Örnek Aydın Modeline Dair Bir Pencere Açma Denemesi

AYDINLAR AYDINI TARTIŞIRKEN

 Bu ülkede aydınların en çok tartıştığı meselelerden birisi de bizzat “aydın” kavramıdır. Nasıl ki, şairin bol ve şiirin kalite plânında kıt olduğu her vasatta bol bol şiire dair tartışmalar yapılırsa, düşünce imâlinin fakir olduğu muhitlerde de, “aydın nedir, nasıl olmalıdır, yeri ve değeri nedir” şeklinde, döner dolaşır ve aynı ritüellerle benzer şeyleri tartışır dururlar.

Şiire dair içi boş teori ve kuru gürültülerin bütün bir edebiyat âlemini sardığı devirde Yahya Kemâl’in görüşü oldukça sâde ve mükemmeldir:

– “Bir naaş nasıl yavaş yavaş solar, çürür, lîme lîme olur, bir kemik çerçevesi kalırsa Türk şiirinin de öyle, önce ruhu çekildi, sonra yavaş yavaş lisânı çürüdü, vezni bozuldu, ahengi çetrefilleşti. Nihayet kuru bir iskeleti kaldı. Senelerdir en usta sanatkârlar bu iskeleti diriltemiyor. İnkıraz devirlerinin başlıca fârikasıdır, bir edebiyat ölürse lûgat, vezin, sarf, nahiv hevesleri ortalığı sarar, edebî nazariyeler kaynaşır, yenilik bir iptilâ olur, ŞİİRİN KENDİ ÖLÜR BİNLERCE ŞAİR ÜRER; tıpkı bir naaş, ruhu olduğu zaman bir vücûtken, çürüdükten sonra bir kurt mahşeri kesildiği gibi!” [1]

Bu parargrafın ikinci kısmını alalım ve aydın-düşünce ilişkisine çevirelim:

“İnkıraz devirlerinin başlıca fârikasıdır, DÜŞÜNCE ölürse uydurukça, tercümecilik, kaynakçılık, aykırı görünme hevesleri ortalığı sarar, çilesi çekilmemiş nazariyeler kaynaşır, yenilik bir ibtilâ olur, FİKRİN KENDİ ÖLÜR BİNLERCE ENTEL ÜRER; tıpkı bir naaş, ruhu olduğu zaman bir vücûtken, çürüdükten sonra bir kurt mahşeri kesildiği gibi!”

Elbette şairlerin şiir üzerinde konuşup tartışması ne kadar tabiî ve hattâ olması gereken noktasında zaruretse, aydınlar da aynı şekilde aydın kavramını sorgulayacak, onun etrafında kendilerine bir yol haritası çıkarıp, yeni ufuklar keşfedecek… Ama şiir yok ve şair çoksa, yanlış bir şeyler var demektir; fikir yok ve “aydın” çoksa, durum daha vahim, daha korkunçtur.

ASIL MESELE ŞAHSİYET ZAFİYETİ

 Üstad Necib Fazıl’ın “aydın yokluğuna” dair kaleme aldığı bir beyit:

Yarım aydınlar vardı, eskiden, seyrek seyrek;

Şimdi çil yavruları, her çeyrekte bir çeyrek… [2]

 Fakat bugünkü yokluğun asıl kabahati, dünküleri mumla aratanlardan ziyade, bir türlü ekolleşmiş bir düşünce mektebinin temelini atamayan ve bu topraklarda her türlü yerli ve yabancı ham maddeyi verime dönüştürecek fikir fabrikasının tezgâhını kuramayan, böyle bir çapı ve kaygısı olmayan dünkü yarım ve çeyreklerdedir.

İşte bu noktada Necib Fazıl’a rahmet dilemek her namuslu aydının boyun borcudur. Bir gün bu ülkede gerçek bir düşünce tarihi yazılacaksa, çıkış noktası muhakkak Necib Fazıl ve BÜYÜK DOĞU olacaktır. O, “mütefekkir yetiştiren mütefekkir” vasfının hem ifâdecisi, hem de şahsıyla isbatçısı olan BİR’i bulmuş ve o BİR’in ellerinde şekillenen dünya çapında bir diyalektiğe öncülük etmiştir. Bunun yanında “Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi”ni yazan bazıları (aslında yazdıkları “Batının artıklarını toplama” tarihidir.) Necib Fazıl’a bakmamakta ısrar ettikleri için, bilgi malzemesiyle dolu bir kafa taşımalarına rağmen münevver mektebinin bir üst sınıfına atlayamamıştır.

Tanzimat’tan bugüne Türk aydınının temel zafiyeti hiçbir meseleyi bütünüyle kucaklayamaması ve sonuna kadar götürememesidir. Gerçek aydın, en barışmaz tezatlar arasında bile çıkış noktasını yitirmez ve değerler anarşisine kapılmaz. Türk aydını ise en basit bedahetlerden bile kaos çıkartmanın ve kavram kargaşalığı üretmenin baş cambazıdır. Bu sebebtendir ki, halkımızın his plânında da olsa bazı meseleleri algılayışı ekseriyetle aydınların önünde gelir.

Türk aydını bir çelişkiler yumağıdır. Ama hiçbiri bu çelişkileri son tecride kadar kovalamaya cesaret edemez, güç yetiremez. Bunun başlıca sebeblerinden birisi; malzeme kıtlığından ziyade ahlâk zafiyetidir.

Türk aydınındaki şahsiyet zafiyetinin başlıca sebeblerinden birisi, arasına sızan Yahudi ve dönmelerin karakter özelliğinden psikolojisini koruyamamasıdır. Bundan dolayıdır ki meselelere Türk solu Yahudi, Türk sağı ise daha ziyade “dönme-avdetî” psikolojisiyle yaklaşır. Bu tesbitimiz asla toptancı bir mahkûm ediş değil, aksi örneklerin varlığını baştan kabul eden, tamamen seziş plânında kıvamını bulmuş umumî bir karakter örneklendirmesidir.

Yahudi psikolojisinin bariz vasfı, Necib Fazıl’ın ısrarla vurguladığı, “mukaddesat yıkıcılığı şeklinde beliren, her türlü birlik ifâdesini bozucu (defetist) kafa yapısıdır.” [3] Bu ruhiyat solcu aydınlarımızda öylesine belirgindir ki, bırakın meseleleri bütünleştirip sistem çapında ifâdeye büründürme kaygısını, kendi bâtılında dahi birlik ifâdesinden uzak ve kendi iç bütünlüğüne tahammülsüzdür.

Türk sağı ise bir nevi dönme psikolojisiyle hep “olmadığı mânânın” peşinde koşmuş ve inanmadığı, özümsemediği, asliyetiyle benimsemediği itikadların şekilde bağlısı görünerek kitlelerin güvenini kazanma hamaratlığı ile ömür tüketmiştir.

Meseleleri bir bütüne nisbetle kavramanın ve belli bir iman merkezi etrafında muhasebe etmenin yolunu açan ve hem şahsı ve hem eseriyle gerçek aydınlanmayı misâllendiren Büyük Doğu Mimarı Necib Fazıl, böylelerini şu beyitin dairesi içine alır:

Ne iştir, yarı iman, yarı inkâr giderler;

Güneşe var derler de ışığına yok derler!.. [4]

 Bir paranın iki yüzünün birbirini tamamlaması gibi, BÜYÜK DOĞU’nun “niçin”i üzerinde derinleşerek İslâmcı aydınlanma çağının merkezindeki diğer şahsiyet olarak heykelleşen ve Necib Fazıl‘ın mânâsını bütünleyen İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu ise, Kayan Yıldız Sırrı’nın 4. basımına ilâve ettiği şiirlerden birisinde, aynı ıztırabı şu dörtlüğe döker:

Göz önünde taze sır

Gün günden daha bayat

İdrak cüce dil kısır

Kimin neyine hayat [5]

 Henüz idraklerin tam cüceleşmediği ve dilin bu kadar kısırlaşmadığı günlerde bile İslâm, bütün saffet ve asliyetiyle “göz önünde taze sır” olarak anlaşılmayı bekliyor; belli bir kültür ve üslûb temeli olan aydınlar bile bu belâlı işe soyunmak yerine, “yarı iman, yarı inkâr gitmeyi; güneşe var deyip, ışığına yok demeyi” tercih ediyordu. Kimler mi bunlar? Tanpınar‘dan Peyami Safa‘ya, Kemal Tahir‘den Yahya Kemâl‘e, Cemil Meriç‘ten İdris Küçükömer‘e kadar hepsini bu dairenin içine alabilirsiniz. Hoş, bugün bırakın onlar kadar olmayı, onların yanına yaklaşacak kalitede adam kaldı mı derseniz, cevabımız kocaman bir “HAYIR” olacaktır. İBDA Mimarı‘nın ifadesiyle; “Gün günden daha bayat…”

Aydın, ya bir imânın, ya bir inkârın belli bir kültür temelindeki görüntüsüdür. Bizimkiler ise ne tam bir imânın, ne de samimi bir inkârın sesi olabildi. Ayaklarını dayadıkları kültür zemini ise her gün biraz daha çatırdaya çatırdaya tükenişin son noktasına doğru göçmektedir. Artık bu topraklarda Batılı-Batıcı bir aydınlanmanın lâfı bile edilemez.

AYDINLANMA ÇAĞINA DOĞRU

 Batı aydınlanmacılığının temeli “Rönesans-Uyanış” devirlerinde atılmıştır. Üstad Necib Fazıl bu devirleri “aklın kiliseden intikamı” diye formüllendirir. Abeslere boğulan ve akla hiçbir istikbal tanımayan kilise ile varoluş hakkını isteyen aklın yüzyıllar boyu süren savaşında, akıl cebhesinin en önemli silahını hep “TENKİD” oluşturmuştur.

Bu “tenkid şuuru” sayesinde Batıda büyük bir düşünce geleneği oluşmuş, en önemli fikir ve sanat adamları hep bu zemin üzerinde filizlenmiştir. Bu zemin son kırıntılarını 20. yüzyılın son çeyreğine kadar beslemiş, Jean-Paul Sartre’la birlikte de son orijinal numunesini alıp götürmüş ve devrini tamamlamıştır.

Artık Batı, fikirde bir hazır yiyicidir; bizim “kaba softa-ham yobaz” devirlerimizdeki gibi, üretiminde hiçbir hisse sahibi olmadığı fikirlerin artıklarıyla beslenir. Bugün Batıda düşünce ve sanat adına sistemli bir ekole damgasını vuracak bırakın telifçi bir kafayı, usta bir kopist bile yoktur. Günümüz Batı adamı zaman, varoluş, sonsuzluk, kader gibi muammalarla; emek, sermaye, üretim, paylaşım, hürriyet, adalet gibi kavramların içini kitablık çapta izahlarla doldurmak yerine, neredeyse en büyük mesele olarak “eşcinselliğin doğuştan mı, yoksa sonradan mı olduğu”nu konuşur olmuş, bütün entellektüel cehdini “i…liğe” odaklandırmıştır.

Batıda Sartre’la birlikte bir devir kapanırken (ki Sartre hiçbir vakit ne felsefede Bergson’la, ne de romanda Proust’la mukayese edilebilir; fakat kendisinden evvelkilere nisbetle boyu ne olursa olsun, çağına damga vuran ekolleşmiş bir düşünce mektebinin sürükleyici sesidir), aynı yıllarda ideolocya ufuklarını kuşatan BÜYÜK DOĞU aydınlığı İBDA bünyesini mayalandırıyordu. Batı aydınlanmacılığı son gerçek aydınıyla birlikte devrini tamamlarken, Doğunun uyanışı öz cevherine kavuşmuştur. Bundan sonra ne olacaksa bu cevherin etrafında şekillenecek ve büyüyecektir.

Batı aydınlanmacılığı aklın uyanışıydı. Bu uyanış, yüzlerce ihtilâl ve savaş ve milyonlarca insanın ölümü pahasına bile olsa nihayete erdi. İBDA cevheri etrafındaki BÜYÜK DOĞU aydınlanmacılığı ise, sadece aklın değil, akılla birlikte aşkın, ahlâkın ve bunların bütünü hâlinde imanın uyanışa ermesidir ve elbette uğrunda çok daha yüksek bedeller ödemeye değer.

Tahminimiz odur ki, bu aydınlanma çağından nasiblenmek ve bu uyanışta hisse sahibi olmak isteyen genç münevverlerin en büyük silahı, bir iman mihrakı ve aşk ahlâkı etrafında sistemli bir eleştiri geleneği kurmak ve bu geleneği yaşatmak olacaktır, olmalıdır. Israrla ve ısrarla vurgulamak borcundayız ki, bu toplumun aydınları yemeyecek, içmeyecek, önce soru sormasını öğrenecek!.. Doğru zamanda doğru soruları sormayanlar, doğru cevab alamaz. Aydın soru sormasını bilendir. Topluma, tarihe, Doğuya, Batıya, sanata, hayata, dair “iyi, doğru, güzel, faydalı” vasıflarıyla şuura empoze edilen ne kadar değer ve alışkanlık varsa hepsini sistemli bir tenkid süzgecinden geçirmeden aydın olmanın asgarî şartlarına erişilemez.

Peşin kabulü gerektiren imanın temel esaslarından bahsetmiyoruz. Teklifin akla olduğu insana ve topluma ait hiçbir meselede bizim aydınımız hazırlop kabullere iltifat etmeyecek, hiçbir soruyu sormaktan korkmayacak, aklî ve ilmî verilerle tahkiki mümkün olan her bilmeceyi kurcalayacak, eleştirecek, hesablayacaktır.

Tenkid bir nevi OLANIN, OLMASI GEREKENLE MUKAYESESİDİR. Ne acı ki, “olması gereken” yerine menfî bir dünya görüşünü koyan zıtlarımız arasında bile tutarlı bir tenkid geleneği yok. Oysa tarihinin hiçbir döneminde, hiçbir neslin ihtiyaç duymadığı kadar tenkide ihtiyacımız var bizim!.. Aydınlanma çağının kapısında herşeyin BİZCESİNİ göstermekle, isbatlamakla mükellefiz.

Bunun için Andre Gide’den altı çizilen husus: “Kelime fikrin önüne geçmemeli”. Bunun tabiî neticesi şu: “Anlamadığın fikirlerin, hissetmediğin duyguların cakasını satma!..” Ve bu, şu demektir: “Anla, hisset, yaşa ve ifade et!..” Yâni “telkinle aldığını tahkikle bul!” Demek ki, teorinin sağlamlığı pratiğin içinde test edilecek ve pratikten kapılan pay tekrar teoriye katılacak ve onu daha canlı bir pratik takib edecek, dairevî bir akışta “oluş” gerçekleşecek, aydınlanma çağından iş ve eserle pay alınacaktır.

Aydın, çelişkilerin üzerine gitmekten korkmaz. Daha ilk dönem Büyük Doğu’larda, Kasım 1943 tarihli “çerçeve”lerden birinde Üstad Necib Fazıl’ın “zift yürekliler” diye bir tabiri vardır. Kimdir bunlar? Üstad’a göre “Türkiye’nin iç hali üzerinde muztarib ve samimi TENKİD ÇIĞLIKLARI KOPARANLARI vatanı ve milleti küçük düşürmek iftirasına uğratanlardır.” [6]

Aradan 60 yıl geçtiği hâlde Türkçüsüyle, sentezcisiyle, holding İslâmcısıyla, oy ticareti yapan sürü malı tarikatçısıyla, bunlar hâlâ aynı zift yüreklilerdir. “Türkiye’nin iç hali üzerinde muztarib ve samimi tenkid çığlıkları koparanları vatanı ve milleti küçük düşürmekle” suçlarlar.

Bizim aydınlanmacımıza düşen borç ise sorgulamak, çelişkilerin üzerine gitmektir. Kendimizi, ailemizi, çevremizi, tarihimizi, coğrafyamızı, sanatımızı, edebiyatımızı, kelimelerimizi, yılların alışkanlığı ile tereddüt etmeksizin “iyi, doğru, güzel, faydalı” diye damgaladığımız değerleri eleştirmekten, “samimi ve muztarib tenkid çığlıkları” koparmaktan korkmayacağız.

Cemaatlerin, tarikatlerin, “dini bütün” partilerin yayınlarına bir bakın! Yolumuzu aydınlatan bir satır eleştiriye rastlayamazsınız. Bunların genel mantığı şudur: “Ben seni görmeyeyim, sen de beni…” Bu kırılasıca kafa yapısı, aydınlanmamızın önündeki en büyük belâdır!..

Çünkü hayat boşluk kabul etmez. Ciddi ve sistemli bir tenkid geleneğinin boşluğunu dedikodu ve çamur atma alışkanlığı doldurur. Kıyı ve köşelerde birbirini çekiştirir, “bunlar namaz kılarken ayaklarını çok açıyor”, “onlar da dua ederken ellerini bitiştiriyor” gibi kendilerini hiç ilgilendirmeyen, tamamen fetva makamlarının muhatab olduğu meselelere burunlarını sokarlar. Sen inandığın, güvendiğin fetvaya uy; bırak diğeri ne yaparsa yapsın. Konuşacaksan aklî ve ilmî verilerle tahkiki mümkün insan ve toplum meselelerine dair görüş beyan et; diğer işleri ehline bırak, ayağa düşürme!..

Aydın, gündemini doğru seçendir. Bunun için tutarlı ve samimi bir eleştiri geleneği şarttır. Ülkemizde örneklerini bolca gördüğümüz cemaat ve tarikat mantığı ile aydınlanılmaz, aydın olunmaz. Burada itham edilen, bu kavramların ÖZÜ değil, günümüzdeki yapı ve işleyiştir.

Aydın, aynı zamanda, kafasında bilmeceye dönüşen fikrî, edebî, siyasî ve sosyal çelişkileri tarihî akış içerisinde takib edebilecek asgarî donanıma, usûl bilgisine sahib olmalıdır. Tarih ne böbürlenme, ne küfür ve aşağılama arenasıdır. Bugün bize, ne atalarımızın kahramanlıkları fayda verir, ne de onların yanlışlarına söverek paryalıktan kurtulabiliriz. Tarih, önümüze yığılan meselelerin KÖKLERİNE inebilmek için “hâlihazırdaki insan şuuruyla” muhasebe edilmesi gereken bir ibretler levhasıdır. Bu sebebtendir ki, soru sormadan, meselelerin çözüm çekirdeklerini aramadan, sürü psikolojisiyle tarihe yanaşılmaz. Bugün sağ ve sol zihniyetlerin birinde övgü, diğerinde sövgü tavrıyla tecelli eden tarih alâkası meselelerin çözüm çekirdeklerini buldurucu olmaktan ziyade öldürücüdür. İmar ettiği düşünceyle tarihimizde başlı başına bir “devrim” olan Necib Fazıl “henüz gerçek Türk tarihi yazılmamıştır” diyor. İnanıyoruz ki, İBDA’cı aydınlanma çağı gerçek Türk tarihçisini de doğuracaktır.

Sıhhatli bir tenkidin en önemli vasfı SEÇİCİLİK ve ELEYİCİLİKTİR. Bunlar aydın olmanın da temel dinamikleri arasındadır. Seçici ve eleyici olmak deyince, elbette ilk önce aklımıza Üstad ve İBDA Mimarı geliyor. Üstad Necib Fazıl, alelâdeye tahammülsüz bir fevkalâdedir. Doğu ve Batıyı süzgeçten geçirip köklü bir muhasebe yaparken alelâde anlayışlara zerre kadar prim vermemiş, misâllerini dikkate şâyan bir keyfiyet tesbit ettiği entellektüel muharrirlerden süzmüştür. Onun, fikirde, ucuz hayranlık ve anlayışsız dostluktansa, “biliş ve bildiriş kalitesine sahib” haysiyetli düşmanlığı tercih ettiği malûmdur. “Domuzuna katolik” diye damgaladığı (Fransua Moryak) ve yine (Andrea Morua), Fransa’da “entellektüellerin entellektüeli” diye anılan (Suares), İslâma ilgisi ve Tasavvuf üzerine tetkiklerinden bildiğimiz (Masinyon) gibi aydınlar, Necib Fazıl’ın yakından takib ettiği Batılı entellektüel ve sanatkâr örneklerinden sadece birkaçıdır. Ama meselâ Türk dostluğu ve Osmanlı hayranlığı ile tanınan (Piyer Loti)yi okumakla birlikte eserine ehemmiyet vermez ve böylesi ucuz hayranlıklardan Doğu-Batı muhasebesine dair ipucu devşirmeye yanaşmaz. His plânındaki yakınlıktansa fikre dayalı aykırılıklar daha anlamlıdır. Aydınlanma çağı bu zeminde yükselecektir.

Aynı şekilde İBDA Mimarı’nın seçici ve eleyici vasıfları sayesinde, meselâ bugün GOG gibi bir eser ve yine Tarkowski gibi bir yönetmen gündemimize oturmuştur.

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu DAMLAYA DAMLAYA isimli eserinde kemmiyete kurban giden keyfiyetten bahseder ve bu arada Türk soluna da bir gönderme yapar: Keyfiyetinden habersiz oldukları tercüme eserlerin kemmiyet zenginliği ile kof emniyete, rehavete kapılıp, meselelere burun ucuyla bakıyorlar, meâlinde… Ve onların anlamaya yanaşmadığı tercüme kalabalığına mukabil, aramak icab etmeyen şeyleri dahi aradığını belirtir. İşte fikir ve sanat plânındaki verimlerini AKADEMİK çapta ortaya koyması gereken aydınların görmek zorunda olduğu incelik… Üstelik sadece keyfiyet ifadecisi tesbitler yetmiyor. Bu tesbitleri kemmiyet zenginliği içinde sergilemek, tenkid şuurunun seçici ve eleyici vasıflarıyla kaynak taramak, bulduk sandığımız her şeyi yeni baştan aramak… Her hâlde keyfiyetin hakikati bu noktada görünür ve sıhhati buradan tayin edilir. Kısacası, çalışmak, çalışmak, daha çok çalışmak; Külliyat’tan aldığımız payla, insan ve toplum meselelerinden birisine yönelmek; o saha üzerindeki keşiflerden topladığımız tesbit madenlerini tekrar Külliyat’ın ocağında pişirmek; dünya görüşümüz ile meseleler arasında sürekli mekik dokumak… Özetle; zenginleşirken, zenginleştirmek…

Aydınlanmanın adresi BÜYÜK DOĞU-İBDA’dır. Günümüzde birçoğu ticarî bir müessese hâline gelen cemaat, tarikat ve parti yapılanmalarıyla, bunların “abi-kardeş” ilişkilerinden derviş(!) yetişir, mürid(!) yetişir, kahraman(!) yetişir, hizmet ehli yetişir, muhabbet fedaisi yetişir, ama aydın asla!.. Çünkü aydın, fikirde kendi ayakları üzerinde durabilmeli, hangi sofraya otursa orayı zenginliği ile donatabilecek malzemeye sahib olmalı, kendisine has bir derleme, hazırlama, pişirme ve dağıtma metodu geliştirmeli ve sırtına vurdukları “şucu-bucu” etiketi olmadan da bir şey olabilmenin ŞAHSİYET hamurunu taşımalıdır.

Aydınlanma çağımız başlamıştır ve artık fikirde küçülen, Batı; BÜYÜYEN, DOĞU’dur.

Ve bu büyüyen Doğuyu temsil mevkiindeki tek mihrak İBDA ve onun Mimar’ıdır. “Her biri şahsiyet” aydınlar imecesi bu realite etrafında boy veriyor, verecektir.

Gerisi fasa fiso!..

AYDININ SÖNMEYEN IŞIĞI: TENKİD ŞUURU

 Aydın ve entellektüel kavramı etrafında en ciddi incelemelerden birisi rahmetli Cemil Meriç’e aittir. Mağaradakiler, çağımız aydınına ve onun buhranına tutulmuş bir ayna olma iddiasındadır. Meriç hocaya göre entellektüelin ayırıcı vasfı: “Tenkid.” [7]

Cemil Meriç, tenkidi, aydının ayırıcı vasfı olarak işaretlerken; tarihçi Carlyle, onu, yâni “düşünüp bir şey hakkında bir hükme varma” melekesini insanın “sönmeyen ışığı” olarak görür.

Gerçekten de, düşüncenin doğuşu “tenkid”in doğuşuyla birlikte başlar. İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden, faydalıyı zararlıdan, önemliyi önemsizden ayırmanın bahis mevzuu edildiği her yerde tenkidî bir çaba söz konusudur. Bu sebeble, İBDA Diyalektiği’ni inşâ eden Mütefekkir, ısrarla “düşünceye tenkidî şuurla yaklaşmaktan” bahseder. “Düşünceye tenkidî şuurla yaklaşmak” yahud yeni zaman ve mekânlarda aslına sadık İslâm tefekkürünün biricik misâli BÜYÜK DOĞU-İBDA; aynı şeyler…

Tenkid meselesini sadece kötü, yanlış ve çirkinin eleştirilmesinden ibaret sanmak eksik bir kanaattir. İBDA Mimarı’nın ifadesiyle «tenkid şuuru, her şeyden önce “malûm-kendinde obje” mihrakından bir şubeyi, onun yönünü temsil eder; bir beliriştir…» [8]

Salih Mirzabeyoğlu, “tenkid”i (tıpkı “kelâm” gibi) bir “beliriş” olarak vasıflandırıyor. Bu yönüyle tenkidin dil hikmetiyle bitişik bir misyonu vardır. Hayvan, dış âlemin uyarmalarına içgüdü sınırındaki şuursuz bir tepkiyle cevab verirken; insan, dil sayesinde arar, tarar, seçer, geliştirir, zenginleştirir, toplar, dağıtır ve mâleder. Zaten dil, “DIŞ ÂLEMİN ŞUURUNA VARMAK DEMEKTİR.” [9] “Dış âlemin şuuruna varmak”… Seçici, eleyici olmak… Görülmesi gerekeni görmek… İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin ifadesiyle “EN ÖNEMLİYİ EN ÖNE ALMAK…” Özetle: BÜYÜK DOĞU-İBDA şuurunu kuşanmak… Meselelere bu diyalektikle sarkmak…

Bir dilbilimcinin, tenkid şuuru ile dilin yakın ilişkisini anlamamızı kolaylaştıracak nefis misâlleri vardır: “Bir fare, deneme yanılma yolu ile labirentte yolunu bulmayı öğrenebilir, ama bir haritayı inceleyerek yolculuk plânlayamaz.” Aynı şekilde, “hayvanlar yemek, cinsellik veya tehlike işaret eden sesler çıkarabilir ve algılayabilir. Ama bir hayvan, yemeğin mahiyeti üzerine düşünüp perhiz yapmanın iyi bir fikir olabileceğine karar veremez.” [10]

“Bir haritayı inceleyip yolculuk plânladığımız” ânda, tenkidî bir çaba üzerindeyiz demektir ve bu durum deneme-yanılma yoluyla labirentte şaşkın şaşkın dolaşan fare kafalı “demokratik çözümcü” partililerle aramızdaki mesafenin ilânıdır. Ayrıca, fikir ve sanatta “yemeğin mahiyeti üzerine düşünüp perhiz yapmanın iyi bir fikir olabileceğine karar verdiğimiz” ânda, tenkid şuurunu misâllendirmiş oluruz ve bu kaba softa-ham yobazın ölüm ilânıdır.

Kaba softa-ham yobaz, meselelerin mahiyeti üzerinde düşünemez. Reformcu ise deneme-yanılma metodu ile yolunu bulmaya çalışır; tenkidin “olmazsa olmaz” olan çıkış noktası ve değer ölçülerinden mahrumdur. Kim ne derse desin; “tenkid şuuruyla” meselelere sarkmayı misâllendiren ve bu noktada İslâmcı tefekkürün zeminini kuran ve İslâmcı aksiyonun yolunu açan BÜYÜK DOĞU-İBDA’dır. Diğerleri her ân değişen eşya ve hâdiselerin labirentinde “deneme-yanılma” metoduyla yolunu aramaya dursun!..

Değer ölçüleri olmadan tenkid olmaz. Türk fikir ve sanat hayatında tutarlı ve sistemli bir tenkid geleneği yoktur; olmamıştır. İşte ilk defa BÜYÜK DOĞU-İBDA bunun zeminini kurdu. Zenginleşmeye ve gelişmeye açık temel prensibler etrafında fikirden sanata, felsefeden siyasete, tarihten topluma bütün meselelerin tenkid şuuruyla muhasebe edilmesinin adresi, Üstad ve İBDA Mimarı’nın yazdıklarıdır.

İBDA Mimarı’nın Marifetname’de altını çizdiği bir husus: “Hüküm verme, değer biçme, tartma, hep kanunların, ölçülerin, miyarların varlığına işarettir; münekkidin bunlara ihtiyacı vardır, açık ve kesin olarak ifade etmek zorundadır…” [11]

Fikirden sanata, siyasetten felsefeye, tarihten edebiyata, fertten topluma ve beşerî plânda aklınıza gelebilecek her meseleye tenkid şuuruyla yaklaşan Salih Mirzabeyoğlu, bir yandan hüküm verip değer biçerken, diğer yandan da yaptığı işin kanunlarını, ölçülerini ve miyarlarını ortaya koymuştur. Bu ölçüler, “bir fikir ve sanat sistemi vazetmek yerine, bir ruh ve anlayış sisteminin ürünüdür.” [12]

İşte “yerinde doğruları genelleştiren” ve kabuklaştıran yobazın tükendiği ve bir çıkış noktasından hareketle tenkid ettiği meseleyi bütün ihtimallere açık olarak inceleyip mânâlandıran “ruh ve anlayış” sisteminin başladığı yer… Yobazın meselelerin yerini ve değerini bilmeksizin kuru kuruya reddediş ve karşı duruş tavrı, asla tenkid şuuru çerçevesinde değerlendirilemez. “Telkinle alınanı tahkikle bulma” prensibini ortaya koyup misâllendiren BÜYÜK DOĞU-İBDA’nın İslâmcı mücadeledeki biricikliğinin bir sebebi de budur. Sadece İslâmcı mücadele içinde değil, bütün bir Türk düşünce hayatında da tutarlı ve sistemli bir tenkid geleneği kurmasıyla BÜYÜK DOĞU-İBDA’nın emsalsiz bir yeri vardır.

Peşin kabulü gerektiren imanın temel esaslarından bahsetmiyoruz. İBDA Mimarı, teklifin akla olduğu, insana ve topluma ait hiçbir meselede hazırlop kabullere iltifat etmemiş, hiçbir soruyu sormaktan korkmamış, aklî ve ilmî verilerle tahkiki mümkün her meseleyi sonuna kadar kurcalamıştır. O, felsefeye tenkid şuuruyla yaklaşır. Bunu, Batı tefekkürünü İslâm tasavvufu karşısında hesaba çekmek” diye formüllendirmişlerdir. Batı düşüncesine yön veren cins filozofların “yerinde doğruları” İslâmcı bakışın kaldırım taşı olarak kullanılmış ve Büyük Doğu-İBDA’nın teknesinde eriyene kadar yoğrularak “bâtınlarındaki gizli kalmış imân” İslâmcı tefekkürün besleyicisi olmuştur. Daha önce Üstad’ın elinde Eflatun ve Bergson’un, Mirzabeyoğlu’nun elinde ise Papini ve Croce’nin ne hâle geldiğini görmüştük. En son Münşeat vesilesiyle Nietzsche’nin durumuna şahid olduk. Kendisi de zamanında amansız bir tenkidçi olan Böyle Buyurdu Zerdüşt yazarı, Mütefekkir’in eserinde öyle hırpalanmıştır ki, ona âit ifadeler, tam da onun kasdının zıddı bir mânânın hizmetine girivermiştir. “Zamanın nabzını elinde tutan adam” misyonunun gereği olan bu destanlık terkib ve tecrid verimliliği, “zehiri bile şifaya tahvil eden” İBDA bünyesine ait hususî bir tarzdır.

 FİKİR ADAMI VE EDEBİYAT

Bundan yıllar evvel fikir, sanat ve siyasette insanlık tarih ve talihinin bazı dönüm noktalarını en parlak misâllerle resmeden Stefan Zweig’in Yıldızın Parladığı Anlar’ıyla birlikte, bütün dünya tarihini büyük adamların tarihinden ibaret gören Thomas Carlyle’ın Kahramanlar’ını ardarda okuma şansımız olmuştu. Zweig sanat kaygısıyla ve edebiyattan fikre varmaya çalışırken, Carlyle böyle bir kaygı duymaksızın adımlarını bir tefekkür hamlesi olarak atıyor ve yazdıkları kendiliğinden bir sanat havasıyla besleniyordu.

Bilindiği gibi Carlyle bu meşhur eserinde Peygamberimize de yer vermiş ve bütün Batı âlemine O’nun kahramanlığını ilân etmiştir. Ama şahsiyetine gösterdiği derin saygıyı ve samimiyetine duyduğu hayranlığı, bu samimiyet ve şahsiyetin beslendiği iman ve hakikat sistemine göstermez. Bir yandan Peygamberimizin kahramanlıklarını sıralarken, diğer taraftan İslâm ve Kur’an’a burun kıvırır ve Müslüman ruhunu incitici ifadelerden kaçınmaz. Işığına hayran olup güneşi inkâr etmek gibi bir şey…

Şübhesiz Batılı bir aydının böyle bir esere Peygamberimizi alması cesurca bir teşebbüstür ve belki Hıristiyan âleminden gelebilecek menfî tepkileri yumuşatmak için bazı ifadelere yer vermiş olabilir. Ama bir hakikat daha var ki; O’nun kapısına aşkla sokulmayanlar ne kadar iyi niyetli olursa olsun, bir noktadan sonra tükenmeye ve zırvalamaya mahkûmdur.

Bizce Kahramanlar’ın en sarsıcı ve lif lif derin mevzulara yol açıcı bölümü Dante ve Shakespeare’in değerlendirildiği “Şair Olarak Kahraman” kısmıdır. Carlyle ömrünü daha ziyade tarih sayfalarında tüketmiş ve bu alanda otorite olmasına karşın, hele bu bölümde “hayatı yaşayanlarla yaşayan” gerçek bir sanatkâr olduğunu âbideleştirmiştir. Carlyle’ı okurken kuru bir tarihçinin değil, edebî bir zevkle donatılmış fikrin sofrasındayız.

Buna şaşmamak gerekir, zira Peyami Safa’nın bir tesbiti olarak belirtelim ki; “Kelimelerle düşündüğümüze göre, bir mütefekkir, o kelimelere sihrini veren edebiyatla sürekli temas hâlinde bulunmalıdır ki fikirlerini ölü mefhum cesetleri hâlinden kurtarsın ve ihtirasla doldurarak ayaklandırsın.” [13]

Gerçekten de sadece Carlyle değil, “sirayet gücüne sahib fikirlere” imza atan bütün düşünce fatihleri “kelimelere sihrini veren edebiyatla sürekli temas hâlinde bulunmuş” olmalılar ki “fikirlerini ölü mefhum cesetleri hâlinden kurtarmış ve ihtirasla doldurarak ayaklandırmışlardır.Blaise Pascal, Karl Marks, Henri Bergson, Salih Mirzabeyoğlu gibi çeşitli inanç ve görüşlerde ama alanında zirve birçok isim bu çerçevede değerlendirilmek üzere sıralanabilir. Bunlar edebiyat kaygısı duymaksızın adımlarını bir tefekkür hamlesi olarak atan ve yazdıkları kendiliğinden bir sanat havasıyla, yâni ruhun derinliklerinden gelen bir ifade şevk ve samimiyetiyle beslenenlerdir.

Karl Marks, komünizmin iktisadî temellerini inşâ eden bir teorisyen olmasına ve mevzuu gereği edebiyattan uzak durmanın mazeretine sahib bulunmasına rağmen, ömrü boyunca edebiyatla haşır neşir olmuş, eserlerini de sanılanın aksine iktisat formülleri arasına sıkışmış silik bir edayla değil, yer yer edebiyat tarihçilerini kıskandıracak canlı bir ifade gücü ve hafızada iz bırakan parlak mecazlarla kaleme almıştır. Paul Lafargue isimli bir muharrir Marks ve Edebiyat” başlıklı bir yazısında şunları yazar:

– “Heine’yle Goethe’yi ezbere bilir, konuşurken sık sık onlardan parçalar okurdu. Bütün Avrupa dillerinden yazarlar seçer, şairleri durmadan okurdu. Her yıl Aeskhilus’u Yunanca aslından bir daha okur, onu ve Shakespeare’i dünyanın en büyük iki dramatik dahisi sayardı.” [14]

Onun yakın arkadaşı ve aynı komünizmin “tarihî maddecilik” adıyla felsefesini temellendiren Friedrich Engels’in de en az Marks kadar edebî bir zevke sahib olduğu, hatta Balzac’ın romanlarını yutarcasına okuduğu bilinmektedir.

Bunların yanında, fikirde tarihî maddeciliğe en büyük darbeyi vuran ruhçu filozof Henri Bergson’u hatırlamamak olmaz. Bergson, her ne kadar bütün hâlinde felsefesine vâkıf olmak zor olsa da, okunması en kolay filozofların başındadır. Cümlelerin yelkenini edebiyatın hayat dolu rüzgarıyla şişiren üslûbunun dinamikliği hayranlık uyandırır.

Bütün bunların altını çizme ihtiyacımızın sebebi, Zweig ve Carlyle’ı ardarda okumamız vesilesiyle şekillendirdiğimiz bir tasniftir:

  1. a) Edebiyattan hareketle fikre yaklaşanlar…
  2. b) Bir fikir disiplini içinde edebiyata bakan ve ondan pay alanlar…

Bu tasnif bir matematik formülü gibi kesinlik ifade etmez ve büyük dehaların kategorilere sığmayacağı ayrı bir malûmdur. Fakat kimi önemli eser ve şahsiyetleri anlamak için bu tür tasavvura yol verici tasniflerden “aslı açıcı teferruat” olarak faydalanma lüzûmunu inkâr edemeyiz. Nitekim çoğu düşünce ve sanat büyüğünün üslûb rengini bu iki usûlden birisi besler. Ama muhakkak üstün edebiyatçı fikrin lezzetini bir şekilde tadıp, orijinal bir kafa ve köklü bir kültürün mahsulü olan eserleriyle büyük meselelerin kapısını yumruklarken; gerçek fikir adamı da düşüncelerini sönük kelime ve buruşuk cümlelere ısmarlamak yerine, edebiyatın aydınlığı ile parıldayan bir üslûbla şekillendirir.

Meselâ, Üstad Necib Fazıl yazı âlemine önce bir edebiyat adamı olarak çıkmış, yıllarca “Kaldırımlar Şairi” ünvanıyla şiir, hikâye ve piyes neşretmiş, daha sonra her büyük sanatkâr gibi kâinat ve insan telâkkileri etrafında muhasebeye dalmış, fikir çilesinin en soylusunu yaşamış ve bunun neticesi “NASIL” sorusuna cevab mahiyetinde yepyeni bir İdeolocya örgüleştirmiş ve nihayet bu dünya görüşünün ruhuna uygun olarak edebiyata yeni bir mânâ ve istikâmet vermiştir.

İBDA Fikriyatının kurucusu Salih Mirzabeyoğlu ise, Gölge dergisinin “gong sesini” andıran ve sahte dengeleri “bir tekmede deviren” ŞANLI HURUCUNDAN sonra, evvelâ saf fikirde görünmüş, “bu iş edebiyatla olur” tekerlemeciliğinin kafasını kırmak için ısrarla “bütün fikrin gerekliliğini” işaretlemiş, bunların nihayetinde ise bir fikir disiplini etrafında edebiyattan aldığı payı eserlerine yansıtmış, şiir, hikâye ve romanlara imza atmıştır.

Üstad Necib Fazıl’ın, edebiyatın havanında dövüp kanına karıştırdığı fikirleri “güzellik usûlüyle” ruhlara üflerken, üslûbunun büyüsüne takılıp kalan çoğu muhatabı tarafından muhteva plânında idrak edilemediğini biliyoruz. Bunun sebebi galiba fikir geleneğine yabancı bir toplum olmamızdır ve hainler bir tarafa, İBDA’YI GÖRMEDEN BÜYÜK DOĞU’CULUĞA YELTENENLERİN HEPSİ BU SINIFTANDIR.

Mirzabeyoğlu, Üstad’ın bu çilesinin şahidi sıfatıyla edebiyatı fikrin içinde eritmiş ve fikrinden lezzet almayanları eserinden de uzak tutucu bir tarz geliştirmiştir. İşte Tilki Günlüğü ve işte Kayan Yıldız Sırrı… İBDA fikriyatına âşina olunduğu nisbette bu eserler peçesini açar ve okuyucusunu edebiyatın hakiki çehresiyle mükâfatlandırır.

Öyle veya böyle edebiyatla temas etmeyen ve onu mesele edinmeyen fikir adamı mevcut değildir ve buna şairleri “DEVLET”inden kovmak isteyen Eflatun da dahildir.

Eğer yazımızın başlığı “Aksiyon Adamı ve Edebiyat” olsaydı, hemen, Mısır seferinde Goethe’nin Werther’ini defalarca okuyan Napolyon’u ve Tolstoy’u âdeta ezberleyen Lenin’i misâl gösterirdik.

Bir reklâmda espri niyetine “eğitim şart” denilmesi gibi biz de ciddi bir edayla “edebiyat şart” demekten gocunmuyoruz. Ama nasıl bir edebiyat? İşte bunu konuşmaya varız!..

 MABEDİN BEKÇİSİ OLMAK

 Yeni moda İslâmsız İslâmcılık, ne zaman sıkışsa, Necib Fazıl ve onun şahsında İBDA’yı gölgelemek için hemen Cemil Meriç ve benzeri değerlerin kapısını çalar ve Üstad’ı onun sırtından vurmaya kalkar. Peki niye? Biz iddia ediyoruz ki, Cemil Meriç ve benzerlerinin İslâmcı kesimde hayranlık uyandıran ne kadar soylu tesbit ve teşhisi varsa, hepsinde doğrudan veya dolaylı Necib Fazıl ve BÜYÜK DOĞU’nun mührü vardır. Bu ve benzeri isimler etrafında Necib Fazıl etkisini tek tek maddelendirmeden sağlıklı bir düşünce tarihi yazılamaz.

Cemil Meriç‘e en yakın aydın tipi Hilmi Ziya Ülken‘dir. O da tıpkı Meriç gibi zengin bir ansiklopedidir. Fildişi kulesinden bakar meselelere… Tıpkı Saint-Simon yazarı gibi binbir çeşit kilisenin kapısını çalmıştır. İşte böyle bir Cemil Meriç, böyle bir Hilmi Ziya hakkında şunları yazıyor:

– “Kaç kişinin şuurunda bir kıvılcım tutuşturabildi? Bir kıvılcım, bir fecir veya bir yangın. Hangi büyük düşüncenin -daha doğrusu hangi düşüncenin- taşıyıcısı veya ibdâcısı olabildi? Temsil ettiği veya kurduğu içtimaî bir mekteb var mı?

Bir kütübhane adamıydı o, bir fikir donjuanıydı. Ne bir iddianın, ne bir inkârın temsilcisi. (…) Kütübhane raflarını çökerten eserlerinde, kendisine ait tek kanaat bulamazsınız; bulamazsınız, çünkü o her gün yeni bir kanaatin taşıyıcısıydı. Her okuduğu kitabta yeni bir hüviyet kazanan, seyyal bir şahsiyet.

(…) O nesle mâbedin bekçisi olmak düşerdi, mâbedin, yani tarihin. Hangi değerin bekçisi oldu o nesil? Hangi haksızlığa dur diye haykırdı? (…) Maziye ihanet etti, istikbali kurmadı. Hilmi Ziya, olayların pek çabuk fosilleştirdiği o zümrenin en tipik temsilcisidir. Yetmiş yıllık hayatında tek kavga yoktur. (…)

Hilmi Ziya, ülkemizin yangınlar içinde kıvrandığı bir devirde yaşadı. Daha doğrusu sükûtuyla kurulu düzeni müdafaa etti. Hayattan kitablara kaçarak mesuliyetten kurtulacağını sandı. Filhakika, onda eksik olan şey kahramanlıktı, kahramanlık ve mesuliyet duygusu.” [15]

Bu Hilmi Ziya Ülken eleştirisini tersine çevirin; karşınıza kocaman bir Necib Fazıl Mirzabeyoğlu portresi, BÜYÜK DOĞU-İBDA KAVGASI çıkar. Meriç’in yazdıklarını tersinden ve mevzuumuza nisbetle okuyalım: Şuurda yangın tutuşturan, hem bir iddianın (Büyük Doğu-İBDA) hem bir inkârın (Batıcı rejim ve yalancı tarih) temsilcisidir onlar. Mâbedin bekçisi olmuş, “durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” diye haykırmışlardır. Ülkemizin yangınlar içinde kıvrandığı bir devirde hayattan kitablara kaçarak mesuliyetten kurtulunamayacağının farkındadırlar.

Yine Cemil Meriç‘in aynı yazısından:

– “Yaşamak, çevrenin suallerine doğru cevablar bulmak demek. Düşünmek, muammaları çözmek, karanlıkları aydınlatmak… Düşünmek savaşmaktır. Bir nesil uğruna, bir medeniyet uğruna savaşmak. Mukaddeslerin emrinde olmayan her düşünce, şuursuz bir debeleniş, fikrî bir istimnâ.

(…) belli savaşları kabul etmesi, belli tehlikeleri göze alması lâzımdır. Bir devrin şuuru olmak zorundadır o. Başlıca vazifesi: bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini yırtmak, kalabalığa doğruyu göstermek. Bazen yangın kulesindeki nöbetçi olacaktır, bazen engine açılan geminin kılavuzu. Sokakta insanlar boğazlanırken, düşüncenin asaletine sığınarak elini kolunu bağlamak, düşünceye ihanettir.” [16]

İşte Cemil hocanın idealleştirdiği mütefekkir tipi ve işte Necib Fazıl!.. Ve yine, “mütefekkir yetiştiren mütefekkir” Necib Fazıl’ın fikir ve aksiyon “çile”sinin takibçisi Salih Mirzabeyoğlu!..

 SÖZ VE EYLEM BÜTÜNLÜĞÜ

 Düşünce bir “hesablaşma”nın eseridir. Hiçbir fikir “bozkırda çekirdek” gibi kendi başına doğup, gelişip, serpilmez. Onu yaşatacak hava ve kökünü besleyecek bir tahassüs iklimi şarttır. Bu çerçevede Necib Fazıl’ın Efendi Hazretleri’ni tanıması İslâmcı Türk tefekkürünün başlangıç tarihi olarak “fikir” adına 500 yıllık tersine gidişin döndüğü noktadır. Sonrası malûm: Efendi Hazretleri’nin üflediği hava ve İslâm Tasavvufu’nun beslediği “fikir”, Batı tefekkürüyle dünya çapında bir hesablaşmaya girişiyor. Çağımızın fikir, sanat ve aksiyon kutbu BÜYÜK DOĞU-İBDA bu hesablaşmanın eseridir.

Yıllar önce Harun Yüksel ağabeyimiz İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’na dair “ÜST AYDIN” tabirini kullanmıştı. Bu tabiri muhabbetle benimsiyor ve ekliyoruz: Bundan böyle aydına dair tez yürütecek, mevcut tezleri tahkik edecek her kim varsa, Mirzabeyoğlu’nu yol haritası kabul edip, kriter alarak mevcut tarifleri genişletsin veya yontsun; hangi dünya görüşüne mensub olursa olsun, bu ülkede ÜST AYDIN sıfatını hak eden sadece BİR kişi vardır ve “olması gereken” olarak “boy ölçüsü” odur.

Adına kâh “aydın” desinler, kâh münevver, yahud “entellektüel”; hangi tarifle yüz yüze gelsek, karşımıza İBDA Mimarı’na dair bir imaj, bir işaret çıktı. Yine hangi tarifi ona giydirmeye çalışsak bir yanı eksik kaldı. Çünkü hiçbir kalem erbabında FİKİR ve EYLEM bütünlüğünün bu kadar iç içe girdiğine şahid olmadık. Kalem ustası olan BÜYÜK HAREKET ADAMLARI var; önemli aksiyonların içinde boy gösteren MÜHİM YAZARLAR da var. Ama HİÇBİRİNDE FİKİR VE KILIÇ BU KADAR BÜTÜNLEŞMİŞ VE TEK BİR ÂLET OLMUŞ DEĞİL…

Karl Marks’ın aksiyoncu seciyesini kimse inkâr edemez. Engels’i yanına alarak ve tek başına denilecek şartlarda, bütün bir Avrupayı saracak hareketin tohumlarını atıyor. Ama o her şeyden evvel bir İDEOLOG ve hayatını kalemiyle kazanan bir dünya görüşü örgüleştiricisi… Karl Marks deyince, akla ilk olarak şu veya bu aksiyonun başında bulunan EYLEM ADAMINDAN evvel, ilmî sosyalizm adını verdiği komünizmin iktisadî temellerini sistemleştiren ve bütün bir hayatı, dünyayı, insanı ve tarihi bu temeller etrafında izaha yeltenen TEORİSYEN FİKİR ADAMI gelir.

Aynı şekilde Lenin… Yaşadığı dönemin en mühim aydınlarındandır. Marksizme yepyeni açılımlar kazandıran, bambaşka noktalardan yepyeni yorumlar getiren bir kalem ustasıdır. Marksizm zaviyesinden oldukça mühim birçok kitaba imza atmıştır. Ama bugün Lenin denildiğinde ilk akla gelen bir dünya görüşünü lif lif örgüleştiren FİKİR ADAMI değil, büyük bir aksiyona imza atan DEVRİMCİ KİŞİLİK gelir.

İBDA Mimarı o kadar kategori dışı kalıyor ki; oynadığı rolü ifade bakımından ne Marks’ın, ne de Lenin’in statüsü ona sığmıyor. (Biz bu bahsini ettiğimiz kişileri aslî değerleri bakımından değil; kendi dünya görüşüne nisbetle ne ifade ettikleri ölçüsüyle değerlendiriyor ve sadece bu çerçevede örneklendiriyoruz. Yoksa bir müslümanın ayak tozunu bütün dünyaya değişmeyiz; ayrı mesele…) Bu durumda biz, İBDA Mimarı’nı Marks’ın koltuğuna oturmuş Lenin; yahut Lenin’in kılığına girmiş ve kendi misyonuyla birlikte onun vazifesini de icrâ etmiş bir Marks olarak misâllendirmekte mazuruz.

Bir defa o, tezatsız bir dünya görüşünün MİMARIDIR. Çıkış noktası, Necib Fazıl ve Büyük Doğu’dur. Büyük Doğu Mimarı’nın “NASIL”ını temellendirdiği İslâma bağlı dünya görüşünün, “NİÇİN” sorusu etrafında SİSTEMLEŞTİRİCİSİ ve ÇERÇEVELEYİCİSİDİR. Tıpkı Üstad gibi; meseleleri bir bütüne nisbetle kavramanın ve belli bir iman merkezi etrafında muhasebe etmenin hem şahsı, hem de eseriyle misâllendiricisidir. Onun FİKİR ADAMI kimliğini yok sayarak hakkında müsbet veya menfî bir cümle dahi kurmak, nafile bir çaba olacaktır. Diğer yandan, neye el atarsa atsın, ister en girift hikmetlerden zamanın mânâsına dair işaretler süzmeye çabalasın; ister matematiğin mücerret fikirle bitişik tarafını eserleştirsin, ister Kuantum fiziğini İslâmcı tefekkür dairesi içinde tahkik etsin; hatta ebced ve iştikaklar arasında çile doldururken dahi, patlamaya hazır bir İMAN ÖFKESİ ve AKSİYON HÂLİNİ duymamak mümkün değil. Onun DEVRİMCİ bir AKSİYON ADAMI olduğunu görmezden gelerek yazılacak müsbet veya menfî her satır, aynı şekilde mesnetsizdir. SÖZ ve EYLEM hiçbir aydında bu kadar bir ayniyete dönüşmemiştir.

Gölge dergisi ve Akıncı Güç patlamasını o günleri yaşayan büyüklerimiz bilir ve anlatır. Hatta asıl hikâyesi yarının tarihçisi tarafından kaleme dökülecek HURUÇ günleri… İBDA Mimarı, kabul etmek lâzım ki, bağlılarından istediği her şeyi önce ve hattâ kat kat fazlasıyla bizzat kendi nefsinde sınamış, tahkik etmiş, yaşamıştır. İş, eser ve aksiyonla bugüne kadar gelen hayatının her ânında; “40 gün bal yemeden durabilir miyim” diye soran kişiye, önce kendi nefsini 40 gün baldan mahrum edip, daha sonra cevab veren İmam-ı Azam ahlâkından bir akis, bir ışık görmemek için kör olmak lâzımdır. “Fikirse fikir, kavgaysa kavga…” Ateşini tatmadığı hiçbir aksiyona kimseyi davet etmez. Bunu en iyi 1980 öncesi süreçte bir vesileyle yakınında bulunanlar bilir.

Tezimiz şudur: Bundan böyle aydın kavramı ona ve duruşuna bakarak tarif edilsin. Biz bu teze ulaşmak için tersi bir metodla, karşımıza çıkan aydın portreleri içinden ona dair gördüklerimizi bulup sıralamaya çalışıyoruz.

KAHRAMAN AHLÂKI

 Daha önce Üstad Necib Fazıl vesilesiyle yazdığımız bir yazıda dile getirdiğimiz hakikat:

Aydın kendi eliyle dünyayı kendisine zindan edendir!” [17]

İBDA Mimarı bu cümleyi nakledip, hemen akabinde mânâsının peşine düşüyor:

– “Fethedilen yerde fatihçilik oynayan değil, her ân mevcudun ötesindeki meçhule atılan büyük kahramanlığın çilesini yaşayan insan!..” [18]

Kendi eliyle dünyayı kendisine zindan etmek bu!.. Aydın Sorumluluğu denilen dava, her şeyden önce, insanlığa lâyık gördüğün fikir ve ideal yolunda ıztırabı bir imza gibi alnına kazıyabilmek marifetidir. Üstad Necib Fazıl ve İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, bir ıztırab haritası hâlinde hayatın merkezine çizmiştir bunu. Onlar “KENDİ ELİYLE DÜNYAYI KENDİNE ZİNDAN ETME” mükellefiyetinin, hem fikir hem aksiyonda bizzat şahıslarıyla isbatçısıdır.

Necib Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun düşünce dünyasındaki yerini anlamak ve onlardan nasiblenebilmek için BÜYÜK DOĞU-İBDA külliyatına öncelikle bu pencereden bakılmalı kanaatindeyiz. Aydın nedir, ne olmalıdır; kime entellektüel denir vs., Batıda ve Batı uzantısı toplumlarda yüzlerce senedir tartışılan meseledir. Hangi açıdan baksanız “yerinde” bir doğruyla karşılaşırsınız ve devamında İBDA Mimarı’nın ifadesiyle “yerinde doğrunun genelleştirilmesi” sakatlığına çarparsınız.

Necib Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu etrafında “aydın” kavramını konuşmak, tartışmak isteyenlerin ilk üzerinde durması gereken çıkış noktası “kendi eliyle dünyayı kendine zindan etme” ölçüsü olmalıdır. Onlar adına ne büyük bir saadettir ki, aydına dair ortaya koydukları terkibî hükmün en büyük delili, şu veya bu eserden önce bizzat kendi ŞAHSİYETLERİDİR. Kendi koyduğun ölçünün delili yine kendinsin. Ateş hattında geçen iş, eser ve aksiyon dolu kocaman bir ömürle…

Ünlü İngiliz tarihçi Thomas Carlyle’ın Kahramanlar isimli meşhur eserinden:

– “Dünya tarihinin bütün çağları bize büyük adamın daima kendi çağının vazgeçilmez kurtarıcısı olduğunu göstermektedir.

Çalı çırpının onsuz asla tutuşmayacağı bir şimşektir o. (…) DÜNYA TARİHİ BÜYÜK ADAMLARIN HAYAT HİKAYESİDİR.” [19]

Çünkü BÜYÜK ADAMIN-KAHRAMANIN aslî vazifesi, AYDINLANMADIR; kötü, yanlış ve çirkini iyi, doğru ve güzele dönüştürme çabasıdır. Adı üzerinde, doğru ile yanlışın birbirine karıştığı kavram karanlığına bir ışık uzatacak ve aydınlık sunacaktır. Aydın; çapına göre, bir kibrit alevinden bütün bir çağa uzanan haşmetli bir güneşe kadar… İşte bu sonuncular; kendi BEN’ine, hayat hikâyesine dünya tarihini sıkıştıranlar; Carlyle’ın altını çizdiği üzere: KAHRAMANLAR… Dünya tarihi onların hayat hikâyelerinden ibaret… Demek ki, her örnek aydın onların ahlâkından bir pay alacak.

Yine Carlyle, pay alınmasının gerektiği kahraman ahlâkının hangi istikamette seyrettiğini işaretliyor:

– “Hatalara, yanlışlara başkaldıran insan, kendisini hakikatte inanan bütün insanlara kavuşturacak bir yol üzerindedir.” [20]

Peki öyleyse, ömrünü inandığı hakikat doğrultusunda hata, yanlış, sahtelik ve ihanete başkaldırmakla geçiren KAHRAMAN niçin zindanda ve gözlerden ıraktır? Cevabını yine aynı eserde buluyoruz:

– “Gerçekten iyi olan bir şey ancak her şeyiyle doğru ve iyi olan bir dünyada saygı görebilir.” [21]

Carlyle’ın bu ifadesi bize rahmetli Arif Nihat Asya’nın bir şiirini hatırlattı. Yıllar öncesinden ezberimizde kalmış bir bölüm:

 

İyisin, hoşsun dediler

Hayır, iyi değilim ben.

Bu dünyanın, zamanın

İstediği değilim ben

Ağızlar yalan söylüyor. [22]

 

Salih Mirzabeyoğlu, kötü, yanlış ve çirkinin hâkim olduğu bir dünyada, o dünyanın tetikçi ve kuyrukçuları tarafından iyi bilinmemenin nimetini, bizzat Münşeat’ında “Şükür” başlığı ile dile getirir:

işte gülüyorlar anlamıyorlar beni

………………

bu kulaklara göre ağız değilim ben

nefret ediyorlar benden

şükür farz oldu artık

ya bu alıklar sevselerdi beni [23]

Demek ki, aydın asla popülizm ve kendini beğendirme peşinde olmayacak. Bilakis, aydınlatmakla mükellef olduğu dünyada, karanlığın tacirleri tarafından beğenilmek ve sevilmekten büyük korku ve kaygısı olmayacak. Onların nefret ve düşmanlığını gördüğü her dem, “ya bu alıklar sevselerdi beni” diye şükredecek. Örnek İnsan-Üst Aydın modelinden penceremize düşen bir ışık: “Gerçekten iyi olan bir şey ancak her şeyiyle doğru ve iyi olan bir dünyada saygı görebilir.”

Devam edeceğiz…

(Örnek Aydın Modeline Dair Bir Pencere Açma Denemesi II)

DİPNOTLAR

  1. Yahya Kemâl Beyatlı, Edebiyata Dâir, 3. Basım, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1990, s. 51.
  2. Necib Fazıl, Öfke ve Hiciv, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1988, s. 165.
  3. Necib Fazıl, Yahudilik-Masonluk-Dönmelik, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2006, s. 42-43.
  4. Necib Fazıl, Öfke ve Hiciv, s. 150.
  5. Salih Mirzabeyoğlu, Kayan Yıldız Sırrı -Şâh Eser–Şâheser-, 4. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1996, s. 180.
  6. Necib Fazıl, Çerçeve-II, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1990, s. 19, vurgular bize âit.
  7. Cemil Meriç, Mağaradakiler, 2. Basım, Ötüken Yayınları, İstanbul 1980, s. 29.
  8. Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Diyalektiği –Kurtuluş Yolu-, 3. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1995, s. 201.
  9. Salih Mirzabeyoğlu, Bütün Fikrin Gerekliliği –İktidar-Siyaset-Hareket-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1990, s. 33.
  10. John C. Condon, Kelimelerin Büyülü Dünyası, Trc: Murat Çiftkaya, 2. Basım, İnsan Yayınları, İstanbul 1998, s. 18-20
  11. Salih Mirzabeyoğlu, Marifetname -Süzgeç ve Şekil-, İBDA Yayınları, İstanbul 1986, s. 163
  12. Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı –Estetik ve Ahlâk-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1998, s. 8-9.
  13. Peyami Safa, Sanat-Edebiyat-Tenkid, 5. Basım, Ötüken Yayınları, İstanbul 1990, s. 12.
  14. Marx-Engels, Sanat ve Edebiyat Üzerine, Trc: Murat Belge, 2. Basım, Birikim Yayınları, İstanbul 2001, s. 129.
  15. Cemil Meriç, Mağaradakiler, s. 300, 301.
  16. Cemil Meriç, Mağaradakiler, s. 298.
  17. Salih Mirzabeyoğlu, Necib Fazıl’la Başbaşa –İntibâ ve İlhâm-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1989, s. 73.
  18. Salih Mirzabeyoğlu, Necib Fazıl’la Başbaşa, s. 73.
  19. Thomas Carlyle, Kahramanlar, Trc: Behzat Tanç, Beyaz Balina Yayınları, İstanbul 2000, s. 27.
  20. Thomas Carlyle, Kahramanlar, s. 159.
  21. Thomas Carlyle, Kahramanlar, s. 162.
  22. Sakin Öner, Arif Nihat Asya, Toker Yayınları, İstanbul 1979, s. 153.
  23. Salih Mirzabeyoğlu, Münşeat –Önsöz-Bayramlık-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004, s. 140.

Kaynak: Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 1, Eylül-Aralık 2010, s. 162-177

 

 

 

1 Yorum

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!