21. Yüzyılda Necip Fazıl’ı Yeniden Okumak

Recep Yılmaz [1]

Dr. Öğr. Üyesi, Muş Alparslan Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi, İslam Tarihi ve Sanatları. 1974 Kdz-Ereğli doğumludur. İlk, orta ve liseyi İstanbul’da okumuştur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap Dili Edebiyatı bölümünü mezunudur. Yüksek lisans eğitimini 2007’de İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eski Türkçe Bilim dalında tamamladı. Aynı bilim dalında 2013’de doktor ünvanını kazandı. Arapça, İngilizce ve Fransızca bilmektedir. 

İslâm Düşüncesi Araştırmaları – III / Yaşadığımız Çağ, Ed. Hasan Harmancı, İbrahim Yıldız, Araştırma Yayınları, Ankara 2021, s. 125-150

Giriş

On altıncı yüzyıl başlarında Batı’da coğrafi keşiflerle meydana gelen ufuk genişlemesi, yeryüzündeki iktisadi güç merkezlerini değiştirmiş, Avrupa’ya dünya üstünlüğü sağlamıştı. On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde ise sermaye birikimi, sömürgecilik ve sanayileşme gibi bir dizi gelişmenin birbirini tamamlamasıyla, binlerce yıldır devam eden toprağa bağlı geleneksel üretim biçiminin sonu gelmiş; Avrupa üstünlüğü adeta karşı konulamaz bir hal almıştır. Batı’nın anormal bir seyirle yükselişine sebep olan bu yeni üretim biçiminin -sanayileşme- getirdiği bu değişim, yalnızca iktisadi alanla sınırlı kalmamış, hayatın her alanında büyük değişimlere neden olmuştur. Adına topluca modernite denilen bu durum, Batı dışında kalan toplumlar için ise büyük gerilimlerin kaynağı olmuştur. Önceleri Batı’nın askeri ve iktisadi hegemonyası karşısında kalarak ciddi kayıplar yaşayan bu toplumlar, zaman içinde modernitenin derinlere sirayet eden çok yönlü tesirleri altında bocalamaya başlamışlardır. [2]

Tarihi ilişkiler ve coğrafi yakınlık itibarıyla Osmanlı toplumu da bu süreçten en çok etkilenenlerden biri olmuştur. Osmanlı’da yaşanan olumsuzluklara karşı öncelikle devlet eliyle tedbirler alınmaya çalışılmış, ardından aydınlar tarafından kötü gidişata çözüm bulmak için çeşitli fikirler ileri sürülmüştür. Garplılaşma ve muasırlaşma gibi kavramların yanı sıra kimlik bunalımı ve medeniyet krizi gibi tartışmaların da gündeme geldiği bu süreçte, Batılılaşma yanlılarıyla buna direnenler arasında Cumhuriyete kadar devam eden gerilimler yaşanmıştır. Problemi kimlik, kültür ve medeniyet krizi temelinde görerek Batılılaşma karşısında yer alan ve bu yönde fikir geliştirenlerden biri de, Cumhuriyet sonrası Türk şiirinin öncü kişiliklerinden biri olan Necip Fazıl Kısakürek’tir.

Bu çalışmada Necip Fazıl Kısakürek’in şair, fikir adamı ve aksiyoncu kimlikleri ana hatlarıyla anlatılacak, onun bu üç kimlik arasında irtibat kurarken ortaya koyduğu bütünlükçü bakış ve dünya görüşü devir nazariyesinden yararlanılarak gösterilmeye çalışılacaktır.

Edebiyat tarihçisi Orhan Okay, Necip Fazıl’ın sanat hayatını tasnif ederken “Kaldırımlar, sanatında ferdiyetçiliğinin, Sakarya Destanı ise cemiyetçiliğinin zirve şiirleridir. Çile ise bu ikisi arasında önemli bir nirengi noktası teşkil eder” [3] diyerek bu süreci, 1928 tarihli Kaldırımlar, 1939 tarihli Çile ve 1948 tarihli Sakarya Destanı arasındaki onar yıllık periyodlarla gösterir.  Biz de Okay’ın,  Necip Fazıl’ın sanat hayatı için yaptığı tasnife uygun olarak onun hayatının bütününü şiir, fikir ve aksiyon başlıkları altında ele alacak ve konunun anlaşılmasını kolaylaştırmak için iki adet şekil kullanacağız. İlk şeklimiz şiir, fikir ve aksiyon alanlarını; ikinci şeklimiz de bu alanlar arasındaki ilişkiyi anlatmak için kullanılacaktır.

Şekil 1

Şekil 1’de üç alanı temsilen iç içe geçmiş üç daire bulunmaktadır. Şeklin merkezindeki ilk daire ferdi alanı, bireyin sade iç dünyasını, özünü, duygu dünyasını ve vahdeti; bir şairin fildişi kule adı verilen şiir ve his dünyasını temsil eder. Merkezden dışa doğru ikinci daire bir fert için düşüncelerinin şekillendiği, bir şair için bakışların fildişi kule denilen iç âlemden dış âleme yöneldiği fikir alanını sembolize etmektedir. En dış daire ise bir düşüncenin uygulamaya geçirilmesi için zorunlu olan aksiyon alanıdır. Burası içten dışa yahut merkezden çevreye doğru, teferruatın arttığı eşya ve hadiseler (kesret) dairesidir.

Şekil 2

Şekil 2 ise alanları ihtiva eden birinci şeklin üzerindeki hareketlerin yönünü vermek içindir. Tasavvufi bir kavram olan devir nazariyesinden yararlandığımız bu ikinci şekilde, söz konusu aşamaların birbirleriyle ilişkilerinin açıklanmasını amaçladık. Tasavvuf edebiyatında önemli bir yeri olan “Biz şüphesiz Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz”[4] meâlindeki ayete dayanarak açıklanan devir nazariyesinin en önemli yanı, bir gaye ve varış fikri içermesidir. Şeklimiz inen ve çıkan iki kavisli oktan oluşmaktadır. Kavisin sağ yarısındaki iniş oku; his ve duygu dünyasını sembolize eden merkez daireden çevreye çıkan oktur. İniş okunun ikinci daireye ulaşması, bir şairin fildişi kule tabir edilen ferdiyetçi sanat anlayışından çıkmaya başlamasını anlatır. Böylece ikinci daire his halinin fikrî bir muhtevaya kavuşmasını; en dıştaki üçüncü daire ise fikrin harekete (aksiyon) dönüşme safhasını gösterir. Alttan yukarıya çıkan dönüş oku ise, pratikle zenginleşmiş, fikir, tecrübe ve idrakçe gelişmiş olarak gaye ve varış noktasını temsil eden ilk daireye ulaşmayı anlatmaktadır. Şekil 1’deki kesretin yoğunlaştığı dış daireye açıldıkça merkezdeki ilk daireye dönüş yapmak zorlaşır.

“Devir adı verilen bu yolculukta bütün merhalelerin oluşturduğu seyir çizgisi bir daire şeklinde düşünülür. İnişte katedilen yarım daireye “kavs-i nüzûl” ve “mebde”, çıkışta katedilen diğer yarım daireye de “kavs-i urûc”, “kavs-ı suûd”, “rücû” ve “meâd” gibi isimler verilir. Vücûd-ı mutlaktan ayrılan kâmil bir varlık ya hiçbir engelle karşılaşmaz veya karşılaştığı engelleri çabuk aşar, devrini ve seyrini süratle tamamlayarak Hakk’a vâsıl olur. Fakat kâmil olmayan varlıklar çeşitli engellerle karşılaştıklarından iniş ve çıkıştaki seyirlerini çok yavaş gerçekleştirir, birçoğu yolda kalır.”[5]

Fildişi kuleyi bir tohuma benzeten Necip Fazıl, bu ‘kulede doğan hayatın, tohumun kabuğunu çatlatışı gibi, fildişi kuleyi yıkmakla’[6] işe başlayacağını söyler. Bu ‘içeriden dışarıya çıkış ve dışarıdan içeriye girişin’ devir nazariyesinde olduğu gibi ‘her parçası irtibatlı bir tekevvün halinde’ kendisini tamamlamış olacağını[7] ifade ederken, bu ifadelerden onun, fildişi kuleyi devir nazariyesindeki ‘tekrar kendisine dönülecek olan nokta’ gibi tasavvur ettiği anlaşılır. Nitekim bir röportajında kendisine tiyatro ve şiir sahasında belirttiği müstesna şahsiyete rağmen kendisini yıllardır politikaya vermesinin sebebini soran muhabire, bu ‘dışarıya çıkışı’, sanatının iklimini kurmak için[8] yaptığını belirtir.

1. Necip Fazıl Kısakürek’in Şiir Dünyası

Necip Fazıl şiirine damgasını vuran metafizik ürperti ve sonsuzluk arayışını anlamak için ona iç dünya zenginliğini veren çocukluk yıllarını bilmek yerinde olur. Şair yirminci yüzyılın başında, Meşrutiyet’in ilanına dört sene kala İstanbul Çemberlitaş’ta dört katlı, geniş bir konakta doğar. Burası birkaç kuşağın bir arada yaşadığı, ev ahalisi ve hizmetlilerle birlikte kalabalık bir kadrosu olan, kendi içinde küçük bir âlemdir. Konağın içindeki insan ve eşya kadrosunu sunduğu renk ve ses cümbüşüyle teşekkül eden âlemin yanı sıra, bir de Eflatun’un mağara alegorisine benzer şekilde konağın yüksek duvarlarının arkasından gelen sahibi meçhul seslerle tecessüm eden bir başka âlem daha vardır.[9]

Babası Fazıl Bey’in uçarı kişiliğinden mütevellit ilgisizliği, annesinin sahipsizliği ve mazlumiyeti, kız kardeşi Selma’nın çocuk yaşta ölümüne şahit oluşu, ara ara geçirdiği kırk dereceye varan ateşli hastalıklar onun iç dünyasını derinleştiren önemli hadiselerdendir. Konağın etrafında döndüğü, II. Abdülhamid devri adliye ricalinden, İstanbul Cinâyet Mahkemesi ve İstinaf Reisliği’nden emekli dedesi Mehmet Hilmi Efendi’nin yoğun ilgisine mazhar olsa da yalnızlık, korku ve melankoli küçük Ahmet Necib’in peşini bırakmaz.[10]

Bütün bu hassasiyetler üzerine bir de, babaannesi Zafer Hanım’ın, yaptığı afacanlıklara engel olmak için önüne boca ettiği çuval dolusu macera ve cinayet romanını esrar çekmişçesine okumaya dalması, hayal dünyası üzerinde bomba tesiri yapar. Necip Fazıl, o yıllardaki halini ‘marazî bir hassasiyet, acıtan bir hayal kuvveti ve dehşet bir korku’[11] sözleriyle özetler. Necip Fazıl şiiri denildiğinde derhal öne çıkan iç gözlem kuvveti, işte çocukluk devresinde içinden geçtiği bu tecrübelerle pişen zengin bir bilinçaltı madenine bağlıdır. Necip Fazıl,  çocukluğundan kalan ve hayatının ileriki aşamalarında gittikçe kıvam bulan bu hassasiyetin otuzlu yaşlarına yaklaşıncaya dek soyut, belirsiz ve sistemsiz şekilde, kulaklarına ideal hayat hasretinin fısıltısını devamlı akıttığını, “seslerin, renklerin, şekillerin ve mesafelerin ötesindeki hakikatten çakıntılar bırakıp geçen bu fısıltıyı hiç kaybetmediğini”[12] dile getirecektir.

“Sanat hayatımın başlangıcı bu mekteptir”[13] dediği Heybeliada Bahriye Mektebi’ndeki edebiyat hocası İbrahim Aşkî Bey’den bu yönde teşvik gören ve tasavvufa dair basit malumatlar alan Necip Fazıl ilk şiirini on iki yaşındayken bu okulda yazar. 1922 yılında on yedi yaşında Darülfünun Edebiyat Fakültesi Felsefe şubesinde öğrenciyken Yeni Mecmua’da yayınlanan şiiriyle adını duyurur.[14] İlk şiirleri mistik eğilimlerle birlikte halk şiiri motifleri, tekke şiiri tesirleri ve bilhassa Yunus Emre’den çağrışımlar taşır. Bu tesirler Kaldırımlar’a yaklaşırken tamamen kaybolacaktır.[15] Necip Fazıl, o zamanki şiirinin, tasavvufa yönelik dış yüzden bir özenme ve Anadolu şiirinin şeklî düzeyde ele alınmasından ibaret olduğunu, bu durumun zamanla silinerek yerine korku, sınırsız bir gurbet duygusuyla, vecdini kaybetmiş büyük şehirlerin boğucu kâbusunun geçtiğini[16] ifade eder.

1925’te Cumhuriyet’in Avrupa’ya gönderdiği ilk öğrenci kafilesi içinde Fransa’ya gider ve Paris sokaklarının ilhamıyla, büyük şehrin caddelerinde dolaşan yalnız adamın psikolojisini anlattığı “Kaldırımlar” şiiriyle geniş çaplı bir şöhret kazanır. 1928 tarihli “Kaldırımlar’la birlikte hazırlık dönemi de biten Necip Fazıl şiiri”[17] yeni bir döneme girer. O vakit yirmi dört yaşında olan Necip Fazıl bundan sonra “Kaldırımlar şairi” olarak anılacaktır.

Edebiyat çevreleri tarafından, Cumhuriyet’in ilk yıllarında dışa çevrilmiş olan gözleri insanın iç dünyasına çektiği,[18] Türk şiirine o zamana kadar olmayan bir “iç âlem zenginliği” getirdiği[19] kabul edilen Necip Fazıl, bu dönemde ferdiyetçi bir sanat anlayışındadır. O bu dönemde “şiirin öz muradına ancak Allah gâyesiyle varabileceğini kestiremeyen ham ve yarım bir şiir anlayışı içinde olduğunu ve bu anlayış gereğince ‘avama’ hitap etme fikrinden nefret duyarak ‘fildişi kule’nin mağrurluk hisarına çekilip az sayıdaki seçkin, ‘havas’ zümresine hitap etmeyi önemsediğini”[20] zikreder.

Necip Fazıl’ın Fransa dönüşünden sonraki hayatında ressam, yazar ve sanatçı çevresiyle geçirdiği bir bohem dönemi olur. Bu dönem yaklaşık on yıl kadar devam eder. “Nefsim doymamaktan dünyaya küstü”[21] mısrâında da ifâde ettiği üzere, şöhrete ve yüksek bir gelire sahip olduğu bu yıllarda yaşadığı hiçbir zevk onu doyuramamış ve teselli edememiş, tatminsizlik rûhî bunalımlara yol açmıştır. Bohem hayatına nokta koymaya karar verdiğinde ise başka bir problemle karşılaşır; zihninde ‘bir iltihap peydahlanmıştır’. Yaşadığı bu durumu, “Avrupalının ‘kriz entelektüel’ veya ‘kriz metafizik’ dediği, (…) her şeyin künhünü, dibini, dayanağını, aslını, zatını arama belası… (…) insanda bedahet duygusu diye bir şey bırakmayan Mutlak’ı aratan belâ”[22] cümleleriyle anlatır.

Otuzlu yaşlara yaklaşmakta olan Necip Fazıl, içine düştüğü bu Mutlak’ı aratan buhrandan dolayı “zaman nedir, mekân nedir, aydınlık nedir, karanlık nedir, var nedir, yok nedir, ‘ne’ nedir?”[23] gibi sorularla bildiğini sandığını her şeyi yeni baştan sorgulamaya koyulur. Aslında kendi varlığına bir dayanak aramakta olan Necip Fazıl, en basit gerçeklerden dahi şüpheye düşerek, yaşamakta olduğu dünyaya karşı inancını yitirmektedir.[24] Yaşadığı şey, insanın karşı karşıya kaldığı en çetin mesele olan varlık[25] sorunudur. Yakalamış olduğu şöhrete rağmen bir şair hassasiyetiyle devlet eliyle hâkim kılınmaya çalışılan pozitivist akışın dışına çıkarak daha derinlerdeki o dayanağın, daha sonra adına “ruh kökü” diyeceği şeyin peşine düşer.

Arayışlarının devam ettiği bir dönemde 1934’te Nakşibendî şeyhi Abdülhakîm Arvâsî ile karşılaşır. Otuz yaşındadır. Onunla tanışması hayatında yeni bir dönemin işaretini verir. Necip Fazıl, onun hakkında “fildişi kule’yi yıkıp büyük içtimaî plâna, cemiyet meydanına çıkmak; orta yere bir tarih, nefs, şark ve garb muhasebesi çıkarmak, asrın nabzını bulmak ve her şeyi kendi vahidine[26] ve oradan mutlak vahide irca ihtiyacı, bende onunla doğdu”[27] der. Abdülhakîm Efendi’nin düşüncelerine kazandırdığı berraklığı ise ona hitaben: “Çocukluğumda ve ilk gençlik yıllarımda, masal gibi bir rüya ikliminden topladığım karanlık ve karışık haberlerin, apaydınlık ve dümdüz gerçeğini bana sen verdin”[28] ifadeleriyle dile getirecektir.

Bu tanışması sonrasında Necip Fazıl şiirinin fildişi kule dönemine sembol olan Kaldırımlar’ın yalnız adamı artık ferdî dünyasından çıkar ve içinde, cemiyetin, Anadolu’nun ve yitirilmiş İslam medeniyetinin ıstırabını duymaya başlar. Aklın ruh kökleriyle temas etmesiyle kazanılan derin şuur, ona topyekûn hayat görüşüyle beraber yeni bir şiir anlayışı da getirir. Artık “üstün idrak müessesesi”[29] olarak gördüğü şiiri,  hakikati yani “Mutlak hakikat olan, Allah’ı arama sanatı”[30] olarak vasfedecektir. Bununla beraber peygamberlerin dahi, ‘havas’tan hiçbir ferdin ulaşamayacağı mucizeleri ‘avam’ perdesine döktükleri dikkate alınırsa davanın, halka da hitab ederek en üst ve en alt tabakayı birleştirebilmekte[31] olduğunu vurgular.

Bu yeni anlayışın sembol şiiri Çile’dir. Varoluş sancısı, sahte gerçeklik algısının çöküşü, emaneti yüklenme, bütünlüğe kavuşma temalarının canlı ve çarpıcı tasvirlerle anlatıldığı her biri yedi dörtlükten oluşan dört ana bölüme ayrılmış olan “Çile”de, çektiği fikir çilesini aşamalar halinde resmetmiştir. Şiirin son bölümünün beşinci dörtlüğünde Kaçır beni âhenk, al beni birlik / Artık barınamam gölge varlıkta” dedikten sonragölge varlık’ olarak nitelediği dünya gerçekliğini aşar ve “Ver cüceye, onun olsun şairlik / Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta” diyerek ‘gerçek’ten hakikate geçişin işaretini verir.

Buradaki “büyük sanatkârlığın” ne olduğu müteakip mısralarda açıklanır: “Öteler öteler, gayemin malı / Mesafe ekinim, zaman madenim / Gökte Samanyolu benim olmalı / Dipsizlik gölünde, inciler benim.” Bu son mısralar şairin bir mütefekkir olarak kendine ne kadar geniş ufuk çizmekte olduğunu gösterir. Şiirin esas gayesini ‘hakikatin aranması’ olarak gören Necip Fazıl’ın, bu gayeye uygun olarak büyük hamlelerin eşiğinde olduğu anlaşılır. Bu onun İslam’ın, dünya ve kâinat çapında muhasebesini[32] yerine getirme gayesiyle bir fikir mimarisi kurma misyonuna da işaret eder. Çile’nin son dörtlüğünde insanın sınırlı varlığını idrak etmesi şeklinde de yorulabilecek “Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!” ifadesinden sonra “Heybem hayat dolu, deste ve yumak. / Sen, bütün dalların birleştiği kök / Biricik meselem, Sonsuza varmak…” mısralarıyla şiiri bitirir. Gayelerin gayesi olarak gösterilen “biricik meselenin” “sonsuza varmak” ideali olduğu açıklanır. Şair bunun için ruhunda büyük bir heyecan duymaktadır. Sonsuz; Necip Fazıl’ın, hasretini çektiği, kuşatılamayan ezel ve ebed yani Mutlak’tır.

Necip Fazıl’ın ferdî buhranlardan hareketle başlayan değişimi bir yandan hakikatin aranması yolunda yeni eserlerle ferd ve insan tasavvurunu derinleştirmeye; diğer yandan gelecek ufku içinde yeni bir cemiyet ve devlet tasavvuru geliştirmeye varır. Nitekim şairi, “iç ve gizli hayatıyla uyuyan cemiyetin rüyasını gören”[33] adam olarak tasvir eden Necip Fazıl’ın arayış içindeki zihni, şiir idrakinden süzülen bir fikir halinde Büyük Doğu düşüncesini doğurur. Necip Fazıl 1941 tarihli bir röportajında “yepyeni bir dünya görüşü ve cemiyet sistemi telakkisi” olarak haber verdiği[34] Büyük Doğu’yu, 1943’den itibaren aynı adı taşıyan dergi etrafında geliştirmeye başlayacaktır.

Necip Fazıl’ın şiirden fikre geçişinin sembolü olan Çile’yi Abdülhakîm Arvâsî ile tanışmasından bir süre sonra yazması, ondan aldığı tesirleri içselleştirmesinin zaman aldığını göstermektedir. Nitekim Büyük Doğu dergisinin rayına oturduğu yıl olarak 1945 tarihli ikinci dönem Büyük Doğu’larını göstermesi, onun fikir dünyasındaki tekâmülü gösteren bir başka işarettir.[35]

2. Necip Fazıl Kısakürek’in Fikir Dünyası

Tekâmül halindeki fikirlerini 1946’dan itibaren Büyük Doğu dergisinde İdeolocya Örgüsü başlıklı seri yazılarla örmeye başlayan Necip Fazıl, bu yazılarını 1959 tarihinde kitaplaştırır. Varlık nedir, ben kimim, nereden geldim, ne olacağım, soruları temelinde nefs ve varlık muhasebesiyle başlayıp cemiyet, dünya ve kâinat muhasebesine kadar uzanan Büyük Doğu düşüncesinin cemiyet planındaki belirgin tezahürü tarih muhasebesidir. Ferdin hayatında hafıza ne kadar önemli ise cemiyet hayatında tarih muhasebesi aynı derecede önemlidir ve bu tip bir muhasebe olmaksızın üretilecek her fikir kökten, derinlikten ve bağlamdan yoksun olacak, her ilim şubesi kendi varlığını merkezîleştirecektir. Bu da, doğacak eylemlerin, insicamsız ve birbirini çelen bir mahiyette olmasını getirecektir.

Nitekim Necip Fazıl, Batı karşısında yaşanan bocalamaların başlıca nedenini “satıh üzeri idrakte kalmak”[36] olarak görür. Bir röportajda kendisine yöneltilen, “Bugünkü bir Türk Edebiyatçısı olarak memleketinize ve dünyaya karşı ne gibi sorumluluklar taşıyorsunuz?”, sorusuna verdiği cevapta: “Memleketime karşı duyduğum sorumluluk, Türkiye’nin Avrupalılaşma devresi Tanzimat’tan bu yana girişilen her hareketin satıhta kaldığı, ağacın kökleriyle dallarındaki takma meyveler arasında kan deveranının kesildiği ve her şeyden evvel bu hale çare bulmak gerektiği noktası üzerindedir.”[37] diyerek Said Halim Paşa’nın da şikâyet ettiği[38] bu yüzeysellik halinin aşılması için derinleşmeyi, meseleleri doğuran ana meselelere inmeyi öne çıkarır. Bu nedenle eserleri boyunca ‘ruh kökü’ vekök telakkisi’ gibi kavramlara ısrarla vurgu yapar; Kaybettiğimiz kültürün yeniden inşa edilmesinin yegâne çaresi kök telakkiye varmaktır.

Bu kök telakkinin birinci temeli öz kök şeklinde ifade ettiği irfanın [kültür] taşıyıcısı olan dil ve edebiyata ulaşmakla atılır. Ulaşılacak olan, “kaybetmek üzere bulunduğumuz bu edebiyatta, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan Tanzimat’a ve Tanzimat sonrasına gelen devre içindeki yüksek irfan verimleri”[39] bulunmaktadır. Tanpınar’ın “her noktası birbirine cevap veren kapalı, yukardan aşağıya doğru düzenlenmiş bir âlemin ifadesi[40] olarak tasvir ettiği bu edebiyat, kendi bütünlüğü olan, tasavvufi varlık anlayışının belirleyici olduğu bir edebiyattır.[41] Kendine has bir varlık okumasına sahip olan İslami Türk Edebiyatı’nın bu klasik dönemi, sanat gayesi güden eserlerin yanı sıra İslam kültür ve medeniyetine dair devasa bir birikimin de taşıyıcısı olmuştur. Tahsin Görgün bu minvalde “Günümüze gelen edebiyat ve edebi eserler Osmanlı düşüncesinin dile geldiği önemli bir vasıta ve vasatlardan biri olarak kendi başına bir değer taşır” demektedir.[42] Kök telakkiye ulaşmaktan maksat kendini anlama, tanıma ve kendini tanımlamaktır. Kendini tanımlayamama problemi dünyayı tanımlayamama problemini beraberinde getirmektedir.

Necip Fazıl, irfanın kesintiye uğramış bağlarını onarmak amacıyla yapılması gerekenin, “tarih, edebiyat, şiir, tasavvuf, usûl ve ilmiyle geçmiş zamana ait bütün zirve örneklerin, günümüzün diline ve üslubuna mal etmek”[43] olduğunu savunmuş, kendisi de geleneğin adeta yeraltına çekilmiş olduğu 1920-1960 arası yıllar göz önüne alındığında ortaya koyduğu eserlerle bu alana önemli katkılar yapmıştır.[44] Fakat irfanın kaynağı olan kök telakkiye yönelik sistematik bir bakış geliştirilmedikçe yapılanlar daima yetersiz kalacaktır. Necip Fazıl, “kök telakkiyi ve bu telakkiden doğma ana plan, bütün çizgilerin merkezde toplandığı bir mimari motifi halinde örgüleştirmedikçe irfan tatbik sahalarında zaaf, daima göze çarpacaktır”[45] der.

Bu nedenle sistematik bir çalışma için gerekli olan ‘tarih muhasebesi’ İdeolocya Örgüsü’nde çok önemli bir yere sahiptir. Necip Fazıl tarihsel süreçlere karakteristik yönleriyle hâkim olabilmek için Osmanlı tarihinin başlangıcından günümüze kadar gelen zamanı belirli dönemlere ayırır. Bu dönemlerde Osmanlı cemiyeti, kuruluşundan itibaren ilk iki buçuk asırlık bir zaman dilimi içinde ‘yükseltici aşk’ devresini idrak etmiş, akabinde aşk ve vecdini kaybederek ‘kaba softa ham yobaz’ elinde kalmış; Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde “çürütücü taklitçilik” içinde düşüşe geçmiş ve nihayet Batı üstünlüğüne dair inancın sarsılmaz hale geldiği, Batı karşısında ‘aşağılık ukdesinin’ alabildiğine yaygınlaştığı dördüncü döneme varmıştır. Hâlihazırda dördüncü devreyi idrak etmekte olan fert ve cemiyet, beşinci devrenin eşiğinde bulunmaktadır.[46]

Büyük Doğu düşüncesinin bir diğer muhasebe ölçüsü ‘Doğu ve Batı’ muhasebesidir. Bu, zamana dayalı olan tarih muhasebesinin mekânda takip edilmesidir. Necip Fazıl, Batıyı bilmenin, onu kendi macerası içinde kavramanın bir zaruret olduğunu; fakat bu ‘bilmenin’ ancak kendini bilmekle, yani Batı’yı anlamanın ancak Doğu’yu bilip anlayarak ve Doğu’lu kalarak mümkün olacağını savunur.[47] Bu konuyu İdeolocya Örgüsü’nde: “Batı’nın Doğu’ya bakışı, Batı’nın kendisine bakışı, Doğu’nun Batı’ya bakışı, Doğu’nun kendisine bakışı, Doğu’ya inanalım, Doğu ve Batı bir arada, Batı’yı anlamak, Kendi içinde, Batı, Kendi içinde Doğu, Batı’nın buhranı, Doğu’da buhran, Bizde buhran, Batı’nın ucuzculuğu, Doğu’nun ucuzculuğu” gibi on dört alt başlık halinde oldukça ayrıntılı ve sistematik şekilde ele alır. [48]

İdeolocya Örgüsü’nde köklere yapılan vurgunun yanı sıra yaşadığımız asrın gerçekliği ihmal edilmez. Necip Fazıl, günümüz dünyasının önümüze koyduğu problemleri çözmeye yönelik hamlenin, “yirminci asrın ruh ve kafa çilesi içinde süzülecek bir tahlil ve terkip gözünü”[49] gerektirdiğini, yani yaşanılan çağın hususiyetlerine; diline, sosyal, psikolojik ve teknik şartlarına vakıf olunması gerektiğini hatırlatır. Kökler maziyi, ruhu temsil ederken dallar da bugünü, çağı temsil eder.

İdeolocya Örgüsü zaman ve mekân eksenli muhasebeler yoluyla kök telakkiye bağlı olarak geçmişin ve şimdinin teferruatını kendinde toplayan bir bütünlük anlayışı geliştirmiştir. Bu anlayış, bütünlüğün bir gereği olarak geçmişe olduğu gibi geleceğe de bakar. Necip Fazıl bu geleceğe bakışı “yarınki dünyaya, bugünkü kıyametin bütün illet ve müessirlerini tartarak, tanıyarak, anlayarak ve bütün tarih seyri boyunca kendi nefs muhasebemizi dibine kadar yapmış, kendimizi bütün zaaflarımız ve kuvvetlerimizle tespit etmiş olarak, yepyeni bir ruh, mefkûre ve nizam yekpâreliği içinde doğmamız lâzım…”[50] şeklinde ifade eder. Dolayısıyla etkili çözümler geliştirmek için mutlaka irfan kökleriyle bağlantı kurmalı, kökler ve meyveler arasında bir geçmiş ve gelecek anlayışına sahip olunmalıdır.

Necip Fazıl bütün sistemi ağaç metaforuyla açıklar: “Ağaç, madde ve ruh gibi, her şeyin bir dış ve iç yüzünü, toprak üstünde ve toprak altında, gür ve dolaşık varlığıyla çizgi ve biçime sokmuş bir remzdir. (…) Muhite doğru nâmütenahi dağınık ve çok, merkeze doğru nâmütenâhi toplu ve tek, bir şahsiyet muvazenesinin ne eşsiz örgüsüdür. (…) Tohum, kök, gövde, yaprak, tomurcuk ve yemiş… Her şey bunlar arasında ahengi kurmaya bağlıdır.”[51]

Bir ağaçta misalini bulan bütünlük anlayışı sayesinde gerek İslam medeniyetinde, gerekse diğer medeniyetlerde dünya çapında ortaya konulan ilim, fikir ve sanat ürünlerinin, kültür ve irfan yemişlerinin ‘dil çarşafına’[52] silkelenmesi mümkün olacaktır. Necip Fazıl bunun “İslâm vecd ve imanının, ana sütünden daha beyaz ve daha temiz çarşafı üzerinde Yirminci Asrın dünyasına ait şifalı ve zehirli ne kadar yemiş varsa hepsini silkeledikten sonra, bizden olan her şeyi çekici ve bizden olmayan her şeyi itici bir ana kıyas vâhidine sahip”[53] olarak yapılacağını vurgular. İdeolocya Örgüsü gerek geçmişin muhasebesini yapan ve geleceğe bakan yönüyle gerekse diğer medeniyetlerde üretilen değerlerin tasnif, tenkit ve kıymetlendirilmesine verdiği önemle yeni bir medeniyet hamlesini içinde barındırmaktadır. Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü çağdaş İslam dünyasında cemiyet sistemi ve devlet modeli teklifleri içeren tek ütopya denemesi olup alanında öncü bir eserdir.

İnsan ve toplum meselelerinin halline dönük kapsayıcı projeksiyonların geliştirilmesine duyulan ihtiyaç, pek çok yazar tarafından dile getirilmiştir. Cezayirli düşünür Malik bin Nebi, “Bütün toplumların meselesi, özünde bir medeniyet meselesidir. Bir toplumun tefekkür ameliyesini ve kapasitesini büyük insani hadiseler seviyesine taşımadan ve medeniyetleri meydana getiren ve yıkan faktörleri derinlemesine kavramadan kendi sorunlarını anlaması ve çözmesi mümkün değildir”[54] der. Tahsin Görgün de, bugün en temel meseleyi, “Müslümanların yapmadıkları veya oluşumunda tayin edici bir rol üstlenmedikleri bir dünyada yaşamaya çalışmaları”[55] olarak görür ve “Müslümanların külli anlamda karşılaştıkları mesele, ‘yeni bir dünyanın’, isterseniz buna yeni bir medeniyet deyin, inşasıdır.” der.[56] Görgün, yapılması gereken şeyin, toplum teorileri geliştirmek olduğunun altını çizer. Esasen toplum teorileri denilen şeylerin ütopyalardan başka bir şey olmadığını; Hegel, Marks, Durkheim, Habermas gibi Batılı düşünürlerin ortaya koydukları toplum teorilerinin hepsinin nihayetinde birer ütopya olduğunu hatırlatır.[57] Teoman Duralı da “yaklaşık 14. yüzyıldan beri kaybettiğimiz İslam felsefesinin günümüz dünyasını açıklamadığından, yeni durumları izah edecek bir felsefemiz de olmadığından”[58] şikâyet etmektedir.

İdeolocya Örgüsü’nde “Bugünkü Dünya” başlığı taşıyan bölümde 20. yüzyılın genel bir görünümünü veren Necip Fazıl, bugün yıldızlara mekik göndermeye kadar giden teknolojik ilerlemeye rağmen insan ruhunun bütün muvazene, huzur ve gayesini kaybetmiş olma hastalığına tutulduğunu ve bu hastalığa karşı alınan tedbirlerin avuntudan öteye gidemeyeceğini vurgular; “Cihan, şu veya bu kıymetin değil de, bizzat kıymet ölçüsünün çivili bulunduğu can evinden, ruhundan hastadır” diyerek söz konusu bölümü, “Ne mutlu, böyle bir dünyanın nihaî ihtilâl eşiğinde nefsini muhasebe edebilen, mâzi ve istikbalini kurcalayan, gâipler perdesinin çan iplerini çekmeye savaşan ve yaşanmaya değer hayatın şartları uğrunda beynini törpüleyen milletlere!”[59] cümlesiyle bitirir.

Necip Fazıl, dünyanın ruhi hastalığına çözüm getirme potansiyeline sahip zemini, muvazene ve ahengin eşsiz örgüsü ve sembolü olarak zikrettiği ağacın boy atacağı toprağı, Anadolu coğrafyası olarak görür. Kendisini Anadolucu olarak tanımlayan[60] Necip Fazıl için Anadolu Büyük Doğu idealinin tecellîgâhıdır. Anadolu, Doğu ve Batı arasındaki eşsiz konumuyla dünyanın beklediği iç içe üç daire halindeki inkılabın merkezidir: Necip Fazıl bunu, “dünyanın beklediği bu inkılap, üç daire halinde… dış daire dünya, içindeki daire İslam Alemi, onun da içinde Türkiye… Asıl Türkiye…”[61] sözleriyle ifade etmektedir.

3. Necip Fazıl Kısakürek’te Aksiyon

Necip Fazıl’ın içten dışa, köklerden dallara, şiirden fikre geçişi Ağaç dergisi (1936) ve gazete köşe yazarlığı (1939-43) denemelerinden sonra Büyük Doğu dergisiyle aksiyona[62] dönüşür. Batı tipi hayat tarzını yakından tanıyan Necip Fazıl’ın, banka müfettişliği vesilesiyle Anadolu’yu görmesinin ve dedesinden gelen kök duygusunun, Anadolu insanının yaşam şartlarından haberdar olmasında payı vardır. Bu dönemin sembol şiiri, Necip Fazıl’ın, Büyük Doğu davasının müstakbel yüklenicisi olarak gördüğü Anadolu’yu sembolize ettiği 1949 tarihli “Sakarya Türküsü”[63]olacaktır.

Fikirlerini adeta bir okul haline gelen dergisi aracılığıyla yayan Necip Fazıl, toplumun fikir çerçevesine Büyük Doğu düşünce sistemini yerleştirmek gayesiyle ilk müessese teşebbüsü olan Büyük Doğu Cemiyeti’ni 1949’da kurar.[64] İlk büyük Anadolu seyahatine bu cemiyeti teşkilatlandırmak için çıkmıştır. Bu seyahatlerde başlayan küçük çaplı konferanslar[65] 1963’den sonra sıklaşır. 1965’te Büyük Doğu Fikir Kulübü’nü kuran Necip Fazıl, 1978’e kadar Anadolu’nun yüze yakın noktasında iki yüz kadar konferans vermiştir.[66]

Necip Fazıl yaptığı yayınlarla tarih sahasındaki zoraki tek sesliliği bozmuş ve bunun da bedelini ödemiştir. Nitekim Büyük Doğu’da Rıza Tevfik’in “Abdülhamid’in Ruhaniyetinden İstimdat” adlı şiirini yayınlaması Necip Fazıl’ın 1947’de hapse girmesine sebep olur. Bu yayın üzerine dergisi kapatılıp soruşturma geçirdiği gibi, Halk Partisi tarafından aleyhine gösteriler tertip edilmiştir.[67] Necip Fazıl’ın “Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han” adıyla Sultan II. Abdülhamid üzerine eserinin yan ısıra “Vatan Haini Değil Vatan Dostu Sultan Vahidüddin” adıyla Sultan Vahdeddin üzerine müstakil birer eseri vardır. Bu kitaptan kaynaklı vefatı dolayısıyla infaz edilemeyen bir mahkûmiyet almıştır.[68] Söz konusu eserler genç nesillerin tarih bilgisi ve şuuru açısından gelişmelerine ciddi katkılar sağlamıştır. Bu duruma bir örnek olarak Teoman Duralı’nın yaşadığı tecrübeyi verebiliriz. Duralı, Necip Fazıl’ın oluşturduğu etkiyi “Abdülhamid’i hep şeytan, kızıl sultan şeklinde öğrendik; öyle tanıtılıyordu. Lisedeydim herhalde, ilk defa Necip Fazıl’ın konuşmasında Abdülhamid’le ilgili övücü sözler dinlediğimde beynimden vurulmuşa döndüm.”[69] şeklinde ifade eder.

Tek parti iktidarının boğucu şartları altında ilk kez Büyük Doğu ile İslami ruh köküne dayalı fikri muhalefet yapmış olan Necip Fazıl’ın dergisi, defalarca kapatılmış, tehditler almış, bizzat Ankara’ya çağırılarak kendisine rüşvet teklif edilmiş, hakkında yüzlerce dava açılmıştır. Açılan davalarda mahkemelerde savunmalar yapmış, bunların neticesinde zaman zaman hapis cezaları da almıştır. 1943-1961 yılları arasında toplamda 3 sene 8 ay on gün hapiste kalmıştır.[70] Necip Fazıl cezaevi anılarını Cinnet Mustalili, mahkeme süreçlerini ise Müdafaalarım adlı eserlerinde ayrıntılarıyla anlatmıştır.

Yine Necip Fazıl Son Devrin Din Mazlumları, Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar gibi hacimli eserlerinde tek parti yıllarının hukuki manzarasına dair bilgiler verip yaşananları anlatmış ve baskılara maruz kalan kişi ve grupların başlarından geçenleri ilk defa kamuoyu önüne getirme cesaretini göstermiştir. Son Devrin Din Mazlumları’nda Şeyh Said hadisesi, Dersim ve Menemen hadiseleri gibi olaylar yanında Şapka kurbanları, İskilipli Atıf Hoca, Said Nursi, Süleyman Hilmi Tunahan ve Abdülhakîm Arvâsî’nin başlarına gelenler ilk kez İslami bir gözle anlatılır.

Öncü faaliyetleri nedeniyle muhafazakâr kitle tarafından bir kanaat önderi olarak kabul edilen Necip Fazıl’ın oldukça geniş bir tesir sahası olmuştur. Bu tesir sahası içinde devlet adamları, yazarlar, ilim adamları, parti ve çeşitli cemaat liderleri vardır. Fikirleri doğrultusunda Demokrat Parti, Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi gibi partileri yönlendirmeye çalışmıştır. Türkiye’de partilerin en başından bir dünya görüşü temelinden yoksun olduklarını ve daima dış tesirlere açık bir yapı arz ettiklerini savunan Necip Fazıl, partiler için “parti bizde ilk örneklerinden başlayarak daima bir dış tesir ajanı olmaktan kurtulamamış ve hiçbir zaman milli cepheden bir dünya görüşüne çıkamamıştır.”[71] der.

Necip Fazıl, Adnan Menderes ve arkadaşlarının idamıyla sonuçlanan 1960 Yassıada yargılamalarında Menderes’e yapılan suçlamalardan biri olarak kendisine örtülü ödenekten para aktarıldığı gerekçesiyle ifade vermiştir.[72] Mahkeme başkanının kendisine, örtülü ödenekten size muazzam yardım yapılmış sorusuna: Necip Fazıl’ın cevabı örtülü ödenekten para aldığını, ne aldığından ziyade, ne yüzden aldığının önemli olduğu, 1943’ten 1960’a kadar taştan taşa vurulan, zindandan zindana süründürülen mukaddesatçı, milliyetçi, Anadolucu, ahlakçı bir idealin himayesi yolunda para aldığını ve bunun da bir fikir karşılığı olduğu”[73] şeklinde olmuştur.

Mehmet Doğan, “1970’lerin sonunda, o zamana kadar desteklediği siyasi partiden [Milli Selamet Partisi y.n.] memnuniyetsizliğini başka bir partiyle [Milliyetçi Hareket Partisi y.n.] ilişki kurarak göstermiştir. 1977’de seçim kampanyalarında, en önemlisi İstanbul Bayezit’teki olmak üzere bazı Mhp mitinglerine katılmış ve meydanlarda binlerce kişiye hitap etmiştir. Bu konuşmalar dikkatle incelenirse, Necip Fazıl’ın, fikir çizgisinde bir değişikliğin söz konusu olmadığı görülür; değişiklik, sadece muhatap kitlededir.” der.[74] 1977 seçimleri eşiğinde Alparslan Türkeş’in imzasıyla yayınlanan 3 Mayıs 1977 tarihli beyannamesinin metnine hâkim olan, milliyetçilik kavramını İslamî muhtevayla doldurmayı amaçlayan dil, Necip Fazıl’ın[75] tesirini göstermesi bakımından tarihi önemi olan siyasi bir vesikadır.

Necip Fazıl, Necmettin Erbakan’ın, Milli Nizam partisinin kuruluş aşamasında  “-Nizamname yerine dilekçemize “İdeolocya Örgüsü”sünü ekleyip göndersek de olur.”[76] dediğini nakleder.  Necip Fazıl Msp’nin, meclise girdiği andan itibaren strateji’sini somutlaştıramadığını, “davasını, estetik, diyalektik, ideolojik ve politik sahalardan hiçbirinde besleyemediğini, “alelacele” ve “sümmettedarik” tabirlerinin ifade ettiği bir atılış olmak seviyesini aşamadığını” dile getirir.[77] Pek çok kez nasihat ve tavsiyelerde bulunduğu, bu parti ileri gelenlerinden bir süre sonra ümidini kesen Necip Fazıl, aynı yolda gitmeye devam ettikleri takdirde “aziz davayı” harcayacaklarını bilmeleri gerektiğini ifade ederek bu parti hakkındaki hükmünü “Büyük Doğu idealinin düşük çocuğu” şeklinde vermiştir.[78]

Türkiye’de dini cemaatlerin kimi noksanlarına rağmen temiz inanç sahibi olduklarına, dini eğitim ve öğretim noktasında iyi niyetli çalışmalar yaptıklarını, fakat bu grupların “dâvalarını meydan yerine aktarırken” stratejik akıldan mahrum oldukları için hatalara düştüklerini ifade ederek, bu yolda yürüyenleri şartlarından haberdar olmadıkları toplumsal mücadele alanına girmemeleri gerektiği hususunda ihtar eder. Bir davayı meydan yerine aktarma işinin kendine göre bir taktik ve stratejisi olduğunu: “Velîlik nuru, harp filosunun, malzeme dağıtıcı ana gemisidir; muhribi ve uçak gemisi değil… Geriden ve muhafazalı şekilde yol alması gereken ana gemiyi hedef gösterip tahrip ettirmekse filoyu berbad etmek olur.”[79] şeklinde mecazi bir dille anlatır. Bu anlamda Nurculara da eleştiri getirmiştir: “’Nur risalesi’ni ele alınca onda derinliğine bir iman tefekkürü bulmakla beraber (…) olanca insanlığı dünü, bugünü ve yarınıyla kuşatan, onun bütün illet ve hasretlerine teşhis ve tedavi getiren, (…) bir ideolocya örgüsü” bulamadığını; Nur Risalesini 5 asırlık hasret olan böyle bir dünya görüşüne misal olarak göremediğini söyler. Said Nursi hakkında yerici bir tavır takındığını vehmeden nurculara hitab edererek; “İnsanlık ehramının son ve en yüksek taşı, son ve en yüksek Resûle bile bir hudud çizilmiş” olduğunu hatırlatır; ve hitabını “gerçek nurcu da Üstadını kendi öz sınırları içinde gören ve onun bu sınırlar içinde büyüklüğünü teslim edendir. Bakisi hayal ve hüsran…” diye bitirir.[80]

1960’ların akabinde ağırlıklı olarak Mısır, Suudi Arabistan, Pakistan ve İran gibi ülkelerden yapılan tercümelerin tesiriyle Türkiye’de mealcilik, selefilik, İrancılık, mezhep karşıtlığı, tasavvuf düşmanlığı gibi özelliklerle öne çıkan çeşitli İslami akımların gelişmeye başladığı görülür. Necip Fazıl bu akımların kendilerine önder kabul ettikleri İbn-i Teymiye, Efgâni, Abduh, Hamidullah, Mevdûdî gibi kişiliklere çeşitli tenkitler getirmiştir. Ham yobaz ve kaba softa, din reformcusu, nefsani tefsirci, müçtehit taslakları, gibi başlıklar altında ele aldığı bu eğilimlerin temsilcilerine dair değerlendirmelerine Doğru Yolun Sapık Kolları, İman ve İslam Atlası gibi eserlerinde yer vermiştir.[81] Dini bir söylemi ifadeye getirmenin asgari ölçüde dahi mümkün olmadığı zamanlarda mücadele verdiğini hatırlatan Necip Fazıl, söz konusu dönemde ortada görünmeyenlerin, sürecin yumuşamasıyla beraber görünmeye başladıklarını söyler ve dâvaya zarar verebilecek bir atmosferin oluşmasına neden olabilecekleri ihtimalini dile getirir.[82]

1944’te Maraş’ta ortaokul öğrencisiyken gördüğü bir afişle Büyük Doğu’dan haberdar olan Sezai Karakoç, üniversite yıllarında Necip Fazıl’la tanışarak uzun yıllar hizmetinde bulunmuştur. Daha sonraları Büyük Doğu’dan ayrılarak Diriliş kavramı etrafında müstakil yayın ve parti faaliyetlerine girişen şair ve yazar Sezai Karakoç üzerinde Necip Fazıl’ın büyük tesiri vardır. Karakoç’un bu tesiri dile getirmek sadedinde kaleme alarak 1968’de Yeni Sabah gazetesinde yayınladığı, vefanın önemine vurgu yapan; Büyük Doğu’nun, düşünce, edebiyat ve aksiyon alanında İslam idealinin kurucusu olduğunu hatırlatan yazısı[83] önemlidir.  Öte yandan Necip Fazıl’ın ilgilendiği, yazılarını Büyük Doğu’da değerlendirdiği, Mavera dergisi etrafında toplanan bir grup genç, onun Msp’ye karşı tavır alması sebebiyle artık yazılarının Büyük Doğu’da yayınlanmamasını isteyen bir mektup yazarlar.[84] Necip Fazıl bu mektuba iki cevabi yazı kaleme almıştır. “Maveracılar ve Bir Ölçü” başlıklı ilk yazısında, kendilerini tam ayar Büyük Doğucu bildiği, üzerinde eğilmeye değer bulduğu, Msp milletvekili namzetleri listesine alınmaları için ısrarcı olduğu Mavera zümresinin bu tavrı karşısında inkisar ve ıstırapların en zalimine uğramış bulunduğunu dile getirerek yürüttüğü stratejinin dikkatlerden kaçan ölçüsünü hatırlatır. Söz konusu grupla ilgili ikinci yazısı ise “Evlatlıktan Red”[85] başlığını taşır. 1979’da ise “hiç beklemediği yerden yükselen bir ses, Necip Fazıl’a, kendi tabiriyle, “Müjdelerin Müjdesi’ni” getirmiştir.[86] Bu sesin sahibi ilkin Gölge dergisi etrafında toplanan[87] ve yeni dergilerinin adıyla “Akıncı Güç” olarak anılan bir grup gençtir. Necip Fazıl, başlarında Salih Mirzabeyoğlu’nun bulunduğu ve Msp’ye yakın bir çizgide olan bu gençlerin kendisine takdim ettikleri dergiyi incelemeye koyulduğunda üsluba sinmiş olan ‘Büyük Doğu İdealinin destanı’ karşısında şaşırdığını ve sevinçten gözyaşlarına hâkim olamayarak ağladığını aktarır.[88] Necip Fazıl, Akıncı Güç grubunu 1976’dan itibaren kitap-dergi şeklinde[89] çıkartmakta olduğu Rapor’ların yazı kadrosuna almış ve onlara İdeolocya Örgüsü’ne ek olarak koyduğu “İslamı Yenilemek” başlıklı yazısını ithaf etmiştir.[90]

Sonuç

Necip Fazıl’ın yaşadığı yüzyıl, Osmanlı devletinin ortadan kalktığı, iki büyük dünya savaşının yaşandığı, dünyanın Batılı emperyalist güçler arasında paylaşıldığı, kamplara bölündüğü, daha önemlisi de bir toplumun tarihinde yaşanabilecek en zorlu hadise olan medeniyet değişiminin yaşandığı bir zaman dilimidir. Bu değişimin ve Doğu Batı arasında kalmışlığın getirdiği sarsıntıları bütün benliğiyle yaşayan Necip Fazıl, ruh köküne ulaşmak sayesinde muvazenesini kazanmış ve nefs muhasebesinden yola çıkarak cemiyet muhasebesine uzanan fikirlerle aksiyona geçmiştir. Çağından sorumlu bir aydın olarak Necip Fazıl’ın cemiyetine sunduğu ilk katkı, yaşanan altüst oluşlara kalemiyle şahitlik etmesi ve irfanın köklerinden kopmuş dallarını tekrar köklerine bağlama çabası içinde olmasıdır. O bunu yaparken; geçmişin ruhunu ‘çağın ıstırabından doğan’ yeni kalıplar içinde sunma gayreti içindedir. Her biri ayrı derinlik ve teferruat barındıran şiir, fikir ve aksiyonu, yani teoriyle pratiği birbirine bağlama tutarlılığı içinde olması Necip Fazıl’ı (Şekil 1 ile gösterilen) yakın tarihi kavramak bakımından köprü bir kişilik yapar.

Onun cemiyetine yaptığı esas katkı ise; mizacındaki derunî kabiliyetle içteki şiir âleminden dıştaki aksiyon âlemine doğru yapmış olduğu çıkışı, aksiyon âleminden tekrar şiir âlemine yönelmenin bir aşaması halinde görmesi ve bu yönelişi formülleştirmesidir. (Şekil 2 ile gösterilen) Bu formüle göre şiir, fikirleşip aksiyona dönüşür. Aksiyon ise tekrar üstün idrak manasındaki şiire yönelir. Böylece varoluşun gayesinin, dış âleme (gölge varlığa) takılmak değil, hamle şuuruyla ‘asıllara’ geri dönmek olduğu vurgulanır.

Şiiri, hakikati arama sanatı olarak gören Necip Fazıl, şiirin fikirle ilgisini kurarak fikir ve aksiyona tükenmez bir ideal göstermiştir. Böylece, ruhu zenginleştirmek ve içte derinleşmek gayesine bağlanan aksiyon, bir mutasavvıfın vahdet yolundaki seyri sülûküne benzeyen bir varışa sahip olur. Buna göre varış fikrinin olmadığı hareketler aksiyonun dışında kalarak kesrette kaybolan hareketlere dönüşürler. Modernitenin, hakikatin bulunamazlığı, sonsuz görecelilik ve ilerlemecilik şeklinde tezahür eden mantığın temelinde, devir nazariyesinin zımnındaki varış fikrinden yoksunluğun yatmakta olduğu söylenebilir.

Necip Fazıl’ın şahsında fert üzerinden anlatılan iç âlem ve dış âlem arasında kurulan bu dönüşümlü ilişki; toplum için düşünüldüğünde, devir; güneş etrafında dönen eden gök cisimlerinin yörüngesel hareketine benzer. Bu, dış dairedeki eşya ve hadiseler (kesret) arasında yüzen toplumun kök hakikat sayesinde savrulmaktan kurtulduğu ve yörüngesini koruduğu bir vizyona tekabül eder. Yörüngedeki deveran her ne kadar tekrar gibi görünse de helezonik bir yapı arz ederek devam eder. Bu da onun fikirlerinin geleceğe bakan yönüdür.

Necip Fazıl’ın yaşadığı 20. yüzyıl, önceki asırlardan devraldığı problemleri, yenilerini ekleyerek 21. yüzyıla aktarmıştır. Bu problemlerin en kapsayıcı olanı şüphesiz modernitenin devamı halinde gelişen hakikatin yokluğu anlayışıdır. Bu anlayışın, hayatın her alanına hâkim olduğu günümüzde, insanlığın hakikatle bağ kurmasını sağlayacak alternatif anlayış ve fikir platformlarına duyulan ihtiyacın artacağı açıktır. Bu nedenle, gerek havastan avama hitap etmeyi başaran sanatı ve aksiyonu, gerekse yeterince çözümlenmemiş fikirleriyle Necip Fazıl’ın, ‘kök hakikat’ etrafında geliştirdiği şiir, fikir ve aksiyon bütünlüğünün interdisipliner bir tarzla ele alınmasının önemli olacağı kanaatindeyiz.

KAYNAKÇA

Ak, Suat. Necip Fazıl ve Büyük Doğu, İstanbul: Büyüyen Ay Yayınları, 2016.

Büyükkara, Mehmet Ali. Çağdaş İslami Akımlar, İstanbul: Klasik Yayınları, İstanbul 2015.

Diclehan, Şakir. Sezai Karakoç’un Gözüyle Necip Fazıl, İstanbul: Dicle Yayınları, 2019.

Diyanet İşleri Başkanlığı.13 Haziran 2021. https://kuran.diyanet.gov.tr

Doğan, M. İki Yol Açıcı: Nureddin Topçu ve Necip Fâzıl. Ankara: Yazar Yayınları, 2016

Duralı, Teoman. Öyle Geçer ki Zaman, İstanbul: Turkuvaz Kitap, 2. Basım, 2020.

Hanioğlu, M. Şükrü. “Batılılaşma”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Erişim 13 Haziran 2021. https://islamansiklopedisi.org.tr/batililasma

Görgün, Tahsin. Osmanlı Düşüncesi. İstanbul:Tire Basın Yayın, 2020.

İsen, Mustafa, “Türk Edebiyatının Dinî Tasavvufî Boyutu”, Kutlu Doğum Haftası–II, Türkiye Diyanet Vakfı, 1990.

İslâm Düşünce Enstitüsü. “Prof. Dr. Tahsin Görgün I İlimlerin İhyası ve Usûl Sorunu”. YouTube. Yayın Tarihi 7 Şub 2020. https://youtu.be/er3Cpkr_i78?t=5589

Kalın, İbrahim. Barbar, Modern, Medeni: Medeniyet Üzerine Notlar, (İstanbul:İnsan Yayınları, 2018.

Kısakürek, Necip Fazıl. Rapor, 1-2, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 5. Basım, 2009.

Kısakürek, Necip Fazıl. Rapor, 3-4, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 6. Basım, 2009.

Kısakürek, Necip Fazıl. Rapor, 5-6, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 6. Basım, 2009.

Kısakürek, Necip Fazıl. Rapor, 7-8, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 5. Basım, 2009.

Kısakürek, Necip Fazıl. Rapor 11-13, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 5. Basım, 2009.

Kısakürek, Necip Fazıl. Konuşmalar, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 5. Basım, 2009.

Kısakürek, Necip Fazıl, Çerçeve 5, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2. Basım, 2010.

Kısakürek, Necip Fazıl. Dünya Bir İnkılap Bekliyor, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 11. Basım, 2011.

Kısakürek, Necip Fazıl. Kafa Kâğıdı, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 18. Basım, 2013.

Kısakürek, Necip Fazıl, Türkiye’nin Manzarası, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 11. Basım, 2013.

Kısakürek, Fazıl Necip. Çile, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 80. Basım, 2014.

Kısakürek, Necip Fazıl. Bâbıâli, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 18. Basım, 2014.

Kısakürek, Fazıl Necip. Tanrı Kulundan Dinlediklerim. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 14. Basım, 2014.

Kısakürek, Necip Fazıl. İdeolocya Örgüsü. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 21. Basım, 2014.

Kısakürek, Necip Fazıl, O ve Ben. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 36. Basım, 2015.

Kısakürek, Necip Fazıl. Son Devrin Din Mazlumları. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 32. Basım, 2015.

Kubbealtı Lugati. Erişim 10 Mayıs, 2021. http://lugatim.com

Mirzabeyoğlu, Salih. Marifetname “Süzgeç ve Şekil”. 3. Basım. İstanbul: İBDA Yayınları, 2019.

Okay, Orhan. Necip Fazıl. (İstanbul, Dergâh Yayınları, 3. Basım, 2018.

Okay, Orhan. “Çöle İnen Nur”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Erişim 13 Haziran 2021. https://islamansiklopedisi.org.tr/cole-inen-nur

Said Halim Paşa, Bütün Eserleri, Büyüyen Ay Yayınları, İstanbul:2015.

Sander, Oral. Siyasi Tarih. “İlkçağlardan 1918’e,  Ankara: İmge Kitabevi 31.Basım, 2016.

Tanyol, Cahit. Suffe Kültür Sanat Yıllığı-Necip Fazıl Armağanı, İstanbul: Suffe Yayınları, 1984.

Tanpınar, Ahmet Hamdi. On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2017.

Uludağ, Süleyman. “Devir”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Erişim 13 Mayıs 2021. https://islamansiklopedisi.org.tr/devir–tasavvuf

Yılmaz, R., Güler. T., (2020), “Mukaddesatçı Milliyetçi Anadolucu Necip Fazıl Kısakürek” , Kayıp Ülkenin İzinde Anadolucu Mütefekkirlerin Dünyası, (Edit;Alican, M., Çatma,B.), Ketebe yayıncılık, İstanbul, 2020.

 

DİPNOTLAR

[1] Dr. Öğr. Üyesi, Muş Alparslan Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi, İslam Tarihi ve Sanatları. E-mail: r.yilmaz@alparslan.edu.tr, ORCID ID:0000-0003-3490-6225

[2] Oral Sander, Siyasi Tarih. “İlkçağlardan 1918’e,  (Ankara: İmge Kitabevi, 2016), 81,141-142; M. Şükrü Hanioğlu, “Batılılaşma”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, (Erişim 02 Haziran 2021).

[3] Orhan Okay, Necip Fazıl, (İstanbul, Dergâh Yayınları, 2018), 99.

[4] https://kuran.diyanet.gov.tr (Erişim 13 Haziran 2021), Bakara 2/156.

[5] Süleyman Uludağ, “Devir”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. (Erişim 13 Mayıs 2021).

[6] Metinde Kısakürek’ten yapılan dolaylı alıntılar içinde geçen Necip Fazıl’a ait tamlama ve terkipler üslubun gösterilmesi amacıyla tek tırnak içinde verilmiştir.

[7] Necip Fazıl Kısakürek, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, (İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2014), 108.

[8] Necip Fazıl Kısakürek, Konuşmalar, (İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2009), 121.

[9] Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, (İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2015),9-10, 26-27.

[10] Kısakürek, O ve Ben,10-11

[11] Kısakürek, O ve Ben, 25.

[12] Kısakürek, O ve Ben, 38.

[13] Kısakürek, Konuşmalar, 65.

[14] Kısakürek, Konuşmalar, 66.

[15] Okay, Necip Fazıl, , 45.

[16] Kısakürek, O ve Ben, 65.

[17] Okay, Necip Fazıl, 70.

[18] Cahit Tanyol, Suffe Kültür Sanat Yıllığı-Necip Fazıl Armağanı, (İstanbul: Suffe Yayınları,1984), 520.

[19] Okay, Necip Fazıl, 71.

[20] Kısakürek, O ve Ben, 65.

[21] Necip Fazıl Kısakürek, Çile, (İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2014) 114.

[22] Necip Fazıl Kısakürek, Bâbıâli, (İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2014),179.

[23] Kısakürek, Bâbıâli, 178-179.

[24] Kısakürek, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, 8.

[25] Tahsin Görgün, Osmanlı Düşüncesi,(Tire Basın Yayın, 2020), 89.

[26] Vahid, (Vâhid-i kıyâsî’den kısaltma yoluyle) Birim. Kubbealtı Lugati, “Vahid” (Erişim 10 Mayıs, 2021).

[27] Kısakürek, O ve Ben, 229.

[28] Kısakürek, O ve Ben, 256.

[29] Kısakürek, Konuşmalar,167

[30] Kısakürek, Konuşmalar,208.

[31] Kısakürek, O ve Ben, 65.

[32] Necip Fazıl Kısakürek, Türkiye’nin Manzarası, (İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2013),115.

[33] Necip Fazıl Kısakürek, Çile, 486.

[34] Kısakürek, Konuşmalar, 46.

[35] Kısakürek, Bâbıâli,278.

[36] Kısakürek, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, 181.

[37] Necip Fazıl Kısakürek, Çerçeve 5, (İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2010), 22.

[38] Bizim düşüncemize göre, bütün bu kötülükleri doğuran, Batı uygarlığını anlamadan tatbik edişimizdir. (Said Halim Paşa, Bütün Eserleri, (Büyüyen Ay Yayınları, İstanbul:2015), s.46.

[39] Kısakürek, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, 123.

[40] Ahmet Hamdi Tanpınar, On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, ( İstanbul: Dergâh Yayınları, 2017),31.

[41] Mustafa İsen, “Türk Edebiyatının Dinî Tasavvufî Boyutu”, Kutlu Doğum Haftası–II, (b.y: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1990), 104.

[42] Tahsin Görgün, Osmanlı Düşüncesi, (Tire Basın Yayın, 2020), 69.

[43] Kısakürek, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, 123.

[44] Necip Fazıl’ın doğrudan dinî muhtevalı çeşitli telif, özleştirme ve sadeleştirme şeklinde yirmi küsur eseri vardır. Dini eserleri arasında, siyer geleneği etrafında, şiirsel yönü ağır basan bir nesirle kaleme aldığı Çöle İnen Nur, Ahmed b. Muhammed el-Kastallânî’ye ait, şair Bâki tarafından Osmanlı Türkçesine aktarılmış olan el-Mevâhibü’l-ledünniyye’nin sadeleştirmesi olan Gönül Nimetleri, Hz. Peygamber’in hayatını manzum olarak anlattığı uzun bir na‘t karakterinde olan Esselam, manzum hadis geleneğinin bir devamı olarak Manzum 101 Hadis, Nur Harmanı, sahabe hayatlarından seçmeler halindeki Peygamber Halkası ve İlim Beldesinin Kapısı Hz. Ali gibi eserleri yanında günümüz anlayış ve şartlarını göze alarak yeni bir form ve muhteva ile hazırladığı ilmihal olan İman ve İslam Atlası dikkat çekicidir. Tasavvufî eserleri arasında menâkıb ve silsilename türünde özleştirme ve sadeleştirme tarzında çeşitli eserleri vardır. Bunlar arasında “Can Damlaları” adıyla özleştirdiği Fahreddin Ali Safî’in Reşahât’ı, Velîler Ordusundan 333” adıyla özleştirdiği Molla Câmî’nin Nefeḥâtü’l-üns’ü, Ahmed-i Faruk Serhendî’nin (İmam-ı Rabbâni) Mektubât’ından seçmeler ile mürşidi Abdülhakîm Efendi’nin dini ve tasavvufi konulardaki görüşlerini içeren Rabıta-ı Şerife ve Tasavvuf Bahçeleri öne çıkar.

[45] Kısakürek, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, 122.

[46] Kısakürek, Konuşmalar, 235.

[47] Kısakürek, Konuşmalar, 82.

[48] Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, (İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2014), 21-60.

[49] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 104.

[50] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 82.

[51] Kısakürek, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, 54-55.

[52] Kısakürek, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, 117.

[53] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 51.: Kısakürek, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, 117.

[54] Malik bin Nebi, Şurûtu’n-Nahda (Şam: Dâru’l-Fikr, 1981),19 akt. İbrahim Kalın, Barbar, Modern, Medeni: Medeniyet Üzerine Notlar, (İstanbul: İnsan Yayınları, 2018), 35.

[55] Tahsin Görgün, Türkiye’de İslami Düşünce Geleneği, (İstanbul: Tire Basın Yayın,2020), 176.

[56] Görgün, Türkiye’de İslami Düşünce Geleneği, 176.

[57] İslâm Düşünce Enstitüsü, “Prof. Dr. Tahsin Görgün I İlimlerin İhyası ve Usûl Sorunu”, YouTube (7 Şub 2020), 01:33:00-01:33:40

[58] Teoman Duralı, Öyle Geçer ki Zaman, (İstanbul: Turkuvaz Kitap 2020),139.

[59] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 83-84.

[60] Recep Yılmaz, Turan Güler, (2020), “Mukaddesatçı Milliyetçi Anadolucu Necip Fazıl Kısakürek” , Kayıp Ülkenin İzinde Anadolucu Mütefekkirlerin Dünyası, (İstanbul:Ketebe yayıncılık,2020), 267-291.

[61] Necip Fazıl Kısakürek, Dünya Bir İnkılap Bekliyor, (İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2011), 10.

[62] Necip Fazıl aksiyonu “ruhun eşya ve hâdiselere sinerek, madde, buud, hacim, şekil, renk ve ses kazanması” olarak tanımlar.

[63] Okay, Necip Fazıl, 99.

[64] Suat Ak, Necip Fazıl ve Büyük Doğu, (İstanbul: Büyüyen Ay Yayınları, 2016),41.

[65] Ak, Necip Fazıl ve Büyük Doğu,76.

[66] Kısakürek, Konuşmalar, 54.

[67] Kısakürek, Babıali, 292.

[68] Ak, Necip Fazıl ve Büyük Doğu,305.

[69] Teoman Duralı Kitabı, Öyle Geçer ki Zaman, (İstanbul: Turkuvaz Kitap 2020), 96.

[70] Ak, Necip Fazıl ve Büyük Doğu, 167.

[71] Necip Fazıl Kısakürek, Rapor 11-13, (İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2009), 143.

[72] Ak, Necip Fazıl ve Büyük Doğu,157.

[73] Ak, Necip Fazıl ve Büyük Doğu,157.

[74] M. Doğan, İki Yol Açıcı: Nureddin Topçu ve Necip Fâzıl. (Ankara: Yazar Yayınları, 2016), 29.

[75] Necip Fazıl Kısakürek, Rapor 3-4, (İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2009), 82-84.

[76] Necip Fazıl Kısakürek, Rapor 1-2, (İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2009), 65.

[77] Kısakürek, Rapor 1-2, 64.

[78] Kısakürek, Rapor, 3-4, 80.

[79] Kısakürek, Türkiye’nin Manzarası, 130.

[80] Necip Fazıl. Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, (İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2015), 258,260.

[81] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 171.

[82] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 465

[83] Şakir Diclehan, Sezai Karakoç’un Gözüyle Necip Fazıl, (İstanbul: Dicle Yayınları, 2019), 139.

[84] Diclehan, Sezai Karakoç’un Gözüyle Necip Fazıl, 163.

[85] Kısakürek, Rapor, 3-4, 156.

[86] Ak, Necip Fazıl ve Büyük Doğu, 256. ; Necip Fazıl Kısakürek, Rapor, 5-6, (İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2009), 86.

[87] Mehmet Ali Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, (İstanbul: Klasik Yayınları İstanbul 2015), 296.

[88] Necip Fazıl Kısakürek, Rapor, 7-8, (İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2009), 55.

[89] Ak, Necip Fazıl ve Büyük Doğu, 254.

[90] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 565.; Salih Mirzabeyoğlu, Marifetname “Süzgeç ve Şekil”. (İstanbul: İBDA Yayınları, 2019), 7.

PDF İNDİR

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR