Anadolu Kültür İnkılâbı Süreci, Fikir Çağı-İbda Çağı’na bir hazırlıktır; bu hazırlığa dair bir tarih muhasebesinin, hâl şuurunun, dava idrakının adıdır. İBDA Mimarı, “İslâmcı tefekkür sentezi, dünya çapında bir hesaplaşma sürecinde doğmaktadır” buyuruyorlar ki, bu tefekkür ve tenevvür hareketine Anadolu Gençliği’nin vereceği “akis”, muhakkak dünya çapında hesablaşmanın bir resmi, belki de ilk temsil sahası ve laboratuvarı olacaktır. Öyleyse burada ilk olarak “hesablaşma” kavramının Türkçe lûgattaki yansımalarına bir göz atmak gerekir:
– Birindeki alacak ve vereceğin hesabını yapmak, (Bizdeki, bize aid olmayan değerleri sahiblerine iade etmek, başkalarındaki bize aid değerleri geri almak)
– Karşılıklı olarak kozlarını paylaşmak, (Batı tefekkürünün karşısına ona denk bir fikir kuvvetiyle çıkmak ve hakikat kavgasında onunla kozlarımızı paylaşmak)
– Bir şeyin iyi ve kötü yönlerini düşünerek, tartarak, bir hüküm ve kanaate varmak, (Yeryüzünde iş ve eser adına ne varsa hepsini Büyük Doğu-İBDA ideolojik vahidlerine göre lif lif ayıklamak, tek tek hükümlendirmek)
Her ne kadar, kavram, TDK (Türk Dil Kurumu) lûgatinde olanca kuvvetiyle ifade edilememiş olsa da –bu da garib ve Türkiye’ye mahsus bir hâl olsa gerektir-, onun dilimizde pek canlı ve bir o kadar da can alıcı bir yere sahib olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu dar ve kısır hâliyle bile, bize, hem kendi hurafe ve kaybedilmiş hikmetlerimizin davasını, hem hasımlarımızın bugünedek fikir hayatımız üzerinde işledikleri cinayetlerin hesabını sorma davasını, hem de dünyalar arası muhasebe davasını tedai edebiliyor. “Hesablaşma” kavramını tefekkür sahasında bir anahtar olarak görüyor, bu anahtarla açacağımız kapının ardında bir “tenevvür-aydınlanma” hazinesi buluyoruz. Ve anlıyoruz ki, dünya çapında bir fikir hesablaşması yaşanmadan, “Anadolu Kültür İnkılâbı” doğmayacak, “Fikir Çağı-İBDA Çağı”nı milletçe ıskalamış olacağız!
Büyük Doğu Mimarı tarafından ele alınıncaya kadar “hesablaşma” kavramı, tefekkür tarihimizde pek yer etmedi; onu daha çok sokak kavgacıları ve güdük polemikçiler kullandı. Üstad’ın, bilindiği gibi, bu isimde bir konferansı ve eseri mevcuddur. Tefekkür hayatımızda kendini hissettiren “hesablaşma”nın ne olabileceği üzerinde başkaca hiç durulmamıştır. Aslında Cumhuriyet tarihi boyunca bir tefekkür hayatımız olup olmadığı da “hesablaşılması” gereken meselelerden biridir. Bize tefekkür nâmına sadece, Batı’da bir tefekkür hayatı bulunduğu, Doğu’da hiç bulunmadığı, Batı’nın “küll (bütün) hâlinde bir nur cebhesi olduğu”, Doğu’nun külliyen karanlıkta kaldığı, onun için Doğululuktan kurtulup, Batı’nın kuyruğuna yapışmamız gerektiği öğretildi. Batı’nın tefekkürü değil, sadece bu klişe öğretildi ve bütün karanlıklarımızı aydınlatmağa bu klişenin yeteceği belletildi.
Böylece Anadolu Kültür İnkılâbı’nın yolu en başından tıkanmış oldu. Gerekenin Batı’ya “teslimiyet” olmadığı, Batı’yla “hesablaşma” olduğu, Büyük Doğu mücadelesi sayesinde anlaşılıncaya kadar, insanımıza beşerî kuyrukçuluğun, ideolojik paryalığın, felsefî köleliğin alfabesi dayatıldı.
ANADOLU KÜLTÜR İNKILÂBI SÜRECİ
“Tenevvür-aydınlanma” kelimesi ve ondan türeme “münevver-aydın”, NUR kökünden gelir. Nur, lûgatte “zulm”ün, ıstılahta ise “küfr”ün zıddıdır. Küfr, lûgatte “hakikati örtmek” demektir ve bu mânâsiyle “iman”ın zıddıdır. Zulm ise “karanlık”tan gelip, “aydınlığı örtmek”, “adaleti örtmek”, “hürriyeti örtmek” anlamını taşır. Öyleyse zulm, hürriyetin ve adaletin zıddı olduğu gibi, “küfr”ün ve “cehl”in de kardeşidir. Nur ise küfrün, zulmün ve cehlin karşısında durup, “iman”a taalluk eder.
Anadolu Kültür İnkılâbı Süreci, her şeyden önce büyük bir “aydınlanma” hareketi olacaktır. Ama bu büyük inkılâb, bugünden yarına bir iş değildir; büyük çaba ve emek ister ve bir çok zahmete katlanmayı gerektirir. Çünkü onun “küfür”, “zulüm” ve “cehalet” adında üç büyük düşmanı vardır; bu üç büyük düşmanın, milletimiz üstünde yüzlerce yıllık saltanatı vardır. Bu üç büyük düşman karşısında Anadolu Kültür İnkılâbı Süreci’nin tek dayanağı ise, oldum olası zayıf, dayanaksız, hattâ itibarsız bir sınıf olan “aydınlar”dır. Onların da evvelâ kendilerinin yetişmeleri, sonra büyük aydınlanma hareketini omuzlamak gibi destanlık bir yükü omuzlamayı göze almaları gerekir.
İşte:
“Bugünkü tefekkür zeminimiz, bir türlü tam akordunu bulamayan bir curcuna ifadesi içindedir… Devamlı bir ‘kakafoni’ çığlığı yükselmekte ve hiçbir fert bağlı olduğu esası petekleştirememektedir. Bunlar sadece fikir nağmelerinin cahili olmakla kalmazlar; mücerret seslerin öz mânâlarına da kıyarlar.” [1]
Sözkonusu curcuna içinde, belli başlı fikir çizgileri, sanat renkleri olan muayyen bir “aydın” tipi dahi yetiştirilememiştir. Türk aydını mücerred fikir istidadı taşımayan, Türk aydını hakikî sanat heyecanına yabancı, Türk aydını zamanın getirdiği meseleleri anlayıp değerlendiremeyen, kısaca Türk aydını mevcud olmayan bir tiptir. Onun kaç asırlık baş özelliği, destanlık dalkavukluğudur; “yalaka aydın”… İşe dalkavuklukla başlar ve öyle sonlandırır veya öyle başlamaz ve dalkavuklukla sonlandırır. Cumhuriyetin ilk döneminde Çankaya çevresinde oluşan “aydın” tipine bakınız, yahut Büyük Doğu Mimarı’nın bilhassa “Bâbıâli” eserini gözden geçiriniz; gördüğünüz karanlıklar, sözümona “aydın”dır…
İşbu sözümona aydınlar, insanımıza kendi hakikatini anlatmak için, yıllar yılı Fransız İhtilâli’nden ve Fransız Aydınlanması’ndan başka bir masal dahi bulamadılar. Fransız Aydınlanması’nı, İngiliz filozoflarından tecüme edilen eserlerin tahrik ettiği ve bu aydınlanmanın da Büyük Fransız İhtilâli’ni doğurduğu, Batı’da kokuşmaya başlamış bir tesbitti. Onlar bu tesbite mal bulmuş mağribî gibi saldırıp, Fransız Aydınlanması’nın şâheserlerini harıl harıl Türkçe’ye tercüme etmeye koyuldular. Dikkat etmedikleri küçük bir ayrıntı vardı: Fransız İhtilâli’ne yol açan Rousseau, Montesquieu, Voltaire gibi Fransız aydınları, hem Türkiye’de bir ihtilâle kalkışacak kadar genç olmayan kimselerdi, hem de Türkiye’de istedikleri ihtilâl zaten başarılmış, öncü bir aydın kahramanlığına hacet kalmamıştı!
Fakat “yalaka aydın”, aradaki farka dikkat etmeyip, bu kahramanlığı(!) göze aldı. Fransız İhtilâli’ni başaranların İngiliz filozofları (Lock, Berkeley, Hume) değil, bizzat Fransız münevverleri olduğuna bile dikkat etmeden, Fransız münevverlerine Türkiye’de bir “aydınlanma inkılâbı” başlatacağını ve bu inkılâb sayesinde de geride kalan şekavet ve ihanet davranışını aklayacağını sandı. Zavallı Rousseau, bunak Montesquieu ve düşkün Voltaire, Türkiye’de bırakın bir aydınlanmaya yol açmayı, kendilerini bile tanıyamadılar. “Yalaka aydın”, aslında sadece onların din düşmanlığından yararlanmaya çalışıyor, bundan ötesini kendisi de pek anlamıyor ve umursamıyordu. Gerçek Türk aydını yetişmeden, hiçbir tercüme faaliyetinin Türkiye’de hiçbir büyük fikir hareketine yol açmayabileceği hususunda, o gâfil kaldı. Zaten aksi olsaydı, iflâh olmaz Batıcı değil, azad kabul etmez Büyük Doğu’cu olurdu!
Türk aydını, bırakın Batılı aydınlanmacılar gibi nereden gelinip nereye gidildiğinin soylu muhasebesine (hesablaşma) girişmeyi, misli-menendi görülmemiş bir ucuzlukla, Cumhuriyet öncesi Türk tarihini bir ân önce yok edilmesi gereken vahim bir hatâ sanmakta ve üzerinde hiç durmamayı, konuşmamayı yeğlemekteydi. Cumhuriyet öncesinde ne varsa onun için “kötü”, Cumhuriyet sonrasında her şey “iyi”ydi. O, Allah’a inanmaksızın, hasbelkader başına gelenin “İlâhi”liğine inanmış, kendini vecd içinde ona dalkavukluğa adamış, körkütük sarhoş bir yalpalayış içinde büyük bir inkılâb gerçekleştirdiğini sanmış, sarhoşluğu geçer gibi olunca da Batı’dan fikir tercümesiyle, sanki o fikrin sahibiymişçesine gerinerek vaziyeti idare etmeye çalışmıştı.
Bu arada, bütün olamayış ve bulamayışının kabahatini –İslâm dininden sonra- Türk diline yüklediğini de belirtelim. Geçmişten gelen, Arabça ve Farsça kökenli mücerred kelimelerle alabildiğine münbit bir tefekkür zemini teşkil etmeye başlayan Türk dilini, “sadece fikir nağmelerinin cahili olmakla kalmazlar; mücerret seslerin öz mânâlarına da kıyarlar” hükmü dairesinde ve ilk iş olarak, baltalamış, doğramış, parçalamış ve sonunda bir ucûbeye döndürmüştü. Bu, sözümona “dil devrimi” dediği bombardıman neticesinde, Türk dili evvelâ hemen bütün mücerred kavramlarını ve ardından belki onlardan da mücerred “alfabe”sini kaybetti. 100 senede bir tek filozof yetişmemesi, filozof bir yana felsefe mütercimi bile çıkmaz hâle gelinmesi ve fikir diline yabancı, kakavan bir lisanla ortalıkta dolaşılması özellikle bundandır. Meselâ Kant’ın “Sırf saf olan mutlaktır!” vecizesinin, bunların ucûbe lûgatindeki karşılığı şöyle bir deli saçmasına tekabül eder: “Salt salt olan salttır!”
Dil mevzuunda biraz daha duralım… Bizim “yalaka aydın” tipi zanneder ki, Montaigne’in Fransızca’da, Dante’nin İtalyanca’da, Wolf ve Goethe’nin Almanca’da “dil kurucu” sayılmaları, bizdeki gibi bir dil devrimini(!) gerektirir… Bu isimler, Lâtince’nin baskısından kurtularak kendi “halk dili”ne dönmüşler ve ona dayanarak, yeni bir fikir-sanat dili meydana getirmişlerdir. Bizimkilerse güya Arabça’nın baskısından sıyrılmak isterken halk dilini de terkedip masabaşında yeni bir dil uydurmaya kalkmışlar, hattâ halkı da sırtından atıp “yeni ulus-yeni sosyete yaratma” davasına soyunmuşlardır. Bunlar, hâlen Fransızca’nın, Almanca’nın, İngilizce’nin, İtalyanca’nın hemen bütün mücerred mefhumlarını Latince ve Yunanca’dan, dahası günlük dillerinde yüzlerce kavramını bizzat Arabça’dan almakta olduğunu bile görmemişler, dünyanın hiçbir yerinde görülmedik bir vahşete kalkışmışlardır. Rusya’da Bolşevikler bile böyle bir şeye yeltenmemiş, Stalin “Sovyet devriminin dili Puşkin’in dilidir!” diyerek bu husustaki sağduyusunu göstermiştir. Oysa bizdeki dil devrimi, tam bir Şark kurnazlığı hâlinde, vurup yere yıkmak, tutup dağa kaldırmak, bayıltıp ırzına geçmek derekesindeydi.
Türkiye’de bir “dil kurucu” varsa o, Büyük Doğu Mimarı Üstad Necib Fazıl’dır. Türk dili, “yalaka aydın” sürüleri tarafından yok edilmek istenirken, Üstad Necib Fazıl, onu bir tefekkür ve tenevvür dili hâlinde tutup ayağa kaldırmıştır. Ve tabiî ki, Anadolu Kültür İnkılâbı’nı omuzlayacak “aydınlar sınıfı”, bir sevk-i tabiî ile Büyük Doğu Mimarı’nın dilini benimseyecektir!
“Bugün çeşitli mevzularda boy gösteren ilim adamlarımız var… Ancak, kendi kabuklarında ne kadar “allâme” olurlarsa olsunlar, kıymetleri ölçüye vurarak bize maledecek bir keyfiyet belirtmiyorlar. Bunlar, temas ettiği her şeyi kendi imân mihrakına döndürme yerine, bütün iyi niyetlerine rağmen temas ettiklerine dönüyorlar; ve netice olarak, inandığıyla anlattığı ayrı fert kalabalığını meydana getiriyorlar… İslâmî ilimlerle uğraşanların da, mücadeleden çok parsayla ilgili ve kariyer mücadelesi şeklinde, kuru kabuk bilgisiyle ferdî din bağlılığını içtimaî mânâya çevirme diye bir dertleri olmayışını gözönünde tutarsak, ortaya kimsenin neyi niçin bildiğini bilmediği hakikati çıkıyor…” [2]
“Kendi kabuklarında ne kadar ‘allâme’ olurlarsa olsunlar”… Cezâ kanunlarını çok iyi bilen hukukçu, karaciğeri en iyi şekilde tanıyan hekim, son beş asırlık hâdiseleri madde madde ezberlemiş tarihçi ve ekonomi doktrinlerini yalayıp yutmuş iktisadçı, sırf bu bilgilere mâlik olduklarından ötürü “aydın” sayılmazlar. Belli bir mevzuda serdedilmiş disiplin ve doktrin bilgilerini öğrenmiş olmak, kişiyi belki “kendi kabuğunun allâmesi” yapar ama, “münevver-aydın” kılmaz. Aydın, zamanına şahidliğin hakkını veren, kendi kabuğunu kırmış olan, mevzuuyla “toplum ideali” arasında mekik dokurken, toplumun sözcüsü ve gözcüsü olan kimsedir. İçinde yaşadığı çağın geliş ve gidiş yönlerine dair fikri olmayan, çağına müdahale ve çağını biçimlendirme iradesi taşımayan, tek kelimeyle “ideal”in ne olduğunu dair göstereceği bir yönü olmayan kimseye “aydın” demezler. Nerede “dalkavuk mizacı” ve kuru iyimserlik tutumu… Aydın, yer ve gök arasında gidiş–geliş yollarından haberi olan, yerde saklanıp kalan değil, belki daha ziyade gökte yaşayandır. Onun için, onun zamanında, ondan daha haşmetli bir sultan, ondan daha güçlü bir ordu, ondan daha asil bir baş, onun kafasında olandan daha kalabalık bir toplum ve onun fikirlerinden daha geçerli bir kanun bulunmaması gerekir:
– “Biz, ‘cemiyetçi mütefekkirin işi olmayan’ derinliğine yönü bir tarafa bırakarak, AYDIN OLMAYI ‘hâdiseleri sadece seyretmek’ olarak değil, hâdiselere karşı alâkasız olmaya davet eden fildişi kulesine(!) çekilmiş yarım aydın olarak hiç değil, HAYATA YAPICI VE ÖRGÜTLEYİCİ OLARAK KATILMA şeklinde anlıyoruz. Bizim için ‘AKSİYONCU’ vasfı olmayan, hele düzen değiştirme iddiasındaki aydın, tırnakları sökülmüş bir arslandan farksızdır; bir fareyi bile yakalamaktan aciz!..” [3]
İslâmcı camiada sözkonusu mahrumluk, daha acı verici bir manzara arzediyor. Bir Müslümanın kemalist gibi putları yoktur ve olmaması gerekir. Ama pratikte bu böyle olmamaktadır. “İslâma Muhatab Anlayış”ın uçması yüzünden, Müslüman aydın namzedinin kafasını dolduran putlar, kemalist aydının kafasındakileri aratmaz hâle gelmiştir. Uzunluk için metrenin, ağırlık için kilonun “vahid” oluşunu kabul etmiş bulunan Müslüman aydın taslağı, yitik malı tanımanın birtakım ideolojik “vahidler”e dayanacağını anlamamaktadır; ya metrenin kendisiyle oynayıp, onunla arazi ölçmeye çıkmamakta veya araziyi seyre dalıp metreyi unutmaktadır. “Kıymetleri ölçüye vurarak bize maledecek bir keyfiyet belirtmiyorlar”; ve hattâ bunun bir keyfiyet işi olduğunu bile anlamıyorlar…
Bugün İslâmcı camiada Batı’nın edebiyat klâsikleri ve Beyaz Saray danışmanlarının şirket idaresi hakkında yazıp çizdikleri rağbet görüyor. İyi ama, niçin? Müslüman olma şuuru bakımından bunların bize niçin gerektiğinin izahına yanaşanını göremezsiniz. Zaten bu “niçin?” kelimesinden pek hoşlandıkları yoktur. Sanırlar ki, Batı’nın 300 sahifelik edebiyat klâsiğinden altı çizilecek üç cümlecik, bu husustaki İslâmî mesuliyetin yerine getirilişidir… Eserin keyfiyetine dair konuşanını bulamazsınız. Zaten büyük fikirlerden uzak durup, Batı’nın gerçek fikir ve sanat devlerine hiç yanaşmayıp, hoşça vakit geçirtmeye mahsus birkaç kuru lâkırdıyla geçiştirmeleri bundandır. Bunlar, dünün “Müslümanlar olarak araziyle uğraşmamalıyız, metreyle uğraşmalıyız!” diye konuşan ve bugünün “Arazi de ne güzelmiş, zaten ölçen ölçmüş, metreye ne gerek var!” diye sırıtan takımıdır; ki dünüyle de, bugünüyle de tutarsız, inançsız, meselesiz…
Böyle bir zeminde “İslâmcı aydın” tipi yetişmez. Her şeyden önce “düşmanın ideolojik tahakküm alanı” idrakı oluşmaz ki, o alandan kurtulma idrakı oluşsun… Daha garibi, düşmanın ideolojik tahakküm alanı içinde kök saldığını farketmeden, “Ben ideolojilere karşıyım!” gibi anlamsız cümleler kurarlar. Senin karşı olman, böyle bir şey olmadığını mı gösterir? “Ben de geceye karşıyım, hiç gece olmasın istiyorum ama, her gün, dünya güneşe sırtını döner dönmez gece oluyor!..” Lâf mıdır bu, tesbit midir, idrak midir?.. İdeolojilere karşı olmak da bir ideoloji gerektirmez mi?.. İdeolojilere sözde karşı olurken, yaşayışta düşmanın ideolojik tahakküm alanı içinde “yükselmeye”, “titr ve kariyer sahibi olmaya”, “servet ve refah peşinde koşmaya” bakmak neyin nesidir?.. Aynen şöyle bir de kuyruklu yalan eşliğinde:
– Efendim, o makamlara “kâfir” biri geleceğine, Müslüman biri gelmesi daha iyi olmaz mı?
Belki olur ama, mücadelenin bütün anlamı bu olmamak şartıyla… Nitekim İBDA Mimarı sorar:
– Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?
– Hizmet!
– Kime?
İşte bütün mesele!.. Kime hizmet, neye hizmet?.. O makamda durmakla sen hangi gayeye hizmet ediyorsun?.. Eğer şu belediyeci takımının gevelediği gibi, “Halka hizmet Hakk’a hizmettir!” doğrusunu diline dolayarak, bir küfür nizamına hizmette bulunma yanlışına giriyorsan, “halkına” hizmetin kadar Hakk’a karşı alçalmış olursun! Daha “sağlıklı” kerhâne hizmeti sunar, daha “kârlı” faiz çarkları döndürür, daha “kanunî” kumar oynatırsın!.. “Kanalizasyon işlerine kâfir bakacağına Müslüman baksın, futbol takımını kâfir yöneteceğine Müslüman yönetsin, otel işletmesini kâfir yapacağına Müslüman yapsın” mantığı, “Cehennem’de kâfir yanacağına Müslüman yansın!” sonucunu doğurur!..
Dikkat edilirse, bu sosyal ve siyasî meseleler, fikrî ve ilmî sahada biriken meselelerin doğrudan yansımalarıdır ve bu hâlin birinci derecede sorumlusu Müslüman aydın namzedleridir… Eğer fikir sahasında meseleler, dava aşkı ve vecdi potasında eriyici bir seviyede ele alınabilseydi, bugün siyasî sahada bu açmazlar da görülmezdi. Hâlbuki aydın pazarında iş, bir kâr ve kariyer mücadelesine dönüşünce, kendine daha kârlı ve daha kariyerli olan siyasî mecrâları bulmakta gecikmedi. Eğer Müslüman aydın namzedi, “Mutlak Fikir bağlısı” olmanın ne demek olduğunu anlasaydı, düşmanın ideolojik tahakküm alanı içinde kendi mânamızı bulabileceği zannına kapılmayıp, şu hikmeti takib ederdi:
– Düşmanın alışkın olduğu kalıblar içinden kendi mânâmızı fışkırtmak marifeti, düşünülsün ki, ne büyük iş!
Bir başka ölçülendirme ile, aradaki farkı gösterelim:
– “İradenin zaptına muhatapken hükmü altına girilenle –ki put budur!-, iradenin bağlandığı hüküm –ki teslimiyet budur!- arasındaki fark…” [4]
Aklın ve ilmin zaptına muhatabken hükmü altına girmekle –ki put budur!-, aklın ve ilmin bağlanacağı hüküm –ki teslimiyet budur!- arasındaki fark… Siyasî düzenin zaptına muhatabken hükmü altına girmekle –ki put budur!-, siyasî düzenin bağlanacağı hüküm –ki teslimiyet budur!- arasındaki fark… Düşmanın ideolojik tahakküm alanının zaptı ve fethine muhatabken hükmü altına girmekle –ki put budur!- düşmanın ideolojik tahakküm alanının bağlanacağı İslâmî hüküm –ki teslimiyet budur!- arasındaki fark… Tek kelimeyle “dalkavuk aydın” tipinin izdüşümü hâlinde “marka Müslümanı” ile, “gerçek ve derin Mü’min” arasındaki fark!..
‘TEORİK DİL’, ‘TEORİK DÜŞÜNCE’ VE ‘TENKİD ŞUURU’
İslâma Muhatab Anlayış’ın, “Teorik Dil ve Gaye” ile “Teorik Düşünce” bahislerinden iktibas edeceğimiz dört terkibî hüküm ve altına dört tahlilî yorum ile, “aydın meselesi” ve “kültür inkılâbı” soruşturmamıza devam edelim…
I. “Akıl ve dil, karşılıklı olarak birbirlerine bağlıdırlar; bir yandan zekâ geliştikçe dil de gelişir, öbür yandan zengin, akıcı, herkesçe anlaşılır bir dil de zekânın gelişmesini sağlar… Toplumun genel fikir çerçevesine Büyük Doğu’nun yerleştirilmesi ve bunun pekişmesinin bir yönü, teorik dil alanı bahsi içinde budur.”[5]
Bizim “dil devrimcileri” tarafından güyâ örnek alınan Fransız mütefekkiri Montaigne, Fransız dilini kendi gününde (16. yüzyıl) şöyle seyreder:
– “Dilimizde geniş imkânlar görüyorum; ama bugüne kadar pek az işlenmiş olduğundan, bu imkânlar verime dönüştürülememiş…”
Bizim dil devrimcileri meseleyi hiçbir zaman bu şekilde görmediler. Dilimizin nelere imkânı olduğunu ve nelere takat getiremediğini hiçbir zaman kurcalamadılar. Onlar için varsa yoksa dilimizdeki kelimeleri kökenine göre ayıklamak ve onların yerine yenilerini uydurmaktı. Dilimizde 1000 senedir işlerliği olan bir kelime, Arabça veya Farsça kökenli olduğu için atılıp yerine yeni bir şey uydurulduğunda, hem yeni kelimenin eskisinin canlılığına kavuşabilmesi için gelecek 1000 yılın, hem de eskisinin bütün canlılığı elinden alındığı için geçmiş 1000 yılın tehlikeye atılmış olacağını düşünemediler. Bütün bir 20’nci yüzyıl böyle bir kelime avcılığı ve uyduruculuğu ile geçti ve Türkçe bir fikir ve sanat marifetine henüz sıra gelmedi. Böyle hırpalanan bir dilde bırakın herhangi bir mücerred fikre imkân kalmasını, baba ile oğulun nasıl anlaşabildiği bile şaşırtıcı bir mesele hâline geldi.
Büyük Doğu Mimarı’nın verdiği bir misâle göz atalım:
– Pazara git, pırasa ve maydonoz al!
Eğer dil devrimcilerinin kelime avcılığı mantığı ile gidecek olursanız, bu cümlede “git” ve “al” kelimeleri haricinde Türkçe kelime bulamazsınız. Türkçe olması için “pırasa”, maydonoz”, “pazar” ve hattâ “ve” kelimelerinin atılması, yerlerine Uygur-Çağatay dillerinden karşılık bulunması, olmadı masabaşında yenilerinin uydurulması gerekir. Oysa hepimiz biliyoruz ki, bu cümle öz-be-öz Türkçe’dir ve Anadolu’nun her yerinde evlâd tanımak gibi bir tabiîlikle bilinir. Bundan başka Türkçe yoktur. Bir Arab ve Fars için bunu anlamak, hemen hemen imkânsızdır… Şimdi soralım o Montaigne budalalarına: Delinin kakasıyla oynadığı gibi, Montaigne Fransızca’ya bunu mu yapmıştır?
Ama siz diyeceksiniz ki, bizim dil devrimcileri, fikirlerini sonuna kadar götüremezler, hiçbir zaman pazara, pırasa ve maydonoz tezgâhına kadar sokulamazlar, sadece mücerred mefhumlarla ve münevver diliyle oynar ve bunun adına da “devrim” derler… Halkın “akıl” dediğine aydının “us” demesini, halkın “mantık” dediğine “logic” demesini, “mekân” dediğine “uzam” demesini isterler. Hâsılı Servet-i Fünunculuk’tan farksız bir “altı kaval, üstü şişhâne, gerisi memişhâne” durumu doğar… Evet ama, pazara, pırasa ve maydonoz tezgâhlarına kadar sokulamamış bir “devrim”in kime ne yararı olur? Halkın konuşmayacağı bir dile, hangi deli “Türkçe” diyebilir? Halkın tek tek köken ayrımına tâbi tutulamayacağı, her birinin bin senelik soyu araştırılamayacağı, olmayanların yerine yenilerinin konulamayacağı bir vasatta, kim, hangi cüretle lisana bunu yapabilir?
Yukarıdaki terkibî hükmün olabilecek yegâne tahlili bu değilse de, başa bu mevzuu –tekrar- almakta fayda umuyoruz.
II. “İnsan dil aletine bağlı bir sezişle çevresini tanımaya başlar ve tanıdıklarını kavramlaştırarak hafızasına yerleştirir; insanın kelimeleri kullanması ve onları birbirine bağlaması, kavramların birbirlerine bağlanarak kafada bir kavram bütünlüğü kurulmasıyla sonuçlanır ki, bu, ‘teorik düşünce’dir…”[6]
Öyle anlaşılıyor ki, böyle bir kavram bütünlüğünün oluşmadığı toplumlarda, eğrisi ve doğrusuyla fikir hareketleri de tutunamayacak ve bugünki perişanlık manzarası ortaya çıkacaktır. Türkçe içinde sözkonusu kavram bütünlüğünü sağlayacak ve dünya irfan yemişlerini toplamaya yarayacak biricik imkân ise, Büyük Doğu-İBDA dilidir. Büyük Doğu-İBDA diline bağlı bir sezişle çevresini tanıyan, tanıdıklarını kavramlaştıran ve kavramları birbirine bağlayarak kafasında bir kavram bütünlüğü kuran kimse, fikre ve irfana uzanmak isterken gelişmiş yabancı dillerin etkisi altında kalanlardan olmayacak, bilâkis onlara da kendilerini anlatıcı bir yükseklikten giriş yapacaktır.
İBDA Mimarı’nın Montaigne’den altını çizdiği şu hikmete bakalım:
– “Ben, öbür dilleri kendi dilimi unutmak için öğrenmem. (…) Tam tersine, yabancı bahçelerden, kendi dilime, DÜŞÜNCE BİÇİMİNİN BİR NİŞANLISI GİBİ, çiçekler dermek için geçerim.” [7]
Meselâ Hegel’in Türkçe’de doğru dürüst bir tercümesi yoktur. Bu işe el atanlar, ya Türkçe’yi katleden bir “Hegel tercümesi” uydurmaya çalışmışlar veya Hegel okumak için Almanca bilmek gerektiğini öne sürerek bu işten vazgeçmişlerdir. Almanca bilen herkesin Hegel’i anlamış olduğu söylenemeyeceğine göre, bu iddia pek doğru değildir. “Dil devrimi”nin Türk dilini bütün mücerred seslere duyarsız hâle getirmesi sayesinde, adamakıllı bir tercüme de mümkün olmadığına göre?.. Geriye bir tek çare kalıyor: Büyük Doğu-İBDA teorik dilini kuşanmak ve ondan sonra, “yabancı bahçelerden kendi dilimize, düşünce biçimimizin bir nişanlısı gibi çiçekler dermek…”
Büyük Doğu-İBDA teorik dili – teorik düşünce biçimi, en saf mücerrredleri kucaklayabilme imkânını Türkçe’ye kazandırmış ve bunun “dünya çapında” diyalektiğini örgüleştirmiştir. Böyle bir mesele çocuk oyuncağı zannedilmemelidir. Bu mesele, İBDA Mimarı’nın “fikirde bir metod ve bizim açımızdan bütün insanî verim şubelerine dinî hikmetleri aplike etme ve asıllarına bağlama işi ile ilgili” olarak işaretlediği “DÜŞÜNCEYE TENKİDÎ ŞUURLA YAKLAŞMA” [8] meselesidir ve meselelerimizin en azizidir. Bu metod Büyük Doğu-İBDA’dan tahsil edilmeden, değil Hegel, en basit bir karga ötüşü bile anlaşılmaz ve aslına bağlanamaz.
Bugüne kadar Batı felsefesine “düşünce aktarma” dediğimiz kuyrukçu bir bakış açısıyla yaklaşabilen, onu anlasa bile ne içine girip konuşabilen, ne karşısına geçip direnebilen düşünce hayatımız, birdenbire, en alttan en üste çıkmaya yol bulmuştur. “Düşünce aktarma metodu”, Batılı fikir devleri didişirken, meselelere uzaktan bakıp, “o onu dedi, bu bunu dedi” seviyesinde kalmaktadır. Onun da yeri vardır ama, kendi kendine değil; onun tam zıddı olan, “düşünceye tenkidî şuurla yaklaşma metodu” içinde… Ama fikir fikirle, mânâ mânâ ile kavranabilir. Sizde en başta haysiyet belirtici bir “tenkid şuuru” yoksa, “düşünceye tenkidî şuurla yaklaşma” meselesinden nasibiniz, yalnız maskaralık olur. Tenkid şuurunu edinebileceğiniz yegâne merci ise, Büyük Doğu-İBDA’dır.
Bu metod, sanılabileceği gibi, fikir ve eser tercümesine engel değildir. Tam aksine, fikir ve eser tercümesi, ancak bu suretle yerine oturur, muayyen bir anlayış kapasitesine hizmet eder ve müşterek bir faydaya dönüşür. Bugüne kadar akademik çevrelerimizde takib edilen usûl bu olmadığı için, “meseleleri asıllarına bağlama işi”nin ne olduğu da bilinmemiş, meselelerin çözümü hep Batı’dan beklendiği gibi, fikir ve sanat istidadlılarımız da kendilerini Batı’da ifade etmeye mecbur hissetmiş, Batı’ya kaçmışlardır. İşte bu “zihin göçü”nden önce, “zihin emperyalizmi”dir, “zihnî sömürgeleşme”dir. Nasıl ki bir sömürgenin bütün haysiyeti “hammadde yatağı” ve “mâmul madde pazarı” olmaktır. Fikirde de bu böyle olmuştur.
III. “Dil, yerinde hâl ifadesi, yerinde sembol, yerinde mevzu, yerinde tefekkür, yerinde DÜŞÜNCE SİSTEMİ, yerinde araç, yerinde mahiyet, yerinde hareket vs. mânâlarda kullanıldığı gibi, DİYALEKTİK mânâsında da kullanılır; ancak bunların keyfiyetleri doldurulduktan, bilindikten, sistemleştirildikten sonradır ki, özel mânâda çeşitli mevzular dili kurulur ve atmasyoncu onbaşı tarzında, ‘ben şu mevzuu bir dil olarak görüyorum!’ gibi orada başlayıp orada biten garibanlıklar yapılmaz… Bitişiklikteki uzaklığı görmek şeklinde, nasıl ve niçiniyle, incelikleriyle, bir tahlil ve terkib doğruluğuyla mesele örgüleştirilir.” [9]
Hangi lisan içinde olursa olsun, “günlük dil”, mânâları kavramlaştırıp, kavramları bütünleştirmeye ve kafada bir kavram bütünlüğü oluşturmaya direnir; çünkü “günlük dil”, insanların üzerinde düşünmeye pek hacet duymadıkları, tabiîlikle konuştukları dildir. “Teorik dil” ise, “teorik düşünce” zahmetini şart koşar; ve “teorik dil”in olmadığı yerde”, “teorik düşünce” oluşmaz. Nitekim günlük Türkçe’ye âşinâ olanlar, Büyük Doğu-İBDA dilini anlamaksızın, ne İslâma Muhatab Anlayış davasını anlayabiliyorlar, ne de Batılı felsefe verimlerine “tenkidî şuurla yaklaşma” meselesini çözebiliyorlar. Ne edebiyat dili oluşuyor, ne fikir dili, ne psikoloji dili, ne ekonomi dili, her şey dışarıdan alınıyor veya her kafadan ayrı bir ses çıkıyor.
Büyük Doğu-İBDA diline âşinâ olanlar ise, diğerlerinin anlayamadığı pek çok inceliği kendiliğinden kavramlaştırıyorlar. Bu, Büyük Doğu-İBDA dilinin, “teorik dil” olmanın yanında, aynı zamanda “düşünce sistemi” ve “diyalektik” mânâlarını da kapsamasıdır. Bu dili öğrenmeye başlayanlar, belli bir düşünce sistemine ve fikir düzenine kavuşur ve diğer herkesten daha büyük bir hakikat anlayışına yol bulurlar. İster Batıcı olsun, Batı kuyrukçusu, ister Doğucu olsun, Doğu’nun döküntüsü, bugünedek hiç kimsenin yanına yaklaşamadığı fikir ve sanat meselelerini, İbdacıların cesaretle göğüslediğini ve çözüm yoluna soktuklarını görürsünüz. Tekrar edelim, ister Batı kuyrukçusu olsun, ister Doğu’nun döküntüsü; ve hattâ gerçek Batılı ve gerçek Doğulu… Türkiye’de “dünya çapında” olan tek fikir budur:
– “‘Fert – toplum’ meselesi gibi girift bir mevzuda işin alfabesinden habersiz fikir tüysüzü, ‘toplumcu’ şiirler yazar. Veya ‘fikirden süzülen şiir’ edâsında, şiirin tabiî yapısında olan müphemlik, gizlilik, gölge unsurları, keleşliğin avantajı gibi kullanır. Anlayan ve ‘tenkid şuuru’ olan için hemen anlaşılan bu husus, içinde bulunduğumuz kültür ikliminde ve özellikle iyi niyeti safdillik sanan çoğunlukça anlaşılmaz… Bu bakımdan, özellikle bizim toplum açısından, şunu bir ilke hâlinde söyleyebiliriz:
– Fikirden süzülme şiirinden önce, mücerret mânâda sanat kumaşını gösterecek fikrini görelim!” [10]
Buradan anlaşılması gereken, bize sorarsanız, “teorik dil”i bilmeyen ve bildiğini “teorik düşünce” hâlinde ortaya koymayan kimselerden, bu dile bağlı verimler beklenemeyeceğidir. “Bir şey söylemekten ziyade bir şey söyleme taklidi yapan” Türkçe pop budalaları, bu hâle çarpıcı bir örnektir. Birtakım kelimeleri altalta koyar, üstüste dizer, hiçbir mânâsı olmayan kırık-dökük lâfları şarkı sözü sayar ve buna da “Türkçe pop” derler. Sözleri olduğu gibi, melodileri, armonileri, aranjmanları da aynı şekilde oradan buradan aparma bir yamalı bohçadır. Bir de çıkıp utanmadan “Biz sentez yapıyoruz!” diyenleri vardır. Hani biraz Doğu’dan, biraz Batı’dan alıp, çalkalıyorlar ya… Ne “sentez”i, diye soran da olmaz. Ayran yapar gibi “sentez” mi yapılır? Eşekle atın bir araya gelmesine de sizde “sentez” mi derler? “Sentez” yapmadan önce, bir “tez”iniz var mıdır, bir fikriniz var mıdır, bir sanat görüşünüz var mıdır?
Demek ki, “teorik dil” olmadan “teorik düşünce” olmayacağı gibi, “teorik düşünce faaliyeti” de olmaz; ve kırık-dökük, yamalı bohça bir dil, “teorik dil” sayılmaz. Zirâ dil aynı zamanda “düşünce sistemi” ve “diyalektik” demektir.
IV. “Günah, Allah’a giden dosdoğru yolun engelleri ve saptırıcı kollarıdır. Onun içindir ki, günahı, Allaha ermenin mânileri bilmek ve onlarla mücadele nefse ne kadar ağır gelirse gelsin, mukavemetten en derin disiplin zevkini almak lâzımdır. Günah bu gözle görülecek olursa, mukavemeti nefse acı gelen bir şey olmaktan çıkar ve onları tek tek bilmek düşman ordusunu unsur unsur tanımak gibi zevkli bir anlayışa döner… Günahı, nefsçe sevilen bir şeyden mahrumluk acısına tahammül cephesiyle değil de, Allah’ın emirlerine uyma tadına bağlayabilene ve bu tadın üstüne tad tanımayana ne mutlu!..” [11]
Bu terkibî hüküm “teorik dil ve gaye” bahsinde yer aldığından, biz onu okurken, “günah”tan bahsedilen yerde, İslâmî tefekkürün antitezi hükmünde “Batı felsefesi” kavramını kullanmayı yeğliyoruz. Böylece “teorik dil”, “teorik düşünce” ve “tenkid şuuru” idrakının ehemmiyetinin ne çapta olduğu, İslâma Muhatab Anlayış alâkası içinde görülür umuyoruz. Şuna da dikkat çekelim ki, “Batı felsefesi” derken, “iman” şartını yerine getirmemiş, başıboş aklın savruluşu ve bu savruluştan aldığı hazzı kasdediyoruz:
– Başıboş akıl, Allah’a giden dosdoğru yolun engelleri ve saptırıcı kollarıdır. Onun içindir ki, başıboş aklı, Allah’a ermenin mânileri bilmek ve onunla mücadele akla ne kadar ağır gelirse gelsin, mukavemetten en derin diyalektik zevkini almak lâzımdır. Felsefe bu gözle görülecek olursa, mukavemeti akla acı gelen bir şey olmaktan çıkar ve onları tek tek bilmek, düşman ordusunu unsur unsur tanımak gibi zevkli bir anlayışa döner… Felsefeyi, akılca sevilen bir şeyden mahrumluk acısına tahammül cephesiyle değil de, Hikemiyat ölçülerine uyma tadına bağlayabilene ve bu tadın üstünde tad tanımayana ne mutlu!..
Bu hususta hatırlatmak istediğimiz son bir nükte kaldı ki, aydınlanma ve kültür inkılâbı hedefimizin canevi niteliğinde:
– “Evvelâ Doğuyu ve Batıyı keşfetmek… Kendi kendimizi keşfetmek… Ruhumuzu ve maddemizi keşfetmek… Maden damarlarımızdan evvel duygu ve düşünce damarlarımızı keşfetmek… Edebiyatımızı, musikimizi, mimarimizi keşfetmek… İmân ve inkâr hedeflerimizi keşfetmek… Muaşeret edebimizi, kılığımızı, tavrımızı keşfetmek… Dinimizi, dilimizi, tarihimizi, siyasetimizi keşfetmek…” [12]
AKADEMYA (I. Dönem, Sayı 2, Nisan 1996)
Dipnotlar:
1) Salih Mirzabeyoğlu, İSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞ –Teorik Dil Alanı-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1987, s. 86.
2) Salih Mirzabeyoğlu, İSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞ, s. 87-88.
3) Salih Mirzabeyoğlu, NECİP FAZIL’LA BAŞBAŞA -İntıbâ ve İlhâm-, 3. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2013, s. 71. (Büyük harfle vurgular bize aid)
4) Salih Mirzabeyoğlu, İSTİKBÂL İSLÂMINDIR –Denenmemiş Tek Nizâm-, 3. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1995, s. 36.
5) Salih Mirzabeyoğlu, İSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞ, s. 71.
6) Salih Mirzabeyoğlu, İSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞ, s. 90.
7) Salih Mirzabeyoğlu, İSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞ, s. 90. (Büyük harfle vurgular bize aid)
8) Salih Mirzabeyoğlu, İBDA DİYALEKTİĞİ -Kurtuluş Yolu-, 3. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1995, s. 201. (Büyük harfle vurgular bize aid)
9) Salih Mirzabeyoğlu, İSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞ, s. 71-72.
10) Salih Mirzabeyoğlu, İSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞ, s. 175.
11) Salih Mirzabeyoğlu, İSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞ, s. 72.
12) Salih Mirzabeyoğlu, İSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞ, s. 77.