmek zorunda kalıyor ve bir süredir de son derece ciddiye alarak inceliyor.

DEVLETLER açısından meseleye baktığımızda ise, onların “akademi”de bunların nasıl algılandığıyla o kadar da ilgilenmediklerini ve –geçmişte Sovyetler başta olmak üzere diğer Doğu Bloku ülkelerindeki gibi- resmî ideolojilerine taban tabana zıd bile olsa, bu “parapsikolojik” imkânlardan sonuna kadar yararlanmaya baktıklarını, bu “metafizik alan”ı ideolojik değil “pragmatik-faydacı” bir yaklaşımla değerlendirdiklerini görüyoruz. Öyle bir dönem yaşanmıştır ki, “metafizik düşmanı materyalist” dünyanın Sovyet Rusya, Çekoslovakya, Bulgaristan gibi ülkeleri, güya “metafiziğe yakın” Batı dünyasından onyıllarca ileride “parapsikolojik” başarılara imza atmış; bilhassa askerî, istihbarî ve siyasî sahada bu “imkânlar”ı sonuna kadar değerlendirmiş, bununla da yetinmeyerek tıb başta olmak üzere başka birçok alanda parapsikolojiden istifâde etme yoluna gitmiştir. Üstelik bununla da kalınmamış, “telepati” ve “duru görüş”ün düşman ellerde yaygınlaşmasından korkan ve bu işin patronajının kendisine kalmasını isteyen Sovyetler, hem Amerika hem de Avrupa’da “akılcılık” propagandası yapmış, “parapsikoloji”nin ne kadar “güvenilmez” olduğu fikrini yerleştirmeye çalışmış, hattâ ve hattâ “komünist casuslar”ı vasıtasıyla ABD’nin “rasyonalist-akılcı” dergisi The Humanist’i çıkarttırmıştır. [48] Aynı Sovyetler, ülke içinde kendi devlet kontrolü dışına çıkabilecek parapsikolojik bir güçten de ölesiye korkmuştur:

– «KGB’nin dikkatini çekmenin ve Gulag’da en azından on sene yatmak üzere enterne edildiğini görmeden önce Lefortovo’ya yollanmanın en iyi yolu, bir kitabçıdan okültizm ile alâkalı kitab istemektir. Özellikle, Blavatsky’nin Gizli Doktrin’i mimlenmiştir. Birisi bu kitabı almak isteyince, kitabçı, polise bağlı bir düğmeye basar. Durum Moskova’da da, Leningrad’da da ve başka yerlerde de aynıdır.» [49]

Üstad Necib Fazıl’ın işaretlediği üzere, “maddeci komünizm” her vesileyle lânetlenmesine rağmen “maddeci” bir hayat tarzı Batı’nın her köşesinde yaşanır ve yaşatılırken, güya “maddeci komünist” olan Çekoslovakya’daki bütün ilim adamları, “maddenin hiçbir öneme sahib olmadığı hakikatinde mutabıktırlar ve koni gibi, piramit gibi değişik biçimlerin meydana getirdiği her tür kuvvet üzerindeki araştırmalarını derinleştirmek temâyülündedirler. Diğer Çek bilim adamları, dikkatlerini ŞEKİL ETKİSİ vasıtasıyla meydana gelen zıd çekim gücüne yöneltmiş durumdadırlar.” [50] Bir deyişle, maddî muhtevâdan ziyâde, onun şekli ve o şekli ortaya çıkaran ŞUUR üzerinde yoğunlaşmışlardır. Asıl ilgilerini çeken saha ise, “kimya”dan ziyâde, “SİMYA”dır. Belki de bu yüzdendir ki, Türkiye gibi ülkeler “modern bilim” peşinde ama gerçekte kuyruğu etrafında dolanırken, onlar buluş üstüne buluş ortaya koymuşlardır. [51] Bilvesile, “simya”yla ilgili olarak Esatir ve Mitoloji adlı eserinde İBDA Mimarı’nın çerçevelediği çok önemli bir husus:

 

– «Arab – İran – İskenderiye

ve ortaçağ Avrupa simyaları:

– “büyük ihtimâlle Babil simyasının

Mısır’dan bütün dünyaya yayılan etkisinden!”

 

Kimya simya’dan

ama bu göstermez sanki simya

kimyanın ibtidaî şekli

sanki astrolojinin

astronominin ibtidaisi zannedilmesi gibi

BU TÜR İLMÎ YAKLAŞIMLAR

BELLİ HAKİKATLERİ OLAN İŞLERE

HURAFE GÖRÜNTÜSÜ VERİR

tıpkı İNSAN keyfiyetini ölü bedende

kesip biçerek aramak

tıpkı BÜYÜ’nün hakikat

bugün aslının mort

ve sadece malzeme üzerinde

ne niyetle olursa olsun

incelenmesinin boş – olması gibi!» [52]

 

Diğer taraftan, İBDA Mimarı, Ölüm Odası –B-Yedi- adlı (hâlen Baran dergisinde her hafta tefrika edilen) eserinde, bugün “parapsikoloji” gibi metafizik alanlara yönelik Batı’da görünen ilgiden başlayarak bunun Telegram cihazına kadar varan “teknolojik” ürünlerini, “ruhçuluğun hakikati”ne duyulan ihtiyaca bağlamaktadır:

– «Makinenin insan emeğinin yerini alarak zamanla ezen rolü, her ne kadar bütün kurumları şekillendirir görünse de, bu neticede tıpkı ŞAMAN ruhuna âit bazı hünerlerin teknoloji ile marifetten çıkması gibi, “ruhçuluğun hakikati”ne ihtiyacı belirtir bir çığıra varmıştır. İnsanın canlı kalma ve bütün faaliyetlerinde mevcut “ruhî çaba” esası, yine “başı da o, sonu da” aslının bu yoldan tezahürüne… “Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, kendine bir müeyyide arayan makine bilmecesinin çözülemeden kalmasıyla neticelenmiş” diyen Üstadım, teknolojinin siyaseti de ne türlü şekillendirdiğini – tayin ediciliğini… Neticede, “gölgesinden ürken eşek”; gölge yerine “makine”, eşek yerine de onun lûgat karşılıklarını, “uzun zaman, dünya, nefs, dil, kültür”ü, yâni insanın maddî ve mânevî suretlerini koyalım.» [53]

“İslâm dünyası” denilen çerçevede ise, geçmişin Doğu ve Batı blokları arasındaki parapsikolojik imkânlardan yararlanma yarışına belki hiçbir zaman rastlanmamış, teknolojik gelişmelerin ve gizli ilimlerin kaymağını kendisine ayırıp çöpünü pazarlayan Batının artıkları peşinde bir ilim, bilim ve araştırma sefaleti sürüp gitmiştir. Ne yazık ki, metafiziğin de, gizli ilimlerin de, en başta “ledünnî” sır ve marifetlerin de aslı Doğu’dan çıktığı hâlde; tek kelimeyle, âlemde olağanüstülük yahud istidraç türünden ne varsa hakikati ve doğrusu İslâm’da olduğu hâlde; aynı şekilde, “ruh”un eşya ve hâdiseler üzerindeki -ister alelâde isterse fevkalâde kabul edilsin- tahakkümünü sağlayacak tüm potansiyeller müslümanlarda bulunduğu hâlde, o tarafa hemen hiç bakılmamıştır.

Öbür yanda Batı, bizim terkettiğimiz hazinelerden dilediğince yağmalamış, hattâ aldığı kırıntılardan kendisine saraylar inşâ etme yoluna gitmiştir. Bizimkiler “tarikatçı” dünya mason ELİT’ine ne kadar “modern”(!) olduklarını göstermek ve bir kemik daha kapmak için her köşede “tarikatçı” kovalarken, bir diğer ifâdeyle kendi öz potansiyellerini “dışarı”nın yönlendirmesiyle hadım etmeye davranırken, Amerika’da “Mormon Tarikatı” bünyesinde CIA adına çalışan Ingo Swann diye bir medyum, henüz hiçbir haberleşme aracının teferruatıyla yapısını tesbit edemediği Merkür ve Jüpiter gezegenlerine oturduğu yerden seyahat yapmış ve sonrasında doğrulanan astronomik buluşlara imza atmıştır. [54]

“Kültür emperyalizmi” o kadar etkili olmuştur ki müslüman toplumlar üzerinde, uyanıp kendi öz hazine ve potansiyellerini tekrar keşfetmeleri için bile, aynen bizim yukarıda yapmaya çalıştığımız gibi, kendilerine Batı’dan ve “materyalist modern bilim”den örnekler vermekten başka çıkar yol kalmamıştır sanki geriye. “Havas ilmi” veya “ledünnî ilim” dendiğinde yüzlerini buruşturabilecek insanların, “parapsikoloji” dendiğinde yüzlerinin aydınlandığı görülebilmektedir. Halbuki parapsikolojik başarılar, İslâm toplumlarının yüzyıllardır “yaşadığı” ve “başardığı” olağanüstülükler yanında, kuşkusuz çocuk oyuncağı mesâbesinde bile değildir. Batı’nın “olağanüstü” dediklerinden bazıları, geçmiş İslâm toplumlarında yaşayanlar nazarında çoğu alelâde seviyede işlerdir. O hor görülen ve “ilkel” diye aşağılanan eski veya yeni “kabile toplumları” bile, onların “parapsikolojik” başarılarını belki her gün yüzlerce defa başarmış ve hâlâ başarabilmektedir. İBDA Mimarı’nın Yağmurcu adlı eserinde naklettiği bir hâdise, doğrusu çok hoş:

– «Sibirya’da kendisine insanların fezâ gemisi ile aya gittiği söylenen bir eskimo köylüsü, mânâsızlık imasıyla muhatabına baktıktan sonra şöyle diyor: Bizim büyücü her hafta aya gidiyor!» [55]

ESRARENGİZ ATLANTİS VE BÜYÜLÜ DÜZEN

Batı “akıl tutsağı”dır ve bu “akılcı fizik” kafasıyla çoğu ancak “mineraller âlemi” üzerinde tesirli olabilmektedir. “Söz”ün gücüne, “ruh”un gücüne inançlarını kaybetmiştir onlar. O “söz” ki, değil hayvan veya bitkileri, su kristallerini bile nasıl baştanbaşa etkileyip değiştirebildiğini yukarıda gördük.

Batılı “akademisyenler” yüzyıllar sonra “parapsikoloji” diye bir alanın var olduğunu –zorlanarak da olsa!- keşfededursun, bizler İBDA Mimarı’nın bu bahiste söylediklerini kulağımıza küpe yapalım:

 

– «ESRARENGİZ ATLANTİS

 

Okült – esrarengiz ve büyülü kaynaklardan

yâni insan kendi içine döndüğünde

şimdiki ve geçmiş hâdiselere bakıp

onlarda duyularla algılanamayanı – bu yüzden

hiçbir zaman yok edemediği şeyler gördüğünde

bu bilgiden yararlanmaktadır

bu bir bakış elbette yanılmaz değil

ama tarih araştırmaları bir yüzyıl içinde bile

oldukça büyük değişimlere uğrarken

TARİHÎ MİSTİK NAZARİYELERİN BİNLERCE YILDIR

AYNI ŞEKİLDE SÜRMESİ – DİKKATE DEĞERDİR:

– “vakıf olanlar bütün zamanlarda ve her yerde

hemen hemen aynı şeyi anlatıyorlar…”

din düşüncesi

ve insanın duyu ötesi dünyasıyla ilgilenenler

tabiatın kendisinin kapsamlı bir hafızası olduğunu

ve büyük bir sadakatle sır sakladığını

ancak belli insanların

bu toplama deposuna girebildiğini

burada bir metapsikolojik süreç

demek ki bir uzağa bakış sözkonusu

-zamanda uzağa bakış!-

*

Göremediği bir yerde bulunan nesne

veya hâdiseyi bilebilme

bir nesneye sadece bakarak

bütün geçmişini okumak gibi

bu tip şeylere inanmayan insanlarla

tartışmak zordur – ama bunlar

buzun varlığını inkâr eden

eski Afrikalılar’a benzer…

 

Okült diye isimlendirilen bu bilgi

ibtidaî ve geliştirilmesi gereken değil

henüz ilmin bilmediği bir bilgidir

insanlığın hayâl gücünde ejderhalar

eskiden beri vardı

bunlar bütün masallarda – dolanırlardı

iskeletleri topraktan çıkarılana

ve büyük bir gururla müzeleri süsleyene kadar

kimi aydın geçinenler – hurafe diye sırıtırlardı…

 

Hipnozun apaçık bir dolandırıcılık olduğu

yüzyıl önce Batı’da – aydınların ortak kabülü

sonra hipnoz yapmak ceza alma sebebi

aleyhte kullanılabilir olmak bakımından…

 

Budala denilen halk inancında

ve simyacılığın temelinde

metallerin – elmasların – elementlerin içinde

gizli bir ruh bulunduğu

ciddi minerologlar buna gülüp geçiyorlardı

ama hem besin alan – dışkı salgılayan

hareket eden

ve hattâ çiftleşen canlı minerallerin varlığı

seksen yıldır biliniyor!

*

Atlantis efsanesinin verdiği imkân

olabilirlerin beyanı hâlinde

basma kalıp olmayan düşünceler

ve ilme yeni bir bakış açısı

yeni veri kaynağı – olmuştur…

 

Bu cümleden olarak – başlangıçta

mantıklı bir akıl ve hesab tertibi

Atlantisliler’de hiç yoktu

bunun yerine çok gelişmiş

bir hafızaları – meselâ

bir hesab yapmaları gerektiğinde

aynı veya benzer hâdiseleri hatırlıyorlardı

bunun ötesinde kelimenin sadece mânâsı değil

bizim için bir deyim olan SÖZÜN GÜCÜ onlar için gerçekti

yavaş yavaş karşılaştırmayı öğrendiler

karar verme güçleri gelişti – ama bu kazanç

tabiat üzerindeki mânevî hâkimiyetin

kaybedilmesiyle ödendi

BİRLEŞTİREN GÜÇLE YALNIZ MİNERAL DÜNYANIN

GÜÇLERİ DENETİM ALTINA ALINABİLİYOR

AMA ASLA HÜKMEDİLEMİYOR HAYAT GÜCÜNE…

 

BÜYÜLÜ DÜZEN

 

Atlantis ruh dünyasının temelleri hakkında

yürütülen faraziyeler…

 

Çok sayıda araştırmacı gezgine göre

İLKEL denilen insanların hafıza kuvveti

bugün bile – mucize sınırlarına yaklaşmakta

onların rakamları yok

ama eskiden safça düşünüldüğü gibi

üçe kadar sayamadıkları için değil

bir defa yaptıkları hesab

sürekli akıllarında kaldığından

ayrıca – her hayvan ve insanın

ayak izini şaşmaz bir doğrulukla

bunu da bizde olmayan

bir koku algısıyla değil – hafızayla

geçtikleri bölgelerin görüntüleri

en ince teferruatına kadar akıllarında

bu mekânî hafızayla – karada ve denizde

yollarını kaybetmeleri muhal

buna mukabil mantıklı düşünme faaliyeti

bizde olduğundan daha az

daha farklı biçimde gelişmiştir

bu sebeble İLKELLERİN

İLK GÖRÜŞ AKLINA DAYANAN

RUHLARINDAN SÖZ EDİLİR

ONLAR – KELİMELERİN MİSTİK GÜCÜNE İNANIR

AMA KESİNLİKLE BİR BÂTIL İNANÇ DEĞİL

TABİATA KARŞI GÜÇLERİ

BİZİMKİ KADAR GERÇEK

AMA BAŞKA GÜÇLERE DAYANIR:

– “tapınma ve kült taşı

gerçekten etkilemeseydi

okun uçuş yönünü belirlemeseydi

ilkeller bunu sürdüremezdi

tıpkı bizim – bunun ne kadar muazzam

bir gerçekliği çıkardığını bilmesek

ve öğrenmiş olmasak – bir merminin

uçuşunu hesablamayı ve namlunun biçimini

gerçekleştiremeyeceğimiz gibi…”

 

Gerçekten de ilkel insan

tabiat üzerinde hâkimiyet kurduğumuz sistemi

bir büyücülük gibi

her iki durumda da tabiatın özüne

bir bakış sözkonusudur – bunlar

belli ruhî becerilerin geliştirilmesine

ve uygulamasına dayanır

Atlantisliler’in tabiata nasıl baktıkları

silik izler hâlinde şurada burada

ve telepati duygusunda – görünüyor…

 

Atlantisliler’de telepati geliştirilerek

eşyayı uzaktan hareket ettirme

ışınlama ve maddeleştirmeye – dönüştürülmüştü

bunlar bize masalımsı görünüyorsa

iki kabiliyeti kaybetmemizden

BİZ HERBİR ŞEYİN DIŞ YÜZÜNÜ

NASIL EN İLERİ DERECEDE İDRAK

ONLAR İSE İÇLERİNDE NE OLUP BİTTİĞİNİ

O ŞEYİN İÇİNE GİRMEYİ BAŞARIYORLAR

bizlerin arasında nasıl sosyal ilişki varsa

onlar için de tabiatla benzer ilişkiler

bizim için vücudumuzun uzuvları neyse

onlar için de tabiatın çeşitleri öyleydi

biz gerçeği akılla kavrıyoruz

onlar bunu sempatiyle

tıpkı bebeğin annesiyle nefes alması

tabiatla nefes alıyorlardı:

– “biz sadece inorganik olana hükmedebiliyoruz

ÇÜNKÜ AKIL – BİR MATEMATİKÇİ BİR MÜHENDİS

HAYATI HİSSETMEDE İSE ÇARESİZ…”

 

Bin dokuzyüz elli’lerde bile

Malezya’nın ilkel yerlileri

savaş talebinde bulunmaya gittiklerinde

özel bir dil kullanır

çinkonun madeninin – ancak belirli kişilerce

bulunabileceğine inanır

bundan başka – onlarda reis

belli kelimelerin kullanılmasını

temelli veya belli süre yasaklayabilir

ondokuzuncu yüzyıl etnologları

bunları – çocuksu hayâlet korkusu

ve kabaca tabiatın kişileştirilmesi görerek

bütün bu hayalî dünya için yetersiz

ANİMİZM kavramını kullandılar

çağdaş psikanalizmin yorumu ise

vakıayı çarpıtır tıbbî kısıtlamalar içinde:

– “İlkel insanı nevrozlu ilân eder!”

aslında ilkel insan nevrozlu değil

nevrozlu bir tür animisttir

ve aşırı duyarlılığı yüzünden

büyü mevzuunda hâlâ

körelmiş de olsa – bir hisse sahibtir

ilkel insanlarda da tabiatın

çok yakın olması sebebiyle korunduğu gibi

gerçekten de histerik kişiler

vücutlarında fizikî değişikliklere yol açabilirler…

 

Nevrozlu – histerik – ilkel insan

her üçü de batmış bir kültürün

son küçük kalıntılarını temsil eder

ve bu kültürün ASIL temsilcileriyle

karşılaştırılacak olurlarsa

toplama işlemini yapmasını bilen bir atla

bir teknik yüksek okul mezunu

karşılaştırması ortaya çıkar!» [56]

 

PARAPSİKOLOJİYE İLGİ VEYA DÜŞMANLIK NİÇİN?

Batı, aldığı onca ölümcül yaraya rağmen “yeni dünya düzeni” hevesinden vazgeçmemekte ve kendini tamire çalışmakta, bir yandan da -kuantum fiziğindeki gelişmelerin de etkisiyle- “pozitivizm”in aksayan yönlerini giderip yeni bir rota çizmek, tüm bilim sahalarını yeniden ele almak, hattâ “materyalist mistik” dairede türlü mitoloji ve inanışı keyfince harmanlayarak yeni bir “din” veya “din bulamacı” icad etmek istemekte, ancak herşeye rağmen, Batı’nın her sahadaki bu baş aşağı gidişi ve günden güne çöküşü durdurulamamaktadır. Öbür tarafta, kimi müslüman ferd, topluluk veya toplumlar ise, onların yüz yıl önce terkettiklerini kıran kırana kapışma yarışı verebiliyor hâlâ. Batı akılcıyken, onlar “akılcı” bile değil; tamamen ahmakça yaklaşıyorlar temel meselelere. Bu kafayla, kuşkusuz ne “teknolojik savaş”a ve “metafizik savaş”a karşı direnilebilir, ne de onların hâkimiyet plânlarına ve “şeytanî örgütler”ine.

Bu bakımdan, Batı “kültür emperyalizmi”nin tornasından geçirilip iyice kıvama sokulmuş, aynı zamanda emperyalizmin siyasî, askerî ve iktisadî kuklası hâline getirilmiş Türkiye gibi bir ülkenin idarecilerinin (“ruhen” ve “fikren” mağlubiyetleri KESİN olsa da!) Mirzabeyoğlu’na “fizîken” gücü yetebilir belki ve “Batı adına” Telegram da yapabilirler. Fakat kendileri çizgi dışına en ufak çıkma temâyülü gösterdiklerinde, “başkaları”nın da onlara gücü yetecektir elbet; yetiyor da zaten!

Bugün Batı’da parapsikoloji, ne olduğu kesin olarak izâh edilemese de kullanılıyor, dedik. İzâh edilemiyor, çünkü “mekanistik” ilmî yaklaşımları bu hâdiseleri açıklamaya kâfi gelmiyor. Em. Kur. Alb. Baha Kadıoğlu’nun, “bu tecrübeler, bilim dünyasını bir tercihle karşı karşıya bırakmıştır. Duyu dışı algılama mevcudsa mekanistik modern bilim yanlıştır! Yahud, bu duyu dışı algılama tecrübelerini yapanlar namuslu insanlar değildir!” diyerek altını çizdiği şu hususlar önemli:

– «Günümüzde çalışmalar iki grub hâlinde yönetilmektedir. Bir grub bilim adamı gündüz çalışmaktadır. Eski öğretilerin batınî bilgilerini topluyor, müşâhede ve incelemelerini bir ışık elde edebilmek için geliştiriyorlar ancak sonuçta başarısızlığa uğruyorlar. Bu durum, onları bir ışık olmadığı görüşüne götürüyor. Bugün modern bilimin bulduğu madde ve enerji kanunlarının medeniyetimizin temeli olduğu açıktır. Ancak Galile ve Newton’dan Einstein’a uzanan bilim, özel bir hâldir. Yalnız maddeye uygulanabilmektedir. Canlıların duyumlar dışı kabiliyetlerine yer vermemektedir. Sezgiye dayanan şuur hâlleri, bildiğimiz müşâhede şartları altında ortaya çıkmamaktadır.

Diğer grub ise gece çalışmaktadır. Metafizik ve mistik öğretilerden yola çıkarak dünya hayatının bir hayâlden ibaret, bir rüyâ hâli olduğunu kabul ederek, çalışmalarını sezgi sahasında yürütmektedirler. Ortaya koydukları araştırmalar ve yazılar, bilim adamlarınca anlaşılamamaktadır.

Yeni bir bilim dalı olarak gelişen ve kabul edilen Parapsikoloji, bu değişik iki şuur hâlinin sentezini yapma yoluna girmiştir. Eskinin batınî öğretileri ve bilgileri, modern teknolojik cihaz ve vasıtalarla incelenmeye başlanmıştır. Psikoloji bilimi yeni anlayışı ve vasıtalarıyla insanlığı yeni ufuklar açma yolundadır.»

Jacques Bergier’in 1978’de yazdığı ve çarpıcı olduğu kadar çığır açıcı Gizli Parapsikoloji Savaşı adlı eseri, “akılcı akademi” izâh edemese de Batı’nın parapsikolojiyi “metafizik savaş”ta devletler bazında sonuna kadar kullanan tavrını çok güzel bir örnekle sergilemektedir:

– «Gerçekten bir devrimin ilk belirtileri, savaş ve casusluklar toplumunun bütün yapılarında çoğalmaktadır. Zaman, askerî makamların parapsikolojiye karşı ilgisiz ve polisin inançsız olmadığını isbatlamaktadır. Bu yazılarda görüleceği gibi, Sovyet polisi şimdi parapsikologları, başkaldıranlara karşı gösterdikleri gayretle tutuklamaktadır. Şu farkla ki, Gulag adalarına göndermek yerine, KGB onları çalıştırmaktadır. CIA da okült (gizli) kuvvetlere başvurmakta ve başka ülkelerde de çeşitli uygulamalar yapılmaktadır diyebilirim.

Bu yazıların ileri sürdüğü tez, işin sadece başlangıcıdır.

Bu parapsikolojik hâdiseler ile okült kuvvetler bilinmezlik ve yanlış anlama içinde bulunmakla beraber, askerî ve sivil yöneticiler bunlardan faydalanmaktadır ve giderek de faydalanacaklardır.

Durum, havacılığın 1914 yılındaki durumuna benzemektedir.

Birinci Dünya Savaşının başlarında ilmî bakımdan uçak “imkânsız” olarak kabul ediliyordu. Gerçekten de: “Bir uçak kütlesinin saatte yüzlerce kilometre hızla yer değiştirmesi için havanın da yer değiştirmesi gerekir” deniyordu. Hiçbir motor böyle bir güce sahib olamazdı, zira bir metreküp hava 1.293 kilogram geliyordu. Açıklamayı biz bugün biliyoruz. Sadece birkaç moleküllük bir tabaka yer değiştirmektedir. Buna “haddeleşmiş akım” deniyor.

Matematik teori bunu güçlükle ortaya çıkarmış ve bu isbatlama ancak 1920-1930 arası gerçek olarak açıklanmıştır. Ama savaşçılar 1914’den beri, böyle olsa da, askerî uçakları kullanmaktan geri kalmadılar.» [57]

Bergier, “parapsikoloji”nin baskıcı devletler tarafından engellenmek ve değersizleştirilmek istendiğini söylemektedir. “Rasyonalizmin-akılcılığın” bu tür devletler tarafından pompalanmasının bir sebebi de budur. Şöyle ki, hiçbir devletin, “parapsikolojik güçler”e sahib, ele avuca gelmeyen, “telepati”yle haberleşebilecek, “telekinezi”yle devletin silâh ve araçlarına zarar verebilecek, “duru görüş”le devletin gizli belge ve birimlerini oturduğu yerden keşfedebilecek, tanka topa karşı gelemese dahi onları kullananları etkileyebilecek “özel kabiliyetli” topluluklarla başa çıkamayacağını vurgulamaktadır. Bu yüzdendir ki, devletler halka karşı bu tür “parapsikolojik güçler”i kullanmadan önce, “devrimciler”in bu güçleri kullanmayı öğrenmesini, bu amaçla kendilerini yetiştirmelerini ve örgütlenmelerini tavsiye etmektedir. Zaten yazar, gençliğin parapsikolojiye olan yoğun ilgisini de, bu “devrimci ve isyancı ruh”ta bulmaktadır. Bu bakımdan, kimi “bilim adamları”nın parapsikolojiye yönelik olumsuz tutumlarına aldırış edilmemesini telkin etmekte ve bu “akademisyen”lerin menfî tutumunu şu şekilde izâh etmektedir:

– «Bilim adamları, tecrübeleri bizzat kendilerinin yapmalarını arzu etmeleri sebebiyle, onlarca psi olayları yoktur (deneyip görerek bir tasdike ulaşan tipler). Bazı bilim adamları psi olaylarının mevcud olduğunu bilirler, ama onları tehlikeli bulurlar ve de insanları bu konudan uzaklaştırmaya çalışırlar. Yine bazıları rekabetten çekinirler, kendi bilimlerinin psi olaylarına nazaran gittikçe küçüldüğünü farketmişlerdir. Nihâyet bazı bilimciler et kafalıdırlar. Gerçekte bu dört sebeb, karma olarak mevcud durumda bulunmaktadır.» [58]

 

MİRZABEYOĞLU’NUN KÜLTÜR EMPERYALİZMİYLE SAVAŞI

Gizli ilim ve marifetlere “devlet” ve “akademisyen” düşmanlığı bahsinde bizim hemen hatırımıza gelen hâdise ise, dünyada ve Türkiye’de “mason”larla kıran kırana bir savaşa giren araştırmacı-yazar Aytunç Altındal’ın naklettiğidir. [59] Yazar, kendisiyle yapılan bir röportajda, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin topladığı ilk Türk Dil Kurultayı’nda alınan “ilk karar”ı şöyle anlatır:

– «Ben daha çok yurtdışında yayıncılık yaptım. Türkiye’de Masonlar ile büyük kavgalarım oldu. Dönemin başbakanı Bülent Ulusu da büyük masonlardan biri idi. Benim kurduğum yayınevinin kapatılmasını istedi. Ertesi sabah bir manga asker geldi ve burası artık kapandı dedi. Ben de yayınevi işlerimi mecburen yurtdışına taşıdım. “Havas” (gizli ilimler) adlı yayınevimi 1972 yılında kurdum. Sonra Süreç adlı dergiyi çıkardım. Bunların hepsi kapatıldı.

Ben bu Havas yayınevini kurduğum vakit bile Müslümanlar bu ismin ne anlama geldiğini bilmiyorlardı. Ben de mahsustan “Havadan gelen dolarlar” diyordum. Bu kelimenin 24 farklı anlamı var. Benim bu kelimeyi seçmemin sebebi Türk Dil Kurultayı’dır. Öğrendim ki birinci TDK toplantısında mason takımı “Havas” kelimesini ortadan kaldırmak istemiş. Şöyle ki; Müslümanlar arasında artık İslâmiyet diye bir mefhum kalmadı! Dolayısıyla Müslümanların akıllarında kalan kavramları hafızadan silmemiz gerekiyor demişler. Birinci kelime olarak da “Havas”ı bulmuşlar. Ben bu zabıtları okuduğum zaman bunun için bir yayınevi kuracağım dedim. Benim geçmişim, hayatım bu kelimedir.» [60]

Bahsin tam burasında, “ledünnî ilim”deki RAKİBSİZ hissesini yayınlanmış 60’a yakın eseriyle delillendiren “dünya çapında” bir mütefekkir olarak Salih Mirzabeyoğlu’na yapılan Telegram işkencesini hatırlıyor, niçin başkasına değil de özellikle O’na böyle bir barbarlığın revâ görüldüğünü seziyoruz. Mesele, “taş attı, camı kırdı” seviyesinde “fizikî” bir suça düşmanlık değil, O’nun “seçkin” ilmine ve bu ilimle ortaya koyduğu “teklif”ine düşmanlıktan doğan, dolayısıyla hem güdülen amaç hem de kullanılan silâh tekniği bakımından “metafizik savaş” seviyesinde değerlendirilmesi gereken bir hasımlıktır. Kaldı ki bu savaş, Telegram cihazının başındaki kuklalarla olmanın ötesinde, bu cihazın ve Telegram çerçevesindeki -hipnoz ve sun’î telepati gibi- kimi “parapsikolojik” tekniklerin kullanılması emrini veren “emperyalist” mahfiller ve onların buradaki “etkili-yetkili” işbirlikçileriyle O’nun arasındadır. Tam da bu yüzdendir ki, Mirzabeyoğlu’nun siyasî, askerî, iktisadî ve KÜLTÜREL Batı emperyalizmine karşı verdiği, kelimenin tam anlamıyla METAFİZİK BİR DÜNYA SAVAŞI’dır.

Bu vesileyle, İBDA Mimarı’nın EBCED (kendi ifâdesiyle “kelime ve cümleler arasında aynı SAYI vesilesiyle münasebet ve kurulan mânâ alâkası”) ilmine benzersiz hâkimiyeti ve soy çizgisinin “Hazreti Ali”ye ulaşması gerçeği daima hatırda tutularak okunması gereken birkaç pasaj:

– «İslâm Ansiklopedisi, Havas Maddesi:

HAVAS, sözlükte “bir nesneyi diğerlerinden farklı ve üstün kılan nitelik” anlamına ge­len hâssa kelimesinin çoğulu olup, genel­likle avam karşıtı olarak “seçkin kişiler” mânasında kullanılır. (…)

Mutasavvıflara göre Hz. Peygamber (asv)’in vahiy alma, mi’raca çıkma ve mucize gös­terme gibi sadece kendine has bazı hâl­leri (hasâisü’n-nebî) vardır. Aynı şekilde Resûl-i Ekrem (asv) sırdaşı olan Huzeyfe b. Yemân’a başkalarının bilmediği bazı şeyleri haber verdiği gibi Ali’ye de BAŞKALARININ BİLMEDİĞİ YETMİŞ KADAR İLİM DALINI öğret­miş, ancak Hz. Ali (ra), avamın kendisini ya­lancılıkla suçlamasından çekindiği için bunları açıklamamıştı. (Serrâc, el-Luma’, Kahire, 1960, s. 38, 168-182) (…)

Hadis âlimleri hadis alanında, fıkıh âlimleri hukuk alanında uzman oldukları gibi, sûfiler de ruh ve gönül hâlleri husu­sunda uzmandır. Bu konudaki bilgilerin ve hâllerin bir bölümü Hz. Peygamber (asv) ve sahabeden kendilerine intikal etmiş, bir kısmına ise ibadet, ahlâk, edeb konularında hassasiyet göstermek, ruh ve kalb hâllerini kontrol altında tutmak, nefsi günah kirinden arındırmak, İlâhî hakika­ti ve sırrı kavramaya çalışmak suretiyle kendileri ulaşmıştır. Büyük bir ruhî çaba ve manevî tecrübe ile kazanılan bu bilgi­lere “İlm-i husus” adı verilir. “Ledün ilmi” veya “bâtın ilmi” de denilir. Havas ve hâssatü’l-havâs, bu ilim sayesinde Kur’an ve hadisten herkesin farkına varama­dığı mânâları bulur ve ortaya çıkarır. Me­selâ Hz. İbrahim (as)’in gördüğü yıldız his, ay akıl, güneş Hak nuru şeklinde yorumlan­mış; bundan da avamın his, havassın akıl, hâssatü’l-havâssın Hak nuru ile irşad edildiği sonucuna varılmıştır. (Hay­dar el-Âmülî, Camiu’l-esrar, Tahran, 1378, s. 359).» [61]

İslâm Ansiklopedisi ‘ndeki “EBCED” maddesi ise şöyledir:

– «Keşfu’z-Zünûn’da, cifir ve ebced ilminin, konunun uzmanları olan mânevî ilimlerde derinleşen simalar için bir çok esrarın anahtarı hükmünde bulunduğu ve HZ. ALİ TARİKİYLE ÖZELLİKLE EHL-İ BEYTE TEVÂRÜS EDEN BİR İLİM olduğu belirtilmiştir. Bu ilmin eski peygamberlerin kitablarında da yer aldığına dair rivâyetlere işaret eden Çelebi, “BU İLME, ANCAK ÂHİRZAMANDA GELECEK OLAN HZ. MEHDÎ, HAKKIYLE VÂKIF OLUR” diyen bazı âlimlerin görüşlerine de yer vermiştir. (bk. Kâtib Çelebi, Keşfuz-Zünûn, I/592.)

Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî’nin kaleme aldığı meşhur Mecmuatu’l-Ahzab adlı eserde CELCELUTİYE kasidesine de yer verilmiştir. “Bede’tu bi bismillah” cümlesiyle başlayan kasidenin son beyti, KASİDE SAHİBİ HZ. ALİ’nin ismini gösteren ve “Bunlar, yaradılanlar insanlar için bir araya getirilmiş ilimlerin sırları olup, Hz. Muhammed (a.s.m)’in amcasının oğlu Ali’nin makalesidir” anlamına gelen:

“Mekalu Aliyyin ve’bnu ammi Muhammedin ve sirru ulûmin lil-halaiki cümmiat” beytiyle sona ermiştir. Bediüzzaman’ın da işaret ettiği gibi, KASİDE BAŞTAN SONA KADAR EBCED HESABINI GÖSTERİR şekilde basılmıştır.” (bk. Gümüşhânevî, Ahmed Ziyaeddin, Mecmûatu’l-Ahzâb (Şâzelî kısmı), 499-531.)» [62]

İktibasta zikredilen Hazreti Ali’ye âid kasidenin ismi CELCELÛTİYE, anlamı ise –istisnâsız tüm kaynaklarda kaydedildiği üzere- Süryanice İBDA veya BEDÎ demektir. [63]

Son olarak, yazımızın kimi bölümlerinde geçen ve Telegram’ın teorisyeni ve satanist-mason-siyonist dünya ELİT’inin “çatı örgütü” olduğunu vurguladığımız TAVISTOCK’un [64] dünya toplumlarını “kontrol etme” metoduna karşı Mirzabeyoğlu’nun verdiği “kültürel savaş”ın BİZİM FARKEDEMEDİĞİMİZ belki asıl yönünü  gözler önüne sererek, çalışmamızı sonlandıralım.

Araştırmacı-yazar Aytunç Altındal’ın şu sıralar hakkında bir kitab kaleme aldığını söylediği TAVISTOCK yapılanmasının dünya toplumlarını “kontrol ve yönlendirmek” için kullandığı başlıca metod, katıldığı televizyon programlarında Altındal’ın ifâde ettiği şekliyle şu:

– «Fizikteki entropi kanununu dünya kontrolüne tatbik ediyorlar… İlk olarak bir toplumun gündelik hayatında kullandığı KELİME SAYISI’nı tesbit ediyor ve hemen ardından, birkaç yüz kelimelik lûgatçeden ibaret o “cılız kültür” yapısına karşı, sahib oldukları 600.000 kelimelik kendi “zengin kültür” yapılarıyla taarruza geçiyorlar!.. Tabiî, birkaç yüz kelimeyle buna direnmek mümkün değil!..» [65]

Bir diğer ifâdeyle, 600.000 kelimelik veya sembollük “kültürel bir kafes” tarzında çepeçevre insanlığın etrafına örülen bu “kültürel ağ”ın iplikleri veya zincirleri, Batı’nın kendi kültür ve medeniyet köklerine göre yapılandırdığı tüm “modern bilim” dallarından tarihe, felsefeden teknolojiye, dinden mitolojiye, sanattan siyasete, ahlâktan eğlenceye, basından eğitime, tıbtan spora, artık aklınıza gelebilecek her sahada sımsıkı dokunarak, bu ZİHİN KONTROLCÜ VE YÖNLENDİRMECİLERİ tarafından üzerimize atılıyor.

Bunların belki başlıca hedefleri ise, İBDA Mimarı’nın “zekânın özü” olduğunu her vesileyle vurguladığı “MÜSBET HAYÂL KABİLİYETİ”… İnsanın ruhen en saf ve zihnen en korunmasız çağında “çizgi filmler” ve “bilgisayar oyunları”yla başladıkları Batılı-Batıcı dünya görüşünü şuuraltına aşılama ve başka kültür insanlarının “kendi” hayâl güçlerini körleştirme işini, bir yönüyle “tele-hipnoz” makinesi fonksiyonu gören TELEVİZYON ile, kişi son nefesini verinceye dek sürdürüyorlar. Başka bir tâbirle, insanlar, “sâkin” bir ruh ve zihinle oturup düşünerek, “hayâl gücü”nü serbest bırakıp başka mevzularla dilediğince irtibatlandırarak, gerekirse tekrar okuyup pekiştirerek KİTAB okumasınlar diye, izleyicinin dikkatini bir ân olsun gevşetmeme ve daimî bir uyarıcı bombardımanına maruz bırakma esasına dayalı “televizyon kültürü”nü kökleştiriyorlar. Kısacası, “sakın kafanı çevirme, bundan sonra ne olacağını ve bunların ne anlama geldiğini biz hemen söyleyeceğiz sana!” diyor ve “kendi” hayâllerimizin peşinden gitmek yerine, “onların” hayâllerini takib etmemizi istiyorlar. Heyecanı ve hedonizmi sürekli kışkırtma yoluyla, hipnotize edilmiçcesine ekrana kilitlenmiş kitlenin şuuraltına veya şuuruna böylece mesajlarını yolluyorlar. Bu hipnotize etme, uyuşturma ve sersemleştirme işinde, en tesirli ve bu yüzden en tehlikeli araçlardan birisi olarak “MÜZİK ENDÜSTRİSİ”ni de yine sonuna kadar kullanıyorlar. Üstelik yalnızca kulaklara hitab etmiyor, pornografik hedonizmle takviye edilmiş olarak, müziği “ekran”lara taşıyorlar.

Sadece televizyon da değil, sinema, bilgisayar, internet, ceb telefonu gibi EKRAN temelli diğer tüm teknolojik icadları bu amaçla kullanıyor ve dağa taşa kadar yaygınlaştırıyorlar. Okul hayatı, askerlik hayatı, iş hayatı ve aile hayatı devrelerinde de bu “kültürel” torna tezgâhı hiç durmaksızın işletiliyor ve “müsbet hayâl kabiliyeti” ne yapılıp edilip iğdiş ediliyor. Basının ve devlet güdümlü “kültür politikaları”nın (!) rolünü zikretmeye gerek bile yok. Bu arada, içki ve uyuşturucu da her yolla teşvik ediliyor ve gerekirse yeni uyuşturucu çeşitleri imâl ediliyor. Hattâ bizimki gibi kimi ülkelerde, içki “kurucu felsefenin kutsal içeceği” tarzında yüceleştiriliyor. Seks ise, bir yandan ferd ve toplumların mevcud ahlâkî bünyelerini dinamitlemek, diğer yandan da yıkılan bu enkaz üzerinde ELİT’in sapkın “dünya görüşü”nü yükseltmek ve devşirilenleri ödüllendirmek için, üstelik “yaşama sebebi” hâline getirilinceye dek, her köşede ve her vesileyle azdırılıp öne çıkartılıyor.

Neticede, emperyalizme başkaldırabilecek “idealist insan tipi” doğmasın diye “eğlence kültürü” yaygınlaştırılıyor, önüne geçilemeyecek din ihtiyacına karşı tedbir alınarak yeni “dinler” veya “mistik cereyanlar” icad ediliyor, gençliğin enerjisi yüksek davalara değil de futbol gibi “çocuklara yaraşır” sporlara kanalize ediliyor, böylelikle ve özetle, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin idealize ettiği, İBDA Mimarı’nın deyimiyle, “şen sıpa tipi” her yanı kaplıyor. Bir toplumun “en dinamik kesimi” olduğu için, bir kültür ve medeniyet iklimini ya ihyâ ya imhâ edebilecek gençliğin baştanbaşa bu “tip”te imâl edilmesi amaçlanıyor. Başarıp başaramadıklarını takdir, okuyucuya kalmış. [66]

Tüm bunlar “tesadüfî” değil elbette, yâni tarihin bir döneminde “kendiliğinden” ortaya çıkıvermiş değil. Birbirleriyle koordinasyon içinde ve belli bir strateji temelinde ateşlenen bu silâhlarla kazanılmak istenen savaşın gâyesi, ELİT’in önde gelen teorisyenlerinden Aldous Huxley’in (“tek dünya devleti” ve “tek dünya dini” teorisyeni İngiliz istihbaratçı-yazarı H.G. Wells’in talebesi olan İngiliz istihbaratçı-yazarı, Hollywood senaristi, uyuşturucu havarisi) meşhur romanı Cesur Yeni Dünya’nın 1958 versiyonunda şöyle İLÂN ediliyor; Amerikan istihbarat servisleri tarafından katledilen Zihin Kontrolü ve Telegram araştırmacısı Jim Keith’in (1949-1999) eserinden takib ediyoruz:

– «Huxley, TAVİSTOCK’tan John Rawlings Reese’le işbirliği içindeydi ve etkili Brave New World adlı kitabın yazarıydı. (…)

Brave New World Revisited’in son bölümünde şöyle der:

“21. YÜZYIL, DÜNYA KONTROLÖRLERİNİN DEVRİ OLACAK. ESKİ DİKTATÖRLER DÜŞTÜ; ÇÜNKÜ HEDEFLERİNE YETERLİ GIDA, YETERLİ EĞLENCE, YETERLİ MUCİZE VE SIRRÎLİK SAĞLAYAMADILAR. İLMÎ BİR DİKTATÖRLÜKTE, EĞİTİM GERÇEKTEN İŞLEYECEK. ÇOĞU KADIN VE ERKEK, KENDİ KÖLELİKLERİNİ SEVEREK YETİŞECEK VE ASLA DEVRİMİ ARZULAMAYACAK. İLMÎ BİR DİKTATÖRLÜĞÜN YIKILMASI İÇİN HİÇBİR MAKÛL SEBEB GÖRÜNMÜYOR.”» [67]

Hollywood’un niçin birbiri peşisıra “fantastik” ve “parapsikolojik” filmler piyasaya sürdüğünü de ifşâ eden bu manifestoda, ELİT’in 100 yıl kadar önce plânladığı, bugün birçok ülkede kurmayı başardığı ve asıl GLOBAL genişlikte kurmaya çalıştığı “ilmî diktatörlük”te, insanların “kötek” veya “gözyaşı”yla değil, “eğlence” ve “haz”la terbiye edileceği ilân ediliyor. Hasan Sabbah’ın Alamut kalesindeki “DÜNYA CENNETİ” hesabı; uyuşturucu, seks, ziyafet, binbir türlü fantezi ve olağanüstülükle kontrol edilecek dünya toplumları. Eski diktatörlerin yaptığı gibi sabah akşam sopa gösterilmeyecek orada; ona özellikle “ilmî diktatörlük” kurulana kadar başvurulacak ve ileride başkaldırabilecek olanlar için saklanacak. Çünkü bu “ilmî diktatörlük” bir kez kurulunca, insanlar haz duyarak ve kahkahalar atarak boyun eğecekler efendilerine. Tıpkı bugün çok sayıda emaresi, kölesi ve havarisi görüldüğü gibi!..

 

MİRZABEYOĞLU’NA TELEGRAM NİÇİN?

Mirzabeyoğlu’nun niçin “özel” olarak hedef alındığı şimdi daha iyi anlaşılıyor. Çünkü O, başka herkesi ve her toplumu hallaç pamuğu gibi savuran bu “kültür” taarruzuna ve “hedonizm” kasırgasına karşı, belki MİLYONLARCA kelimeyle, kavramla, sembolle ve mânâ irtibatıyla direnebiliyor. Direnmek bir yana, ardarda verdiği muazzam eserleriyle, bu “kültür emperyalizmi”nin kalbini deşip ciğerini söküyor ve “panzehir”ini yepyeni bir devlet ve dünya düzeni hâlinde teklif ediyor. Başka herkesi ufacık bir fiskede yerle bir eden o gelişmiş “kültürel imhâ” teknik ve taktikleri, o sinsi “zihin yönlendirme” tertibleri ve binbir hedonist “fantezi” O’na zerrece işlemediği için, Telegram gibi en nâdide “makine”lerini ve en barbar “işkence” usûllerini sokuyorlar devreye. Emperyalist “ağababa”ları ve buradaki kimi “mahfiller” bastırdığı için, O’nun gördüğü işkence karşısında bu yüzden “üç maymun”u oynuyor TEPEDEKİLER!

Bu ülkede “ipler”in KİMİN elinde olduğunu anlamak için, “KÜLTÜR BAKANI”nın kimliğine ve “KÜLTÜR BAKANLIĞI”nın icraatlarına bakmak yeter! Gerisi, yol, su, elektrik, inşaat, kanalizasyon vs işleri; bir deyişle, “DÜNYA GÖRÜŞÜ”nü ülkenin her köşesine sindiren Batı emperyalizminin “sömürge valiliği”… Kimbilir, bir sonraki safha da, “Anadolucu Büyük Doğu-İBDA tehlikesi”ne karşı gündeme getirilebilecek, özünden ve temel unsurlarından koparılmış bir “Amerikan Büyük Doğu’su” yahud “muhafazakâr demokrat BOP versiyonu” belki de…

Yeri geldi madem, bugünkü iktidara bir çift sözümüz var:

Bugün Türkiye’deki polis veya jandarma karakollarında, istihbarat servislerinde veya zindanlarda “eski usûl” işkence âletleri, mekanizmaları, makineleri vs. “belki” yok. Fakat tarihin en eski devirlerinden bugüne uygulanan neredeyse TÜM BARBARCA İŞKENCE METODLARININ, ister bedenî isterse psikolojik olsun, HİÇBİR İZ BIRAKMADAN “kurban”a yaşatılabildiği “modern” bir işkence çeşidi var artık: TELEGRAM!.. Bu cihaz, o barbarca işkencelerin kurbanları hemen ne hissediyorsa, AYNI acıyı, AYNI hissi, AYNI ıztırabı “Telegram kurbanı”na yaşatabiliyor; üstelik bunlara “kendine has” yeni eziyetler de ekliyor. İşte Salih Mirzabeyoğlu’nun maruz bırakıldığı işkence!..

Eskiden tutukluya YALNIZCA ilk sorgusu sırasında ELEKTRİK verilirdi. Gönderildiği cezaevinde bir daha elektrik işkencesi edilmezdi. Ancak, MÜTEFEKKİR SALİH MİRZABEYOĞLU’NA, TELEGRAM CİHAZIYLA TAM 13 YILDIR HİÇ KESİNTİSİZ “ELEKTRİK” İŞKENCESİ YAPILIYOR, GECE GÜNDÜZ, HERGÜN 24 SAAT!.. 28 Şubat darbecileri de yaptı bunu, güya ondan hesab sormaya çıkan da!.. Başlatan da, sürdüren de, göz yuman da, susan da, sağa sola bakınan da, hepsi ortak bu işkenceye!.. Sadece Çevik Bir’in borusunun öttüğü zaman değil, ŞİMDİ, ŞU ÂN, ŞU DAKİKA, “ileri demokratlar” (!) zamanında da yapılıyor bu!..

İşkencelere boyun eğen bir mizaçta değildir Mirzabeyoğlu; anlatmadıkları, anlattıklarının yanında bir hiçtir. Kendisine kan kusturulsa bile, bir deyişle “kızılcık şerbeti içtim” der ve eserlerinde önümüze HEPİMİZ İÇİN -tâbiri caizse- “kızılcık şerbeti” tarifi serer… Ancak buna karşılık ve kendisinin böyle konuşmamızdan hazzetmeyeceğini bilmemize rağmen, bize düşen, O’na yaşatılan bu işkenceyi kamuoyuna duyurmak, işkenceci etkili-yetkililerin “ikiyüzlü” suratlarına bunu şiddetle çarpmaktır.

Evet, ağızlarıyla kuş tutsalar dahi, “bizim için” bu bakımdan hava civa; çünkü sırf Batı emperyalizmine ve Batıcı işbirlikçilerine boyun eğmiyor diye, tarihin görüp göreceği en barbarca işkenceyi bir fikir-sanat-aksiyon devine revâ görenlerdir “onlar”!.. Şu veya bu sebeble 28 Şubat’ı yargılıyorlar; güzel. Peki 28 Şubat’çıların başlattığı TELEGRAM barbarlığını -7 gün 24 saat!- ISRARLA sürdürmek niçin?.. 13 yıllık Telegram barbarlığının tam 10 yılı “onların” iktidarında gerçekleşti; niçin?.. “Biz kimseye Telegram falan yapmıyoruz!” resmî yalanlamasını yapma ve kamuoyunu uyutma kabilinden bile olsa, böylece “iddialara (!) duyarsız olmadıklarını gösterme” gereği dahi duymuyorlar; niçin?.. Sorumluları bilmedikleri (!) “farzedilse” dahi, cezaevi unsurlarından başlayarak yukarıya doğru “kimden emir aldın?” diye soruşturarak yahud en basitinden Dost Tarikatı bağlantılarını adamakıllı araştırarak BİLE “cihaz”a kolayca ulaşılması mümkün iken, kendilerine dokunan her durumda -genelkurmay başkanı dahil- diledikleri generalin “kafasını koparabilmelerine” rağmen, Mirzabeyoğlu bahsinde 10 yıldır “tam muktedir değiliz” havasında çamura yatmaları ve en küçük “işkence soruşturması”na yanaşmamaları niçin?.. Herşey o kadar berrak ki, “niçin”leri daha fazla uzatmak, okuyucunun zekâ ve sağduyusuna hakaret olur.

 

BİTİRİRKEN

Sözün özü, eserlerinde geçen yüzbinlerce “kelime” ve “ebced”e bizler “acaba bunlarla ne denmek isteniyor?” tarzında anlamaz gözlerle bakarken; Mirzabeyoğlu, Batı’nın “kültürel tornası”ndan geçmiş ve yere serilmiş biz okuyucularına aldırmaksızın, BİZİM “dünya görüşü”müzü ipekten ipliklerle, hem de en göz alıcı renk ve desenlerle, ARZDAN SEMÂYA ilmek ilmek örüyor. Kısacası, biz uyur ve uyutulur, uyuşur ve uyuşturulurken, Mirzabeyoğlu TEK BAŞINA “metafizik bir dünya savaşı” veriyor.

Diğer yandan; elbette velî “keramet”leri ayrı bir çerçevede değerlendirilmek üzere, yazımızın başından beri örneklerini sunduğumuz “olağanüstülükler” de, -yerine göre- ister “istidraç”, isterse “insanî potansiyelin tezâhürü” olarak nitelendirilsin, neticede İNSAN’ın ne muazzam bir istidatla dünyaya gönderildiğini isbatlıyor. Meselenin hakikati, “materyalist modern bilim”in bize asırlardır empoze ettiği, hattâ maymundan geldiğini iddia ettiği “âciz yaratık” masallarından fersah fersah uzak. Bu müthiş gücün sırrı ise, İBDA Mimarı’nın Esatir ve Mitoloji’deki “Harikalar Mevzuunda…” başlıklı bölümde fısıldadığı:

 

– «Bir kâfir bile İRADESİ’ni

bir nokta üzerinde yoğunlaştırıp

himmet sarfedecek olursa

muvaffak olur – eşyayı teshirde

imân ve iyi iş bu mevzuda

hususi bir amil teşkil etmez

kötü nefslerin de tesiri sabit

en basitinden bir misâl

NAZAR değmesi

şuurunda olman gereken şey

gaybe hürmet – SAHİBİ’ne

O’nun kulu ve mahlûku herşey!» [68]

 

Öyleyse uyanalım, davranalım ve irademize, hayâllerimize, bunun için de Büyük Doğu-İBDA fikir hazinesine sahib çıkalım.

 

KAYNAKLAR

1  http://www.godlikeproductions.com/forum1/message876064/pg1 (12 Mart 2012).

2  Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji –Güneş ve Ay-, İBDA Yayınları, İstanbul 2010, s. 86.

3  Robin de Ruiter, 13 Şeytanî Kan Bağı –İlluminati Hanedanlığı-, Trc: Naime Erkovan, Selis Yayıncılık, İstanbul 2005.

4  Mircea Eliade, Mitlerin Özellikleri, Trc: Sema Rifat, 2 Basım, Om Yayınevi, İstanbul 2001, s. 126.

5  http://en.wikipedia.org/wiki/Deus_otiosus (12 Mart 2012).

6  http://en.wikipedia.org/wiki/Isaac_Newton%27s_religious_views  (12 Mart 2012).

7  Kaan Çamlıdere, Bir Dolar –Gizli Simgeleri ve Kehanetleri-, Akis Kitap, İstanbul 2006, s. 55.

8  Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti –Yeni Dünya Düzeni-İBDA Yayınları2 Basım, İstanbul 2004.

9  Salih Mirzabeyoğlu, Telegram -Zihin Kontrolü-, İBDA Yayınları, İstanbul 2003, s. 23-25. Büyük harfle vurgular bize âid.

10  http://www.aleviweb.com/forum/archive/index.php/t-33340.html (22 Ocak 2012).

11  http://www.itusozluk.com/goster.php/metin+bobaro%F0lu (17Mart 2012).

12  http://www.eksisozluk.com/show.asp?t=kaan+demird%C3%B6ven (29 Ocak 2011).

13  http://www.kutsalkitaplar.net/index.php/site-ds-kaynaklar-2/aytunc-altundal/genel-makaleleri/19966-gizli-ilimler-pesinde-kosan-adam (22 Ocak 2012).

14  Prof. Dr. Jose Delgado, Director of Neuropsychiatry, Yale University School of Medicine. February 24, 1974 edition of the Congressional Record, No. 262E, Vol. 118 (Prof. Dr. Jose Delgado, Nöropsikiyatri Direktörü, Yale Üniversitesi Tıb Fakültesi. 24 Şubat 1974, Kongre Kaydı. No. 262E, Cilt 118)

http://www.hiddenmysteries.org/mind/research/re110699i.html (14 Mart 2012).

15  http://newsgroups.derkeiler.com/Archive/Soc/soc.culture.turkish/2007-04/msg00202.html (14 Mart 2012).

16  http://www.yeniakademya.org/yazarkonu-58-__salih_mirzabeyoglu__-450-olum_odasi_b___yedi__26__bolum_.html (14 Mart 2012). Büyük harfle vurgular bize âid.

17  http://tr.wikipedia.org/wiki/%C5%9Eeytan (14 Mart 2012).

18  http://www.ilmiarastirma.net/?Pg=Detail&Number=7881 (14 Mart 2012). Büyük harfle vurgular bize âid.

19  Robin de Ruiter, 13 Şeytanî Kan Bağı, s. 41.

20  http://tr.wikipedia.org/wiki/Aleister_Crowley (14 Mart 2012).

21  http://en.wikipedia.org/wiki/Timothy_Leary (17 Mart 2012).

22  Jim Keith, Amerikan Derin Devleti ve Beyin Yıkama Operasyonları, Trc: Sibel San, Nokta Kitap, İstanbul 2006, s. 59.

23  http://www.tantraakademi.com/tr/tantranin-tarihcesi (15 Mart 2012).

24  http://www.rense.com/general77/acrow.htm (14 Mart 2012).

25   http://www.pcteknik.net/enteresan-olaylar-amp-merak-ettikleriniz/50973-seytanizm.html (14 Mart 2012).

26  http://dumanol.blogspot.com/2011/05/bir-ataturk-hayran-aleister-crowley.html (14 Mart 2012).

27  http://en.wikipedia.org/wiki/V_sign (14 Mart 2012).

28  http://michaelsikkofield.blogspot.com/2011/04/aleister-crowley.html?t=1 (14 Mart 2012).

29  Salih Mirzabeyoğlu, Telegram, s. 49.

30  http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=842819 (14 Mart 2012).

31  http://www.turktime.com/haber/YERMEZ-ARSLAN-VE-SAMAST-ZIHIN-KONTROL-YONTEMIYLE-MI-KATIL-HALINE-GETIRILDI-/47706 (14 Mart 2012).

32  http://www.dailymotion.com/video/xll9we_beyin-yykama-bilinc-kontrolu-ve-hipnotizma_lifestyle (14 Mart 2012).

33  http://www.17agustos.org/haber/455/zihin-kontrolubiri-sizi-yonlendiriyor.html (14 Mart 2012).

34  http://www.belgeler.com/blg/1h1x/guvenlik-yonetiminde-metafizik-metaphysics-in-security-management (14 Mart 2012).

35  Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, s. 611.

36  Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, s. 81.

37  Salih Mirzabeyoğlu, Telegram, s. 348.

38  Salih Mirzabeyoğlu, Yağmurcu –Gerçekliğin Peşinde-, İBDA Yayınları, İstanbul 1996, s. 167-168.

39  Salih Mirzabeyoğlu, Yağmurcu, s. 139.

40  Salih Mirzabeyoğlu, Telegram, s. 139.

41  http://www.17agustos.org/haber/455/zihin-kontrolubiri-sizi-yonlendiriyor.html (14 Mart 2012).

42  Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, s. 656.

43  Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, s. 143.

44  http://www.belgeler.com/blg/1h1x/guvenlik-yonetiminde-metafizik-metaphysics-in-security-management (15 Mart 2012).

45  http://www.parapsikoloji-tr.org/makaleler/yazilar/psiko1.html (15 Mart 2012).

46  http://www.parapsikoloji-tr.org/makaleler/dur.html (15 Mart 2012).

47  Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, s. 636-638.

48  Jacques Bergier, Gizli Parapsikoloji Savaşı, Trc: Ergün Arıkdal, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul 1981, s. 20-21.

49  Jacques Bergier, Gizli Parapsikoloji Savaşı, s. 22.

50  Jacques Bergier, Gizli Parapsikoloji Savaşı, s. 61. Büyük harfle vurgu bize âid.

51  Jacques Bergier, Gizli Parapsikoloji Savaşı, s. 63.

52  Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, s. 311.

53  http://www.barandergisi.net/basyucelik-devleti/b-yedi/kesfuz-zunun-h87.html (15 Mart 2012).

54  Jacques Bergier, Gizli Parapsikoloji Savaşı, s. 12.

55  Salih Mirzabeyoğlu, Yağmurcu, s. 206.

56  Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, s. 355-360.

57  Jacques Bergier, Gizli Parapsikoloji Savaşı, s. 7-8.

58  Jacques Bergier, Gizli Parapsikoloji Savaşı, s. 89.

59 Masonluğa derinlemesine bir bakış için bkz. Aytunç Altındal, Gül ve Haç Kardeşliği –Avrupa Birliği’nin Gizli Masonik Kimliği-, Alfa Yayınları, İstanbul 2010.

60  http://www.kutsalkitaplar.net/index.php/site-ds-kaynaklar-2/aytunc-altundal/genel-makaleleri/19966-gizli-ilimler-pesinde-kosan-adam (15 Mart 2012).

61  http://www.sorularlaislamiyet.com/article/12044/havas-hakkinda-bilgi-verir-misiniz.html (15 Mart 2012). Büyük harfle vurgular bize âid.

62  http://www.sorularlaislamiyet.com/article/556/ebced-cifir.html (15 Mart 2012). Büyük harfle vurgular bize âid.

63  http://ilminfazileti.blogcu.com/celcelutiye-duasi-nedir/8539068 (19 Mart 2012).

64  Tavistock teşkilâtı hakkında geniş bilgi için, Aytunç Altındal’ın bu teşkilât hakkındaki kitabı çıkıncaya kadar başvurulabilecek Türkçe kaynak olarak, bkz. Erol Bilbilik, İşgal Örgütleri –CIA, NATO, AB– 2 Basım, Asya Şafak Yayınları, İstanbul 2008, s. 17-29. Ayrıca, bkz. Jim Keith, Amerikan Derin Devleti ve Beyin Yıkama Operasyonları, Trc: Sibel San, Nokta Kitap, İstanbul 2006.

65  http://www.youtube.com/watch?v=uf4hKQuMqG0 (19 Mart 2012).

66  Televizyon ve bilgisayar gibi “ekran” esaslı araçların hayatımıza girişi veya sokuluşuyla hangi hayatî unsur ve kabiliyetlerin yitirildiğini, “kitab”ın niçin vazgeçilemez fikir sunma zemini olduğunu ve yerine hiçbir “ekran” temelli aracın geçemeyeceğini, “eğlence” kültürüyle neyin amaçlandığını ve bunun ardındaki “zihin kontrolü” stratejilerini daha geniş çerçevede ve tarihî perpektifiyle araştırmak için, bkz. Barry Sanders, Öküzün A’sı –Elektronik Çağda Yazılı Kültürün Çöküşü ve Şiddetin Yükselişi, Ayrıntı Yayınları; Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür -Sözün Teknolojileşmesi-, Metis Yayınları; Neil Postman, Televizyon: Öldüren Eğlence, Ayrıntı Yayınları; Jim Keith, Amerikan Derin Devleti ve Beyin Yıkama Operasyonları, Nokta Kitap.

67  Jim Keith, Amerikan Derin Devleti ve Beyin Yıkama Operasyonları, s. 119-120. Büyük harfle vurgular bize âid.

68  Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, s. 266.

 

Kaynak: Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 3, Mayıs-Temmuz 2012, s. 22-96.

 

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!