Anna G. Dostoyevski’nin Hatıratı

-I-

Filozofları/düşünürleri derinlikli düşünme uğraşındaki sahici idrak ehli insanlar soyundan bir nitelemeyle vasıflandırdığımızda, kuşkusuz, Dostoyevski’yi de, yöntemi edebî anlatım olmakla beraber bu soydan saymak gerekir. Zira geliştirdiği kahramanların şahsında insanın mütemadiyen şuurlu şuursuz muhatabı olduğu ontolojik/varoluşsal problemleri -romanlarının “ontolojik zemini” olması bakımından Yeraltından Notlar’ı bu kronolojinin ilk sırasına yerleştirdiğimizde- kesafeti koyulaşa koyulaşa derinleşen ve Karamazof Kardeşler’de doruğa çıkan kritik edişiyle sistemli bir düşünürdür Dostoyevski. İnsanlığın tarihte eşi menendi görülmemiş ontolojik krizler çağı olan 19. asrın bir ferdi olarak Dostoyevski’nin poetikasının tek “gündem”i olan, hep o kadim mesele, insanın izahsız bir hayatı olamayacağı hususu romanlarını her dem taze tutmakta, hattâ öyle ki bu yönüyle “felsefesi” 20. yüzyıl felsefe ve edebiyatının ana akımlarından kimilerine mesnet teşkil edecek, geçen asrın başından itibaren Avrupa’da tanınmasından bu yana romanları, kahramanları ve şahsıyla Dostoyevski bütün kültür dillerinde araştırma ve incelemelere ve ayrıca romanlara dahi mevzu edilecektir.

Dostoyeski’nin hayatı, eserlerinin meşhurluğunun aksine olabildiğince meçhuldür. Kendisi hakkında konuşmaya pek istekli olmadığına şahit olmaktayız. Adeta, kurallarına sımsıkı riayet ettiği suskunluğunu sadece hakkında yazılanları tahsis etmek maksadıyla konuşmak mecburiyetini hissettiği durumlarda ihlâl etmekte olduğu izlenimini vermektedir. Mesela, Tolstoy onun ketumluğunun tam aksi karakterdedir. Kocaman günlüğü ve İtiraflar’ı Tolstoy’un “mahrem-namahrem” hayatının bir aynası hüviyetindedir.  Dimitri Merejkovski’nin ifade ettiği üzere “Tolstoy kendisi hakkında söylenecek ne varsa anlatmışa benziyor ve muhtemeldir ki onun kendi hakkında bildiklerinin tümü okuyucunun onun hakkında bildikleri kadardır.” Dostoyevski’nin ise, karısı Anna Grigoryevna’yla geçirdiği son on dört yılı hariç –Suç ve Ceza’nın birinci cildinden sonraki eserlerini yazdığı dönemdir- hayatı hakkında hakikaten elimizde öyle derli toplu, muntazam bir bilgi pek yok, olanı ise mektuplaşmalarından ve dönemin diğer yazarlarının hatıratlarında yer verildiği kadarıyla bilebildiklerimizden ibarettir. Dolayısıyla Dostoyevski’nin son on dört yılının kayıt defteri diyebileceğimiz karısı Anna Grigoryevna’nın günlükleri ve Hatıratı olmasaydı onun hakkında kaba saba malumattan öte bir bilgiden mahrum kalmış olacaktık.

-II-

Anna Grigoryevna Dostoyevski 30 Ağustos 1846’da Petersburglu orta hâlli bir memur ailesinin kızı olarak doğar. Babası Grigoriy İvanoviç Snitkin hayattan keyif almayı seven, gençliğinde tiyatro ve edebiyata büyük bir ilgisi olan ve ayrıca Dostoyevski’nin hayranı biridir. Anna Grigoryevna bu ismi ilkin babasından duyar. 16 yaşından itibaren geniş aile çevresinde Dostoyevski’nin bir hikâyesinin ismiyle, “Davetsiz Netoçka” ismiyle çağrılır. Ölüler Evinden Anıları ise gözyaşlarıyla okur. Henüz çok gençken Dostoyevski onun sevdiği bir yazar haline gelir.

Anna Grigoryevna’nın annesi -İsveç-Fin asıllı Anna Nikolavyevna Miltopues- tutkulu ve tutumsuz kocasının tam aksi karakterde bir kadındır, taviz vermez iradesiyle evin gerçek hâkimidir. Babasının neşeli, sevecen karakteri ile annesinin ölçülü, dengeli tavrı Snitkin ailesinin huzur ve mutluluk kaynağı olur. Böylece, “Netoçka”nın gençliği tam bir huzur içinde geçer. Geleceğe dair ciddi planları olmaz; dönemin hayli rağbet gören Profesör Olkhin’in stenografi kursuna başlangıçta gerekli titizliği göstermez. Hâlbuki bu gençlik hevesi onun hayatında çok geçmeden muazzam bir rol oynayacaktır. Daha da önemlisi “o sayede mutluluğu yakalayacaktır.” 1866 yılında babasının ölmesiyle maddi durumları kötüleşir ve annesine maddi yönden bağımlı olmak istemeyen Anna Grigoryevna bu sebeple stenografi derslerine yeniden asılmak mecburiyeti hisseder.   

Genç stenografı Dostoyevski’ye önerirler ve 4 Ekim 1866 tanıştıkları gün olur. “Olkhin, stenografi hocası, bana iyi bir öğrencisini göndermiş”, diye yazar mektuplarından birinde Dostoyevski, “benim stenografım, Anna Grigoryevna, genç, alımlı bir kız, 20 yaşında, mükemmel bir ailesi ve çok parlak bir okul geçmişi var, gayet iyi ve temiz bir karaktere sahip. Çalışmamız mükemmel geçti.”        

Kumarbaz’ın yazımı sürecinde Dostoyevski’yle sürecek 26 günlük yoğun ve baş döndürücü teşriki mesai Anna Grigoryevna’nın eski alışkanlıklarını ve arkadaşlık çevresini kendi nazarında gittikçe önemsizleştirir. Dostoyevski’nin trajik geçmişine dair anlatımları Anna Grigoryevna’da yazarın poetik kişiliğine karşı büyük bir hayranlık uyandırır ve bu yalnız, hasta ve çok çekmiş insana karşı derin bir sempati ve acıma duyar. Gün geçtikçe tek düşüncesi Dostoyevski olur. “Çalışmamızın sona ermesine doğru stenografımın bana âşık olduğunu fark ettim”, diye yazar Dostoyevski evliliğinin tuhaf gelişimini bir arkadaşına anlatırken, “bana duygularından hiçbir zaman tek bir kelimeyle bile olsun söz etmedi; bana gelince, gün geçtikçe ondan daha çok hoşlanır oldum. Kardeşimin ölümüyle hayat bana korkunç derecede sıkıcı ve ağır gelmeye başlamıştı, bundan kurtulmak için ona evlenme teklif ettim. Yaş farkımız korkunç (20 ve 44), fakat onun mutlu olacağından hiç şüphem yok. Zira o kalbi olan biri ve sevebilmek hasletine sahip.”

A. Grigoryevna, Dostoyevski’nin evlilik teklifini hiç tereddüt etmeksizin kabul eder, zira iç dünyasında buna çoktan hazırdır. Kendisinden iki misli büyük, kürek mahkûmu olmuş, dul, hasta ve borç yükü altındaki birisiyle evlenmemesi yönündeki akrabalarının itirazlarını ve “makul öğütlerini” sarsılmaz bir tavırla hiç kaale almaz.

Sade ve mütevazı düğününün ardından ilk aylar Anna Grigoryevna için çok çetin geçer: Devasız bir derdin, epilepsinin pençesinde kıvranan, karmakarışık, “marazi” mizacıyla Dostoyevski’ye alışmak, ona intibak etmek hiç kolay olmaz. Yazarın hısım akrabalarıyla ilişkilerde de ciddi sorunlar ortaya çıkar. Huzursuzluğun, kaosun egemen olduğu; Snitkin’lerin sakin, olağan aile yapısıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, bambaşka bir hayatın içine düşer; bencil ve kötü kalpli üvey oğlun Anna Grigoryevna’ya verdiği gündelik rahatsızlıklar, kocasının mesafeli duruşu, bütün bunlar genç kadını öyle bunaltır, öyle yıldırır ki neredeyse ayrılmayı kaçınılmaz görür.

Anna Grigoryevna o döneme dair şüphe ve endişelerini açık yüreklilikle yazar: “O zamanki kişiliğimi göz önüne aldığımda evliliğimizin felaketle son bulması bana pek mümkün geliyor. Fiyodor Mihayloviç’i hakikaten büyük bir aşkla seviyordum, fakat bu aşk, birbirine denk yaşlarda olmayı gerektiren fiziki bir aşk veya tutku değildi. Tamamen platonik bir aşktı benimkisi. Daha çok bir tapınmaydı, son derece yüksek ruhi değerlerle mücehhez mükemmel bir varlık karşısında secdeye kapanmaydı. Bütün hayatını yakınlarına adamış, sırf bunun için dahi olsa sevgi ve ihtimam göstermesi gerekenler tarafından ihmal edilmiş; gün yüzü görmemiş mustarip bir adama karşı içten bir acımaydı benimki. Onun hayat yoldaşı olmak, yükünü paylaşıp hayatını kolaylaştırmak ve ona mutluluk vermek gibi hayallerim vardı; fakat o bunların da ötesinde benim tanrım, benim putum olmuştu. Sanırım bütün hayatımı onun ayakları önünde secdeye kapanarak geçirebilirdim. Ne var ki bütün bu yüksek duygu ve hayaller taarruza geçen katı gerçekler tarafından yerle bir edilebilirdi.”

Gerçi ayrılık ve felaketler yaşanmaz, bilhassa Anna Grigoryevna’nın kararlılığı ve azmi sayesinde. Şaşırtıcı olan ise onun o zamanlar, kendi ifadesiyle çocuk denecek kadar toy biri olmasıdır. Yaşadığı ortamdan, düzensiz ev ve ihmalkâr Petersburg hayatından kurtulmak ve yurt dışına çıkmak için ne gerekirse yapar. Anna Grigoryevna, çok sonraları, yurt dışına çıkma gerekçelerini tek bir nedene, evliliğini kurtarma arzusuna bağlarken doğrusu nispeten yanlıdır. Dostoyevski, A. N. Maykof’a yazdığı mektupta bu yolculuğu, ağır bir adım da olsa, hayati bir zorunluluk addeder. “İki önemli sebepten”, diye yazar dostuna, “1) Sadece sağlığımı değil, evlilik hayatımı da kurtarmak(…) 2. sebep ise içine düştüğüm vaziyet: Alacaklıların daha bekleyecek tahammüllerinin kalmaması.”

Evliliklerinin kopma noktasına geldiği sıkıcı Petersburg hayatından uzakta, Dresden, Baden, Cenevre, Milano ve Floransa gibi Avrupa şehirlerinde dört yıl boyunca yaşadıkları “gönüllü sürgün” hayatı aralarında gerçek bir yakınlaşmayı husule getirir. Zihnindeki kuşkuların son bulmasıyla gerçek bir çalışma eri gibi tüm rahatını kocasının şaheserlerini vücuda getirmesine adar, onun yakınında olmaktan başka hiçbir dileği yoktur. Bir yanda hasta kocasının sağlığı üzerine titizlenmesi, kocasının alacaklılarıyla ona hissettirmeden, gizli saklı mücadeleye girişmesi, kıt kanaat bir hayat sürmesi, kocasının kumar tutkusu ve hele iki çocuğunu kaybetmesi metanetinden hiçbir şey eksiltmez. Hatıratın sayfaları arasında gezindikçe hal diliyle anlaşılacak husus Anna’sız Dostoyevski’nin Dostoyevski olamayacağı gerçeğidir. Zira ömrüne ömür katmıştır.

Dostoyevski’nin hastalığı konusunda Anna Grigoryevna ağzı sıkı davranır, pek tafsilat vermez. Aleksandr A. İsmaylov’a verdiği mülakatta bu konuya değinirken değil yazmak, anısının bile dayanılmaz olduğunu ifade eder: “Yaşadığım mutluluğu hak edilmemiş yüce bir mutluluk addediyorum. Ne var ki kefaretini bazen büyük acılar çekerek ödediğim bir mutluluk! Fiyodor Mihayloviç’in korkunç illeti bütün dirlik düzenimizi sabah akşam tehdit ederdi. Bildiğiniz gibi tedavisi olmayan, krizin ne zaman geleceği belli olmayan bir hastalıktır epilepsi. Bütün yapabildiğim yakasını açmak ve başını kucağıma almak olurdu. Sevgili yüzünün morardığını, vücudunun kaskatı kesilerek kasıldığını ve acılar içinde kıvrandığını görmene rağmen ona yardım edemiyorsun; çektiğim tüm ıstıraplar, besbelli ki, o yüce insanın karısı olmanın ödenmesi gereken kefaretiydi.”

Dostoyevski cephesinde de Anna’ya karşı belirgin bir yüceltilmişlik var. Bulduğu “elmas”ı ömrü boyunca koruma niyetindedir. O sadece hayat yoldaşı, çocuklarının annesi, çalışma arkadaşı veya onun “sadık şövalyesi” değildir. Anna, Dostoyevski nezdinde bunların hepsi olmakla beraber daha ulvi bir öneme sahiptir. Dostoyevski’nin karısına yazdığı bir mektuptan şu satırları okuyoruz: “Ruhundaki, kalbindeki hasletlerin zerresinin kaybolmaması, aksine muhteşem bir güzellikte gelişip güller gibi açması için ve seni kemale ermiş, doğru yolu bulmuş, kötülüklerden korunmuş ve ruhu öldüren her tür pislikten arınmış biri olarak O’na sunup karşılığında büyük günahlarımdan arınabileyim diye Allah seni bana bahşetti.”

Bu bahsi, tanıklığı her zaman özel bir önem arz eden Tolstoy’un şu sözüyle çerçevelemek sanırım isabetli olacaktır: “Biz diğer Rus ediplerin Dostoyevski’nin karısı gibi eşleri olsaydı sanırım olduğumuzdan daha mutlu olurduk.”

-III-

Dostoyevski’nin ölümünden sonra Anna Grigoryevna kocasının dava edindiği fikirlerini yayma gayesiyle bitmez bir enerjiyle Dostoyevski Külliyatını birbiri ardı sıra tam yedi defa yayımlama başarısı gösterir. Aralarda ise Stari Russa’da Dostoyevski Meslek Okulunu, Moskova’da yazarın şahsi eşyalarını, elyazmalarını, eserlerine ait yerli ve yabancı baskılarda orijinal ikonografi ve gravürleri içeren Dostoyevski Müzesini kurar. Ayrıca o güne kadar Rus edebiyatında görülmemiş bir çabayla beş bin maddelik Dostoyevski Bibliyografisi hazırlar. Kocasının anısını yaşatmaya ahdettiği vazifeyi tamama erdirdikten sonra kalan son yıllarını anılarını yazmaya hasreder. Şöhret düşkünü biri addedileceği endişesiyle Hatıratının yayımlanmasını ölümünden sonraya bırakır.

Hatırat, 1925’te yayımlanmasının ardından çok geçmeden birçok dilde yayımlanmaya başlanır. Ne var ki Türkçemiz bu diller arasındaki yerini almaz.  2004’te Fransızcadan bir çevirisi yayımlanır. (Fyodor Dostoyevski, Remzi Kitabevi, Fr.dan çeviren M. Tahsin Yalım, 2004). İkinci bir dil üzerinden, herhangi bir hedef dilin, kaynak metin yerine kullanılmasının tabii neticesi olarak, yapılan çevirilerin tipik kaçınılmaz kusurlarını barındıran bir çeviri haliyle. Dostoyevski Biyografisinin önemli mütemmim cüzlerinden olan Hatıratı işbu sebeple aslından yeniden çevirdik.  Yazar, anılarını titiz bir objektiflik süzgecine uygunlukla daha çok stenoyla tuttuğu günlüklerinden, Dostoyevski’ye ve diğer şahıslara ait mektuplardan, dönemin dergi ve gazetelerinde çıkan yazılardan yararlanarak kaleme alır.

Anna Grigoryevna anılarını kaleme aldığı yılları ve sonrasını genellikle bir sayfiye yeri olan Karadeniz sahilinde, Yalta’da geçirir. 1917’ye gelindiğinde sadece savaşın değil, devrimin, açlık ve kıtlığın egemen olduğu kaos yıllarıdır. Bölgede baş gösteren sıtma salgınına o da yakalanır. Hastalık gücünü hayli tüketir. Tekrar bir iyileşme devresi yaşar. Birkaç günlük açlığın ardından bulabildiği iki sıcak ekmeği yemesiyle bağırsak iltihabı geçirir. 9 Haziran 1918’de ölür. Kocasının yanına gömülme arzusunu elli yıllık bir aradan sonra torunu Andrey Fiyodoroviç Dostoyevski olağanüstü çabalar neticesinde gerçekleştirir. 1968 yılında naaşı Yalta’dan alınıp St. Petersburg’daki Aleksandr Nevski Manastırı müştemilatından Tihvinski mezarlığındaki Dostoyevski’nin anıt mezarının sağ tarafına gömülür. Mezar taşındaki şu sade ifadeyi bugün de okumak mümkündür: “Anna Grigoryevna Dostoyevski. 1846—1918”

Dönemin ünlü Rus aktörü Leonid M. Leonidov, Anna Grigoryevna’yla tanışmasının onda nasıl bir etki bıraktığını şu sözlerle ifade eder: “O on dakikalık görüşme esnasında hiçbir şeye benzemeyen “bir şey” duyup gördüm. O “şey” vasıtasıyla, o on dakikalık görüşme vasıtasıyla, dahası Anna Grigoryevna vasıtasıyla bizzat Dostoyevski’nin varlığını hissettim.  Dostoyevski hakkında 100 kitap bile bana onu bu denli idrak etme gücü veremezdi. Dostoyevski’nin nefesini duyabiliyordum. İnanıyorum ki Dostoyevski ile karısı arasındaki atmosfer her zaman bu minvalde olmuştur…”

Hatıratın sade ve samimi anlatımlı sayfaları arasında İnsan-Dostoyevski’nin “zaaf ve meziyetleriyle gündelik hayat halleri”ne eşlik ettikçe okurun da benzer bir havayı teneffüs edeceği kanaatindeyim.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!