Αλλότριος (Alôtrios): Yunanca; Yabancı, farklı, başka, diğer, başkasına aid olan
Φαγία (Fagîa): Yunanca; Yeme, yiyiş.
Alotriofagîa: Basit olarak ‘Farklı Şeyler Yeme’ biçiminde tercüme edebileceğimiz bu terim lügâtlerde bulunmayan ve yahut çok az sayıda özel lügâtte bulunabilen bir terim. Tıbbî dille Metafizik-Sihir dilinin müşterek bir ürünü olarak kabul edebiliyoruz. Burada, sihir veyâ telkin yoluyla bir kişiye istediğiniz herşeyi yedirebilmek sözkonusu. Yani meselâ bir insana, bu yolla, bıçak, çatal, çivi, dışkı, taş, bardak hülâsa herşeyi yedirebilir ve isterseniz bu yolla onu öldürebilirsiniz. Büyü ve sihir mevzuunda ilerlemiş çok az sayıda Batılı hekimin bu tekniği zaman zaman tedâvî amaçlı bâzan da ‘katl’ gâyesiyle kullandığı tarihe düşülmüş durumda fakat bunların kanıtları ortada yok. Garibdir ki, Tıbb leksikonlarında da nâ-mevcud. Bu kelime, tâbiri câiz ise, İngilizce ifâdesiyle bir ‘X-File’ yani ‘Gizli, gizil, ilginç, garib, tuhaf Dosya’ mevzuuna işâret ediyor. Burada, Kırmızı Büyü veya Kara Büyü tâbir edilen büyülerden birinin kullanıldığı zannediliyor. Alotriofagîa ile alâkalı söylenebilecekler kısaca bunlar.
İşin büyü ve sihir kısmı bir yana, toplumsal mânâda ve hele günümüzde, birileri insanlara ‘farklı bir şeyler yedirme’ eylemini sanki sürekli gerçekleştiriyorlar gibi. Önce, halkımıza ‘light’ (hafif, entipüften) gibi gelecek bir mevzua değinip geçmekte faide var: Sizleri bilmem ama ben Türkiye’deki lugâtlerde, bir kelimenin Türk lisânına ‘ne zaman’ girdiğine ilişkin bir bilgiye rastlamadım, varsa afv diliyorum. Batı lugâtlarının bir kısmında böyle bir uygulama mevcud. Misâller vererek somutlaştırmakda yarar var:
Meselâ, Aslı Yunanca olan ‘Ακροβατής’ (Akrovatîs) kelimesi ‘İp Cambazı’ mânâsıyla, Fransız diline ‘Acrobate’ (Akrobat) olarak 1751 senesinde girmiş. Yani, diğer kavramlar gibi bu da tescilli. Nereden ve nasıl evrilerek geldiği belli. İtiraza mahal bırakmıyor. Kelime, Yunanca, ‘Akros’ (Uç) ve ‘Vatîs’ (Yürüyen) kelimelerinden müteşekkil. Meâlen, ‘(Ayaklarının) Ucunda Yürüyen (Adam)’. Aynı kelime İngilizce’ye ‘Acrobat’ (Cambaz) biçiminde ve 1770-75 arası dâhil olmuş. Almanca’ya ‘Akrobat’ olarak ve ‘Turnkünstler’ sinonimiyle girmiş ve giriş dönemi olarak 19. asır belirtiliyor. Türk lisânına direkt olarak Yunanca’dan girmediği kesin. Büyük bir ihtimâlle fransızca’dan geçti. Fakat tam olarak ne zaman geçtiğine dair bir bilgi yok. Bilen birileri varsa hepimizi aydınlatsınlar.
Yine ‘Aksiyom’ (Belit) kelimesi Fransızca’ya ‘Axiome’ (Aksiom) olarak, Latince ‘Axioma’ (Aksioma) kelimesinden 1547 senesinde ‘Isbatı mümkün olmayan ancak prensip olarak şart ve evrensel olan hakikat’ , ‘Geçerlilik’, ‘Şart’, ‘Aforizma’, ‘Apoftegma’, ‘Karar’, ‘Postulat-Postüla’ mânâlarıyla giriyor. Kelimenin aslı Yunanca ‘Αξίωμα’ (Aksîoma). O da eski Yunanca Άξιώ’ (Âksiô- Değer atfetmek, değer vermek, müşerref kılmak) fiilinden türüyor. Meselâ ‘Με αξίωσε ο Θεός’ (Me aksîose o Theôs- Allah beni müşerref kıldı, bana filânca imkânı tanıdı…). İngilizce’ye de 1632’de Latince’den ‘Axiom’ olarak ve ‘Müteârife’ mânâsıyla girmiş. Almanca’ya 17. yüzyılın ikinci yarısında (1650’lerden itibâren) giriyor. Kelimenin Türk lisânına giriş tarihi yine net değil. Fransızca’dan girmiş olması kuvvetle muhtemel.
Albino kelimesi Fransızca’ya Portekizce ‘Albino’dan, ‘Albinos’ (Albino) biçiminde 1763 senesinde giriyor. Kelimenin asıl kökeni Latince ‘Albus’ (Beyaz). 1665’de ise ‘Batı Afrika’lı beyaz zenci’ mânâsıyla giriyor ve 1822’de ‘Geceyi gören’ mânâsını kazanarak genişliyor. İngilizce’ye de ‘Albino’ olarak Portekizce’den giriyor. Mânâsı, ‘Derisi, saçları ve kaşları beyaz olan insan veya hayvan’. Pigment eksikliğine bağlı ortaya çıkan bir tablo. Almanca’da da ‘Albino’ ve 18. yüzyılda giriyor. Türk lisânına giriş tarihi belli değil.
Bu örnekleri onbinlere öteleyebiliriz. Elin oğlu, senesine varana kadar lisânına giren kelimeyi kaydediyor. Ne zaman hangi kelimenin nereden alındığı belli. Zannediyorum, Osmanlı’da da böyle bir gelenek var, araştırmacılar bu konuda yazabilirler. Modern Türkiye devleti kurulduktan sonra bir ‘sihirli’ dönem başlıyor ve ‘Alotriofaji’ uygulamalarına geçiliyor. Çatal, Bıçak, tabak, çanak ne bulursa yediriyor. Kitle de ‘Kara Büyü’ etkisi altında olduğu için yavaş yavaş ölüyor. Yani, ideolojik-politik yaklaşımlar uğruna, Latinizm’in dayatmalarıyla devreye sokulan büyü dili de ‘modernleştiriyor’. Maşallah şimdi ‘olağanüstü’ bir lisânımız var, uydurup uydurup ekliyor ve konuşuyoruz. Neyin nereden geldiği ve kimlerin bu ‘Glosoplastîa’da (Lisân üretimi, lisân yapımı) parmaklarının olduğunu bilmiyoruz. Güneş Dil Teorisi diye birşey yoğuruluyor ve haydi işte al sana ‘Türk Lisânı’! Başkaları kendi lisânlarının tekâmülünü herkese açık yapıyor. Biz ise olabildiğince örtülü yapıyoruz. Sanki, birşeyleri saklamamız icâb ediyor, sanki bir boğazlama var ve boğazlananın sesinin duyulmasını istemiyoruz. Bir milletin dili kesiliyor. O dil kesildiği zaman, edebiyatının da, şiirinin de, ilminin de, san’atının da, kültürünün de mânâsı kalmıyor. Hep, zindanlarda boğazlanan ‘Ana Dil’imizin canhıraş sesi geliyor: ‘Boğuldum ey halkım, unutma beni!’ diyen sesi… Bunu Türkler yapmış olamaz herhâlde, insan atasının, ecdâdının en büyük mirası olan lisânına ihânet eder mi hiç? Kendi dilini kendi eliyle keser mi? Asla ve Kat’â! Böyle bir cinnet kabul edilemez. Demek ki, eli bıçaklı bir Alotriofaji uzmanı, bir Mengele, bir cânî veyâ cânîler sürüsü bu milletin, Türk’ün, Osmanlı’nın, Anadolu’nun mübârek olan dilinden rahatsız oldu ve onun yerine yapay / plastik-sentetik bir dil ikâme etti. İBDA’nın ‘Üst Dili’ne burun kıvırıp, ‘ağır, anlaşılmaz, ağdalı vs.’ diyenlerin konuştuğu dil işte bu büyücü-cerrahların operasyonuna yani neşterine mâruz kalmış zavallı zombiler! Ne yaşadıklarının farkındalar ne de kim olduklarının, nereden gelip nereye gittiklerinin. Köksüz, kopuk, gâyesiz ve tabîi ki, dilsiz. Dil’in ne kadar hayatî olduğunu kimse anlayamıyor. Tarihimizle olan en önemli irtibatımız koparıldığı içindir ki, kendimizi Hititler’e, Sümerler’e oraya buraya bağlayıp durmaya çalışıyoruz, Tarih’te kök arıyoruz. Hititçe’yi veya Sümerce’yi resmî dil yapmaya ise kimse yanaşmıyor ne hikmetse. Belgesel yapanların sığlığına ve zavallılığına baktıkça aklıma hep Sabbataizm geliyor. ‘Ulan Sabbataizm, senin bu millete yaptığın kötülüğü hiçbir soykırımcı, hiçbir zâlim, tiran veyâ egemen yapamazdı!’ diyorum. Affedilebilir hiçbir tarafı yok ve hâlâ fütûrsuzca saldırıyor, mahvetmeye devâm ediyor. Sabbataistler’le alâkadar olanlara bir tavsiyem var, ‘Objektif olmayın, bu konuda hiç mi hiç objektif olmayın! Karşınızda bunu hakeden OBJEKTİF birileri yok. Sizin, bizim, insanlığın kanına, canına susamış doymak bilmez bir hunhar mahlûk var!’ Taraf olun, beni yoketmeye karar vermiş olana ben ‘Buyur Gel’ diyemem. Sabbataizm’in en ufak bir ‘excuse’ü yoktur ve olamaz.
Evet, kimilerine entipüften gelen bu mevzuda birileri bizi tabutlamış, hattâ çoktan gömmüş durumda. Ya milletçe dirileceğiz, ya Hititler’in, Sümerler’in, Frigler’in vs. yanına gideceğiz. Kimse Sümer Rahib Devleti’nden ‘Medeniyet’e ve ‘Demokrasi’ye sıçrayacağımızı zannetmesin. Medeniyetin âlâsı ecdâdın fikrinde ve eyleminde fazlasıyla mevcuddur, ona sarılan kurtulur, geri kalanlar belki bir ‘Kölemen Devleti’nde ‘ibrikçilik’ vazifesi üstlenirler, beğenirlerse…
Kaynak: H.A. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)