Akademya’nın Kısa Tarihi ve II. Dönem İlk Sayısının Takdimi (Eylül 2010)

Editör’den… Akademya II. Dönem’le Merhaba

Dergicilik yaptığımız dönemde bizleri hiçbir zaman yalnız bırakmayan, çıkmadığı dönemdeyse –haketmesek de- “efsâne dergi” iltifatıyla Akademya’yı hatırlanır kılan siz kıymetli okuyucularımızla, Akademya dergisi olarak en son 11 yıl önce; Haberci dergisinin “Akademya’ya Doğru Özel Sayısı” olarak ise yaklaşık sekiz sene önce buluşmuştuk.

İşte şimdi, yıllar sonra birbirine kavuşan can dostların duyduğu heyecan ve iştiyakla, sizlerle yeniden beraberiz. İrademizi aşacak muhtemel mücbir sebebler bir yana, bundan sonrası için aldığımız karar ve taşıdığımız arzu, bir daha asla yayınımızı inkıtâa uğratmamak ve inşallah daima sizlerle olmaktır.

Aradan geçen uzun zaman dolayısıyla, bizleri önceden tanıyan ve takib edenlerin gayet iyi bildiği hususları, hem gelen yeni nesil hem de bizlerle yeni tanışanlar bakımından hülâsa etmekte fayda mülâhaza ediyoruz.

İsmimiz hernekadar “Akademya” da olsa, Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü’nde çerçevelenen “Başyücelik Akademyası”na nisbetle vasfımız, ancak ve yalnızca “Akademya’ya Doğru”dur. Bizler sadece, o “ideal” Akademya’nın anaokulunu, belki ilkokulunu, kimbilir belki de ortaokulunu temsil makamına tâlibiz. Aramızdan “Başyücelik Akademyası”na yükselebilecek tek bir ferdin yetişmesinde bile -ufacık da olsa- bir pay sahibi olabilirsek, bu şeref ve bahtiyarlık inanın bize yetecektir. O hâlde “misyonumuz” da âşikâr olmuş demektir: Büyüklerimize bakarak “yetişmek”, küçüklerimize bakarak “yetiştirmek”; bir diğer ifadeyle, Büyük Doğu-İBDA fikir, sanat ve aksiyon mihrakını “fikir-ilim-sanat” cebhesinde “ocaklaştırma” misyonuna, çapımız ve cüssemiz nisbetince katkı sunmak ve bu yoldaki tüm gayretleri desteklemek.

Akademya meşhur ismimiz altındaki –aslında- “Akademya’ya Doğru” serüvenimizi, en başından ve bilmeyenler için hızlı biçimde hikâye edelim dilerseniz.

Akademya Dergisinin Tarihi

Akademya, kurucu kadro olarak, 1989’da çıkan ve hem İBDA Mimarı’nı hem de İBDA fikriyatını gündemin başköşesine oturtan bir gençlik sesi niteliğindeki Ak-Doğuş dergisine dayanır. Sayısız gazete ve dergideki röportaj, haber ve değerlendirmeler yanında, yurdun muhtelif köşelerindeki konferans ve panellerle, tesiri giderek “mezralara kadar” ulaşmış, rüzgârı baştanbaşa ülkeyi sarmış, yurtdışından katkı ve katılımlarla kadrosu zenginleşmiş bir gençlik hareketidir bu. Böyle bir “tesir”, halkın tepesine çöreklenmiş Batıcı ve baskıcı düzeni elbette rahatsız edecektir; öyle de olur: Kurucuları, İBDA fikriyatına gönül vermiş gençliğin Devlet Güvenlik Mahkemeleri’yle tanışan ilk mensubları olarak, sayısız davayla boğuşur, Ak-Doğuş dergisinin tüm sayıları toplatılır ve dergi 1990 yılında yayınına son vermek zorunda kalır.

Ve Akademya dergisi… Ak-Doğuş sonrasındaki 1990-1996 arası dönemde, iki haftalık veya aylık periyodlarla ve daha mütevazı çerçeveleriyle Ak-Zuhur, Tahkim ve Siyahbayrak dergileri yayınlansa da, ikinci büyük “çıkış”, 1996 yılında yayın hayatına başlayan üç aylık fikir-ilim-sanat dergisi Akademya’yla gerçekleşir.

Akademya dergisinin tohumu, kimi birkaç sene yatıp çıkmış, kimiyse yıllar sürecek cezaevi macerasının başlarında olan Ak-Doğuş, Ak-Zuhur ve Tahkim yazarları tarafından, 1994 yılında Metris Cezaevi’nde atılır. Önceleri “Genç İbdacı Aydınlar Birliği Platformu” adını alan ve belli bir disiplinle fikir-ilim-sanat verimleri üretmeye başlayan grub, tahliye olan mensublarının aldığı bir kararla, İslâmî İlimler ve Sanatlar Araştırma Vakfı’yla işbirliğine gider ve 1996 yılı başında, Akademya adını verdikleri derginin ilk sayısını çıkarırlar.

Derginin çıktığı dönemde “Kemalist propaganda” o raddeye varmıştır ki, Büyük Doğu-İBDA’nın misilsiz bir FİKİR-SANAT GELENEĞİ olma vasfını “örtme” yeltenişi, saf fikre zaten mesafeli ve düşünce istidadı köreltilmiş bir kısım “müslüman”da bile mâkes bulabilmektedir. Kemalist düzenin Hak ve halk düşmanı mayasının tabiî gereği olarak Anadolu insanıyla İBDA arasında örmeye teşebbüs ettiği işte bu “duvar”ı yıkmaya dâir olacaktır Akademya kadrosunun faaliyetleri. Akademya dergisine ve yazar kadrosunun tertib ettiği seminer-konferans-panel-sinevizyon türü faaliyetlerine dair, “her kesimden” basında yeralan neredeyse yüzlerce gazete, dergi, hattâ televizyon haberinin de tasdikleyeceği üzere, düzenin bu “duvar örme” teşebbüsü büyük ölçüde başarısızlığa uğratılır.

Mezkûr yayın ve kültür faaliyetleri döneminde, “amatörlükten profesyonelliğe doğru” atılmış, belki mütevazı, bazen yetersiz, fakat “çapının fevkinde” ses getirmiş adımlar görülür. İlk akla gelenleri sıralarsak:

İBDA’nın “iş içinde eğitim” şiârı dâhilinde, “iş içinde” öğrenilip elverdiğince geliştirilen bir yayın çizgisi ve okuyucularının da fikir-sanat alâkasını sıçratan bir muhtevâ; sinevizyonda gösterilen ve İslâmcı câmiada bu derece benimsenerek “gelenekleştirilmiş” bir başkasını hatırlamadığımız “seçkin filmler”; yine “iş içinde eğitim” cümlesinden, bilhassa yazarlarının ilk acemiliklerini atmalarına ve câmiamızda “kalite” belirten kimi isimlerle verimli diyaloglarına vesile olmuş, üstelik “her kesimden” gazete, televizyon, dergi ve haber ajanslarının büyük ilgi gösterdiği seminer, konferans ve paneller; en önemlileri olarak, 32. Gün televizyon programı, Alman ZDF Televizyonu, Alman Der Spiegel dergisi, Yunan Antifonitis, Yeni Yüzyıl, Aktüel, Nokta başta, birçok yerli-yabancı dergi, gazete, televizyonla ve İslâm-Ortadoğu araştırmacısı Avrupalı akademisyenle Akademya yazarlarının yaptığı mülâkat ve röportajlar; aynı şekilde, internet ortamına dâhil edilen iki web sitesi ve yine internet kanalıyla gerçekleştirilen tanıtım faaliyetleri; bir “ilk tecrübe” vasfındaki Akademya Kitablığı’ndan çıkan 11 kitabçık; organize edilen seminer-konferans-panel-sinevizyon programlarının İstanbul dışındaki okuyuculara da ulaştırılabilmesi için, mütevazı imkânlarla hazırlanan ses ve video kasedi serisi; irili-ufaklı diğer faaliyetler ve temaslar…

28 Şubat, 1999 Hamlesi ve Telegram

Bu arada, 28 Şubat müdahalesi gelir. Akademya dergisi yazarları, İslâmı ve müslümanları bu ülkeden kazımayı amaçlayan mahut siyonizm ve emperyalizm güdümlü saldırıya ilk ve en sert tepkiyi veren kişiler olurlar (Bkz. 30 Mart 1997 tarihli Yeni Yüzyıl gazetesi manşet haberi).

Ancak “28 Şubat Süreci” gemi azıya almıştır. 200 bine yakın müslümanı, zamanı geldiğinde gözlerini kırpmadan katletmek üzere “fişlerler”. Harekete geçtikleri demde kendilerine karşı çıkabileceğini ve müslüman halkın öncülüğünü yapabileceğini değerlendirdikleri “ilk kişi” olarak gördükleri Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nu, hiçbir kanunî gerekçeye dayanma ihtiyacı hissetmeksizin, 1998 yılı sonunda hapse attırırlar. 28 Şubat’çılar nazarında, harekete geçmeleri önünde artık hiçbir ciddi engel kalmamıştır.

Ne var ki Mütefekkir Mirzabeyoğlu, tüm 28 Şubat’çıları oldukları yere “mıhlatan” bir hamle yapar ve “1999 Kurtuluş Yılı” restini çeker. Bu “hamle”nin Türkiye müslümanları için taşıdığı mânâ ve değer, şu ânki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Nazif Keskin ağabeye bilâhare yapacağı samimi tesbitten süzülebilir: “Mirzabeyoğlu, ‘1999 Kurtuluş Yılı’ ilânını yaparak 28 Şubat’çıları durdurmuş ve belki yüzbinlerce müslümanın hayatını kurtarmıştır.” Derken 17 Ağustos depremi yetişir ve tam da katliâm plânlarının olgunlaştırıldığı gün ve yerde tepelerine inen “İlâhî balyoz” sonrasında darmadağın olurlar. Canları fenâ hâlde yanmış olarak Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun bulunduğu Metris Cezaevi’ne 2000 kadar jandarmayla büyük bir baskın düzenlerlerse de, geride 100 küsur rehine ve 50 küsur yaralı bırakarak püskürtülürler.

1999 yılında umduklarını gerçekleştiremeyenler ve müslümanlara yönelik tüm saldırıları İBDA tarafından boşa çıkartılanlar, daha büyük bir can acısı ve çok daha büyük bir hınçla bu defa “şeytanî” bir intikam tezgâhlarlar. Meded umdukları çare ve yüreklerini soğutacak intikam plânı, hakikaten dehşet verici ve kelimenin tam anlamıyla barbarcadır: TELEGRAM yahud herkesin bildiği adıyla “zihin kontrolü” teknolojisi. Dünyanın bellibaşlı devletlerinde mevcud bu teknolojiyi edinirler ve Mütefekkir Mirzabeyoğlu üzerinde -sadece “zihnî” değil, “bedenî” bir işkence metodu olarak da- “kesintisiz” tatbike koyulurlar. Bundan güttükleri amaç, İBDA Mimarı’nın öncelikle iradesini ve zihnini teslim almaktır. Çünkü gayet iyi öğrenmişlerdir ki, Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun bedeni esir alınsa bile, ruhen ve zihnen “sağlam” olduğu müddetçe, kendisine asla boyun eğdiremeyeceklerdir. TELEGRAM işkencesine başlar başlamaz ilk teşebbüslerinin, Mütefekkir Mirzabeyoğlu’na “Atatürkçü olduğunu söyletme” ve “Kemalizmin teorisini yazdırtma” baskısı olması, son derece mânidardır. Mirzabeyoğlu yine boyun eğmez ve onların istediklerini yapmaktansa ölmeyi seçer; ancak daha yapacakları ve yazacakları vardır ki, Allah izin vermez. Zihnî ve bedenî işkence de, -İBDA Mimarı’nın iradesi bir türlü kırılamadığı için-, günden güne arttırılarak sürer ve bugüne dek hiç kesintisiz gelir.

Bu satırların yazarı, 2002 Şubat ayında çıkan Haberci dergisi “Akademya’ya Doğru Özel Sayısı”ndaki yazısına, TELEGRAM’a dair şöyle bir acı hatırayla başlamıştır:

– «2000 yılının yazına doğru, birçoğumuz için her biri diğerinden bunaltıcı hâdiselerin gerçekleştiği, geçmek bilmez günlerden bir gün… Yer: Kartal Özel Tip Cezaevi, Sol B-1 Koğuşu; bu satırların yazarının da [H.S.] üç arkadaşıyla [M.F., B.Ç., O.H.H.] birlikte tutuklu bulunduğu koğuş, cinnet kovuğu… Biz alt katta kendi hâlimizde birşeylerle meşgûlken, üst kattaki ranzasına uzanmış bir ağabeyimiz [M.F.], orada bulunmadığım hâlde, “benim” sesimi işitiyor. Ve “görünmez bir varlık” olarak “ben”, ağabeyle konuşmaya, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’yla ilgili ona ileri geri telkinlerde bulunmaya başlıyorum:

– “Al eline kalemi, Mirzabeyoğlu’na bir mektub yaz! Kurtarıcı falan olmadığını bildir ona! Bu mektubu da, ister APS’yle, ister avukatla elden gönder! Ama ne yap yap, gönder!”

En dayanılmaz işkencelerin ve suikast teşebbüsünün “merkezî” hedefi, gelişen hâdiselerle kamuoyuna da yansıdığı üzere, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’dur. Hedef, aynı zamanda, “görünmez silahlar”la beyni ve bedeni imhâ edilmek istenen Mütefekkir’in fikridir; fikir soyunun kurutulması ve tesirinin bertaraf edilmesidir.

Lûgatların, “İnsan Hakları Evrensel Beyannameleri”nin, binlerce yıllık medeniyet kütübhânesinin lânetlemek için hakettiği sıfatı bulmaktan âciz kalacağı böyle bir barbarlığa, vandalizme, fikir düşmanlığına hedef olacak kuvvet ve kudrette nasıl bir fikir sistemi, nasıl bir medeniyet projesi, nasıl bir insanlık tohumu üretti Mirzabeyoğlu? Biz kifâyetsiz bağlılarının, siz kifâyetsiz muhatablarının anlayamadığı; ama bu halka “parya” statüsünü revâ gören birilerinin çok iyi anladığı?»

“1999 Kurtuluş Yılı”na dönersek; Akademya dergisi ve faaliyetleri, 1999 yılında tesirinin zirvesine ulaşır. 1999 yılı başında çıkan “Kurtuluş Yılı Özel Sayısı”, dergicilik tarihinde eşine ender rastlanan bir başarı yakalar ve taleblere yetişebilmek için tam “üç baskı” yapmak zorunda kalır.

1999 başında çıkarttığı mezkûr “Özel Sayı”dan sonra Akademya dergisi, 1999 Ağustos’unda eski sayılarına nazaran çok daha keskin ve siyasî muhtevâ ağırlıklı bir sayı daha çıkarır ancak, idareci ve yazarları cezaevine girdiği için 1999’un aynı ayında yayınına son verir.

Akademya’ya Doğru Sitesi

Metris Cezaevi’ne giren ve burada –çoğu- ilk kez Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu ile yüzyüze tanışma ve konuşma talihine eren Akademya kadrosu, yayıncılık faaliyetlerindeki doğruların tesbit ve takdiri yanında, eksik ve yanlışlarını da Mütefekkir’in dilinden işitir. İlk elde işittiklerinden biri de, Akademya dergisinin “yayın çizgisi” hakkındadır ve Mütefekkir, dergide yazısı bulunan yazarları ve dergideki fikir-ilim-sanat verimlerini etraflıca takdim etmek dururken, “siyasî mesaj verme” gayreti tüten Akademya önsözlerini ve hassaten son birkaç sayıdaki, akademik verimde yoğunlaşmak yerine “siyasî gazeteciliğe dönen” yayın çizgisini tenkid eder. Akademya yazarları şunu kavrar ki, eğer çıkartılan “akademik” bir dergiyse, kuşkusuz bir akademik dergi gibi olmalıdır. Bu, ne bir taktiktir ne de bir oyun; aslolan, İBDA’nın şiarı gereğince, “her mevzuun kendi usûl, esas ve kuralları” muvacehesinde aydınlatılması ve verimlendirilmesidir. Her verim sahası, o verime uygun mizaç ve ehliyete mâlik olanlarca ve o sahanın gerektirdiği keyfiyet ve nezâket içinde ocaklaştırılmalıdır.

Şu olur, bu olur ve Akademya idareci ve yazarlarının çoğu, 1999-2000 yıllarını cezaevinde geçirdikten sonra, 2001 yılı başında tahliye edilirler.

Ancak dışarıda karşılaştıkları manzara, kendileri açısından, tâbiri câizse bir “tufan”dır. Mütefekkir, yâni bir FİKİR ADAMI, idamla yargılanmaktadır; yetmiyormuş gibi, düzen baskısı üç kişinin oturup çay içmesine bile müsaade etmeyici bir ceberrutluk arzetmekte, dergi yayıncılığı idarî, mâlî ve insanî potansiyel bakımından son haddiyle ümid kırıcı bir nitelik belirtmektedir. Dâvânın muhatab insanlar nezdindeki fikir-ilim-sanat ocağını “yeniden” rayına sokmak; yepyeni bir ruh, heyecan ve teşkilâtla, “yeniden” ve “âcilen” bir düzen tesis etmek gerekmektedir.

İşte böylece, hemen birkaç ay içinde, gençliği hedefleyen ve gençlerin katkı ve katılımıyla –bu kez “dergi” değil de bir “internet sitesi” olarak- “efsâne” hâline gelen “Akademya’ya Doğru” sitesi tesis edilir. Site, fedâkâr bir kurucu kadronun geceli gündüzlü hazırlığıyla, Nisan 2001’de yayın hayatına başlar.

2001 yılı başı itibariyle, daha sonra bir tarih yazacak başka gönüldaşların siyasî dergicilik faaliyetleri -yayına geçme anlamında- henüz başlamamıştır. Onların hazırlık safhasında olduğu dönemde, birçok tecrübeli yazarın muazzam verimleri, yayınlanacak bir “zemin” aramaktadir. Böylece “Akademya’ya Doğru internet sitesi”, aslında kendi aslî ilgi ve ihtisas sahası olmamasına rağmen, bu tecrübeli yazarlara da kapısını açar ve “siyasî” yayıncılıkla “paralel” biçimde, “akademik” yayıncılığını sürdürür. Bu süreçte Haberci dergisi, yenilenen ve zenginleşen Akademya kadrosuna kucak açar ve Haberci ismi altında “Akademya’ya Doğru Özel Sayısı” çıkartılır.

Ne var ki, çok farklı kesimlerden onbinlerce ziyaretçi “Akademya’ya Doğru” sitesinin müdavimi olduğunda, bilhassa “Sabetaycılık” dosyaları arka arkaya sitede yayınlandığında ve bu dosyalar başka sayısız internet sitesinde “referans” hüviyetiyle yayınlanmaya başladığında, olanlar olur. Bu “tesir”i hazmedemeyenler, hassaten Sabetaycılar, panik ve tepkilerini devreye FBI’ı sokmaya kadar vardırırlar. Düzen de boş durmaz ve DGM’de Akademya sitelerine karşı soruşturmalar açılmaya başlanır (Akademya dergisinin şimdiki sahibi ve yazıişleri müdürü Ümit Elönü, bu yüzden yargılanır ve bilâhare beraat eder). Artık, bir “internet sitesi” olarak Akademya’nın, bazen birkaç haftada, bazen üç-beş ayda bir kapatılması ve bir web alanından diğerine mütemadiyen taşınması macerası başlamıştır. DGM de, “akademya.org” ve “akademyayadogru.org” isim ve alanlarını engelleyici bir yasak koyar. Öyle olur ki, “Akademya efsânesi” artık her görüldüğü yerde boğulmak istenen bir “hedef” hâline gelir.

Bayrağı Devralanlar: İkideniz ve İlma’

2002-2003 döneminde, başka gönüldaşlarımızın çıkarttıkları seçkin “siyasî” dergiler bayrağı yükseltmiştir. Geçmişte internet sitesinde siyasî değerlendirmelerini yayınlayan tecrübeli yazarlar, artık bu dergiler aracılığıyla buluşmaktadır okuyucusuyla. Bu sebeble Akademya’ya Doğru sitesi, kendi aslî ilgi ve iştigal sahası olan fikrî, ilmî ve edebî yayıncılıkta yoğunlaşır, 2003’ten itibaren bir daha siyasî yayıncılık yapmaz.

2004 yılına gelindiğinde harika bir gelişme olur ve 2004 senesi başında “Akademya’ya Doğru internet sitesi”nin editörlüğünü devralan Ümit Elönü, iki aylık bir kültür-sanat dergisi olarak İKİDENİZ’i çıkarır. Akademya’ya Doğru internet sitesi yazarlarının ağırlıklı olarak verimlerini değerlendirdiği İkideniz, yayın hayatını 2007’ye kadar muntazaman ve başarıyla sürdürür.

2007 senesinde ise, çok daha ileri ve çok daha zengin bir hamle olarak, bayrağı üç aylık fikir-ilim-sanat dergisi İLMA’ devralır. “Dergi” olarak çıkmayan Akademya’nın boşluğunu doldurduğu gibi, geçmişte çıkan Akademya’ları “akademik disiplin” bakımından birçok noktada geçen ve kurucu kadrosu arasında birkaç seçkin “Akademya’ya Doğru sitesi” yazarının da bulunduğu, göz kamaştırıcı bir dergidir İlma’. Böylesine güzel bir dergi mevcutken, Akademya veya “Akademya’ya Doğru sitesi” kadrosu yeni bir dergi çıkartmaya hiçbir zaman ihtiyaç görmez ve bugünlere gelinir.

Bugün geldiğimiz noktada ise, -tek bir dergi varolan yazar ve yazı potansiyelini artık karşılayamaz olduğundan- “Akademya’ya Doğru sitesi” yazarları, mevcud gelişme ve zenginleşmeye cevab verecek bir “dayanışma” ifadesi hâlinde Akademya dergisinin II. DÖNEM’ini başlatma kararını alır. 2010 yılı içinde hazırlıklara başlanır ve…

Yepyeni bir hamle heyecan ve şuuruyla, işte karşınızdayız.

Bu Sayımızda

Akademya II. Dönem bu ilk sayımızda, bunca yıldır bizi bekleyen sadık okuyucularımızın beklediklerine değecek ve bizi mahcub etmeyecek bir muhtevâ hazırlamaya çalıştık. Konu başlıkları hâlinde kısaca verelim ve sizi daha fazla bekletmeyelim.

İlk olarak TELEGRAM dosyamız… Kişi bilmediğinin cahilidir denir. Bunun daha da kötüsü ise, -bize sorarsanız- kişinin bilmediğinin inkârcısı olmasıdır. Meselâ, “radyasyon” diye bir şeyi bilmemek ve gözümüzle görmemek bizi radyasyona karşı korunmuş kılmadığı gibi, bu bilgisizlik ve daha da kötüsü kaygısızlık sebebiyle ağır bir radyasyona maruz kalmamız durumunda, sözkonusu cehalet hayatımıza dahi mâlolabilir.

Bugün teknolojinin ulaştığı seviyeyi bilmeyenler de, aynen “radyasyon” misâlindeki gibi, henüz atom bombası veya nükleer serpinti gibi toplu “ölümcül” neticeleri ortaya çıkmadığı yâni “ancak gördüğüne inananlar”a görünür delil sunmadığı ve ancak “seçilmiş” hedeflere tatbik edildiği için, TELEGRAM’ı inkâr edebiliyorlar. “Zihin Kontrolü”, onlar için sadece bir bilim-kurgu fantezisidir. Acaba öyle midir? Yazarımız Ömer Emre Akcebe, kısa tarihçesi ve anlaşılır kılmaya çalıştığı ilmî izahlarla, TELEGRAM’ı ve bu barbarca işkenceye karşı İBDA Mimarı’nın “direniş”ini ele alıyor.

Aynı dosya çerçevesinde, tercüman arkadaşımız Ahmed Eymen Bilge, Bhutan devletinin siyasî bir lidere karşı uyguladığı “zihin kontrolü” işkencesini, bu işkenceye maruz kalan kurbanın kaleme aldığı kendi eserinden tercüme ediyor. Bu çarpıcı kitab –Torture Killing Me Softly- hakkında uzman ve gazetecilerin yaptığı değerlendirmeleri de tercümesine ekliyor. Hayretler içerisinde okuyacaksınız.

TELEGRAM dosyasında son olarak, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun avukatlarından Av. Ali Rıza Yaman’la bir internet sitesinin gerçekleştirdiği ve bilâhare birçok yerde iktibas edilen sarsıcı röportaja yer veriyoruz. İBDA Mimarı’nın uğradığı zihnî ve fizikî işkenceler yanında, maruz bırakıldığı tüm hukuksuzluklar da en başından itibaren burada gözler önüne seriliyor.

İkinci dosyamız ise, büyük Rus edebiyatçısı Maksim Gorki’nin, Cumhuriyet tarihi boyunca Türkçeye çevrilmemiş ve kasden dikkatlerden kaçırılmış –tek kelimeyle- müthiş bir hikâyesini gün ışığına çıkarıyor. TÜRKÇEDE İLK DEFA dergimizde yayınlanacak olan bu hikâye, bir edebiyatçının “nefs muhasebesi” şahikası bu muazzam eser, kadîm Akademya yazarlarından Kenan Duru tarafından Gorki’nin bizzat kendi memleketinde keşfedildi ve derhal Türkçeye kazandırıldı. Kültür tarihimizdeki yerini bir “yayıncılık başarısı” olarak Akademya’yla alacak olan bu hikâyenin bugüne dek niçin Türkçeye çevrilmediğini, “okuyunca” hemen anlayacaksınız. Bu muazzam edebî eserin mânâ ve kıymetini daha derinden kavrayabilmek için, önce -yine kadîm Akademya yazarlarından- Hakan Yaman’ın Gorki ve bu hikâye üzerine yaptığı güzel değerlendirmeyi okumalısınız.

Türkiye’de yine dergimizin ilk kez ilim dünyamıza tanıtacağı Yunanlı bir ilim adamı tarafından kaleme alınmış bir eserden hareketle hazırlanan ve Arabça’yla Yunanca arasındaki “kök birliği”ne ve “kelime geçişleri”ne işaret eden son derece şaşırtıcı bir araştırmayı, ilk milletlerarası İBDA bağlısı olma şerefini hâiz Dr. Isus Theodoros hazırladı, uzman yazarlarımızdan Dr. Hakkı Açıkalın tercüme etti, nihâyet Oğuz Yıldırım dizdi, nihaî kontrolünü gerçekleştirdi, gerekli gördüğü kısaltma, ilâve ve açıklamaları yaptı ve ilim dünyamıza kazandırdı. İftiharla takdim ediyoruz.

Geçtiğimiz aylarda Türkiye’ye gelen “hocaların hocası” Seyyid Hüseyin Nasr, geçmişte “Bize hayatın her sahasına çözüm teklif eden İslâmî bir dünya görüşü lâzım; bu da maalesef yok!” derken ve “Türkiye fikrî üretimde çok kısır” şeklinde şikâyet ederken, Konya’daki gönüldaşlarımızın kendisine Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Başyücelik Devleti adlı eserinin İngilizcesini hediye etmesi akabinde geldiği İstanbul’da, bambaşka bir tarzda konuştu ve “TÜRKİYE; SAF FİKİRDE ÖNCÜ!” dedi. Acaba niçin? Cevabı, GELENEK dosyamızın ilk makalesi olan Hayreddin Soykan imzalı yazıda. Hemen peşinden, Seyyid Hüseyin Nasr’ın da başlıca temsilcilerinden olduğu ve kabaca “Gelenekçilik” diye tercüme edebileceğimiz Tradisyonalizm’i bize tanıtan Hülya Uyar’ın güzel çalışması geliyor. Sedat Bulut ise, İslâm ve müslümanlar için “geleneğin” hangi mânâ ve değeri ifade ettiğini etraflıca ele alıyor; gelenek düşmanlarının aslında Batılı ve Batıcı köklere sahib olduğunu delillendiriyor. Gelenek dosyamızın son çalışmasına gelince; “modernist” veya “reformist” gelenek düşmanlarının kim oldukları ve ne yapmak istedikleri, yazarımız Osman Akyıldız tarafından bizzat kaynaklarından gösteriliyor. Bu vesileyle, Osman Akyıldız’ın Akademya’ya Doğru internet sitesinde bu çerçevede çıkan yazısına Prof. Dr. Salih Akdemir’in cevabı ve bu cevabın cevabı arzediliyor.

Bu sayımızın belki asıl sürprizlerinden biri de, geçtiğimiz yıl (23 Şubat 2009) vefat eden büyük mimarî üstadı Turgut Cansever ile araştırmacı Mustafa Armağan’ın konuşmacı olarak katıldığı ve Av. Harun Yüksel’in yönettiği “Geçmişten Günümüze Anadolu’da İnsan ve Mekân” konulu panel bize göre. Akademya Kültür Faaliyetleri çerçevesinde 20 Şubat 1998 tarihinde “Teşhisler ve Tesbitler” altbaşlığı ile, 2 Mart 1998 tarihinde ise “Çözümler ve Alternatifler” altbaşlığı ile Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde iki bölüm hâlinde düzenlenen bu panelin 20 Şubat 1998 tarihli birinci toplantısının bant çözümünü, tam metin olarak ve basında ilk kez yayınlıyoruz. Tam anlamıyla bir fikir, sanat ve tarih ziyafetine oturacaksınız diyelim, kâfî. Bilvesile, merhum Cansever üstadı hep hayırla ve mahzun bir hasretle hatırlayacağız; Allah ganî ganî rahmet eylesin.

Gülçin Şenel ise, Zeyneb Kâmil Hastahânesi’nin ilginç hikâyesini ve çoğumuzun bilmediği tarihî kahramanlarını, nâdir kaynaklara dayanan araştırmasıyla paylaşacak bizimle.

Usta ve uzman yazarımız Dr. Hakkı Açıkalın ve kadîm Akademya yazarı, üstelik çok sayıda nefis yazısıyla tadı hâlâ damağımızda kalmış başyazarı Selim Gürselgil, II. Dönem bu ilk sayımızda da bizleri yalnız bırakmıyorlar ve FREUD çerçevesinde merkezîleşen iki derinlikli çalışmayla sizlerle buluşuyorlar.

Ve işte Hakan Yaman’ın “Aydın Meselesi” üzerinde yazmaya başladığı kitablık çalışmasının ilk perdesi, bu sayımızdaki şümûllü yazısıyla açılıyor ve her kesimden herkesin özellikle dikkat kesilmesi gereken şu cümlelerle başlıyor: “Bu ülkede aydınların en çok tartıştığı meselelerden birisi de bizzat ‘aydın’ kavramıdır. Nasıl ki, şairin bol ve şiirin kalite plânında kıt olduğu her vasatta bol bol şiire dair tartışmalar yapılırsa, düşünce imâlinin fakir olduğu muhitlerde de, ‘aydın nedir, nasıl olmalıdır, yeri ve değeri nedir’ şeklinde, döner dolaşır ve aynı ritüellerle benzer şeyleri tartışır dururlar.”

Velûd yazarımız Sezai Kırlangıç, onlarca yıldır Türkiye’nin canını yakan ve ebesi Laik-Batıcı Kemalist politikalar olan “Kürd’ün Meselesi”ni, her iki tarafın Batıcılarından ayrı bir yerde ve İslâmî bir dünya görüşü zâviyesinden ele alıyor ve millet kavramını bu çerçevede temellendiriyor. Bu bahiste Artı-Eksi Yayınları tarafından yayınlanmış bir de eseri bulunan Sezai Kırlangıç’ın makalesi, durum tesbitlerinden bıkmış ve artık “çözüm” arayanların dikkatle okuması gereken bir çalışma.

II. Dönem Akademya’nın genç ve seçkin imzalarından Ömer Emre Akcebe, Abdülhamid Han’ın siyaseti vesileyle ve en başından başlayıp bugüne gelerek, bu her mânâda “merkezî” coğrafyaya yâni Ortadoğu’ya ışık tutuyor.

Yine genç yazarlarımızdan Selçuk Arslan, adını çok duyduğumuz ancak ne olduğu hususunda pek azımızın bir fikir sahibi olduğu “sunî zekâ” teknolojisini, bize kaba hatlarıyla tanıtıyor.

İkinci yazısında Selim Gürselgil, bu defa Akademya’nın misyonunu, üstelik ilk çıktığı günden itibaren değerlendiriyor, hafızamızı tazeliyor ve Başyücelik Akademyası’nı bir hedef olarak fikir-ilim-sanat işçisi hepimizin önüne dikiyor.

Son dosyamızla bu sayımızı nihâyetlendiriyoruz: Kim yazmalı, niçin yazmalı, ne yazmalı, nasıl yazmalı? Gelecek sayı da devam edecek bu geniş kapsamlı çalışmanın, hemen tüm okuyucularımız için ziyadesiyle faydalı olacağına inanıyoruz. Dosyanın altındaki imzalar, Bilgehan Yusuf Eren ve Hayreddin Soykan.

Önümüzdeki sayı, yine dopdolu bir Akademya’da buluşmamız dileğiyle.

Kalın selâmetle.

MÜTEFEKKİR SALİH MİRZABEYOĞLU’NUN AKADEMYA’NIN BU SAYISINI VE YENİDEN ÇIKIŞINI DEĞERLENDİRMESİ

– “Yeni dönem yayın hayatına başlayan AKADEMYA dergisinde, yabancı bir TELEGRAM kitabının tanıtım ve özetini yapan mütercim Ahmed Eymen Bilge’nin tercümesini okudunuz. Ondan özet ve ufak birkaç ekleme de benden; zaten belli. Kitabın bütünüyle tercüme edileceği haberini, müjde kabul ediyorum. Tabiî, karınca gibi çalışkan Hayreddin Soykan’ın Editörlüğünden, daha önceden tanıdığım ve tanımadığım yazar kadrosu ve emeği geçenlerle yeni dönem yayın hayatına başlayan AKADEMYA dergisini de. Dinamik ve uygulamaya dönük görünüşü, eski dönemlerindeki “ağır metinler”le görünüşünden daha güzel. İki sayı arasındaki zaman aralıklarının 4 aydan daha kısa zamanlara düşmesini temenni ederim.”

Kaynak: Salih Mirzabeyoğlu, ÖLÜM ODASI B-YEDİ -Giriş-, İBDA Yayınları, İstanbul 2012, s. 303-304.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!