Adler ve İnsanı Tanıma Sanatı

Hazırlayan: Fatma UYSAL

Yazar: Alfred Adler / Eserin Adı: İnsanı Tanıma Sanatı / Eserin Orijinal Adı: Menschenkenntnis / Tercüme: Kamuran Şipal / Basım: 3. Basım /Yayınevi: Say Yayınları / Yayın Yeri: İstanbul / Yayın Yılı: 1992 / Sayfa Sayısı: 318 Sayfa

ALFRED ADLER KİMDİR

Alfred Adler, “Ferdî Psikoloji” ekolünün kurucusu Avusturyalı psikiyatristtir. Derinlik psikolojisinin, Sigmund Freud ve Carl Gustav Jung ile birlikte üç büyük kurucusundan biridir.

1870 yılında Penzing, Viyana’da doğar. 1895 yılında Viyana Üniversitesi’nde tıb eğitimini tamamlar. Tıb kariyerine göz bilimci olarak başlayan Adler, sonradan psikiyatriye yönelir. 1902 yılında Sigmund Freud ile tanışır.

1907 yılında “Organların Yetersizliği Üzerine İnceleme” adlı eserini yayımlayarak daha sonraki “organ dili” doktrininin ilk temel taşını koyar. Bu eser, o zamanlar hüküm süren Darwin’in “beceriklilerin yaşayacağı, beceriksizlerin ise yok olup gideceği” doktrini ile Lombroso’nun “dejenerasyon” doktrinleri karşısında bir devrim niteliği taşımaktadır.

Adler’e göre, ırsî bir şekilde yetersiz kalan organlar, zamanla güçsüzlüklerini dengeler, hattâ aşırı derecede fonksiyonel bir denge sağlayarak dahice denebilecek bir üstünlüğe kavuşabilir. Örneğin, kekeme Demosthenes’in, büyük bir hatib olması gibi.

Organ yetersizliğini biyoloji açısından ele almaktan yavaş yavaş uzaklaşan Adler, “yetersizlik duygusu”nun, yetersizliğin kendisinden daha mühim olduğu sonucuna varacaktır.

1908’de Salzburg’daki ilk psikanaliz kongresine katılır. Ancak Freud’un görüşlerini benimsemez ve 1910 yılında, başkanlığını üstlendiği “Viyana Psikanaliz Topluluğu”ndan ayrılır.

Freud’un cinsî dürtünün rolü konusundaki görüşlerini paylaşmayan Adler, insanın ruhî hayatının, herkesin çocukluğunda yaşadığı bağımlılık durumundan kaynaklanan aşağılık duygusu ile anlaşılabileceğini savunur.

Bu doğrultuda 1912 yılında “Ferdî Psikoloji Topluluğu”nu kurar.

1.Dünya Savaşı’nda Avusturya ordusunda doktor olarak görev alan Adler, savaşın ardından, 1921 yılından itibaren bir dizi çocuk rehberliği kliniği açar.

Avrupa ve ABD’de misafir profesör olarak ders verir. 1932 yılında Adler’in Avusturyalı klinikleri, Yahudi olduğu gerekçesiyle kapatılır. Hâlbuki Adler çoktan Hristiyanlığa geçmiştir.

Bunun üzerine ABD’ye göç eder. 1937 yılında, 67 yaşındayken, ders vermek üzere gittiği İskoçya’da kalb krizi geçirerek hayata veda eder.

Alfred Adler’in başlıca eserleri: Organların Yetersizliği Üzerine İnceleme (1911), Nevrotik Yapı Üzerine (1912), Tedavi ve Eğitim (1914), Ferdî Psikolojinin Uygulanması ve Teorisi (1917), İnsanı Tanımak (1927), Ferdî Psikoloji Tekniği (1928-1930), Hayatı Tanımak (1929), Okulda Ferdî Psikoloji (1929), Psikoterapi ve Eğitim (1919-1929), Nevrozlar (1929), Eşcinsellik Sorunu (1930), Çocuk Eğitimi (1930), Hayatı Biçimlendirme (1930), Psikoterapi ve Eğitim II (1929-1932), Hayatın Anlamı (1933), Psikoterapi ve Eğitim III (1933-1937)

ESERİN İÇİNDEKİLER

Adler Üzerine – Önsöz, Birinci Bölüm: İnsanın Ruhu, İkinci Bölüm: Ruhî Hayatın Sosyal Özelliği, Üçüncü Bölüm: Çocuk ve Toplum, Dördüncü Bölüm: Dış Dünyadan Kaynaklanan İntibalar, Beşinci Bölüm: Aşağılık Duygusu ve Saygınlık Çabası, Altıncı Bölüm: Hayata Hazırlık, Yedinci Bölüm: Erkek ve Kadın İlişkisi, Sekizinci Bölüm: Kardeşler.

Genel Bilgi (Karakter Bilgisi)

Birinci Bölüm: Karakter Bilgisi, İkinci Bölüm: Saldırgan Tipin Karakteri, Üçüncü Bölüm: Saldırgan Olmayan Tipin Karakter Özellikleri, Dördüncü Bölüm: Başka Karakter Özellikleri, Beşinci Bölüm: Heyecanlar, Ek: Eğitim Konusunda Genel Düşünceler.

ESERİN KONUSU 

Bu kitab bize, ferdî psikolojinin temel ilkelerini ve bu ilkelerin insanı tanıma konusundaki önemini anlatır. Alfred Adler’in Viyana Halkevi’nde verdiği konferanslarını Dr. Gus Broser stenoyla kaydetmiş, sonradan bunları tasnif ederek günümüze kazandırmıştır.

Kitabın ön kapağındaki “maske tutan el” resmi, eserin ana fikrini çok güzel ifade etmektedir.

*

Adler, eserin ilk bölümünde, insanın ruhî hayatının meydana gelmesinde en güçlü dürtü ve uyarıların “ilk çocukluk çağından” kaynaklandığını anlatır.

Çocuğun ruhî hayatının gözlenmesi, insanı tanıma sanatının belkemiğini oluşturmaktadır.

Ruhî hayatın çevreyle yakından bağlantılı olduğunu ve bir amaca yönelik olduğunu belirtir.

Bu amaç da, çocukken dış dünyadan alınan intibaların etkisi ile ortaya çıkar.

İnsanların idealleri, hayatlarının ilk aylarında oluşur.

*

İkinci bölümde, “ruhî hayatın sosyal özelliği” ele alınır.

Bir insanın içinde olup bitenler, hemcinslerine karşı olan tutumla kendini gösterir.

İnsan, toplum hâlinde yaşamak zorundadır. Tek başına tabiatın karşısında kendi kendine yetemez. Bir iş bölümüne ihtiyaç vardır ki bu da ancak toplu hâlde yaşayarak mümkün olur.

Toplum hâlinde yaşama zorunluluğu, düşünme melekemizin gelişimini de etkiler. Hayat, insanların sürekli bir dayanışma içinde olmalarını gerekli kılar.

*

Üçüncü bölümde, “çocuk ve toplum ilişkisi” anlatılır.

Çocuk, doğduğu ândan itibaren çevresine muhtaçtır. Kendinde gördüğü güçsüzlük ve yetersizlik duygusu onu güçlü olmaya iter.

Öte yandan, çocuğun yetiştiği ortam, onun düşmanca intibalar edinmesine sebeb olabilir. Toplumu düşman bilerek yetişen bir çocuğun bu özelliği gelecekte de devam eder.

Çevrenin güvensizliği ve karamsarlığı, doğrudan çocuğa geçer. Güçlüklerle dolu bir ortamda doğup büyüyen çocuklar, hayata güvensiz, kendilerini tecrid ederek yaklaşırlar. Çevreleriyle aralarında derin bir uçurum oluşur. (Bu zorluklar organ yetersizliği ile de ilgilidir.)

Aşırı sevgi ve ilgi ile yahut bunun tam tersi şartlarda büyüyen çocuklar, hayat boyu bunun ceremesini çekerler.

Özetle, bir insanı değerlendirirken, onun yaşadığı çevrenin, en önemli belirleyici olduğu anlatılmaktadır.

*

Adler, dördüncü bölümde, bir insanın dünya görüşünün çok erken yaşlarda oluştuğunu savunur.

Meselâ, hareketleri konusunda güçlükler yaşayan bir çocuk, hızlı hareketlerin olduğu bir ideali belirler. İnsanları anlamaya çalışırken, hayatla olan ilişkisini hangi organla kurduğunu bilmemiz fayda sağlar.

Dünya görüşünün kazanılmasında önemi olan hayâl gücü ile ilgili olarak da; çocuklarda ve yetişkinlerde görülen hülyâların, insanın kendine has bir öngörüyle kurduğu ve ulaşmak için çaba harcadığı geleceğe ait tasarımlar olduğundan bahseder. Fark şudur ki; çocuklarda bu “güçlülük”, yetişkinlerde “saygınlık” eşliğinde gerçekleşir.

Hayatta zorluklar yaşamış, düşmanca bir gözle hayata bakan çocuklarda hayâl gücü daha çok gelişir.

Diğer bir konu da, aynîleşmedir. Aynîleşme, gelecekte olacak bir şeyi hissetme ve sezme yeteneğidir. Kendini başkasının yerine koyma da yine bu özellikle açıklanır. Sosyal bir özellik olan aynîleşmenin eksik olduğu çocuklar, büyüdüklerinde, karşılarındaki insanların çıkarlarını umursamayan, “ben merkezci” ve sosyal görevlerini yerine getiremeyen insanlar olurlar.

Yazar, bir insanın bir başkası üzerindeki etkisi, yâni (ipnotizma yahut telkin) konusuna da değinir.

Sosyallik, insanların birbirlerinden etkilenmesi gibi bir sonuç da doğurur. Toplum hâlinde yaşama, insanı belli ölçüde bir başkasının etkisine maruz bırakır. Etkilenebilirlik derecesi, kişinin hak ve çıkarlarının ne ölçüde güvende olduğuyla doğru orantılıdır. Meselâ, kendisine haksızlık edilen bir kişi, sürekli etkilenemez.

*

Beşinci bölümde, “aşağılık duygusu” ve “saygınlık çabası” işlenir.

Yetersiz organlara sahib çocukların sosyallikleri, daha küçük yaşta sekteye uğramaya başlar. Bunun üzerine bir de anne babaların çocuklarını ciddiye almamaları, doğruyu söylememeleri eklenince, ileride yetişkin hâle geldiklerinde bile bu korkuları üzerlerinde taşımalarına neden olur.

Aşağılık, güvensizlik ve yetersizlik duyguları, hayatta bir amacın belirlenmesine ve biçimlendirilmesine imkân verir.

Bir aşağılık duygusu karşısında, ruhun bu duyguyu ortadan kaldırmak için denge sağlamaya çalıştığını görürüz. Aynı durum, fizikî organlar için de geçerlidir. Meselâ, kan dolaşımı bozukluğunda, kalb daha çok çalışarak organizmanın bütününe destek sağlar. Sonra büyüyerek, normal kalbten daha geniş buudlara ulaşır. Ruhî hayatta da durum bunun gibidir.

Aşağılık duygusu arttıkça, çocuk normal bir dengeleme ile yetinmez ve aşırıya kaçar. Çevresini umursamaz ve kendi çıkarları doğrultusunda yaşar.

*

Altıncı bölüm olan “Hayata Hazırlık”da ise, insanların ruhî hayatının, geleceğe dair ümid ve isteklerine hazırlık amacı taşıdığı belirtilir. Aşağıdaki başlıklar altında konu incelenir.

OYUN

Çocukların hayatında yer alan oyun; sosyallik, hayata hazırlık ve hükmetme isteği gibi faktörlere mutlaka kendi içinde yer verir.

Aynı zamanda çocuğun kabiliyet seviyesi ve becerilerini geliştirmesinde önemlidir.

DİKKAT VE DALGINLIK

Bazı insanlar görme, bazıları da sırf duyma kabiliyetleriyle olayları algılarlar. Yorgunluk ve hastalık dışında dikkatsizlik, çoğu kez kişinin ilgili konuya ilgi duyup duymadığıyla yakından ilişkilidir.

Adler’e göre dikkat yetersizliği, insanın dikkat etmesi istenen konu yahut nesneden uzak kalmak istemesinden başka bir anlam taşımaz.

Belli bir konuda müşahede edilen eksiklik ve yetersizlik, kişinin başka bir konuya yönelmesinden kaynaklanır.

İHMAL VE UNUTKANLIK

Unutkanlık da dikkatin zayıflamasıyla doğar. Unutkanlık, bir nevi, unutulan nesne yahut konuya karşı isteksizliği anlatır. Kitablarını kaybeden çocukların, okuldaki şartlara henüz gereği gibi uyamamış olmaları örnek gösterilebilir.

ŞUURALTI

İnsanlar, dikkatlerine hayatın sadece küçük bir alanını alanlar ile, çok yönlü olup dikkatlerini dünyadaki hâdiselerin büyük bir bölümü üzerine yöneltenler şeklinde iki kısma ayrılırlar.

İnsanlarla ilgili hüküm verirken, sadece şuurlu söz ve eylemlerine bakılmaz. Onun düşünce ve davranışında yer alan fakat kendi gözünden kaçan detaylar bize daha fazla ipucu verecektir.

Meselâ, tırnak yiyen bir kişi, bu davranışıyla inatçı bir insan olduğunu ele verdiğini bilmez. Çünkü bu alışkanlığa yol açan sebeblerden habersizdir.

Öyle düşünceler vardır ki, insan hem kendinden hem başkasından saklamak ister. Dolayısıyla, açık seçik zihninden geçiremez. Adler bunu şu cümleyle açıklar: “Kısaca, bizi yolumuzdan alıkoymayacak şeyler şuur alanında yer alır, tutum ve davranışımızı açıklamada başvurduğumuz sebebleri zayıflatacak şeylerse şuuraltını boylar.”

DÜŞLER

Adler’e göre düşler, kafamızı meşgul eden problemler ve bu problemlere bizim yaklaşımımızı sembolize eder.

“Bir duman gibidir tıpkı düş, ateşin olduğu yeri bize gösterir. Hattâ tecrübeli biri, dumandan yola koyularak ateşte yanan odunun cinsi konusunda kimi sonuçlara varabilir.” der Adler.

İSTİDAT

İnsanların istidatlarını tesbitte birçok test uygulanagelmiştir. Hâlbuki bu testlerin çoğu gerçeği yansıtmaz. Testlerde başarılı çıkan çocukların, daha sonraki hayatları müşahede edildiğinde, başarısız olanlar görülmüştür.

Ferdî psikolojinin yaklaşımında ise, araştırmalar, çocuğun gelişim seviyesi ve ruhî hayatıyla ilgili sürdürüldüğünden, istidat testlerine göre daha başarılı sonuçlar elde edilmektedir.

*

Yedinci bölümde, “kadın erkek ilişkisine” temas edilmektedir.

İş bölümü, insanın toplumda belli bir yeri doldurması anlamını taşır. İnsanların üstünlük kurma, güçlülük temâyülü gibi yanlış davranışları, iş bölümünde de karışıklık doğmasına yol açar.

Çocukluk döneminden başlayarak, erkeğin daha üstün ve ayrıcalıklı olduğu kanaati, hayat boyu sürer. Kanunlar ve gelenekler de bu düşünceyi destekleyici olmuştur. Erkek çocuk, daha ilk dönemlerinde, babasının aile ve toplumdaki farkını görecek ve güçlülük duygusunu bu yönde pekiştirecektir. Toplumdaki iş bölümlerinde, kadına daha önemsiz işlerin verilmesi, erkeğin kendi çıkarlarına uyacak düzenlemelerle iş bölümünü belirlemeleri gibi sakıncalar söz konusudur.

Çocukluktan başlayarak, tüm dünya, kızlara belli bir peşin fikri benimsetmeye çalışır. Bu peşin fikir de, kızlarda nefs emniyeti kaybına sebeb olmaktadır. Kızların yetiştiği ailede anne, çalışan veya edebiyat ve bilim alanlarında başarılı bir ferdse, bu nefs emniyeti eksikliğine çok rastlanmaz. Yâni, ailede anne ve babanın rolleri, çocuğun bu konudaki tutumunu doğrudan etkiler.

Kadınların bir kısmı, kadınlık rolünden kaçarak bu problemi aşmaya çalışır. İkinci bir grub, her şeyi olduğu gibi kabul eder ve erkeği üstün görür. Üçüncü grub da, kadınlık rolünü inkâr etmemelerine rağmen, kadınları yetersiz görüp, erkeklerin daha çok şeyi becerebileceklerine inanırlar.

Erkeğin sürekli hükmetme arzusuyla davranması, kadını da itaate karşı hâle getirmekte ve bu şekilde tüm toplum düzeni bozulmaktadır. Kadınla erkek arasındaki uzlaşma ve dengenin karakteristik özelliği, arkadaşlıktır.

*

Sekizinci bölümde, “kardeşler” ele alınır.

Adler’e göre, çocuğun kardeşler arasında en büyük mü, en küçük mü, yoksa tek çocuk mu olduğu, o kişiyle ilgili hüküm verilirken, incelenmesi gereken önemli bir noktadır.

En küçük kardeşler her zaman en çok ilgi gören, küçük olduğu için daha az sorumluluk verilen ve bundan dolayı kendisindeki becerileri gösterme konusunda en hırslı kişiliğe bürünen yapıdadırlar.

En büyük çocuklar, kendilerine diğer kardeşlerinin sorumluluğu verilen ve daha akıllı olması beklenen grubtur. Aile yapısı içinde en avantajlı çocuk olarak görülür. Güç bu kişilerde çok önemlidir. Genellikle tutucu bir karakter sergilerler.

Tek çocuğun da kendine has bir durumu vardır. Anne baba tüm ilgisini ve varlığını bu çocuğa adadıkları için çocuk bağımsızlığını kaybeder ve ileride tek başına bir şey yapamaz hâle gelir. Başkasının yol göstermesini bekler, destek arar.

*

Eserin devamında “karakter” konusu ayrı bölümler hâlinde açıklanmaya çalışılır.

Birinci bölümde karakter bilgisi verilir.

Karakter sosyal bir kavramdır. Takınılan ruhî bir tutumdur. Bir insanın çevre karşısında aldığı tavırdır. Karakter doğuştan gelmez, sonradan kazanılır. Bunda çocuğun aile ve çevresinden aldığı davranış modelleri etkili olur. Kendisine seçtiği davranış modeli onun karakteri olur.

Karakterin oluşumunda sosyallik göz ardı edilemez. Ayrıca insanı bir bütün olarak ele almak gerekir.

Mizaç ile ilgili belirli bir tanımın olmadığını ifade eden Adler, Yunan medeniyetinin ilk dönemlerinden beri kabul edilen dört mizaç türünden bahseder.

Sanguinikler: Olayları gözünde büyütmeyen, üzüntüsünü ve sevincini abartmayan kişilerdir.

Kolerikler: Güçlülük eğilimi yüksek, gergin ve sürekli hareket hâlinde olurlar.

Melankolikler: Hüzünlü, adım atamayan ve güven duygusu eksik olurlar.

Flegmatikler: Hayattan kopukturlar. Hiçbir şeye ilgileri yoktur.

Bazı araştırmalar, vücuttaki salgı bezlerinin de mizaç üzerinde rol oynayabileceğini göstermiştir. Meselâ tiroid bezinde problem olanlarda flegmatiklik görülebilir.

Tek bir ruhî olaya dayanılarak insanı tanıma işine kalkışılamaz.

Özetle, sosyallik ve güçlülük duyguları insanları tanımamızda en önemli faktörlerdir.

*

İkinci bölümde “saldırgan” tipin karakter özellikleri incelenir.

KENDİNİ BEĞENMİŞLİK (HIRS)

İnsanlarda saygınlık tutkusu ruhî bir gerginliğe yol açar. Üstünlük amacı kişinin hayatla arasındaki bağını koparır. Bu kişilerin tek derdi başkalarının kendileriyle ilgili ne düşündüğüdür. Bunun sonucunda da kendini beğenmişlik ortaya çıkar.

Kendini beğenmiş kişiler, çoklukla mütevazı bir kimlik gösterirler. Kendini beğenmişlik sosyallikle bağdaşmaz.

Devamlı şuurlu bir şekilde kendisini hasta ederek dikkatleri üzerine çekmeye çalışan insanlar da bu gruba girer. Çevrelerindeki herkesi istedikleri gibi yönetirler bu yolla.

Adler’in şu cümlesi de dikkat çekicidir: “Kesin önem taşıyan bir şey varsa, insanın bakışlarını kendi şahsına yöneltmesi, kendi kişiliğini yüceltme yolunda sürekli bir arayış içinde bulunmasıdır. Kendini beğenmiş kimse, hep bekleyen ve hep alan biri durumundadır.”

Sosyallik duygusu gelişmiş birisi ise, başkalarına ne verebilirim sorusuyla yaşar.

Kendini beğenmişliğin zahirî biçimini sergileyen kişiler ise dikkat çekici ve züppe giyimleriyle bunu yaparlar.

Kendini beğenmiş kimseler çoğunlukla maske kullanırlar. Önce üzerinde hâkimiyet kurmak istedikleri kişinin gönlünü kazanmaya bakarlar. Daha sonra gerçek yüzlerini gösterirler. İşte bu gibi insanlara “beni hayâl kırıklığına uğrattı” deriz. Hâlbuki bu kişide bir değişim olmamıştır. Yalnızca başta kendini farklı göstermiştir.

Kendini beğenmişlik bir de para konusuyla ilgilenir. Yeterince maddi imkânı olup da hâlâ maddiyat peşinde koşan varlıklı insanlar vardır. Güç sahibi olmak, para ve mal mülkle eşdeğer görülür. Hâlbuki bu güç kendini beğenmişlikten başka bir şey değildir.

KISKANÇLIK

Oldukça sık görülen ve yalnızca sevgide değil, tüm insan ilişkilerinde rastlanan duygudur. İhmal edilmişlik duygusundan hırsın bir başka biçimi olarak ortaya çıkar.

Kıskançlık farklı şekillerde kendini açığa vurur. Güvensizlik, pusuda bekleme, ölçüp biçme ve hakkının yenmesinden korkmada bu özellik rol oynar.

Bazı durumlarda kişi kendi kendini yiyip bitirirken, diğer bir durumda oldukça atılgan ve enerjik bir davranış sergiler.

Dolayısıyla kıskançlık da güçlülük eğilim ve çabasının bir ürünüdür.

HASED

Bu duygu da güçlülüğe kavuşmak isteyenlerin içinde bulunur. Kişinin kendisiyle, varmak istediği amaç arasındaki mesafe, aşağılık duygusu olarak algılanır.

Aşağılık duygusu sonucu kişi, kendisini başkalarıyla kıyaslar, başkalarının kendisine karşı tutumunu hesablar.

Ne var ki hayatta hep zorluklarla karşılaşan, bir varlık sahibi olamayan insanların bu duyguyu taşımasını tabiî karşılamak gerekir. Bunu tabiî saymamak için, başkalarının da aynı durumda hased duygusuna kapılmayacaklarını isbatlamamız gerekir.

Bu duygu, hemen hemen hepimizde az çok mevcuttur.

Adler, çözüm olarak; insanların ve toplumların bu duyguyla başa çıkabilmeleri için, mevcut imkânlarını görüp, onları geliştirerek bu duygudan uzaklaşabileceklerini savunur.

CİMRİLİK

Cimrilik, sadece para toplayıp biriktirmekle sınırlı değildir. Cimrilik, cimri kimsenin bir başkasını sevindirmeye yanaşmaması, toplumun ferdlerine yakınlık göstermemesi, çevresine bir duvar örmesidir.

KİN

Nefret duygusunun ileri derecedeki buududur. Nefret bazen kendini çok iyi kamufle eder. Bazen de açıkça gösterir kendini.

Bunu kamufle eden şekillerden biri de ihmaldir. İhmal, haklı sebeblere dayandırılsa da, yakından bakıldığında başkalarına düşmanlık duygusu içerir.

*

Üçüncü bölümde, “saldırgan olmayan” tiplerin karakter özellikleri yer alır.

TECRİD EDİLMİŞLİK

Kendilerini içlerindeki aşağılık duygusuyla başkalarından üstün görenlerin başvurduğu metodlardan biridir. Bu, kişilerde, ailelerde, hattâ toplum genelinde görülebilir.

KORKU

Korkak insanlar da, başkalarından çok kendini düşünen, insanlara yakınlık hissedemeyen kişilerdir. Çocuklukta korku davranışları, çevrelerini yönetmek içindir.

ÜRKEKLİK

Bu karakter özelliğini taşıyanlar, yapacakları vazife için gereken gücü içlerinde bulamayan kişilerdir. Birtakım dolambaçlı yollarla bahaneler üreterek vazifelerini yapamadıklarını dile getirir dururlar. Bu da hırs ve kendini beğenmişliği ele verir.

UYUM YETENEĞİNDEKİ AZALMANIN BELİRTİSİ OLAN DİZGİNLENMEMİŞ İÇGÜDÜLER

Bazı insanlar da toplumla uyumsuzluklarını, tırnak yemek, dağınık ve pasaklı olmak gibi davranışlarla gösterirler. Bu kişiler, oyuna katılmak istemeyen, ayrı bir yerde başı çekmek isteyen kişilerdir. Diğer insanlar onları ilgilendirmez.

Çocuklarda görülen kötü huylar, etrafın dikkatini çekmek, kendi güçsüzlüklerinden bu yolla sıyrılarak başı çekmeye çalışmak içindir. Eve misafir geldiğinde uslu hâlinden çıkıp cin çarpmış gibi davranan çocukların da istediği, bu ziyarette bir rol oynamaktır.

Bütün bu belirtilerin altında hakimiyet hırsı ve kendini beğenmişlik tutkusu yatar. Ama bunlar insanın karşısına öyle kılıklarda çıkar ki, tanınmaları imkânsızdır.

*

Dördüncü bölümde, “başka karakter özellikleri” sıralanır.

NEŞELİLİK

Başkalarını sevindirebilme kabiliyetine sahibtirler. Sosyallik duygusu gelişmiştir.

DÜŞÜNCE VE ANLATIM BİÇİMİ

Kimi insanların düşüncelerini anlatış şekli, belli kalıblarla sınırlıdır. Çok güzel olmayan, basmakalıp cümleler kullanırlar. Durmadan atasözlerine başvururlar.

OKUL ÖĞRENCİSİ GİBİ DAVRANMA

Toplumda sorulacak soruya hemen cevab vermek için tetikte bekleyen tiplerdir.

İlke adamları ve kılı kırk yaranlar

Davranışları belli bir kalıba bağlıdır. Değişime karşı dirençlidirler. Her olayda kendi ezbere bildikleri karşılığı vermek isterler.

BOYUN EĞERLİK

Daha çok kadınlarda görülür. Erkek hakimiyetini kabul etmişlerdir. Hattâ öyleleri vardır ki, eş seçiminde özellikle kendilerine hükmedecek bir kişiyi seçerler. Aslında bu kadınlar da hükmetmeyi severler ve böylelikle karşılıklı bir savaş alanı oluşmuş olur.

KİBİRLENME VE BÜYÜKLENME

Hayatta hep başrolü oynamak isterler.

BELLİ BİR RUH DURUMUNUN İNSANLARI

Hayat karşısında takınacakları tutum, ruh hâllerine bağlıdır. Çıkarlarına göre gereken tavrı takınırlar.

Bazıları sürekli neşelidir. Hattâ üzücü durumlarda bile bunu devam ettirirler.

ŞANSSIZLAR VE KARGANIN YUVADAN ATTIKLARI

Bütün şanssızlıkların gelip kendisini bulduğunu zannederler. Bunun da altında bir kendini beğenmişlik yatar çünkü bu tip kimseler kendilerini hayatın merkezi zannederler.

DİNDARLIK

Burada da insanlar durmadan yakınır, Yaradanın onların her istediklerini gerçekleştirmesi gerekiyormuş gibi bir tutum sergilerler.

*

Adler, beşinci bölümde, “heyecan” türlerine değinir.

Heyecanlar, sağlayacakları değişimle, ilgili kişinin durumunu lehine çevirirler. Bu duygunun kökeninde de yetersizlik duygusu yatar.

ÖFKE

Güçlülük eğilimini âdeta sembolize eden bir heyecandır. Öfkeli insan, normalden daha çok çaba harcayarak üstünlük kurmak ister.

Öfke, başkalarına olduğu kadar, kişinin kendisine de zarar verici olabilir. İntihar girişimi gibi.

ÜZÜNTÜ

Bir şeyden mahrum olan yahud bir şeyi kaybeden insanın duygusudur. Üzüntüde de üstünlük temâyülü karşımıza çıkar. Üzüntü duyan kişi, istediği üstünlüğe çevrenin tutumuyla erişir.

KÖTÜYE KULLANIMLAR

Çocuklarda istediklerini yaptırmak için görülen öfkelenme, kişi büyüdüğü zaman da devam edebilir. Böylece bu duygular, aynı amaç için kötüye kullanılmış olur.

TİKSİNTİ

Organik nitelikteki tiksinti, belli bir şeye sırt çeviriyormuş gibi davranır. Şuurlu yoldan oluşturulabilecek bir duygudur.

KORKU

Korku da diğer insanları emrimize amade edecek birleştirici bir duygudur.

SEVİNÇ

İnsanların bir mutluluğu paylaştığı duygudur. Bu duygu, birleştirici olsa da, bazen kötüye kullanılabilir. Meselâ, başkalarının uğrayacağı kötülüğe sevinmek gibi.

ACIMA

Sosyallik duygusuna verilebilecek belki en güzel isimdir. Acıyan insanın sosyallığından kuşku duymayız. Elbette bu duygunun da kötüye kullanımı vardır.

UTANMA

İnsanın şeref ve haysiyet duygusunda zayıflama belirtisi görüldüğünde ortaya çıkar. Fizyolojik olarak yüzde kızarma ile saptanır. Burada amaç çevreden tecrid olmaktır.

*

Alfred Adler, eserin “ek” kısmında; eğitimin önemine temas eder. İnsanın ruhî gelişiminde ailenin önemi çok büyüktür. Ne var ki aileler çocuklarını sürekli bir üstünlük kaygısıyla yetiştirerek, topluma problemlerle dolu ferdler kazandırırlar.

Okulda da öğretmenlerin belli bir ders programına uyma mecburiyetinden dolayı, bu eksiklikler kolay kolay giderilemez.

Okul sonrasında kişi, artık yetişkin birisi olarak hayata adım attığı için bu gelişim çok daha zor olacaktır.

Adler, yine de en iyi, okulun bu görevin üstesinden gelebileceğini savunur.

ESERİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Eserde de belirtildiği gibi, hayat boyu, çocukluğumuzda oluşan kişilik ve davranış kalıblarını tekrarlar dururuz.

Farkındalık, çocukluğumuzda boy gösteren filizlerin arasında yetişen zararlı otlar gibi tanımlayabileceğimiz, kötü kişilik ve davranış özelliklerimizi, temizlemeye, ayıklamaya başlama hâlidir.

Günümüz hayatının hızlı ve karmaşık akışı içerisinde, insan gitgide kendinden uzaklaşmakta, kendiyle baş başa kalıp ruhî hayatındaki problemleri tesbit ve tedavi etmek gibi bir kaygı taşımamaktadır.

Hattâ, değil böyle bir kaygı, çoğunluk, kendisinde birtakım eksikliklerin, hatalı davranışların varlığını bile kabul edemeyecek durumdadır.

Adler’in de belirttiği gibi, birçok problemin tohumları maalesef ailede atılmaktadır. Bizim aile yapımızda da, çocuklarını herkesten üstün yetiştirme, sürekli bir rekabet ortamı oluşturma temâyülleri görülmektedir. Çocuklar da anne babalarını model aldıkları için, bu durumu benimseyerek gelecekteki hayatlarına taşımaktadırlar.

Bazen de bunun tam zıddı olarak, çocuklardan bazıları daha az ilgi ve sevgi ile yetiştirilebilmektedir. Yazar bu konuya “Kardeşler” bahsinde değinmiştir.

Toplumda güç ve saygınlık elde etmek için maddî değerlerin ölçü kabul edilmesi de sık rastlanan bir meseledir. Hattâ bu uğurda manevî değerlerden feragat edilmesi yaygın bir hâl almıştır.

Hayatlarımızı, kendimizi sürekli başkalarıyla kıyaslayıp, herkesten daha çok ve daha iyi şeylere sahib olmakla hebâ etmek oldukça üzücü bir durumdur kuşkusuz. Hâlbuki insan, ailesine ve topluma katkısıyla çok daha değerlidir.

Konuya İslâm’ın ışığında baktığımızda, ruhî hayatımızdaki problemlerle mücadelenin karşılığı, “nefsimizle mücadele”nin bir sahası olarak karşımıza çıkmaktadır.

Üstünlük çabası, kendini beğenmişlik, hırs, kıskançlık, öfke ve benzeri karakter özellikleri veya menfi duygular, nefs terbiyesinin de şumûlüne girmektedir. Bu, belki de hayat boyu devam edecek zor bir süreçtir insan için. Ne var ki, Allah’ın sevgi ve rızasını kazanmak için oldukça önemli bir merhaledir aynı zamanda bu. İnsan ilişkileri noktasında da, bu karakter özelliklerinin terbiye edilmesinin gerekliliği, kul hakkına mevzu olmaları bakımından son derece önemlidir.

“İnsanı tanıma sanatı”; kendimizi tanımaya başlama ve böylece mutlu ve huzurlu olarak çevremizi de mutlu ve huzurlu kılabilme yolunda verilen yüce bir uğraştır.

İnsan yanılır. Mutluluğu ve huzuru, ruhuna uygun olmayan mecrâlarda arar. Fakat bulamaz. Kendisine ve çevresine eli boş döner. Bu sebeble insan, kendisiyle yüzleşmek, doğruyu yanlışı ortaya çıkarmak ve menfilikleri düzeltmek zorundadır. Kendi iç dünyasında huzurlu ve muvazeneli olabilmelidir ki çevresine de aynı huzur ve muvazeneyi sirayet ettirebilsin.

ESERDEN FRAGMANLAR

– “… meselâ kendini beğenmiş biri, çoğunlukla, ilgili özelliğinin hiç farkına varmaz, tersine öyle davranır ki, sanki alçakgönüllülüğü herkesin dikkatine çarpmaktadır. Kendini beğenmiş olmak için, bunu bilmek, bunun şuuruna varmak gerekmez. Hattâ böyle bir şeyi farketmesinin, ilgili kişinin amacına uygun düşmediğini söyleyebiliriz; çünkü böyle bir şeyi farketmesi durumunda, kendini beğenmiş biri gibi davranamaz.” (s. 119)

– “Bir kimsenin kendisi hakkında yahut başkalarının onun üzerinde ne düşündüğü değil, toplum içindeki genel tutumu önemlidir; bu dünyada nasıl bir amaç güttüğü ve neyin kendisini ilgilendirdiği, ilgili tutum tarafından belirlenir.” (s. 120)

– “Bir insanın ruh hayatını anlamamızı sıklıkla zorlaştıran bir faktör, güçlülük amacına ulaşabilmek için insanın birbirinden alabildiğine değişik karakter özelliklerine el atmasıdır.” (s. 148)

– “Oysa bize göre kötüyü bilip tanımak ve mahkûm etmek fazla bir önem taşımaz; insanın hep kendisine sorması gereken bir soru, var olan şartların düzeltilmesine kendisinin nasıl bir katkıda bulunduğudur.” (s. 221)

– “Kesin önem taşıyan bir şey varsa, insanın bakışlarını kendi şahsına yöneltmesi, kendi kişiliğini yüceltme yolunda sürekli bir arayış içinde bulunmasıdır. Kendini beğenmiş kimse, hep bekleyen ve hep alan bir durumdadır.” (s. 232-233)

– “Sözde hak edilmemiş bir kaderden dolayı saygısız kişilerin yakınmalarının sebebi, çoğunlukla, saygısızlıklarına o zamana kadar katlanmış kimselerin bir süre sonra iyi niyetli çabalarına son verip kendilerine sırt çevirmeleridir.” (s. 255)

KAYNAKLAR

Alfred Adler, İNSANI TANIMA SANATI, Tercüme: Kamuran Şipal, Say Yayınları, İstanbul 1992.

Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Cilt 1, Milliyet Gazetecilik A.Ş., s. 105.

“Psikiyatride Önemli Kişiler: Alfred Adler”, www.dpsikiyatri.com (4 Eylül 2015)

https://tr.wikipedia.org/wiki/Alfred_Adler (4 Eylül 2015)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR