Yazar: Mustafa Armağan / Eserin Adı: Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı / Cilt: 1,2 / Yayınevi: Timaş Yayınları / Basım: 28. Basım / Yayın Yeri: İstanbul / Yayın Yılı: 2014 / Sayfa Sayısı: 336
Mustafa Armağan Kimdir?
1961 yılında Cizre’de doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olduktan sonra çeşitli yayınevlerinde editör olarak çalıştı. Üç ödül aldı, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından. 2007 yılı Mart ayında Türkiye Toplumbilimsel Araştırmacılar Birliği’nin (TÜRTAB) kuruluşunda yer aldı. 1995’ten itibaren Zaman gazetesinde yazı yazmaya başladı. Ayrıca Mustafa Armağan, Nisan 2012 tarihinden itibaren Derin Tarih adlı tarih derginin genel yayın yönetmenliği görevini de yürütmektedir. Biri Mavera, diğeri Yağmur dergisinde yayımlanan Ben ve Zaman bir de Siyah Süt adında iki şiiri vardır.
Eserleri: Gelenek (1992), Gelenek ve Modernlik Arasında (1995), Şehir Asla Unutmaz (1996), Şehir, Ey Şehir (1997), Bursa Şehrengizi (1998), Alev ve Beton (2000), İstanbul Mavi Kırpar Gözlerini (2003), Osmanlı: İnsanlığın Son Adası (2003), İnsan Yüzlü Şehirler (2004), Kuğunun Son Şarkısı: St. Petersburg’da Zamanlar ve Mekânlar (2004), Osmanlı’nın Kayıp Atlası (2004), Kır Zincirlerini Osmanlı (2004), Osmanlı Tarihinde Maskeler ve Yüzler (2005), Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı (2006), Ufukların Sultanı: Fatih Sultan Mehmed (2006), Küller Altında Yakın Tarih (2006), Efsaneler ve Gerçekler (2007), Büyük Osmanlı Projesi (2008), Satılık İmparatorluk (2013), Kızıl Pençe: Karabekir’in Gözüyle Kuruluş Yılları (2014), Cumhuriyet Efsaneleri (2014), Paşaların Hesaplaşması (2014).
Derlemeleri: İslam Bilimi Tartışmaları, İslam’da Bilgi ve Felsefe, Osmanlı Geriledi mi?
Çevirileri: Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, Molla Sadrâ ve İlâhi Hikmet, İslam’ın İlk Yılları. [1]
ESERİN KONUSU
Eser, isminden de anlaşılacağı gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun 34. padişahı ve 113. İslam halifesi Sultan Abdülhamid’in tahtta oturduğu süre içersinde yaşanan vakıaları ele alıyor. Eserin sahibi Mustafa Armağan, kitabın vücuda gelişini şu sözlerle ifade ediyor:
“İtiraf etmeliyim ki, elinizdeki kitap bir dergi projesinden doğdu. Bundan birkaç yıl önce bir proje hafızamın kıyılarına hücum edip duruyordu. Çıkarma yapmak istiyordu besbelli. Her şeyin dergisi var da, neden O’nun dergisi yok? ‘O’ dediğim, Sultan Hamid Han. Neden böyle bir dergi çıkarmaya teşebbüs etmiyordum? Günler, haftalar boyu bu projeyle boğuştum. Aslında birçok değerli bilim adamı, tarihçi, sanat tarihçisi, aydın… Sultan II. Abdülhamid’le ilgili çalışmalar yapmış ve değerli katkılarda bulunmuşlardı. Ancak bu çalışmalar dağınık ilerliyor ve en önemlisi de, genel okuyucunun bunlarla toplu olarak buluşması mümkün olamıyordu. Sultan’ın her Allah’ın günü bir başka önemli cephesi aydınlığa çıkıyor ama bunun geniş okuyucu kitlesine okutulması mümkün olamıyordu. Çıkarılacak bir dergi, bu dağınıklığa da çare olacak ve bir nevi merkez vazifesini görecekti.
Bunun için girişimlerde bulundum, sağ olsun İşaret Yayınevi’nin sahibi İsmet Uçma beyefendi sahip çıktı projeye ve şimdi İslam Konferansı Örgütü Başkanı olan Ekmeleddin İnsanoğlu beyefendinin de katıldığı bir ön toplantısı dahi akledildi. Ancak tamamen fakirin organizasyon konusundaki kabiliyetsizliği yüzünden bu önemli proje akamete uğradı. (Günün birinde bir babayiğit çıkar da hayata geçirirse bilsinler ki, desteğim arkalarındadır.) Velhasıl o dergi projesi bir başka bahara kaldı ama ukdesini yüreğimde bırakarak… Bir şeyler yapılmalıydı ama ne? Nereden bilebilirdim bu çabalarım sırasında Sultan’ın ağına takıldığımı. O, zamanla zihnimi bir örümcek gibi sardı ve yazılarıma rota değiştirtmeyi başardı. Ve sonunda elinizdeki kitap vücuda geldi. Akademik mi olsun, popüler mi olsun diye çok düşündüm kitabı yazarken. Birincisini yapmak, belki bilimsel olacaktı ama doğal olarak daha dar bir okur kitlesine seslenecekti, ikincisini yapmak, kaçınılmaz olarak bazı meseleleri karmaşıklığından arındırarak ama bu arada da bazı önemli girinti çıkıntıları düzleyerek anlatmayı getirecekti. Sonunda bu ikisi arasında bir orta yol bulmaya çalıştım. Hem bilgi, hem yorum olacak, aynı zamanda dipnotlarla bilgilerin kaynakları verilecekti. Kamyonlar dolusu bilgi vardı. Bu yığından ancak birkaç avuç aktarabildiğimi itiraf edeyim. Eser miktarda da olsa fazla örselenmemiş görsel malzeme kullanmanın kitabın okunmasını rahatlatacağını düşündüm. Resmi bir biyografisini vermek yerine, kitabın sonuna, okurun belli başlı olayları rahatça takip edebileceği bir kronoloji koymakla yetindim. Bibliyografya eklemek istemedim, çünkü bu, zaten sayfa altlarında olan bilgileri bir de kitabın sonuna yığmaktan başka bir anlama gelmiyordu ve ancak akademik çalışmalarda anlamlıydı. Ancak şimdiden söyleyeyim, kitapta sadece tarih bulmak isteyenler yanılacaklardır. Ben Abdülhamid dönemi olaylarını anlatmak yahut geçmiş üzerine yorum ve değerlendirme yapmak için yazmadım kitabı; aynı zamanda bugün ve geleceğe yönelik bir proje çıkartmaya çalıştım onun âleminden.’’ [2]
KIZIL SULTAN DEĞİL “ULU HAKAN”
En başta şunu belirtmeliyiz ki, Sultan Abdülhamid ile alâkalı bilgi edinmek için birçok kaynağa başvurabiliriz. Fakat ister istemez, tarih ilmi ile alakalı akademik çapta bir bilgi birikimi olmayanların başvurabileceği kaynaklar, olayları biraz daha yüzeysel şekilde ve olay örgüsü içerisinde anlatan kaynaklar oluyor. Dolayısıyla kitabın şahsımca ilgi çeken yanı da yüzeysel ve olay örgüsü içerisinde bir seyir izlemesi oldu. Kitabı değerlendirirken, daha çok ilgimi çeken ve beni düşüncelere sürükleyen noktalara değinmekle yetineceğim. Nitekim Nizamettin Nazif Tepedenlioğlu’nun da dediği gibi “Abdülhamid devrinin yirmi dört saati bin muamma ile doludur.’’ [3] Dolayısıyla Sultan Abdülhamid gibi dahi bir şahsiyetin iktidarı süresince dünya çapında ve Osmanlı sınırları içerisinde yaşanan siyasî ve kültürel hadiseler her biri ayrı başlık altında incelenmesi gereken mühim meselelerdir.
Tarihçi Mustafa Armağan’ın “Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı” adını verdiği bu eserini okurken, kendinizi Yıldız Sarayı’nda Sultan Abdülhamid’in gizemli dünyasının içinde hissediyorsunuz. Yazar, eserin muhtevasında 19. yüzyıla damga vuran Sultan Abdülhamid’in şahsiyetiyle alakalı bilinenleri ve bilinmeyenleri okurlarına aktarmak adına, Sultan Abdülhamid’in entelektüel portresinden gizemli dünyasına, çalışma prensibinden okuduğu kitaplara ve musikiye olan alâkasına varana kadar birçok özelliğinden bahsediyor. En önemlisi de, Sultan Abdülhamid hakkında geçmişten günümüze kadar muhalifleri tarafından söylenegelen ‘Kızıl Sultan’ benzetmesinin tutarsızlığını ve aslında Sultan’ın ne kadar merhametli bir şahsiyet olduğunu ortaya koyuyor. Ki Üstad Necib Fazıl’ın ifadesiyle, “Kızıl Sultan”da merhamet işte bu efsanelik derecededir ve onun tek kötülenebilecek tarafı, bu sınırsız iyiliği…” Çünkü Sultan Abdülhamid kendisine suikast girişimde bulunanları dahi affedecek kadar merhametli, devletin çıkarlarını kendi şahsi çıkarlarının önünde tutacak kadar vatansever, geleneklere bağlı olmakla birlikte faydalı olabilecek her türlü yeniliğe olumlu bakan, yaşadığı dünyayı çok iyi bilen, zarafetiyle ve ferasetiyle düşmanlarını dahi kendisine hayran bırakacak kadar etkileyici dahi bir şahsiyettir.
Yazar, Sultan Abdülhamid’in çağdaşları tarafından anlaşılmamış olmasının muzdaripliği içinde tahtta oturduğu otuz üç yıl boyunca yaşanan tarihî ve siyasî vakıaları ele alarak, sömürgeci düzenin Osmanlı Devletini bölmek, parçalamak için yaptığı birçok politika oyununu gözler önüne sererken, tüm bu oyunlara karşı Sultan Abdülhamid’in duruşunu ve ‘Kurtlarla Dansını’ da en açık şekilde okurlarına aktarıyor.
Yine eserin devam eden bölümlerindeyse hepimizin ezberinde olan, Üstad Necib Fazıl Kısakürek’in “Abdülhamid’i anlamak, her şeyi anlamak olacaktır!” [4] sözünü hatırlatıyor ve devam ediyor:
– “Necib Fazıl’ın dediği gibi gerçekten de Sultan II. Abdülhamid’i anlamak, bize ‘her şeyi’ açıklayacak sihirli bir anahtar sunma becerisine sahip olabilir mi? Bir kişi, nasıl olur da ‘her şeyi’ açıklama kudretini haiz olabilir? Ancak söz Necib Fazıl’ın ağzından, üstelik iddialı bir eserinin son cümlesi olarak çıkmışsa muhakkak ki üzerinde düşünmeye değer. Bunun gibi cümleler, büyük yazarların, okuyucuların beyin damarlarına saldıkları atomlara benzer. Patlatılınca muazzam bir enerji yükünün açığa çıktığını hayretle görürsünüz. Hem patlatılmak için orada değiller midir zaten? 1977 tarihli 3.baskısında tam 639 sayfaya ulaşan bu hacimli ‘eser’ (Ulu Hakan II. Abdülhamid Han), Necib Fazıl’ın fazlasıyla kendisine mahsus renkler taşıyan ‘ideolocya’sının tarihteki ayaklarından birisini oluşturur. Fikriyatının serüvenini tarih içindeki zirve şahsiyetlerin omuzları üzerinden seyretmeye bayılan Necib Fazıl’ın II. Abdülhamid’i, karanlık ve susturulmuş bir devrin sırlarını gümbür gümbür haykıran bir sözcü sıfatıyla karşımıza çıkar. Nitekim İdeolocya Örgüsü adlı temel “tezi’’nin, kendi deyişiyle baş eserinin, hatta manifestosunun hemen yanı başına konumlandırdığı görülür Ulu Hakan II. Abdülhamid Han adlı kitabını.
Necib Fazıl, II. Abdülhamid aleyhine ortaya sürülen ne kadar iddia varsa, onların tam tersinin doğru olduğunu en baştan bir prensip, bir usul olarak kabul eder ve bu kabulü de kitap boyunca ortaya koyduğu delillerle ispatlamaya koyulur. Belki tarih disiplini ve tarihçilik mesleği açısından, batıl bir iddianın, bir yanlışın tam tersinin doğru olacağı/olması gerektiği varsayımıyla yola çıkmak bizi isabetli sonuçlara vasıl etmeyebilir (nitekim tarihte ‘doğrular’ ile ‘yanlışlar’ simetrik bir diziliş arz etmezler). Ancak esas itibariyle, II. Abdülhamid’in yakın tarihimizin ‘turnusol kâğıdı’ türünden ayırt edici bir işleve sahip olduğunu fark etmek ve ettirmek önemliydi Necib Fazıl için.
Bir başka deyişle, onun nazarında Sultan Abdülhamid’e aydınların nasıl baktığına göre, bakanların dünya görüşleri, ufukları, ufuksuzlukları, tarihimize ve bugünümüze dair neler düşündükleri ve teklif ettikleri rahatlıkla tespit edilebilirdi. Velhasıl, “bana Abdülhamid’ini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!” sözüyle özetlenebilir onun görüşü. Dolayısıyla Necib Fazıl’ın “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır’’ tespitini bir milletin ‘kimlik teşhisi’ çabası bağlamında anlamak gerekmektedir.’’ [5]
Burada şu hususun altını çizelim: Üstad Necib Fazıl “Ulu Hakan Abdülhamid Han”ı 1960’lı yıllarda yayınlıyor. Yani ortada Abdülhamid Han’la ilgili “kızıl sultan” yaftası dışında yaprak kımıldamazken. Hatta dönemin pek çok Müslüman aydınının dahi Abdülhamid Han hakkındaki fikri “kızıl sultan” olmasa da o ifadeye yakınken… Yani bugün Abdülhamid ile ilgili diziler yayınlanıyor, kitaplar çıkıyor, tarihi hususlar yeniden gözden geçiriliyorsa bu Necib Fazıl’ın “Ulu Hakan” eserinin bir neticesidir. Bu mânâda Salih Mirzabeyoğlu Necib Fazıl’ın tarih görüşünü “keramet çapında” diye niteler.
Armağan’ın eserini okurken, Sultan Abdülhamid’in tahtta oturduğu süre içerisinde yaptığı ıslahat ve reformların dönemin kendisini ‘aydın’ olarak niteleyenleri tarafından anlaşılmadığı, anlaşılmaya başlandığındaysa artık çok geç kalındığını görüyoruz. Çünkü artık O yoktur. 33 yıl oturduğu tahtından yine kendisini ‘aydın’ olarak niteleyenler tarafından indirilmiştir. Sultan Abdülhamid’i tahtından indirmek için canla-başla çalışanlar, yalnızca O’nu tahttan indirmeye odaklanmış, sonrasını düşünmemiş ve bu sebeple birçok siyasi hezeyanda bulunarak tarihe kara bir leke olarak geçmişlerdir.
İşte bu dönemde devlet otoritesindeki zayıflık ve bunun yansıması olarak iç ve dış politikada oluşan kargaşa sonucunda Abdülhamid’i tahttan indirenler pişmanlıklarını dile getirmeye başlarlar. Yazar bu durumu şu şekilde aktarıyor:
– “İktidar döneminde onun kıymetini anlayamamış pek çok insan, tahttan indirildikten sonra yaşanan büyük karmaşa ve kaos ortamında hatalarını anlamış ve pişman olmuşlardır. Abdülhak Hamid, Yahya Kemal ve Tevfik Fikret gibi ilk yıllarında Abdülhamid’e cülus yıldönümlerinde övgüler düzen büyük şairlerimiz, daha sonra farklı gerekçelerle aleyhine geçmişlerdir. (Ancak ileride göreceğimiz gibi, Yahya Kemal’in son yıllarında yazmaya başladığı ama tamamlamaya ömrünün vefa etmediği Her Gece Benimsin romanındaki pişmanlık alametleri gözden kaçacak gibi değildir.)
Ragıp Akyavaş’ın 1950’lerde gündeme getirdiği bir hatıra, Enver Paşa ile Abdülhamid arasında sonradan kurulan yakınlığa ışık tutucu mahiyettedir. Akyavaş’ın “güvenilir” kaynaklardan işiterek yazdığına göre, Çanakkale savaşları cereyan ederken, İngiliz ve Fransız gemilerinin İstanbul’a dayandığını gören hükümet, devlet merkezini Anadolu’ya taşıma kararını verir.” [6]
Haberin kendisine ulaştırıldığı devrik Sultan’ın ağzından şu hiddetli sözler dökülüyor:
“Rumeli işgal olunuyor diye beni Selanik’den alıp buraya getirdiniz. Şimdi de İstanbul’un tehlikede olduğunu ileri sürerek Konya’ya gidileceğini söylüyorsunuz. İstanbul’u işgal eden düşman, emniyetini tesis için tabiatıyla Konya’ya kadar da uzanır. Galiba oradan da geldiğimiz yere, Mahan karyesine yol görünüyor bize. [Hanedan arasında yaygın olan söylentiye göre, Osmanlıların menşei, bugün İran’da bulunan Mahan şehrine dayanıyordu, ancak yapılan araştırmalar, bu aile içi bilginin, Osmanoğulları’nın Orta Asya’dan Anadolu’ya gelirken bir dönem bu şehirde kalmalarından kaynaklandığını ortaya koyuyor. – M.A] Ben şuradan şuraya gitmem. Ecdadımın topraklarını terk etmem.’’
Akyavaş’ın anlattıklarına bakılırsa Abdülhamid’i Konya’ya gitmeye ikna etmesi için Başkomutan Vekili Enver Paşa görevlendirilmiştir. Beylerbeyi Sarayı’nda baş başa yaptıkları görüşmeden çıkınca Enver Paşa saray muhafızlarının odasında kahve içerken, “Paşam, sabık hakanı nasıl buldunuz?” sorusuna, sadece “Yazık etmişiz!” cevabını vermiştir. Bu sefer, Paşa’nın yazık ettiklerini neden sonra anladığı Abdülhamid’e Enver Paşa hakkında aynı soru sorulduğunda cevabı daha ilginç olmuştur: “Fena adam değil, kullanılır.” [7]
Bir de Enver Paşa’nın İstanbul’u terk edip yurt dışına kaçmadan bir gün önce Mersinli Cemal Paşa’ya söylediği sözler vardır ki, hakikaten onu tahttan indirip idareye el koyanların 9 yıl sonraki perişanlıklarını olduğu kadar, Sultan Abdülhamid’i yeni gözle görmeye başladıklarını, yani uyanış alametlerini göstermesi bakımından calib-i dikkattir. [8]
Cevat Rifat Atilhan’ın aktardığına göre Enver Paşa şöyle demiştir Mersinli Cemal Paşa’ya:
“Paşam, bütün ef’alimin [eylemlerimin] hesabını vermeye hazırım. Biz Turan yapmak istedik, viran olduk. Bizim asıl mes’uliyetimiz, Sulltan Hamid’i anlamamak ve Siyonizme alet olmaklığımızdır. Acıdır, fakat hakikat bu!” [9]
Elbette pişmanlıklarını dile getirenler Enver Paşa’yla da sınırlı kalmıyor, bir kısım diplomat ve ‘aydın’ pişmanlıklarını dile getiriyor, bir kısmı ise yangından kaçar gibi ülkeyi terk ediyorlardı. Bunlardan en önemlisi sonradan Başbakan olan Fethi Okyar’dır. II. Meşrutiyet döneminde ki şaşkınlık ve kargaşayı şu şekilde ifade eder:
“Evvela Meşrutiyeti ilan ederek rejimi, mutlakiyetten şartlı demokrasiye çevirebilmiş olan İttihad ve Terakki, iktidara sahip çıkamamıştı, çünkü ne hükümet etme felsefesi, ne kadrosu, ne hazırlığı vardı… İktidar, şekilde bizim, gerçekte eskinin devamı idi ve eskiye dönme de demiyeceğim, amma yapılmış olanı yıkma hareketi, bu boşlukların içinde patlayıverdi. Biz İttihad ve Terakki olarak, hem meşrutiyetin tüm sorumluluğunu yüklenmiştik, hem de parlamento’da çoğunlukta olarak iktidar partisi idik: Vatanın kaderi bizim elimizde ve omuzlarımızda idi. Aslında ise, iktidarda değildik: Çünkü ne vatanı idare edecek kadromuz, ne de bu kadroyu terkib edebilecek felsefemiz vardı. Bütün bu çelişkiler ve boşluklar içinde iyi niyetimizden asla şüphe edilmezdi ve sanırım böylesine muazzam bir yükü üstlenmemizin başlıca sebebi ve dayandığı mutlak iyi niyetti…” [10]
Pişmanlar kervanı devam ediyor… Rıza Tevfik’in de Sultan Abdülhamid’e gösterdiği düşmanlık yerini pişmanlığa bırakıyor ve Sultan Hamid’in Ruhundan İstimdad başlıklı şiirinde kaleminden şu mısralar fışkırıyor:
“Tarihler namını andığı zaman
Sana hak verecek hey koca Sultan
Bizdik utanmadan iftira atan
Asrın en siyasi padişahına.” [11]
Evet, iktidarı döneminde Sultan Abdülhamid’e kör muhaliflik yapanların birçoğu pişman oluyor. Fakat tüm bunlara rağmen, Sultan’a karşı gösterilen kindarlık ve düşmanlık son bulmamış, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bastırılan tarih kitaplarında dahi ‘Kızıl Sultan’ olarak tanıtılmıştır. Bunlardan birisine örnek verelim:
“Cumhuriyet’in onuncu yılı münasebetiyle Maarif Vekaleti (bugünkü adıyla Milli Eğitim Bakanlığı) tarafından Burhan Asaf ve Vedat Nedim Tör’e hazırlatılıp İstanbul Devlet Matbaası’nda basılmış (1933) “Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine: Nasıldı, Nasıl Oldu?” isimli kitapta neler neler var? Kitabın ikinci sayfasını açıyorum: Bu sayfada Sultan İkinci Abdülhamid’le, Sultan Mehmed Vahidüddin’in fotoğrafları yer alıyor. Sultan Abdülhamid’in fotoğrafının alt yazısı şöyle:
– “Uyanık gençliği boğan, zindanlarda çürüten Yıldız Baykuşu Kızıl Sultan Abdülhamit.’’ [12]
Maalesef ki, eğitim müfredatımızdaki tarih anlayışı tarihte yaşanmış vakıaları bütün gerçekliğiyle ortaya çıkarıp bunun muhasebesini yapmak amacıyla değil, aksine bir şeyleri kabul ettirmek ve gerçeklerin üzerine bir perde çekmek amacıyla kurgulanmıştır. Bu da, bizdeki tarih anlayışının bir ilim değil, ancak propaganda unsuru olduğunu gösteriyor. İşte tam bu noktada, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun tarih ilmi hakkında ki bir tesbitini paylaşmam yerinde olacaktır:
– “Aşağılık bir devrin propagandasına göre ayarlanmış bir tarih yerine, gerçek bir tarih ilmi ve tarih felsefesi ortaya konulmadıkça, günün ruhî ve sosyal meselelerine gerçekçi bir yaklaşım mümkün değildir…” [13]
Hep derler ya “geçmişini bilmeyen toplumlar geleceğine yön veremez”; fakat asıl mesele, yalnızca geçmişi bilmek değil, geçmişte yaşanan vakıaları doğru muhasebe etmek ve bu günün ruhi şartları göz önüne alınarak bir değerlendirme getirmektir. Bu noktada Roger Garaudy’nin bir tesbitini paylaşmalıyım:
– “Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, ataların ocağına sadık kalmak demek, Jaures’in ifadesiyle, ataların ocağından külleri değil, aksine alevi taşıyıp geleceğe aktarmak demektir… Ve yine, bir nehir ancak denize doğru giderek kaynağına sadık kalabilir…” [14]
Yine Üstad Necib Fazıl Kısakürek, “Bu eser, benim bütün varlığım, vücut hikmetim, her şeyim…” diye bahsettiği İdeolocya Örgüsü eserinde tarih konusuna şu ifadelerle değiniyor:
– “Gerçek Türk tarihi henüz yazılmamıştır. Yazılabilseydi zaten mesele yoktu.’’ [15]
Yukarıda da ifade ettiğim gibi, gerçek tarihin yazılabilmesi için tarih bir ilim ve düşünce noktasında değerlendirilmelidir. Hâkim bürokrasinin yani kurucu iktidarın kendi mevcudiyetini korumak amacıyla tarihte yaşanmış gerçekleri gizlemesi veyahut gerçek dışı uydurma bilgileri gerçekmiş gibi sunması, tarihimize yapılmış en büyük yanlıştır. Umulur ki, bu yanlıştan dönülür ve tarih ilim ve tefekkür noktasında değerlendirilerek, günümüzde yaşanan sosyal ve ruhî meselelere gerçekçi bir yaklaşım mümkün olur.
ESERDEN FRAGMANLAR
“Bir dünya göçmüştü onunla beraber. Hz. Davud’un kalkanını andıran bir dünya, asırlık zincirlerinden kurtulmuş, onu hep kubbesinde bir koruyucu şemsiye olarak gören halkın üzerine çökmüştü gittikten sonra. Kâinatımızın kubbesi, onun Yıldız Sarayı’ndan asker zoruyla çıkartılıp trenle Selanik’e gönderilişinden tam 9 yıl sonra yerle bir olmuştu. Türlü vaadler ve cakalarla iktidara el koyanlar eliyle gerçekleşmişti bu yıkım hem de… 1918, kaçış yılı olmuştu hürriyet kahramanlarımızın. Birer ikişer firar etmişlerdi kurtarmaya soyundukları vatandan. Oysa daha 10 yıl önce yönetime el koyduklarını; daha 5 yıl önce Babıali Baskını ile iktidar kuşunu kahhar pençeleri arasına alıp büyük Turan ülkesi kuracakları vaadiyle devleti savaşa soktuklarını ve Memalik-i Osmaniye’nin sınırlarını Orta Asya’ya kadar büyütecekleri iddiasıyla yola çıktıklarını yazan gazetelerin mürekkebi kurumamıştı. Kurumamıştı ve kaçıyorlardı.’’ [16]
“Sultan Abdülhamid, düşmesi an meselesi olan başkentin Anadolu’ya, Bursa’ya nakledileceği haberi kendisine verilince, “Bizans İmparatoru Konstantin kadar da mı olamadık?” demiş ve çıplak gerçeği yanına gelen heyetin yüzüne tokat gibi çarpmamış mıydı? Ve sonradan Cumhuriyet döneminin başbakanı olan Fethi Okyar’ın göz kanallarına yaş hücum etmesine sebep olan şu yiğitçe cümleleri eklememiş miydi sözlerine:
“Konstantin teslim olmaktansa çarpışarak ölmeyi tercih etmişti. Onun kadar da mı cesaretimiz kalmadı? Bana bir tüfek verin, tek başıma düşmanla savaşmaya hazırım. Hiçbir yere gitmiyorum! Bir yere gitmiyorsun Sultanım! Buradasın ve ölümünden sonra pahan giderek yükseliyor. Bir vizyon, bir akıl, bir ruh, bir diriltici nefes üflüyorsun küresel denizlerde bocalayan sevdamıza. Bir direniş ruhu, akıllı davranış bilinci, kavrayış ve zekânın vatanseverlikle el ele kurduğu görkemli taht, inançlı bir insanın çağının gelişmeleriyle hemhal oluşu, çok yönlü düşünebilme ve hareket edebilme yeteneği…’’ [17]
“Hastaneleri gezip yaralılarla ilgilendiğini söylemiştik Sultan’ın. Savaş sırasında bir gün bacağını kaybetmiş bir askerin halinden çok müteessir olan Padişah, bu gaziye acısını unutturmak istemiş. Marangozluk da elinden geldiği için gazinin yürürken işine yarayacak bir baston yapmış ve kendi eliyle getirip ona hediye etmiş. Rivayete göre bu güzel davranış yıllar yılı İstanbul mahallelerinde bir efsane gibi söylenmiş durmuş. Nitekim 1894’de vuku bulan büyük İstanbul depreminde nasıl bir gönüllü önder olarak toplumun önüne geçtiğini ve halkın yaralarının sarılması için bizzat kendi cebinden yardımlar yaptığını, halka “Yanınızdayım!” mesajı vermek için çırpındığını binlerce belge üzerinden görme şansımız var. Depremden sonra II. Abdülhamid’in fahrî reisliğinde bir yardım komisyonu kurulmuş, ilk yardımı da Padişahın kendisi yapmış (1000 lira). Şehzadeler ve diğer geçmiş padişahlar için 500 lira daha yardım yapan Abdülhamid, ileriki günlerde 5000 lira daha yardımda bulunmuştur. İlginç olan nokta, bu son yardımın 2000 lirasının “eğitim gören öğrencilere” verilmesi şartının getirilmiş olmasıdır. Bir Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in deprem sonrasında Afyon’a yaptığı ziyarette otomobilinden dışarı çıkamayışını düşünün, bir de Sultan Abdülhamid’i hastanede yataktan yatağa koştururken gözünüzün önüne getirin… Ve hangisi Cumhuriyet, hangisi Saltanat siz karar verin.” [18]
“Onu yakından görmüş ve sözde dostluğunu kazanmış olan Yahudi asıllı casus-Türkolog Arminius Vambery, Sultan hakkında şunları anlatıyor:
“Sultan Doğuda rastlanan en kibar, en şefkatli, nazik ve değerbilir prenslerden biridir. Aşırı derecede mütevazı ve gösterişsiz davranışı, yumuşak sesi, uysal ve hatta yumuşak bakışı bir elçiye güçlü bir padişah, 30 milyon insanın hâkiminden çok, zavallı bir ikinci sınıf efendi intibaını verir.” [19]
Notlar
1- https://www.tercihiniyap.net/haber/mustafa-armagan-kimdir
2- Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, s. 8,9.
3- Nizamettin Nazif Tepedenlioğlu, Sultan İkinci Abdülhamid ve Osmanlı İmparatorluğunda Komitacılar, Divân Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 1978, s. 71.
4- Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han, Büyük Doğu Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 1977, s. 632.
5- A.g.e., s. 29.
6- Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı 1, s. 276.
7- Mustafa Armağan, ‘Osmanlı Tarihinden İbretli Fıkralar’, Resimli Tarih Mecmuası, Sayı: 37 Ocak 1953, s. 2012.
8- Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı 1, s. 279.
9- Mustafa Armağan, Aktaran: Vehbi Vakkasoğlu, “31 Mart Oyunu’’, Köprü, Sayı:61, Nisan 1982, s. 25.
10- Fethi Okyar, Üç Devir Adam, s.32, 146
11- Mehmet Aydın, İkinci Abdülhamid Han’ın Liderlik Sırları, İzci Yayınları, İstanbul 1999, s.200
12- Yavuz Bahadıroğlu, Osmanlı Demokrasisinden Türkiye Cumhuriyetine, s.27.
13- Salih Mirzabeyoğlu, Adımlar -1984’den 1996’ya-, İBDA yayınları, İstanbul 1997, s. 130-184.
14- Roger Garaudy, İslam ve İnsanlığın Geleceği, Pınar Yayınları, s. 71, 156, 192.
15- Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 167.
16- Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, s.19.
17- Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, s. 21.
18- Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, s. 62.
19- Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, s. 65.