19. Asırdan Cumhuriyete Alevi-Bektaşi Misyonu

Öteden beri aklımızı şu soru kurcalayıp dururdu: T.C.’ni kuran Atatürk, devrimlerini ikame ederken, kendisine yardım edecek kadroyu nasıl temin etti? En azından belli bir geçiş dönemi için dahi olsa, gönüllü olarak kendisine hizmet edecek ve maddi-manevi her türlü desteği sağlayacak gücü nereden bulup çıkardı? Üstelik, İslâm Şeriatını, Hilafeti ve Osmanlı saltanatını, öz topraklarında boğmaktan başka bir mânâya gelmeyen bu devrimlerin -karşı karşıya olduğu şartlar açısından- tutması bir tarafa, teşebbüsünün bile imkânsız göründüğü bir zeminde, bin yıldır defalarca Haçlı saldırısının, ezanlarını susturamadığı Anadolu toprakları üzerinde.

Evet, nasıl oldu da tam bin yıldır İslâm aksiyonunun ocaklaştığı, üç kıtada at koşturmuş Osmanlı-İslâm Devleti’nin tâ merkez noktasında şapka giymediği için Müslümanlar asılabildi? T.C.’nin kuruluşundan daha bir-iki sene önce, Müslüman kadının peçesine el uzatmaya cüret eden Fransız askerinin kurşunlandığı bir ülkede nasıl oldu da, kılık kıyafet devrimi yapmak ulvî (!) gayesiyle, elinde makasla sokak sokak dolaşıp “eteği dizinin altına inen kadın var mı?” diye terör estirecek vahşiler zuhur etti?

Uzun uzun Kemalist devrimlerden ve onun korkunç silahı İstiklâl Mahkemeleri’nden bahsetmek değil niyetimiz. Çözmeye çalıştığımız, yukarıdaki sorunun cevabının ne olduğu…

Önce kestirmeden hükmü koyalım:

Kemalist devrimlerin icra edilmesi ve yerleştirilmesi yolunda üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmiş olan bu gizli güç, bugün de Kemalizmin en hızlı savunucusu olduklarını müşahede ettiğimiz Alevi ve Bektaşi topluluklarıdır!

İddianın doğruluğunu ispatlamaya geçmeden önce şunu söylemeliyiz ki, Alevi-Bektaşi kesim, bizim bu sözlerimizi, bir türlü T.C. Devleti’nden duyamamış ve yaptığı hizmetlerin karşılığını alamamış olmanın acısıyla, böyle bir takdirle devletin resmi ağızları tarafından taltif edilseydi, eminiz çok mesut olurdu.

***

Evvelâ Alevilik ve Bektaşilik neyin nesi?

Alevilik, gulat şia olarak anılan (…) şii kollarından olup, Anadolu’ya gelen Müslüman Oğuz boyları içerisinde, şia inancından etkilenen bazı kabilelerin bunu şaman inancıyla bulamaç haline getirdikleri, İslâm harici bir yoldur. Aleviliği asıl mühim kılan, imana mevzu olan yönü değil, siyasi vechesidir. Alevilik, bir taraftan bin yıl boyunca Anadolu’da Ehl-i Sünnet akidesi doğrultusunda hayat süren Selçuklu ve Osmanlılar’ın siyasi otoritesini yıkma mücadelesi verirken, diğer taraftan, tamamıyla sünnî olan Türkmen aşiretlerinin (Türkmen, İslamiyeti kabul eden Türkler’e verilen isimdir. Rivayetlere göre, Türk-ü İmanî: İmanlı Türk manasına gelir.) inançlarını değiştirmeye çalışan (…) teşkilâtlanmasıdır. Tarih boyunca kalkıştıkları ayaklanmalar ve sebep oldukları karışıklıklar ortada…

Bektaşiliğe gelince… O da, bir tarikat olmamakla beraber, Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri’nin takipçileri tarafından sürdürülen, fakat birkaç asır içerisinde aslından uzaklaşarak, dinî nasslarla alay etmenin ve hiçbir nizam tanımaksızın başıboş yaşamanın ocaklaştığı bir inkâr yolu haline geldi. Daha ileri devrelerde menfî kutupta pek çok ortak yanları olan, en azından neye düşman oldukları noktasında ittifak halinde bulunan Alevilik ve Bektaşilik, giderek yekpâre bir hüviyet arzetmeye başladı.

Bu kısa tariflerden sonra, Alevi-Bektaşi ihanet destanının T.C.’nin tabiî sebebi olan “batılılaşma” hareketiyle paralel gelişme çizgisini takibe başlayabiliriz.

Bilindiği gibi Osmanlı’nın profesyonel askerî gücü olan Yeniçeri Ocağı, Bektaşiliğe bağlıydı ve kuruluşunda Hacı Bektaş-ı Veli Hz.’nin duası vardı. Ne var ki, Yeniçeri Ocağı’ndaki bozuk ecnebi kanının bünyeyi zehirlemeye başlamasıyla paralel olarak Bektaşiliğin de çürümeye başlaması, her iki sapıklığın bir arada barındığı bir prototip çıkardı karşımıza. Bu tipin ismi Bekri Mustafa’dır. İçki içmekten, namaz ve orucu terketmeye, savaştan kaçmak ve serkeşlik yapmaktan, dinî emirlerle alay etmeye kadar, bozuk Yeniçeri seciyesi ve Bektaşi küfrüne ait ne kadar çizgi varsa bu tipte cisimleşti.

Bu hain tipin ilk icraatı (başlangıç olarak kabul ettiğimiz batılılaşma hareketiyle beraber), Fransız İhtilâli sonrası, Balkanlar’da başlayan Rum İstiklal Hareketine destek vermeleri ve fiilî ittifak kurmalarıdır. İngiliz Tarihçisi Hasluck’un tespitine göre, 18. asır sonlarında Balkanlar’da Bektaşiliğin çok hızlı bir yayılma kaydetmesi ve o tarihlerde Balkanlar’da patlak veren Pazvandoğlu ayaklanmasıyla ilişkilerinin bulunması, Balkanlar’da Osmanlı karşıtı büyük bir Bektaşi teşkilatlanması ve Hristiyan isyancılarla işbirliği içerisinde büyük bir ayaklanma hazırlığının yaşandığına delalet ediyor. Bununla paralel olarak Reha Çamuroğlu’na ait şu satırları zikretmeliyiz: “… Yine ulemadan Fatih Efendi, Bektaşilerin Mora ayaklanması sırasında Rumlar’a, sizinle birleşip bu Yezidleri (Osmanlı Devleti) katledelim” dediklerini yazarken, ulemanın bu derin korkusunu dile getiriyordu (1) Demek ki Osmanlı Yezidi, Rum komitacılarıyla bir olunup kanı içilecek ortak bir düşmandı. Rum isyancıların İslam düşmanlığı ve Balkanlar’da Müslüman halka yaptıkları hatırlanırsa, Bektaşilerin ihanette belirttikleri çap da anlaşılır sanırız. Peki ya şuna ne buyrulur? 1826’da Yeniçeri ocağının ortadan kaldırılması esnasında asilerin en azılılarının Haliç’i geçerek, Fener Patrikhanesine sığınmaları! (2) Savaşılan düşman Osmanlı, sığınılan dost, fesat ve ihanet ocağı olarak tarihte boy göstermiş Rum Patrikhanesi!

Yeniçeri Ocağının kaldırılması esnasında Alevilerin gösterdiği tavır da dikkat çekicidir. Tarihe Vaka-yı Hayriye olarak geçen bu hadiseden iki yıl sonra 1828’de Osmanlı topraklarına giren Rus orduları, o yılın Temmuz ayında, hiç zahmetsiz bir şekilde Kars’a girdiler. Bunun sebebi, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından memnun olmayan ve Osmanlı’ya bir ders vermek isteyen Kars halkının (Kars’ın çoğunluğunu Alevi ve şii Caferiler oluşturur.) savaşmadan şehri Rus’a teslim etmeleridir!

Bu arada Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması üzerinde durmakta fayda var. Bilindiği gibi II. Mahmut, 1826 senesinde Yeniçeri Ocağı’nı topa tutturup hemen hemen bütün Yeniçerileri şiddetli bir imha hareketiyle ezip geçmişti. Tamamıyla haklı sebeplere dayanan ve bu yüzden Vakayı Hayriye olarak adlandırılan bu hadise, maalesef fikirsiz bir yakıp yıkma ve yıktığının yerine yenisini koyma çilesinden uzak ve bu yönüyle de Yeniçerilikten farkı olmayan bir hareketti. II. Mahmut, bozulan yapıyı düzeltme ve yepyeni bir ruh üfleyerek hayata döndürme gayretine girişeceğine, bozuk ve dağınık da olsa, elindeki tek askeri gücü de yok etme yoluna gitmiştir. Tarihin askerî bir deha olarak kaydettiği Baron Von Moltke’nin tespit ettiği gibi, “Sultan, dört bir yanı çok güçlü düşmanlarla çevreli ve içerde de Hristiyan azınlıkların isyana kalkıştığı, son derece nazik bir zamanda kendi ordusunu yok etmekten mesud oluyordu.”

Vaka-yı Hayriye’den Bektaşi dergahları da nasibini aldı. Son zamanlarda içki içilen pislik yuvaları oldukları tespit edilen ve sapık anlayışların yayılmasına mekanlık ettiği iyice gün yüzüne çıkan dergahlar tek tek kapatıldı, kimileri de tahrip edildi. Pek çok Bektaşi ileri geleni sürgün edildi. Dergahlara ait mal varlığı da Nakşilere verildi. Halbuki, muazzam bir ruh inşasına ihtiyaç varken, deri üstü kazıma ve basit dış yüz tedbirlerinden öteye gidilemeyen bu hareket, fitnenin daha da kökleşmesine ve hınç duygusunun bilenmesine sebep oldu. Pislik temizlenmemiş, sadece meydan yerinden süpürülüp sağa sola atılmıştı. Vaka-yı Hayriye’yle beraber pek çok yoldaşını kaybetmiş, dergahları kapatılmış ve Nakşilik karşısında mağlup düşmüş Bektaşiler, kendileri için melun o günleri milat kabul ettiler ve o günden sonra için için teşkilatlanarak intikam saatini beklemeye koyuldular. Osmanlı’ya karşı, “Hünkar Hacı Bektaş Ocağının gücünü gösterelim” haykırışlarıyla karşı koyan Yeniçerilerin intikamını onlar alacaklardı.

Alevilerle ittifak halinde Osmanlı’yı içten yıkmak için akla gelmedik her yolu deneyen Bektaşilerin Cumhuriyet öncesi en göze çarpan faaliyetleri, pek çoğunun Mason localarına kaydolarak girdikleri İttihat ve Terakki Fırkası içinde gerçekleştirdikleri icraatlardır. Baştan sona Yahudi elinde, Osmanlı aleyhine bir maşa olarak kullanılan Genç Türkler ve İttihat ve Terakki; Yahudilere Filistin’de bir karış toprak vermeyen ve tahtta kaldığı süre boyunca -Siyonistlerin kendi itiraflarıyla- İsrail devletinin kuruluşunu 33 yıl geciktiren II. Abdülhamit Han’ın tahttan indirilmesinde yüklendikleri misyonla tarihe geçti. Siyonistlerin tarihî emellerinin tahakkuku için Osmanlı Hakanı’na kasteden Bektaşileri, yine bir Bektaşi olan Rıza Tevfik Bölükbaşı’dan dinleyelim:

“Genç Türkler ile İttihat ve Terakki ileri gelenleri arasında devrim eylemi içerisinde yer alan hayli Bektaşi vardır… İstanbul’da ve öteki kültür merkezlerinde yüksek makamlarda görevli kültürlü Bektaşiler vardır. Ben şahsen birkaç vezir, bir elçi ve birçok hakim, şair vb. tanıyorum. En az iki Bektaşi Şeyhülislam vardır, birisi Musa Kazım Efendi, İttihat ve Terakki Cemiyeti lideri Talat Paşa gibi, benim gibi… İhtilalci komitenin İstanbul’daki üyeleri arasında hayli Bektaşi vardı.

Hemen hemen bütün Bektaşiler, komiteye amacını gerçekleştirmesi için yardımcı oldular.”(3)

“İhtilal” ve “devrim” ifadeleriyle hedef alınan kişinin II. Abdülhamit Han olduğu malum. Bir tanesinin ismi geçen iki şeyhülislama gelince… Bu hainlerin hikâyesini de Mim-Şın’dan dinleyelim:

“Dini mübîni İslam’ın taarruza uğraması Tanzimatla başlasa da, sistemli olarak İT devresine rastlar… İT Fırkası, 1910’da kendileri gibi Yahudi köpeği bir mason ve kızılbaş olan Musa Kazım’ı bab-ı meşîhata (eskiden İstanbul’da din işlerini tedvir eden, Devleti Âliyenin Diyanet İşleri Reisi) tayin eder. Aynı partinin önde gelen isimlerinden, zamanın gazinocularından pezevenkler kralı namıyla anılan Giritli Necati isimli dönme bu Şeyhülislam (!) Musa Kazım’dan bir fetva koparır. Fetva (!) şöyle:

“Müslümanlar, üzümlerini şarapçılara satabilir, kendileri şarap imal edebilir, içebilir ve meyhane açabilir.” Medrese-i ulűmun Ehl-i Sünnet talebeleri, bu mason şeyhülislam (!) makamından çıkıp evine gitmek için arabasına binerken ve evi önünde arabasından inerken “meyhaneci meyhaneci” diye tempo tutarlar (…) Meyhaneci 1914’de bab-ı meşîhattan ayrıldı. Yerine kim geldi dersiniz? Ürgüplü Hayri isimli daha alçak birisi. (…) Ürgüplü Hayri’nin ilk fetvası (!): “Müslüman kadınlar kerhanede çalışabilir.” Müslüman halk ona da kerhaneci lakabını taktı. Bu köpek geberdiğinde leşi Cumhuriyet döneminde Ürgüp’e götürüldü. Mezarı çok şatafatlı olup Fener Patrikhanesi yaptırmıştır.”(4) İşte bu Ürgüplü Hayri’nin oğlu bir zamanlar Amerika’da elçiyken Türkiye’ye getirilip başbakan yapılan Suat Hayri Ürgüplü’dür. Amerika’da çeşitli gazetelere lűtiliği övücü beyanatlar vermesiyle tanınmıştır ve bizzat lűti olmasıyla nam salmıştır.

Yine bir İttihat ve Terakki mensubu olan ve Osmanlı Mebusan Meclisi’nde üye bulunan Numan Usta adlı bir Alevi, ilk komünist parti “İştirakiyyun”un kurucu üyesidir.

II. Abdülhamit Han’a karşı darbeye kalkışan Hareket Ordusu isimli çapulcu sürüsünün önemli isimlerinden Resneli Niyazi’nin de bir Bektaşi olduğunu ilave edelim.

Genç Türkler ve İttihat ve Terakki devrinde İslam alfabesinin iptal edilerek Latin alfabesinin kabul edilmesi yolunda yoğun gayretler sarfedildiği malum. İşte bu hareketin tohumlarını atan adam Ahundzâde isimli bir Azeri Alevisidir ve Ruslar’a bağlı resmi bir görevli sıfatıyla İstanbul’a gelerek sadrazamla görüşmeye çalışmıştır. Her ne kadar bu görüşmeye muvaffak olamasa da, devrin fikrî (!) ve edebî (!) iklimi üzerinde istediği tesirleri bırakmayı başarmıştır. Onun alfabe değişimi fikrinin en ateşli taraftarları, birer Bektaşi olan Namık Kemal ve Mithat Paşa’dır. Özellikle Mithat Paşa’nın ihanette çok ileri gittiği, Osmanlı bayrağındaki “hilal”in yanına haç koymayı bile denediği ve “bugüne dek: Âl-i Osman dediler. Bundan sonra da Âl-i Mithat desinler” diyecek kadar işi azıttığı malum.

Osmanlı’ya duyduğu hınçla, Kars’ı Ruslar’a teslim eden Alevilerden bahsetmiştik. Ne yazık ki, ihanetin tadına varmış Alevi-Bektaşi topluluğu için bu ilk değildi, son da olmadı. Aynı kahpelikle I. Dünya Savaşı’nda da Osmanlı’yı arkadan vurdular. Harbin kızıştığı ve Rus ordularının Doğu vilayetlerini istilaya başladığı sıralarda, Osmanlı bu sıkışık zamanda Dersimli Alevileri savaşa sokmaya çalışıyordu. Buna karşılık Dersimliler’in tavrı tam da hilkatlerine uygun bir şekilde tecelli etti. Bakın hadiseyi Alevi yazar Cemal Şener nasıl iftiharla anlatıyor:

“Dersimliler bir taraftan Rus ordularını Dersim’e sokmamak için tedbir alıyor ve diğer taraftan da ricat eden Türk ordularına hücumla silah ve cephane elde etmek fırsatını bekliyorlardı.”

Yine aynı yazarın aynı kitabında bahsettiği, tüm Anadolu Alevi ve Bektaşilerinin “dedebaba”sı Cemalettin Halebî’nin Osmanlı tarafından Dersim Alevilerini Ruslar’a karşı savaşmaya teşvik etmekle görevlendirilmesi hadisesi ile ilgili şu mühim tespit (Dr. Nuri Dersimî’nin, Çelebi’nin ağzından naklettikleri):

“Dersim’e gidiyorsunuz, ceddim Hacı Bektaş size daima yardımcı olsun, sizden çok memnunum. Dersimlilere selam söyleyiniz, harbe iştirak etmediklerinden ve gelmediklerinden memnun kaldım, bu sözümü mektum tutunuz ve reislerden yalnız en emin olanlara söyleyiniz. Sizi Dersim’e göndermekliğim de yine mecburiyetimdendir. Sivas’a gidiyorum, orada da çok kalmayacağım, tekkeye döneceğim, arzu ve emellerine nail olmalarına dua edeceğim” demişti.”(6)

Moskof’la bir olup Osmanlı’ya taarruz edecek kadar gözü kararmış Alevilerin artık ihanet haddini de aşmış bu kalleşlikleri karşısında, güya Osmanlı adına tavassuta giden ve kendisine bağlı şebeke elemanlarına “yollarına aynen devam etmelerini” emir buyuran bu Alevi dedesi, Cumhuriyetin kuruluşu esnasında da karşımıza çıkacaktır.

***

Görülüyor ki, 19. asırdan itibaren yekpare bir bünye halinde hareket eden Alevi-Bektaşi topluluğu, Osmanlı’nın iyice tükendiği ve can çekiştiği demlerde, işi fiilî taarruz derecesine kadar getirmiş ve Osmanlı’nın şahsında İslamı yere sermek için fırsat kollar hale gelmiştir. Artık onların tek beklediği, kendi öz seciyelerinin remz şahsiyeti, ideallerinin gerçek lideri olacak kahramanın (!) zuhur etmesidir. Onun da zuhuru yakındır ve emperyalistlerce istila edilmemiş son Osmanlı toprağı Anadolu’nun da dört bir yanda işgale uğraması karşısında, halkı harekete geçirmesi için Osmanlı Hakanı Vahidüddin Han tarafından en yüksek rütbeler ve büyük maddi imkanlarla Anadolu’ya gönderileceği günü beklemektedir. Bu adam, Alevi-Bektaşilerce Mehdi (!) kabul edilen Mustafa Kemal’in ta kendisidir.

Sultan Vahidüddin Han tarafından güçlükle ikna edilerek Anadolu’ya yollanan Mustafa Kemal’in şaibeli hareketleri, Anadolu’ya ilk ayak bastığı yer olan Samsun Havza’da başlar. Havza’da bazı İngiliz subaylarıyla görüşen Mustafa Kemal’in, aynı günlerde bir Rus heyetiyle görüşmesi ve bu esnada, Stalin ve Troçki’ye yakın bir isim olan, heyet başkanı Budiyeni’yle konuştukları, Mustafa Kemal’in öteden beri hangi emeller peşinde koştuğunun göstergesidir:

“Miralay Budiyeni:

“Rusya’nın bütün ihtiyaçlarınızı tamamlamaya hazır bulunduğunu size arzetmek vazifesini üzerime almış bulunuyorum. Yeter ki siz de bizim arzularımızı yapınız. Padişahlığı ve Halifeliği kaldırınız!”

Mustafa Kemal’in cevabı oldukça politiktir:

“Aziz Miralayım, buyurduğunuz işler, şimdi tasavvur eylediğiniz kadar kolay değildir. Padişahlık meselesi esasen zayıflamıştır. Yıkılmak üzeredir. Hilafet için biraz daha sabırlı, hatta biraz daha dikkatli olmak lazımdır. Arkamızda bir İslam âlemi kalmıştır, bunu da hesaba katacağız. Onların müzahereti bugün için elzemdir. İngilizler’i ancak bu sayede yerinde tutacağız. Zaferi kazandığımız zaman, şartlarınızı daha sakin ve rahat bir ruh haleti içinde düşüneceğiz!”(7)

Sürekli Halife’ye bağlı olduğunu söyleyen, ama gönlünde Hilafeti ortadan kaldırma emelini besleyen Mustafa Kemal’in, Hilafete düşman mihraklarla temasa geçeceği muhakkaktı. Diğer bir deyişle “Mustafa Kemal ve kadrosu gibi teokratik Osmanlı Devleti’ne ve emperyalist işgale karşı silah çeken yönetimin, bu gidişe karşı 700 yıldır Anadolu ve Rumeli’de muhalif olan bir güce elbette gereksinimi vardı.”(8)

Mustafa Kemal’in bu güçle ilişkiye girmesi ve ittifak kurması hadisesini Alevi yazar Cemal Şener’den aynen naklediyoruz:

“Mustafa Kemal ve Temsil Kurulu, Hacı Bektaş kasabasına gelmeden önce karşılanır. Baba ve Çelebi bizzat heyeti karşılar. Bu karşılanışa, Mucur Kaymakamı Nihat Bey de çok şaşırır ve Mustafa Kemal’e, “Paşam, Çelebi’nin bu hareketi davamız için olumluluk belirtisidir,” der.

Bu karşılanma gerçekten çok önemli bir olaydır. Çünkü, daha önceleri bir zamanların Ankara Valisi Sırrı Paşa, Hacı Bektaş’ı ziyarete geldiğinde, Beş Taşlar mevkiine kadar arabası ile gelir, orda arabasından iner, yeri niyaz ettikten sonra yürüyerek Hacı Bektaş Dergahı’na ulaşırmış. Gene iktidara geldikten sonra Sadrazam Talat Paşa ve Genelkurmay Başkanı Enver Paşa, Hacı Baktaş Dergahı’nı ziyaret ettikleri zaman, Çelebi bu iki devlet adamını ancak Dergah’ın selamlığında karşılamıştır.

Mazhar Müfit Kansu devam ediyor: “Hacı Bektaş’ta karşılandık. Bir odaya aldılar. Alçakgönüllüce düzenlenmiş bu oda Çelebi’nin kabul odasıymış. Beş-altı dakika sonra Çelebi Efendi geldi. Ortalık kararınca odaya bir masa getirilerek rakı takımları kondu.”

Bu ara, Cemalettin Çelebi kalp hastası olduğu için içki içmek istememiş. Ama o sırada Mustafa Kemal; “O zaman biz de içmeyelim” deyince Çelebi Efendi hastalığına rağmen kararından vazgeçmiş ve Mustafa Kemal ve Temsil Kurulu ile aşk ve şevk ile Kurtuluş Savaşı’nın başarısına kadeh kaldırmış.”(9)

“Bu ziyaretlerin çeşitli yanlarını anlatan görgü tanıklarına göre; Çelebi’nin oğlu Hamdullah Efendi’nin odasında “Ayin-i Cem” düzenlendiği, Cem’e, Mustafa Kemal’in de katıldığı, burada “ikrar töreni” ile “kılıç kuşatıldığı” ve “yola kabul” edildiği anlatılır.

Çelebilerden Cemalettin Ulusoy’un yazdığına göre, görüşmeye ait Cemalettin Çelebi’nin oğlu Veliyettin Çelebi, Mustafa Kemal’le ilgili şunları anlatmış:

“Cemalettin Çelebi, Mustafa Kemal Paşa’ya, “Paşa Hazretleri”, diyor, “cesaretli ve öngörüşlü yönetiminizde Türk ulusunun düşmanı kahredeceğine inancım sonsuz. Ulu Tanrının ulusumuza bağışlayacağı zaferden sonra cumhuriyet ilanını düşünüyor musunuz?” Çelebi’nin cumhuriyet sözcüğünü böylesine açık yüreklilikle söylemesi üzerine, Mustafa Kemal Paşa, heyecan ve dikkatle Çelebi Cemalettin’in gözlerine bakıyor, biraz daha yaklaşıyor, onun elini avucunun içine alıyor, kulağına fısıldar gibi yavaş fakat kararlı bir sesle: “O mutlu günün ilanına kadar aramızda kalmak şartıyla evet, Çelebi Hazretleri.”(10)

Osmanlı saltanatının ve hilafetin yıkılıp yerine Cumhuriyetin ikame edilmesi gayesi etrafında M. Kemal, Alevi-Bektaşi güruhu için “1000 yıllık mücadeleyi zafere ulaştıracak adam” olarak görülüyor ve kendisine beklenen 12. İmam-Mehdî gözüyle bakılıyordu. Böylesi bir bağlılıkla M.Kemal’e tabi olan Alevi Bektaşi kesimi artık onun emri altında herşeyi yapmaya hazırdı.

Mustafa Kemal ve Alevi-Bektaşi ittifakının ilk tezahürlerine ilk meclisteki gruplaşmalarda rastlıyoruz. Bu gruplaşma, Mustafa Kemal ve onun çevresindeki gruba karşı sert bir muhalefet gösteren ikinci bir hizbin oluşması şeklinde ortaya çıkmıştı. Şahsî diktatörlüğünü sağlamlaştırmak için kendi kadrosunu oluşturmaya çalışan Mustafa Kemal ilk iş olarak, meclis başkan yardımcılığına cümle Alevi-Bektaşilerin dedebabası Cemalettin Çelebi’yi getirdi.

Mustafa Kemal ve taraftarlarının oluşturduğu I. grubun meşhur simaları şunlardı: Şeref Bey (Edirne), Şevket Bey (Edirne), Mahmut Esat Bey (İzmir), Emin Bey (Samsun), Mustafa Necati (Saruhan), Vehbi Bey (Karesi), Kılıç Ali (Antep), vs.

Diğer taraftan, başını Ali Şükrü Bey’in çektiği II. grup da kararlar üzerindeki etkisiyle Mustafa Kemal’i korkutuyordu. Muhafazakar olarak tanınan bu grubun önde gelen isimleri ise şunlardı: Hüseyin Avni Bey (Erzurum), Albay Selahattin (Mersin), Müfit Hoca (Kırşehir), Mehmet Şükrü Bey (Afyon).

II. grubun tehlikeli bir mahiyet arzetmesi ve Lozan görüşmeleri esnasında teslimiyetçi şartları reddederek Mustafa Kemal’in niyetlerini engellemeleri karşısında I. grup işi şiddete dökmeye başlar ve bizzat M. Kemal’in emriyle II. grubun lideri Ali Şükrü Bey öldürülür. Lozan ihanet anlaşmasının imzalanamamasının baş sebebi olan muhalif grup, Ali Şükrü Bey’in öldürülmesinin ardından, 1 Nisan 1923’de meclisin feshedilmesiyle dağıtılır. Meclisin yeniden teşkil edilmesi için yapılan seçimlerde binbir hile ve desise ile muhaliflerin önü kesilir ve çoğunun meclise girmesi engellenir. Bir taraftan da M. Kemal taraftarları yoğun bir propaganda kampanyası başlatır. Bu kampanyanın baş aktörleri yine o mahut Alevi-Bektaşi kesimdir. Çelebi Cemalettin’in ölümü üzerine onun yerine posta oturan Veliyettin Çelebi’nin imzasını taşıyan ve bütün ülkeye dağıtılan şu bildiri son derece dikkat çekici:

“Anadolu’da bulunan Ceddim Hacı Bektaş Veli Hz.’ne samimi muhabbeti bulunan bilcümle muhabbân ve Hânedân tarafı hâlisânelerine;

Bu milleti ihya ile istiklalimizi temin eden ve vücud-u âlileri kâffe-i İslâmiyân’e bais-i şerif olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi, Gâzi nâmıdâr Mustafa Kemal Paşa Hz.’nin neşir buyurdukları beyannameleri cümlenizin malûmudur. Gâzi Paşa müşârun ileyhin, terakki ve teâli-i vatan hakkındaki her bir arzularını yerine getirmek bizlere farz-ı ayndır. Milletimizi kurtaracak, saadetimizi temin edecek, onun efkâr-ı sâibâneleridir. Bunu inkâr edenlerin bizimle katiyen münasebeti yoktur.

Tarikât-ı âliyemizin bütün mensûbînine müşârunileyh Hz.’nin gösterdiği namzetlerden maadasına rey vermemelerini, vatanımızın kurtulması bu veçhile kâbil olduğunu sizlere kemâl-i ehemmiyetle tavsiye ederim.

Hacıbektaş Çelebi’yi Veliyettin”(11)

Tekrar toplanan meclis, bu defa muhaliflerden arındırılmış ve M. Kemal’e râm olmuş kuklalardan kuruluydu. Artık M. Kemal her sözünü kanun hâline getirebilecek ve yıllardır rüyasını gördüğü devrimleri gerçekleştirebilecektir. Nitekim bu meclis, ili iş olarak Lozan satış sözleşmesini kabul etti ve Osmanlı’nın tasfiyesine imzayı attı. Hilafet ve saltanatın kaldırılmasından, şapka devrimine, medreselerin kapatılmasından, İslam harflerinin iptaline kadar bütün kemalist devrimler ve devrimlerin korkunç silahı İstiklal Mahkemeleri vahşeti, bilcümle bu tiplerin eseridir. İcraatlar üzerinde durmaya lüzum yok, onlar herkesçe mâlum zaten, önemli olan bunun arkasındaki gizli saikleri bilmek. Kemalist devrimlerin sebep olduğu tahribata bakarak ne kadar övünseler azdır. Çünkü onlar, ulvî(!) bir gayenin gerçekleşmesi için büyük fedâkarlıklar (!) göstermişler, Alevi yazar Cemal Şener’in tabiriyle “dişediş mücadele etmişlerdir.”(12)

Kemalist devrimler için “dişediş mücadele eden” Alevi-Bektaşi fedailerinden birkaç önde gelen ismi sayalım:

Gizli Milli İstihbarat Başkanı Albay Hüsamettin Ertürk, PTT. Gizli Şifre Müdürü A. Naci Baykal, M. Kemal’in özel doktoru Ragıp Erensel, M. Kemal’in Milli Eğitim Bakanı H.Suphi Tanrıöver, Kars Garip Musa Ocağı’ndan Pirzade Fahrettin Erdoğan (mebus), Feyzullah Efendi (mebus), Süleyman Efendi (mebus), Dersim Ferhatuşağı Aşireti Reisi Diyap Ağa (mebus), Şeyh Hasan Aşireti Reisi Hasan Hayri (mebus), Sarı Saltuk Ocağı’ndan Mustafa Zeki (mebus), Erzincan Abbasuşağı Aşireti Reisi Girlevikli Hüseyin (mebus), Denizlili Bektaşi babası Hüseyin Mazlum Baba (mebus).

Bu isimler arasında, Diyap Ağa’nın macerası dikkat çekicidir. 1916 yılında Osmanlı’ya karşı isyana girişen Ferhatuşağı Aşireti’nin Reisi olan Diyap Ağa, mecliste Osmanlı ve İslam düşmanlığı istikametinde girişilen her türlü teşebbüs ve icraat üzerinde muazzam gayretler sarfetmesiyle temayüz etmişti. Çünkü 1916’daki ayaklanma hadisesinde, çok süratle isyanın üzerine giden Osmanlı karşısında ağır bir mağlubiyete uğramıştı ve öç almak için yanıp tutuşmaktaydı.

***

Alevi-Bektaşi topluluklarının Kemalist devrimlerin gerçekleşmesi uğruna yaptıkları fedâkarlıkların (!) en güzel örneklerinden biri de, Şeyh Sait isyanında, devletin gönüllü muhbiri ve milis gücü olarak gösterdikleri yiğitliklerdir (!). Şeyh Said’i ihbar eden ve ona karşı devlet güçleriyle birlikte savaşan Dersimli “Hormek” Aşireti mensuplarından Atilla Fırat’a ait şu satırlar, hadiseyi bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor:

“Şeyh Sait 13 Şubat 1925 tarihinde Piran Köyü’nde kardeşi Abdürrahim’in evine gelmişti. Daha önce Şeyh Abdürrahim, on arkadaşı ile bir araya gelerek “müstakil bir İslam Devleti” kurmaya karar vermişlerdi.

Hormek ağalarına mektup yazılıp, bundan sonra ikinci toplantı yapılınca, Hormek ağaları ayaklanmanın başlayacağına tam kanaat getirmişler; bunun üzerine Ali Haydar, Veli Ağa, Mehmet Halit ve aşiretin diğer ileri gelenleriyle, Cenaseranlı Seyit Ali Efendi’nin emriyle, 17-2-1925 tarihinde Üstükran (Çaylar) Köyü’nde toplanmış ve konuyu görüşmüşler.

Bu toplantıda, her neye mâl olursa olsun, hükümete yardım etmeye ve isyan çıkaranlara karşı koymaya karar verdiler. Hormek Aşireti’nin diğer ileri gelenlerinin hepsi Kovik Köyü çarpışmalarından sonra, Halit Bey’in “İsyan ettiler!” ve “Adam öldürdüler!” şeklindeki ihbarı üzerine mahkűm edilmiş olduklarından, cezası bulunmayan tek kişi olan rahmetli babam M. Şerif Fırat Varto’ya giderek, kaymakamlık vasıtasıyla durumu Muş Vilayetine bildirmişti. Hormek Aşiretinin Varto’nun muhafazasında görevlendirilmesine emir verilmesini istemişti. Verilen cevapta Hormek ve Lolan Aşiretlerinin tüm kuvvetlerinin Varto merkezine gelmesine müsaade edildiği bildirilmişti. Bunun üzerine 20 Şubat 1925 tarihinde Hormek ve Lolan aşiret ağaları Varto merkezine gelerek, telgraflarla isyanı tel’in ettiklerini ve cumhuriyete sadâkat ve hizmetlerini arz etmişlerdi”(13)

***

Hangi dünya görüşüne bağlı olduğuyla değil de hangi dünya görüşüne düşman olduğuyla ifadesini bulan T.C. ve onun yurtsever (!) vatandaşları, karşı oldukları dünya görüşünü Anadolu topraklarına gömmek için bütün güçleriyle Nakşi tarikatı mensuplarına taarruza geçtiler. Bizim bir türlü hakikatine vakıf olamadığımız Nakşibendi tarikatının yüceliği onlarca mâlumdu. Ancak Nakşiliğin kökünü kuruturlarsa nihai emellerine ulaşabilir ve bu işi bitirebilirlerdi. Dikkat edilirse, T.C., kuruluşundan bugüne, Nakşiliği tepeleme hususunda büyük bir hassasiyete sahiptir. Bu hassasiyetin en önemli sebeplerinden biri de, Yeniçeri Ocağı’nın lağvı ve akabinde gelişen hadiselerle beraber, Bektaşiliğin Nakşiliğe karşı ezik ve mağlup duruma düşmesi ve bir gün mutlaka öç alma kararıyla kin gütmesi.

Bu kinin, işi cinayete vardırdığı en önemli hedeflerinden biri, Nakşi Şeyhi Esad Efendi’dir. Devletin bizzat tezgahladığı bir provokasyona kurban edilen Esad Efendi’nin başına gelenler ve nasıl şehid edildiği mâlum. Biz, hadisenin arkasındaki intikam faktörü üzerinde duralım.

Mustafa Müftüoğlu Menemen Vakası ile ilgili olarak görüşlerine başvurulan Emekli Müftü Nail Papatya’dan, aynen şu sözleri naklediyor:

“Nakşi ileri gelenlerinin mutlaka bertaraf edilmesi isteniyor. Bunun özel bir sebebi var mı?.. Var. Maziye baktığımızda şöyle bir durum görüyoruz: Osmanlı döneminde tarikatlar serbest, dergâh ve ünvanları mevcut idi. Bektaşiler de bunlardan biri olarak devam ederken Sultan II. Mahmut döneminde bir Bektaşi şeyhi “sır” dedikleri şeyi kısmen ve rumuzlu olarak ifşa eden bir kitap yazıyor. Bu kitapla Bektaşiliğin saptırılarak kişiye tapan bir tarikat haline getirilmesi üzerine, ileri gelenleri cezalandırılmış, mal varlıkları da Nakşilere bağışlanmıştır. Bu durum Bektaşiler arasında Nakşilere karşı bir intikam duygusu oluşturmuştur.

İttihat ve Terakki içinde olduğu gibi Cumhuriyetin ilk devir devlet adamları arasında Rumeli Bektaşileri, Melâmî ve masonlar müessir durumdadırlar. Nakşiler üzerinde ısrarla durulup bertaraf edilme isteğinin yukarıdaki tarihî intikam duygusundan kaynaklandığı kuvvetle muhtemeldir.”(14)

***

Aslında Alevi Bektaşi cereyanının işlediği cürümleri tek tek saymak değildi niyetimiz. Bunları sırf 19. asırdan beri süregelen “batılılaşma” cereyanının tabiî neticesi olan T.C. Devletinin, resmi tarihlerde hiç adı geçmeyen gizli müttefikini tespit etmek amacıyla derledik. Zaten istesek de bunların bütün cürümlerini anlatmaya güç yetiremeyiz. İlmî, fikrî, edebî, siyasî, vs. her sahaya, hatta diyanete bile bizzat M. Kemal eliyle nasıl yerleştirildiklerini ve hakim güç haline getirildiklerini anlatmak, kitaplık çapta bir mevzu.

Şüphesiz ki, Alevi-Bektaşi olmayanlar da vardı M. Kemal’in kadrosunda. Yahudi dönmeleri ve masonların rolünü kim inkâr edebilir? Ama dikkate şâyan bir kanaat olarak şunu tekrar ediyoruz: M. Kemal gönüllü Alevi-Bektaşi kitlelerini arkasına almış olmasaydı, devrimlerine belki de çok zor teşebbüs eder ve herhalde başarıya ulaşma şansı pek fazla olmazdı.

Dipnotlar

1- Reha Çamuroğlu. Yeniçerilerin Bektaşiliği ve Vakayı Şeriyye, Ant Yay. s. 95
2- Geniş bilgi için bkz. Cemal Kutay, Ege’nin Türk Kalma Savaşı
3- Cemal Şener, Atatürk ve Aleviler, Ant Yay. s. 31
4- Haftalık Taraf Dergisi, 2. Dönem, sayı 34, s. 9
5- Cemal Şener, aynı eser, s. 98
6- Cemal Şener, aynı eser, s. 99
7- Yakın Tarih Ans. Vakit Yay. cilt I s. 57
8- Cemal Şener, aynı eser, s. 59
9- Cemal Şener, aynı eser, s. 60-61
10- Cemal Şener, aynı eser, s. 64-65
11- Cem Dergisi, Kasım 1991, s. 11
12- Cemal Şener, aynı eser, s. 78
13- Cem Dergisi Şubat 1992 s. 16
14- Mustafa Müftüoğlu, Menemen Vakası, Risale Yay. s. 70

Kaynak: İ.T., Akademya I. Dönem Sayı 4, Ekim 1996. (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!