Ord.Prof.İsmail Hakkı Uzunçarşılı ve Sultan Abdülaziz Han

“Hakikat bir gün olur tezahür eder
  Mezara dahi gömülecek olsa”

Osmanlı tarihi konusunda tarih camiasında otorite kabul edilen Ord.Prof.İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın “Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi” adlı eserinde, Sultan Abdülaziz Han’ın ölümü hakkında yaptığı araştırmalar neticesinde, “cinayet mi, intihar mı?” sorusuna “intihar” hükmünde karar kılması, tarihin objektif bir gözle yazılamayacağının zuhur ettiği bir örnek olarak maalesef tarihteki yerini almıştır.

İsmail Hocanın kaleme aldığı eserin önsözü şu şekilde başlamaktadır: [1]

“Abdülaziz’in ölümü üzerine neşredilen tebliğ ile bunun intihar suretiyle vukuu ilan olunmuştu; merhumun mutaazzım ve izzeti nefsine son derece ehemmiyet verir bir hükümdar olması sebebiyle hal olunması ve bundan başka kendisine layık olmayan bazı muamelelerde bulunulması, nefsine ağır gelerek geçirdiği bir buhran neticesinde intihar etmiş olduğu pek tabiî görülmüştü”.

 Mithat Paşa’nın da içinde bulunduğu çete, Sultan’ın hal fetvasını yazması için önce Şerif Abdülmuttalib Efendi’ye başvuruyor. Abdülmuttalib Efendi [2] “Bir Padişahı hal etmek için onun ya küfr etmesi (dinden sapıtması), ya cünun getirmesi (deli olması) lazımdır. Sultan Aziz, kâfir mi oldu, mecnun mu?” diyor.

Fetva alamayan Mithat Paşa bu sefer de konağına çağırttığı fetva emini Kara Halil Efendi’ye; [3] “Padişah mülk ve milleti tahrip ve beytülmal-i Müslimini israf etti. Islah-ı hal-i enam için hal’i tasavvur olunuyor; buna şer’an cevaz var mıdır?” diye mütalaasını sorduğu zaman fetva emini, ‘Abdülaziz’in hal’i için çarşaf kadar fetva veririm’ diye mukabele eylemişti. Mithat Paşa Sultan’ın akıl sağlığının yerinde olmadığını bir fetvaya bağlamak için uğraşıyor.

İsmail Hoca da Mithat Paşa’nın fetva eminine yönelttiği sorulara benzer düşüncelerini [4] satır aralarında yazıyor. Mithat Paşa “Tabsıra-i İbret” adındaki hatıralarında [5] “Sultan Abdülaziz, akıl ve fatıyn ve hayrhah-ı devlet ve ali-himmet bir zat olduğu ve devlet ve memleketin hüsn-i idaresi kanun ve nizam ile olmak lazım geleceğini cümleden ziyade bildiği halde, Ali Paşa’nın vefatını müteakıb umûr-i devletde birçok sü-i istimalat meydan almış idi.” Diyor ki Mithat Paşa, Sultan Abdülaziz, yalnız akıl sahibi değil, aynı zamanda ince bir zekâya da sahib ve devlet işlerini hepimizden iyi bilirdi. Oysa, akıl sağlığı yerinde değil, devletin malını çarçur ediyor diyerek fetva almak için âlimlerin birini bırakıp diğerine koşan aynı Mithat Paşa değil miydi? İsmail Hoca sanırım Paşa’nın bu eserini okumaya fırsat bulamadı ve müdafaasını yaptığı müvekkilinin bir zamanlar padişahlık makamına geçmeyi düşünerek [6] “Biraz da Âl-i Midhad olsun!” dediğini de bilmiyor.

İsmail Hoca, yine adı geçen eserinde, Osmanlı Devleti’ne 33 yıl boyunca çeşitli görevlerde hizmet etmiş, Yıldız Sarayı arşivinde görev yapmış ve cumhuriyet devrinde ise arşivin tasnif edilerek Başbakanlığa devredilmesine başkanlık etmiş, tarihî muhakemelerde kendisinden birkaç gömlek daha üstte olan, konu hakkında net bir hüküm bildirmeyen İbnülemin Mahmut Kemal İnal Hoca için [7], “Şüphelilerin sorgu belgelerini ve diğer vesikaları daha iyi tetkik etmediği” iddiasında bulunuyor. Ne kadar komik bir durum! Yıldız sarayının arşivinde çalışmış ve daha sonra belgelerin cumhuriyet döneminde tasnif edilmesinde başkanlık yapmış bir insana isnad edilen durum bizi şaşırtıyor. Kararı siz verin!

İsmail Hoca, Abdülaziz’in ölüm ânını eserinde şu şekilde tasvir etmektedir: [8]

– “Valide Sultan gelip Abdülaziz’in hizmetine bakan Arzıniyaz Kalfa’ya “aslanım ne yapıyor” diye sormuş, o da “oturuyor” cevabını verdiğinden, Valide Sultan da oğlunun odasına girmiş, fakat Abdülaziz bu sırada validesinin gelmesini istemeyerek; “Gelme benim üstüme, birazdan gelip görürsün” diyerek validesini dışarı çıkardıktan ve odasının kapısını kapadıktan sonra sürmelemiştir. Bu sırada kapısının önünde Valide Sultan’la Kadın efendiler ve hazinedar bulunuyorlar ve Fahri Bey az ötede merdiven sahanlığında oturuyordu. Oda bu suretle bir saat kadar kapalı kalmıştı. Bu müddet zarfında Abdülaziz Kur’an-ı Kerim’den Yusuf’u okumuştu. Abdülaziz kapı kapandıktan bir müddet sonra cariyelerden birisi yanındaki odanın penceresinden –ki bu pencere kısmen hakan-ı sabıkın odasını görüyormuş- bakmış. Bu esnada Abdülaziz’in odanın bir köşesine oturup aynaya baktığını görünce gelip Valide Sultana haber vermiş. Bunun üzerine Valide Sultan Fahri Bey’e “haydi biz de görelim” diyerek gidip cariyenin bakmış oldukları odanın penceresinden bakmışlar ise de kendisini görememişlerdir; “belki bakıldığını hissederek çekilmiştir” diyerek tekrar odasının kapısının önüne dönmüşler ve bu esnada Abdülaziz’in odasından içeriye hazinedarların girdiklerini görmüşlerdir.”

Hocanın kaleme aldığı cinayet ânında, dikkat edersek, Sultan Abdülaziz’in odasının kapısı yaklaşık bir saat kapalı kalıyor ve -tesadüfe bakar mısınız- bir cariye diğer pencereden kendisini gördüğünü iddia ediyor. Valide Sultan ve Sultanın İkinci Mabeyincisi Fahri Bey’le beraber o tarafa gittiklerinde ise olan oluyor. Aynı noktadan baktıklarında Sultanı göremiyorlar, döndüklerinde kapının açık ve bağrışmaların olduğuna şahitlik ediyorlar. Peki, o cariye bilerek götürmüş olamaz mı onları, o aradaki zaman diliminden istifade ederek Sultana bir haber getirildiğine dair telkinde bulunularak kapı açtırılmış ve aman verilmeden üzerine çullanılmış olamaz mı? Yahut o kapalı kalan bir saatlik zaman diliminde yine aynı şekilde kapının açılmış olma ihtimali yok mudur? Daha sonra cariye hâlen içeride sağ olduğunu isbatlamak için pencereden gördüm diyemez mi? Kapının zorla açılmadığı malûm; arka kısmında sürgü olması ve Sultan’ın onu arkadan sürgülemiş olması da. Eğer bir zorlama sözkonusu olsa idi, kapıda bir darb izi meydana gelirdi. Buradan kapının içeriden açılmış olacağı kanaatine varabiliriz. Bunu destekleyen bir açıklama, olay esnasında Tıb Mektebi’nin nâzırı olan Marko Paşa’nın Yıldız mahkemesindeki ifadesinde; [9]

“Ben Boğaziçi’nin Anadolu Sahili’nde Çırağan Sarayı’nın tamamen karşısında Kuzguncuk’ta oturuyorum. Efendim, velinimetim Sultan Aziz’in Feriyye Sarayı’na naklinden beri dürbünümü sık sık bu istikamete yöneltmeyi alışkanlık edinmiştim. Pazar sabahı birden siyah bir cismin pencereden düştüğünü gördüm. Bir müddet sonra gürültü ve sesler işittim ve rıhtımda olağan dışı bir hareket gördüm. Karım ile orada hazır bulunanlara, merhum Sultan’ın ikametgâhında beklenmedik bir takım şeylerin cereyan etmekte olduğunu söyledim. Pencereden düştüğünü gördüğüm şeyin bir adam veya başka bir şey mi olduğunu iyice ayırt edemedim” demesidir ki, bizim kapının içeriden açılarak daha sonra tekrar kapanması tezimizle de bağlantılı olarak, İsmail Hocanın yazdıklarına göre Sultanın ölümünden sonra rapor düzenlemek için çağrılan Marko Paşa’nın Yıldız Mahkemesinde Mahkeme Reisine verdiği cevabta [10] “Ne Feth-i meyyit ve ne de tahkikat yapıldı; bir rapor tanzim edilmişti. Ben pek bakmaksızın imzaladım.” şeklinde şaibeli cümleler kurması, Marko Paşa’nın ne şiş yansın ne kebab siyaseti ile bir şeyleri bilerek kendini garantiye almasıdır.

Bir de Sultan Abdülaziz Han’ın kızı Nazime Sultan’ın anlattıkları vardır. Babası katledildiğinde on yaşında olan Nazime Sultan, 3 Mart 1924’te Türkiye’den sürgüne gönderilen saltanat ailesi mensublarındandı. Ailenin Beyrut’a yerleşen grubu içerisinde yer alan Nazime Sultan, yaşadıklarını Adil Sulh isminde bir ilim adamına anlatmıştır. Adil Sulh’un oğlu Munah Sulh, babasından kalan bu vesika ve bilgileri tarihçi yazar Halid Ziyade’ye vererek, El-Hayat Gazetesi’nde “Osmanlı Sultanı Abdülaziz’in Vefatındaki Esrar Kızının Şahitliği ile Dağılıyor” başlığı ile yayınlatmıştı. Nazime Sultan söylüyor:

– ”Bir gün babam sarayın salonlarından birinde oturuyordu. Ben de hemen yanıbaşında idim. Birden yanımıza pehlivan gibi sekiz adam girdi. Adamlar ilerlemeye başladılar. Babam onları görünce kötü niyetli olduklarını anlayarak ayağa kalktı. Adamlar babamın şiddetli mukavemetinden sonra onu bir köşede sıkıştırarak ele geçirdiler. Sırt üstü yere yatırıp, ikisi sağ koluna, ikisi sol koluna, ikisi sağ ayağına, ikisi sol ayağına oturdular. İçlerinden biri bir ustura ile iki elinin atar damarlarını kesti. Çok kan kaybedinceye kadar üzerinden inmediler. Babam bu hâl üzerine ruhunu teslim etti.” [11]

Bu hikâye ne kadar Nazime Sultan’a aittir ve ne kadarı doğrudur, tartışılır. Dolmabahçe Sarayı’nda Sultan’ın etrafında çalışanların hemen hepsi Hüseyin Avni Paşa’ya bağlılık yemini eden hafiyelerdi. Arzıniyaz Kalfa’nın, Sultan’ın öldüğü odaya daha girmeden, intihar ettiğini bir tiyatrocu edasıyla avaz avaz bağırması, yaşananların bir kumpas olduğuna işarettir. Sultan çepeçevre kuşatılmış, adeta bir kafese sıkıştırılıp öldürüleceği günü bilerek beklemekte ve bir çözüm yolu bulamamaktadır. Sol bileğinde üç santim derinliğinde kesik olan adam, o elle daha sonra sağ bileğini de nasıl kesmiştir?

Yine İsmail Hoca iddiasına bakın nasıl devam ediyor:

– “Beş doktorun verdikleri bu rapor hakikaten vuzuhsuz olduğu gibi “haber aldığımıza göre alet-i cariha makas olduğu cihetle” ibaresi kapalı ve tereddüdü mucip olduğundan kabul edilmemiştir. Bunun üzerine diğer on dört doktorun daha iştiraki ile on dokuz tabip tarafından yapılan muayene neticesinde ikinci bir rapor daha verilmiş, fakat bunda da vuzuh olmadığından bu hâl, daha sonra Abdülaziz’in intihar etmeyip katledildiği hakkında II. Abdülhamid’in iddiasına bir zemin teşkil etmiştir.

Hâlbuki o tarihte İstanbul’da İngiltere elçisi bulunmuş olan Sir Hanry Elyot tarafından yazılarak Nineteenth Century isimli risale-i mevkutede neşretmiş olduğu (Bir Hakikatin Tezahürü) isimli makalesinin tercümesinde şöyle deniliyor: “Cesedi sonradan muayeneye gelmiş olan İngiltere sefareti doktoru Dikson ile Harem-i Humayun tabibi Doktor Milinc’in biraz geççe kaldıklarından ondan evvel muayene eden on yedi doktor, ölümün intihar olduğuna karar vermiş olduklarından Dikson ile arkadaşı da cesedi iyice gözden geçirip her tarafına bakmışlar ve derisi pek ince ve nazik olan Abdülaziz’in kollarından başka hiçbir yerinde ufak bir sıyrık bile görmemişlerdir. Bundan başka Dikson açılan yaraların bıçak ve çakı ile olmayıp ucu sivri bir makasla yapılmış bulunduğunu ve kesiklerin istikameti dahi bunların başka bir şahıs tarafından değil, kendi kendisine icra ettiğini göstermiş olduğundan dolayı Abdülaziz’in intihar ettiğine katiyen kani olmuştur”. [12]

İsmail Hoca ilk beş doktorun hazırladığı raporun mesnetsiz olduğunu ve daha sonra on dört doktor daha katılarak on dokuz doktorun imzasının bulunduğu ikinci bir raporun da gerçeği teşkil etmediğini söyleyerek, o tarihte İngiliz elçisi Sir Hanri Elyot’un daha sonra günah çıkarmak için memleketinde kaleme aldığı ve orada geçen hatıralarında elçilik himayesinde bulunan bir doktorun raporunu delil olarak kullanıyor. Kılavuzu karga olanın diye bir tabir vardır Anadolu’da. İlk önce bu elçiyi tanıyalım kimdir:

Bu zat-ı muhterem 1867-1877 tarihleri arasında İngiltere’nin İstanbul’daki büyükelçisidir. İstanbul’dan ayrıldıktan sonra “Bir Hakikatin Tezahürü” isimli eserinde bakın ne diyor:

– “Mevki ve itibar, 1875 senesinde ve ondan önceki gibi olmayıp Türkler’in bize olan emniyet ve itimatları şüphe ve tereddüde dönüştüğünden, sözümüzün hüküm ve tesiri ikinci derece bir hükümet raddesine inmiştir. Mithat Paşa ile taraftarları, İngiltere halkının manevi yardımına mazhar olacaklarından emin olmasa idiler, devlet yönetimini değiştirmek gibi müşkülat ve düşünceler ile kuşatılmış bir işi üzerlerine almağa kolaylıkla cesaret eyleyemezlerdi”. [13]

Evet, o tarihlerde İngiliz elçisinin Sadaret (Başbakanlık) makamında sözlerinin bir kıymet-i harbiyesi yoktu. Bu sebeble eserinde veryansın ediyor. O tarihlerde başbakanlık makamında halkın nazarında Nedimof diye bilinen Mahmut Nedim Paşa vardı. Mahmut Nedim Paşa dönemin Rus elçisi Nikolay Pavloviç İgnatyev ile çok yakın bir ilişkide olduğu için bunu hazmedemeyen Avrupalı diplomatlar her fırsatta saraya Paşa’nın azledilmesi yönünde telkinlerde bulunuyor, Rusya’nın Osmanlı devleti üzerindeki politikalarının kendi çıkarlarına zarar vereceğini düşündüklerinden, bir şekilde Mahmut Nedim Paşa’dan kurtulmak istiyorlardı. Hal işinin organizatörlerinden Sir Hanri Elyot’u da hal’in ne zaman gerçekleşeceğine dair bilgilendirmişlerdi. Yabancı bir devlet adamı olan Sir Hanri Elyot’un hatıralarında yazdıkları, Osmanlı’nın iç işlerinde ne kadar söz sahibi olduğunun delilidir. Tabiî olarak İngiliz elçisi Sir Hanri Elyot, Mithat Paşa ve darbecilere sonuna kadar destek verecek, yapılan olayların meşru olduğuna kanaat getirip Sultan Abdülaziz’in intihar ettiği hükmüne varacaktır. Evet, böyle bir adamı da İsmail Hoca kaynak olarak kitablarına alacaktır. Bu İngiliz Elçisi, görevi bittikten da sonra Avrupa’da o dönemdeki Genç Osmanlılar’la yakınlaşacak ve kaldığı yerden devam ederek Osmanlı’nın politikalarına burnunu sokacaktır.

İngiliz Elçisi Henry Elliot, Meşrutiyet’in ilanının altında yatan acı gerçeği şu cümleyle ifade ediyordu: “Sınırsız kudrete sahip bir hükümdarın iktidarının daraltılması her İngiliz’i memnun eder ve onun onayını alır, buna hiç şüphe yok!” [14].  Sultan Abdülhamit, darbeyi gerçekleştirenlerden birisi olan Hüseyin Avni Paşa için, “İngiltere’den para aldığını biliyordum. Bir devlet adamı, başka bir devletten para alıyorsa, onun hizmetini de görüyor demektir. Hayatımda hiçbir şey, beni bu derece sarsmadı. Bir devlette seraskerlik ve sadrazamlık mevkiine yükselen bir kimsenin, yabancı bir devletten para almış olmasını aklım kabul etmiyor.” [15] diyecekti. Ve son olarak Fransız Araştırmacı Michel de Grece, aynı darbeyi üç kelimeyle özetleyecektir: “Mithad, Elliot ve Altın!” [16]

İsmail Hoca’nın hararetle müdafaa ettiği ateşli meşrutiyet savunucusu bakın daha neler yapmış:

Tuna vilayetine vali tayin edildiği yıllarda Mithad Paşa, güya Müslim – gayri Müslim ittifakını sağlamak amacıyla, Osmanlı sancağına bir haç ilave ederek büyük bir kalabalıkla cadde ve sokaklarda dolaştırarak çok büyük maskaralıklara imza atmıştır. Sultan Abdülhamit Hanın Sultan Abdülaziz Han’ın katlinden dolayı başlatmış olduğu Yıldız Mahkemesi muhakemelerinde hakkında tevkif emri çıktığının haberini alan Paşa, Fransa Konsolosluğuna giderek başkonsolostan siyasi sığınma hakkı taleb eder.  Fransa ise o sıralar Tunus’u işgal etme planları yapmakta olduğundan, Osmanlı devleti ile arasının açılmasından endişe ederek Paşa’yı kapıya dayanan zabitlere teslim eder. Eski bir sadrazam ve devletin mühim bir eyaletlerinden biri olan İzmir’in başındaki valinin Avrupalılara devletini şikâyet edip sığınması ne kadar acizce bir olaydır. Oysa bizim bildiğimiz Hürriyet kahramanları, canını devleti için seve seve verenlerdir.

Kendisi hatıralarında “Yalnız bana değil, evladıma da kalacak tarihi ömrümün lekesidir” [17] diyecek olan Mithad Paşa, can güvenliğini ileri sürerek şahsını savunmaya çalışacaktır.

Fakat Mithat Paşa’nın bu savunması da mesnetsiz bir iddiadır. Yıldız Mahkemesi’ni kurduran Sultan Abdülhamid Han’ın mabeyn kâtiblerinden Ahmet Reşit Rey, görev yaptığı 14 yıl içerisinde anne ve babasını öldüren bir katil dışında Padişah’ın ölüm cezası vermediğini belirtir. Bu derece bir naiflikte olan Padişah’ın, Paşa’nın canına kast edeceği düşünülemez.  Mithat Paşa Yıldız Mahkemesi’nde kendilerine kumpas kurulduğunu, Abdülaziz’i katleden pehlivanlara işkence yapılarak ifade alındığını söylüyor. Bilmeyiz orasını; ancak padişah katilliği kabul edilemez bir suçtur. Kaldı ki, bütün Müslümanların halifesini katletme cüretinde bulunan adamların bazı şeyleri göze aldığı anlaşılır ve bunlardan efendice sorguya çekilerek itiraf etmeleri de beklenemez bizce.

Devletin resmî görüşü ise tarihin akışı ile birlikte zaman zaman değişmiştir:

  1. Sultanın intihar ettiği hükmüne varılan ve resmî görüş olarak halka dikte edilmeye çalışılan ve Sultan’ın katledilmesi ile başlayıp Yıldız Mahkemesi’ne kadar olan dönem: 1876 – 1881.
  2. Sultanın katledildiğinin ortaya çıktığı, halkın Abdülhamid’in öncülüğünde hakikatin üzerindeki perdeyi sıyırıp attığı, Yıldız Mahkemesi ile başlayarak yine başka bir cuntacılık hareketi ile Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesi ile sona eren dönem: 1881 – 1908.
  3. Abdülhamid’in cebren tahttan indirilerek iktidarın gasbedilmesinden başlayarak 2014 yılında devletin resmî kanalı olan TRT’de Sultan’ın katledilmesini konu alan “En Uzun Yüzyıl” [18] dizisine kadar olan dönem: 1908-2014.

Ki, devletin resmî ideolojisine kafa tuttuğu için, cuntacıların uzantıları olan lobilerin yoğun baskısı sonucu birinci bölümden sonra yayından kaldırılacaktır sözkonusu dizi.

İntihar hükmünü kabul edenler, Genç Osmanlılar, İttihatçılar ve akabinde kurulan cumhuriyet dönemindeki uzantılarıdır. Bu güruhun sorumlu tuttukları tek kişi, Meşrutiyetin en ateşli savunucusu ve Sir Hanri Elyot’un sıkı bir dostu olan Mithat Paşa’yı ve çetesini Yıldız Mahkemesi’nde yargılatıp sonra da her birine ayrı ayrı ceza verdiren, Mithat Paşa’yı Taif’e sürgüne gönderen, ölümünden sorumlu tutulan, amcasının hal’ edildiğini ömrünün sonuna kadar unutmayan, hal’ edenlerden intikamını alan Sultan Abdülhamid Han’dır. İşte ismini yukarıda zikrettiğimiz gurublar, sırf Abdülhamid Han’a karşı olan kin ve nefretleri müşterek olarak Mithat Paşa müdavimliğinde cebheleşmişlerdir.

Osmanlı tarihinde kaç tane intihar etmiş padişah vardır? Sultan’ın, intihar etmenin Müslüman bir er kişi için Allah katında ne büyük bir mesuliyet getirdiğini idrak edemeyeceğini, bir halife olarak bunun anlamının ne olduğunu bizden daha iyi bir şekilde bilemeyeceğini düşünmek, ya art niyet yahut ahmaklıktır. Padişahın ölümünün gerçekleştiği esnada odaya giren saray ahalisinin şahitliğinden; Kur’an-ı Kerim’de Yusuf suresinin açık ve bir parça kanın bulaşmış olduğu daha sonraki ifadelerde yer alarak belgelerle tescil edilmiştir. Yıldız Mahkemesi’nde yargılanan cuntacılardan Mithat, Mahmud ve Nuri Paşaların idamına, diğer sanıkların da çeşitli cezalarına hükmedilmiştir. Yılmaz Öztuna “Bir Darbenin Anatomisi” adlı eserinde şöyle der:

– “Benim şahsî kanaatime göre, Sultan Hamid davayı, aynı zamanda amcasının hal’i (tahttan indirilmesi) için açmalı idi. Zira Padişahı tahttan indirmek, Tanzimat esaslarını çiğnemek, yeniçerilik devrine dönmekti. Bütün felaketler bu tahttan indirme ile başlamıştı. Suçun en büyüğü bu idi. Yoksa tahttan indirilmiş bir padişahın öldürülmesi, devlet düzeni bakımından, herhangi bir cinayetten biraz daha ağır suçtur. Nitekim Yıldız Mahkemesi, ancak alelade cinayetlere mahsus ceza kanunu maddelerine dayanarak hükmetmişti. Ama görülen dâvâ bu derece basit mi idi? Bence, Türk devletine karşı işlenmiş en büyük tarihî cürümlerden birinin açıkça, cesurca hesabı sorulmalı idi. O zaman Mithat Paşa, gerçekten yakasını kurtaramazdı.” [19]

Yılmaz Öztuna, davanın hukuken usûlden hatalı olduğunu, Paşa’nın kaatil olarak değil darbeci olarak yargılanması gerektiğini söylüyor. Bizim şahsî kanaatimize göre ise, Mithat Paşa’nın yargılanmasına itiraz eden yandaşlarının, Sultan’ın intihar ettiği hükmüne varanlar olduğunu da göz önünde bulundurarak, İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın şu sözüne dikkat çekiyoruz: “Eğer intihar rivayeti doğru bile olsa, Sultan Aziz’in katili yine Hüseyin Avni Paşa’dır, çünkü intiharına sebep olmuştur.” [20]. Hüseyin Avni Paşa ne kadar katilse, Sultan’ı hal eden ekipte yer alan Mithad Paşa da o kadar kaatildi diyoruz.

Yıldız Mahkemesi’nde çıkan idam kararlarından sonra Abdülhamid Han Şeyhülislam’ın başkanlık ettiği ulemanın kararlarını da alarak itibarlı bazı devlet adamlarından oluşan yirmi beş kişilik yeni bir heyet kurdurdu ve bu heyettekilerden kararlar hakkında kendi el yazıları ile tek tek mütalaalarını isteyerek dünyada eşine az rastlanan merhamet timsalini şahsında görmek istemeyen gözler için bir kez daha bayraklaştırdı.

Mütalaa verenler arasında, mahkemenin verdiği idam kararı için “hükm-i kanunun icrasına efendimizden istirham ederim”  [21] diyen Plevne Gazisi Osman Paşa ve İsviçre Medeni kanunundan önce yürürlükte olan Mecelle’nin müellifi Cevdet Paşa da vardı. Kararın infazı yönünde oy kullanarak çoğunluğu oluşturan on beş kişinin mütalaasına karşılık Abdülhamid Han kararı müebbet hapse çevirdi.

Abdülhamid Han, Mithat Paşa’ya divit, kalem ve kâğıt göndererek, bir mahalle gönderileceğini, giderken ailesini de yanına alabileceğini ve bunu ailesine bildirmesi için mektub yazması gerektiğini bildiriyor. Daha önce de bahsettiğimiz gibi İsmail Hoca satır aralarında olaylara ne kadar sübjektif yaklaştığını isbat ediyor:

Birçok vesikalarda gördüğüm gibi vaadinde ve sözünde durmayan ve şiarından birisi de yalancılık olan Abdülhamit, mektubu Mithat Paşa’nın haremine göndermediği gibi onu bir mahalde ikamete memur etmeyip malum şekilde diğerleriyle beraber Taif kalesinde hapsettirmiştir.” [22]

Anladığımız kadarıyla Abdülhamid Han’a kin ve garez besleyen İsmail Hoca, Mithat Paşa’nın idam hükmünün icra olmamasına sevinmek yerine Taif kalesine hapsedilmesinden çok rahatsız olmuştur.

Türk Tarih Kurumu eski Genel Sekreteri Uluğ İğdemir’in “Kuleli Vakası” adlı eserinde, şeriatın tatbiki için yapılmış gerici bir ayaklanma dediği; araştırmacı akademisyen Burak Onaran’ın doktora tezinin arşiv araştırmaları neticesinde Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasında yer almış, aynı zamanda bir dönem başkanlığını da yapmış olan Yusuf Akçura’nın “İlerici”, “meşrutiyeti hedefleyen ilk isyan girişimi” [23] olarak değerlendirdiği 1859’daki Kuleli vakası olarak bilinen Sultan Abdülmecid’i tahttan indirme girişiminin başarısızlıkla sonuçlandığı olayda, darbecilerin yargılandığı mahkemeye müstantik (sorgu hâkimi) olarak görevlendirilen Mithat Paşa’dır. İlerleyen günlerde tarihin tekerrürünün tecellisi ile aynı kadere mahkûm olup bu sefer sanık sandalyesinde oturacak olan da Mithat Paşa’dır. Vakaya ait yargılamalar kapalı olarak yapılmış ve Mithat Paşa’nın sorgusunu gerçekleştirdiği sanıklar hakkında idam kararı çıkmıştır. İlerleyen günlerde Sultan Abdülmecid icranın gerçekleşmemesi hasebiyle idam kararlarını müebbet hapse çevirtmiştir.

Sultan Abdülaziz’e karşı yapılan darbenin mimarlarından biri olan Mithat Paşa’nın içinde bulunduğu zaman dilimini ve işlenen suçu dünya konjonktürü ile kıyasladığımızda, örnek olarak, Rusya’da Çar’a başkaldıranların sonunun kurşuna dizilmek olduğunu görmekteyiz. Dünyanın neresinde olursanız olun, devlet yönetimine başkaldırı icra etmenin, bu fiilde de başarılı olmanın ve sabık hükümdarın adi bir şekilde katledilmesinden müteselsilen sorumlu olmanın cezası “fevkalade” olması gerekirken, bunun müebbet hapse çevrilmesi, sanıklara altun tepside sunulmuş mükâfattan başka bir şey değildir.

Ne var ki İsmail Hoca, Mithat Paşa’nın tevkif edilmesinden rahatsız olmuş:

– “Sultan Aziz’in ölümü işine fail-i müşterek olarak onu da idhal ettirerek Rüştü Paşa ile birlikte tevkiflerine karar vermiş ve bunu hükümetin haberi olmadan yapmak istemişti. Mithat Paşa’nın tevkifi bir baskın mahiyetinde yapıldığından ecnebilere karşı pek çirkin olmuştur.” [24]

Hâlbuki Mithat Paşa, darbeyi tasvib etmeyen ve “bize niye haber vermediniz?” diyen nazır arkadaşlarına, “Sizlere söyleyemezdik. Darbeye katılmaz, karşı çıkardınız… Hiç olmazsa duyulurdu. Onun için Hüseyin Avni Paşa nâzırlarından bana, Kayserili Ahmet Paşa’ya, Şeyhülislam Hayrullah Efendi’ye, Sadrazam Rüştü Paşa’ya bildirip tasviplerimizi aldı!” [25]  demiştir. İsmail Hoca’nın kaçırdığı nokta, darbeciler darbeyi yaparken hükümete bildirmişler mi ki Sultan Abdülhamid tevkifleri yaparken hükümete bildirsin. Bir de bu tevkifler münasebetiyle yabancı ekselanslarına karşı şık olmayan hareketler yapmışız. Mithat Paşa’nın ecnebi sefaretlerine sığınıp vatanını şikâyet etmesi, ekmek yediği devletine ve halkına ihanet değil de nedir? Zaten bu ecnebi hayranlığı değil midir sonumuzu getiren?

Ve son olarak, Mithat Paşa’nın ölümünden sorumlu tutulan Sultan Abdülhamid Han’ın beyânı:

– “Hükümlüler Taif’e gönderildiği zaman Mekke Emiri, Şerif Abdülmuttalib idi; ve Şerif’in, amcamın hal’i işine karışmış olanlara karşı açık bir düşmanlığı vardı. Ayaklarına zincir vurduğunu işitmiş ve kötü tutumundan vazgeçmesini kendisine hemen emretmiştim. Şerif Abdülmuttalib bilindiği gibi, Hicaz Valisi ve komutan, Osman Paşa tarafından tutuklanarak Emir’likten azledildi. Şerif o zaman bana yazdığı dilekçede “Midhat ve Mahmud Paşaları Mısır’a kaçırmak için bazı yabancılar tarafından girişimler olduğunu, kendisinin bu girişimleri önlediğini ve başına gelenlerin bundan ileri geldiğini” söylüyordu. Bu Paşalar kaçarlarsa, muhafızlarını şahsen sorumlu tutacağımı ve hiçbir mazeret ve bahane kabul etmeyeceğimi Osman Paşa’ya hatırlattım. Şimdi düşünüyorum da: Olabilir ki muhafızlar kendi başlarından korkarak böyle bir olup-bitti’yi ortaya koymayı, kendi menfaat ve selametlerine uygun görmüşlerdir.” [26]

Taif’teki sürgün hayatında kendilerine kötü davranıldığı ve orada Abdülhamid Han’ın emri ile boğdurularak öldürüldüğü, Abdülhamid karşıtı cebhenin iddiasıdır. Bu iddialara ise Abdülhamid Han’ın hatırat defteri olarak dolaşan bir hatırat üzerinden cevab verilmiştir. Türk Tarih Kurumu eski başkanı Ali Birinci Hoca, Abdülhamid Han’ın hatıra defteri ile ilgili yazdığı makalede [27], böyle bir hatıra defterinin Sultan’a aid olmadığı söylemektedir. Bu defter Sultan’a aid olmasa dahi yazılanların muhtevasına baktığımızda, ecnebilerin Mithat Paşa’yı kurtarma girişiminde bulunmaları ve bunu haber alan Sultan’ın meydana gelecek olumsuz sonuçlardan muhafızların sorumlu olduğunu bildirmesi ve muhafızların paşayı koruyamayacakları endişesi ve kendi selametleri için paşayı ortadan kaldırabilecekleri yazılmaktadır. Neden olmasın? Kim ister Sultan’a karşı yanlış yapıp makam ve mevkiden olmak, üstüne bir de cezalandırılmak? Sonuç itibarıyla Paşa’nın ölümünden doğrudan Sultan’ı sorumlu tutmak akla ve izana aykırı bir iştir. Fakat Sultan Abdülaziz’in ölümünden doğrudan Paşa sorumlu tutulamasa bile, darbeden doğrudan sorumlu, Sultan’ın katledilmesinden de müteselsilen sorumludur.

İsmail Hoca, bu ecnebi hayranlığı ve Mithat Paşa’nın suçsuzluğunu isbat çalışmaları neticesinde, Mithat Paşa müdavimlerinin olduğu tek partinin iktidarı döneminde mükâfatlandırılarak Balıkesir milletvekili yapılmıştır. İsmail Hoca da ömrünü verdiği tarihe “tarih olarak” düşmüştür.

Halkın maktûl Sultan için yaktığı bir ağıtla bitirelim:

Seni tahtdan indirdiler
Beş çifteye bindirdiler
Topkapı’ya gönderdiler
Uyan Sultan Aziz uyan
Kan ağlıyor bütün cihan

Ankara-22 Ekim 2015


1  İsmail Hakkı Uzunçarşılı, MİTHAT PAŞA VE YILDIZ MAHKEMESİ, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1967, s. XI .

2  Yılmaz Öztuna, BİR DARBENİN ANATOMİSİ, 4. Basım, Ötüken Yayınları, s. 93.

3  İsmail Hakkı Uzunçarşılı, MİTHAT PAŞA VE YILDIZ MAHKEMESİ, s. 24.

4  İsmail Hakkı Uzunçarşılı, MİTHAT PAŞA VE YILDIZ MAHKEMESİ, s. 82: “Abdülaziz, saltanatı zamanında sarayda kapalı kalmayarak İstanbul’da dolaşır, köşklerde kalır ve eğlenirdi. Devlet işlerinde Babıali muamelelerine müdahale etmeyerek teferruatla uğraşmazdı.”

5  Yılmaz Öztuna, BİR DARBENİN ANATOMİSİ, s. 95.

6  Kadir Mısıroğlu, BİR MAZLUM PADİŞAH: SULTAN ABDÜLAZİZ, 2. Basım, Sebil Yayınları, s. 141: İbnü’lemin, Eğinli Said Paşa’nın gayr-ı matbû hatıratında şu cümleleri nakleder; “Bir içki âleminde, bu âna kadar Âl-i Osman denildi ya, bundan sonra da Âl-i Midhat denilse ne var?”.

7  İsmail Hakkı Uzunçarşılı, MİTHAT PAŞA VE YILDIZ MAHKEMESİ, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1967 s. XIV.

8  İsmail Hakkı Uzunçarşılı, MİTHAT PAŞA VE YILDIZ MAHKEMESİ, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1967, s. 83-84.

9  http://www.takvim.com.tr/yazi_dizisi/2012/11/25/marko-pasaya-intihar-baskisi (25.10.2012)

10  İsmail Hakkı Uzunçarşılı, MİTHAT PAŞA VE YILDIZ MAHKEMESİ, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1967, s. 266.

11  Yedi Kıta, Aylık Tarih ve Kültür Dergisi (Ekim 2011), Sayı 38, s. 19: Ömer Faruk Yılmaz’ın “Babamın Katledilmesini Gördüm!” başlıklı makalesinde vesika olarak kabul ettiği hatıratın yayınlandığı El-Hayat Gazetesi, 11.11.1991 Pazartesi, Sayı: 10502

12  İsmail Hakkı Uzunçarşılı, MİTHAT PAŞA VE YILDIZ MAHKEMESİ, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1967, s. 92-93.

13  Sir Henry Elliot, İNTİHAR MI, CİNAYET Mİ? YAHUT VEFAT-I SULTAN AZİZ, Tercüme: Av. Dr. Faruk Yılmaz, s. 101 Berikan Yayınları.

14  Can Alpgüvenç, SULTAN ABDÜLAZİZ HAN VE DARBECİ PAŞALAR, Kaynak Yayınları, Önsöz.

15  Can Alpgüvenç, SULTAN ABDÜLAZİZ HAN VE DARBECİ PAŞALAR, Kaynak Yayınları, Önsöz.

16  Can Alpgüvenç, SULTAN ABDÜLAZİZ HAN VE DARBECİ PAŞALAR, Kaynak Yayınları, Önsöz.

17  Yılmaz Öztuna, BİR DARBENİN ANATOMİSİ, s. 421.

18  http://www.trt.net.tr/anasayfa/dinleizle.aspx?tur=tv&sk=xLKwY_HEgEKQk0Iuv7zxfA&sg=7wYv46HeHUKstIpiOtMzrg&sn=1

19  Yılmaz Öztuna, BİR DARBENİN ANATOMİSİ, s. 480-481.

20  Yılmaz Öztuna, BİR DARBENİN ANATOMİSİ, s. 227.

21  İsmail Hakkı Uzunçarşılı, MİTHAT PAŞA VE YILDIZ MAHKEMESİ, s. 326.

22  İsmail Hakkı Uzunçarşılı, MİTHAT PAŞA VE YILDIZ MAHKEMESİ, s. 333.

23  Burak Onaran, “Kuleli Vakası Hakkında Başka Bir Araştırma”, Tarih ve Toplum Yeni Yaklaşımlar Dergisi, Sayı 5 (2007).

24  İsmail Hakkı Uzunçarşılı, MİTHAT PAŞA VE YILDIZ MAHKEMESİ, s. 217.

25  Yılmaz Öztuna, BİR DARBENİN ANATOMİSİ, s. 120.

26  İsmet Bozdağ, ABDÜLHAMİT HANIN HATIRA DEFTERİ. s.30-31 Pınar Yayınları

27  Ali Bardakçı, “Sultan Abdülhamit Han’ın Hatıra Defteri Meselesi”, Divan Dergisi, Sayı 19.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!