Antiemperyalist Mücadelenin Prensibleri

GEÇERLİ BİR EMPERYALİZM TANIMI

Emperyalizm, herkesin kafasına göre altını doldurduğu bir kavram… Bazıları tanım yapıyor, sonra da kaçıyor; iki gün sonra bambaşka bir şey… Zaten günümüzde insanlar iki gün bir kararda durabilseler, fikirleri belki gelişecek, belki güzel yerlere varacaklar; ama bir rüzgar esiyor o yöne, bir rüzgar esiyor bu yöne…

Herkes kafasına göre, işine geldiği gibi kullanıyor bu kavramı… Muhafazakârlar artık kullanmıyor. Ne zaman kullandılar onu da bilmiyorum ya, benim dikkatimi çeken AKP’den önce emperyalizm kavramını kötülemeye, bu kötü fikri İslâmcı camianın ılımanlarına da sıçratmaya başlamışlardı. Sonra AKP gelince yağ ile bal oldu; ABD ile kurulan sıcak ilişkilerin gerekçesi oldu bu kötü fikirler. Bugünün “ABD iyi ama İsrail kötü” diyen tuhaf yaratıkları bu zeminde türedi.

28 Şubat Sürecini iyi tahlil etmek lazım. Bu süreçte muhafazakârlar, evvela İslâmcıların yanında değillerdi. İslâmcı iktidar “antiemperyalist” bir politika izlemeye başladığında, herkesin düşmanı olmuştu. Ancak İslâmcılara yönelik cunta baskıları gelince, çoğu sosyalizmden gelme olan liberaller, İslâmcıları tutmaya, İslâmcıların yanında olarak cuntayı eleştirmeye başladılar. Öyle ki, onların bu “cesaret”i olmasaydı, İslâmcı aydınlardan cuntaya karşı gelenlerin sayısı bir avuç olmazdı. Derken cunta muhafazakârlara da saldırınca, muhafazakar destek de geldi ve bu böyle birkaç yıl sonunda AKP’ye dönüştü.

AKP İslâmcı, liberal, muhafazakâr ortaklığıdır. Ancak bu ortaklığın pek bir antiemperyalist muhtevası yoktur. O kadar yoktur ki, bunun da en önemli sebebi, liberallerin dümen suyuna fazlaca girmiş olan İslâmcıların, zamanla İslâmcılığı bozmasıdır. ‘28 şubat bir emperyalist – kemalist ittifakıydı’. Burada İslâmcıların yanında yer alan liberallerin ise emperyalizmle bir hesabı yok, ama kemalizmle hesabı vardı. Bu husus netleşince, AKP kolayca ortaya çıktı: Emperyalist destekli İslâmcı, muhafazakar, liberal ortaklığı…

Muhafazakârlar ve liberaller için emperyalizm diye bir kavram olmadığını belirttik… Şimdi de gelin, kemalistler için emperyalizmin anlamına bakalım: Kemalistler için emperyalizm, “kendilerini desteklemeyen çağdaşlık”tır. Kendilerini destekleyen çağdaşlık, aynen “çağdaşlık”tır. Yani “teslimiyet”… Sözgelimi, ABD onlarla işbirliği içinde olduğunda, bu “emperyalizm” değildir; ama ABD onların karşıtlarıyla işbirliği içinde olduğunda, bu “emperyalizm”dir.

Kemalistler Atatürk‘ü “antiemperyalist bir lider” olarak tanımlarlar. Tabiî bu tanım “emperyalizmin antiemperyalizm tanımı”dır. Yani, nedir? “İmparatorluk” düşüncesine karşı olmak, cumhuriyetçi olmak, ulus devlet yandaşı olmak… Bu anlamda, en büyük antiemperyalist ABD Başkanı Wilson‘dur. Zaten tanımı ondan alırlar. Churchill olsun, Clemenseau olsun, aynen antiemperyalisttir. Çünkü onlar da imparatorluklara karşı ve ulus devlet yanlısıdır.

İstismarı düşünebiliyor musunuz? Bu tanıma göre, emperyalist kimdir? Kim olacak, başta Osmanlı İmparatorluğu… Sonra Avusturya-Macaristan ve Alman imparatorlukları… Ama ABD, İngiltere, Fransa sömürgecilikleri “emperyalist” değil; hatta “antiemperyalist”… Bu, “emperyalizmin sanki leninist anlamını savunurmuş gibi yaparak emperyalist anlamını savunmak”, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük palavralarından bir tanesidir ve kemalistlerin yaptığı budur.

Leninist anlamda emperyalizm nedir? Beş aşamasını anlatır Lenin onun; bunların herbiri de kapitalist sömürüyle ilgili aşamalardır. Şimdi burada ayrıntısına girmeyelim. Özetle der ki -ve çok yaygın olarak bilinir bu- “emperyalizm, kapitalist sömürünün ve tekelleşmenin en yüksek aşaması, ekonomik köleleştirmenin nihai manzarasıdır.” Bakın, kemalistlerdeki “emperyalizm tanımı” da bu mu? Onların “antiemperyalist lider” saydıkları Atatürk de bunu mu savunmuş?… Ne gezer; Atatürk, bu tür emperyalizmi Türkiye’ye rol modeli almıştır.

Ancak bizde sosyalizm kemalizmin gayrımeşru çocuklarından biridir; varlığını ona borçlu, ama onun tarafından pek benimsenmeyen, sadece bazen kullanılan bir şeydir. Böyle olunca, bizim sosyalistlerin -bu durumu farketmeyen- bir çoğu da, emperyalizm tanımında kemalistlerle anlaşmakta zorlanmazlar. Kimdir emperyalist diye sorun: “Osmanlı’dır” diyeceklerdir. Neden? Çünkü Osmanlı, bir imparatorluktur; başka millletlerin topraklarını almış ve onlardan vergi almıştır.

İyi de canım benim, SSCB bu tarifin neresinde? Çin neresinde? Yugoslavya neresinde? Oralarda da “hakim bir millet”, başka milletlerin topraklarını alıp -vergi almak ne kelime- iliklerine kadar sömürmüyor mu? Onların dinlerini, dillerini, geleneklerini, kıyafetlerini yasaklayıp “tek tipleştirme” çabası gütmüyor mu? Osmanlı’da bunlar var mı? Vergi almaktan başka ne yaptığı var Osmanlı’nın? Ha, birinin adı “imparatorluk”, ötekinin değil… Yapmayın yahu; eczahanenin üstüne hırdavatçı tabelası açınca orası hırdavatçı mı oluyor?

Sadede gelelim: Emperyalizmin emperyalist tanımı, faydasız bir tanımdır. Emperyalizmin leninist tanımı, geçerli ama yetersiz bir tanımdır. Çünkü emperyalizm, sadece ekonomik sömürüde değil, kültürel (manevi) sömürüde de izlenmesi gereken bir kavramdır. Üçüncü dünya antiemperyalistleri bu gerçeğin farkına varmışlar ve emperyalizmin leninist tanımının yanına “kültür emperyalizmi” gibi, en az onun kadar geçerli bir başka tanımı eklemişlerdir. Buna göre emperyalizm;

– Bir imparatorluk esasına dayanma şartı olmaksızın, dünyayı veya dünyanın bir bölümünü ekonomik, kültürel, siyasi ve ahlaki boyunduruk altına almak, onların iktisadi kaynaklarını sömürmenin yanında, manevi anlamda da kendi kültürünü ve örnek hayat biçimini onlara dayatmak, özendirmek ve benimsetmektir.

Burada dikkat ederseniz, bizim emperyalizm tanımımızda “sömürü” ile birlikte “asimilasyon – kendine benzetme” anlamı da vardır ve emperyalizm gerçekte budur.

Şimdi buradan bakın bakalım, gerçek “emperyalist kimdir ve gerçek antiemperyalizm nedir?” Dünyanın egemen güçlerinin kültürel boyunduruğu altına girip onların ekonomik uygulamalarına dudak kıvıran klasik sosyalistler ve kemalistler mi, yoksa İslâmcılar ve onlarla birlikte -ister sosyalist olsun, ister milliyetçi- tüm üçüncü dünya antiemperyalistleri mi?

‘DEVRİMCİ İSLÂM’ ANLAYIŞINA BAĞLI ANTİEMPERYALİST ŞUUR

Çakal Carlos su katılmamış bir antiemperyalist ve antisiyonisttir. Bu davanın büyük kahramanlarından biridir. Öyle büyük bir politik tecrübesi ve birikimi vardır ki, dünyada bir çok ülkeyi, neredeyse o ülkede yaşayanlardan daha iyi tanır ve tahlil eder. Baran‘da takip edenler bilir; ben bu yönüyle, hayatımda böyle bir adam görmediğimi itiraf ederim…

Müslüman olmuş ve “Salim Muhammed” adını almış olan Çakal Carlos, emperyalizme karşı mücadelesini, uzun yıllar “siyonizme karşı mücadele” olarak sürdürmüştür. Çünkü “antisiyonist olunmadan aniemperyalist olunmaz.” Ancak bizde görülür böyle saçma sapan anlayışlar. İşte Kemalistler ve Atsızcılar cirit atıyor ortalarda: Tıynetlerindeki İslâm düşmanlığını “Arap düşmanlığı ve İsrail dostluğu” olarak ifade ediyorlar ve bunun üstünden güya Amerikan karşıtlığı, emperyalizm karşıtlığı, sözümona milliyetçilik oynuyorlar.

Böyle bir şey olabilir mi, Allahaşkına? ABD’yi kuran iradeyle İsrail’i kuran irade aynı şey değil mi? Bunlar ayrılabilir mi birbirinden? Ortadoğu’daki siyonizm, Batı’daki emperyalizmin bir eseri değil mi? Ne emperyalizme karşı olmadan siyonizme karşı olmak –bir kısım İslâmcıların ve muhafazakârların yaptığı- mümkündür, ne de siyonizme karşı olmadan emperyalizme karşı olmak –bir kısım milliyetçilern ve solcuların yaptığı- mümkündür.

Burada ‘Devrimci İslâm’ anlayışının temel prensibi şudur: İster solcu olsun, ister milliyetçi olsun, ister İslâmcı olsun, ister hristiyan, ister mecusî olsun, bütün dünyada Amerikan emperyalizmine ve onun çekirdeği olan siyonizme karşı, hep birlikte ve elbirliğiyle fikrî ve fiilî bir savaş… Yani Mevlânâ‘nın benzeri bir durum: Mevlânâ “ne olursan ol, gel” der, Çakal Carlos “ne olursan ol, vur” der…

Bir kemaliste, “kemalizmi bırak, gel müslüman ol” demez. Bir komüniste “komünizmi bırak”, bir milliyetçiye “milliyetçiliği bırak” demez. “Bulunduğun yerde, insanlığın asıl düşmanını gör” der. Bu da anlaşılır bir şey olsa gerek… Herkesin inancı, düşüncesi kendine… Gel deyince kim gelir?.. Tam aksine, kısır didişmeler doğurur bu; emperyalizmin ekmeğine yağ sürer… Ama bir şey vardır ki, o, herkesin kendi bulunduğu yerden yapması gerekendir, ona davettir.

Bir samimiyet şeklidir bu… Kaldı ki, öteden beri, İBDA yanlısı yayın organlarının tüm kesimlere karşı genel politikası buydu. Bu anlamda İBDA mensubları, çoğu zaman, bize bir mahkum elbisesi gibi giydirilen klasik sağ-sol çatışması psikolojisinin dışında kalmışlardır. Çünkü bunun güç kaybından başka hiçbir faydası yoktur. Hedef, topyekün kurtuluştur.

Binaenaleyh kimse Amerikan emperyalizmi, Rus emperyalizmi, Çin emperyalizmi diye bir kavram kargaşasına düşmemelidir. Çeçen cihadı kime karşıydı ve ona kim nasıl tavır aldı?.. Uygur’daki Çin mezalimine karşı kim nasıl tavır alıyor?.. İnsanlık üzerindeki bütün emperyalizmler, bir gün cehennemin dibindeki yerini alacaktır.

Öte yandan, Çakal Carlos‘un sığ bir antiemperyalizm anlayışı olduğu doğru değildir, bunu da nereden çıkarıyorsunuz? Çakal Carlos ulus devlet’in ne demek olduğunu senden benden iyi bilir, hiç şübheniz olmasın… ‘Devrimci İslâm’ kitabı, ne kadar iyi bildiğinin en açık göstergesidir. Bu konuda Ali Şeriati ile paralel düşünür. Şeriati şöyle der:

– “İşte Marx‘ın 19. yy’da Hegel ve diyalektiğinin başına getirdiğini, 20. yy’da nasyonalizm de marksizmin başına getirmiştir. (…) Herkes biliyor ki, komünist devrim aşamasına geldiği çağda, yani sanayi kapitalizmi evriminin zirvesine ulaştığı zamanda, komünizm yerine faşizm doğdu Batı’da!”

Salih Mirzabeyoğlu‘nun bu konda Ali Şeriati‘ye paralel tespitleri vardır. Ortadoğu’da, özellikle Filistin’de ortaya çıkan hareketlerin ideolojik karakteri için, yaklaşık olarak der ki:

– “Bunlar, reaksiyon olarak marksisttirler; köken olarak değil… Saldırı Batı’dan geldiği için, ona karşı olarak kendilerini otomatikman onun karşıtı olan Sovyetler’in yanında bulmuşlardır.”

Çakal Carlos‘un ‘Devrimci İslâm’ kitabında yaptığı değerlendirmeler de az çok bu kapsamdadır. Kendisinin bir ulus devlet tapınışı yoktur; Batılıların çizdiği sınırlar neyse öyle kalsın, buna dokunmak günahtır, demez. Ama bunun yanında, milliyetçiler antiemperyalist olmaz, doğasına aykırıdır da demez. Şimdi milliyetçilik deyince, her tutanın elinde kalmaması için, açalım:

Bir milletin bütün milletleri yönetme hakkı ve yetkisi olduğuna inanmak, bu da bir milliyetçiliktir ama, ona faşizm demek daha doğrudur. Bir de bunun yanında, yok olmaya karşı kavmî hakikatini tutup ayağa kaldırmaya, bu yönde bir duygu ve düşünce birliğine yol açmaya, emperyalizme, faşizme direnmeye dönük bir milliyetçilik vardır. Ali Şeriatî bunu özellikle uzun uzun anlatır. Bu anlamda emperyalizme karşı direnişin illâ marksist karakterde olmadığını, bazen milliyetçi karakterde de olduğunu ve bunu anlamak gerektiğini söyler.

Hani bugün de jargonda “ezilen ulus milliyetçiliği” gibi bir kavram var ya… Çakal Carlos da inkâr etmez bunu… Bu anlamda bütün Doğu’da ve üçüncü dünya ülkelerinde bu türlü bir ezilmişlik ve ona karşı milliyetçi bir başkaldırı vardır ve doğaldır. Ama ideal bu değildir tabiî ki.

EMPERYALİZMİN ARAÇLARINDAN BİRİ OLARAK KAPİTALİZM

Şu hâlde, her ne kadar “imparatorluk” kavramıyla aynı kökten gelmiş olsa da, “emperyalizm”in imparatorluklarla değil “kolonyalist-sömürgeci” yaklaşımla ilişkisi vardır. Her imparatorluğa “emperyalist” denemeyeceği gibi, sömürgeciliğin gelişmiş ve incelmiş bir hâli görülen her yerde de “emperyalizm” aranabilir. Kısacası, kolonyalizm, emperyalizmin ilkel ve kaba hâlidir; emperyalizm ise kolonyalizmin modern ve sofistike şekli…

Ancak burada kelimenin emperyalist anlamına olduğu gibi, leninist anlamına da itiraz etmek gerekir; çünkü kapitalizm, emperyalizmin bir şartı değil, sadece elverişli bir vasıtasıdır. Kapitalizme başvurmadan da emperyalist olunabilir. Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti, buna iki uygun örnektir. Bu devletler, işgal veya nüfuz ettikleri bölgelerin kaynaklarını, arada kapitalizm olmadan sömürürler; bunun yanında “kültür emperyalizmi” uygular ve sözkonusu kavrama ayrıca emsal teşkil ederler.

Bununla birlikte kaba işgal ve nüfuza dayanmayan “asıl emperyalizm”in en güçlü silahı kapitalizmdir. Kapitalizm sayesinde sömürgecilik sofistike hâle gelmiştir. Amerikan emperyalizmi, buna en iyi örnektir. ABD, kapitalizme teşne olmamayı doğrudan doğruya “savaş sebebi” saymaktadır. Tabiî bunu böyle söylemez: “Serbest ticareti engellemek suçu işleyen devletler” der. Bu suçu (!) işleyen devletler, ABD’nin düşmanı ve imha hedefi kabul edilir. Mesela Libya, bu yüzden ABD’nin düşmanı sayılmıştır.

Kapitalizmin ne olduğunu anlamak için, onu en derinden tahlil etmiş olan Karl Marx, tek başına kafa karıştırıcı olabilir; meseleyi, onun gelişimi içinde, eleştirileri ve onarımlarıyla birlikte ele almak gerekir. Sözgelimi Ali Şeriatî şöyle der:

– “Marks ve Engels, Avrupa’da biriken servetin, Avrupa proleteryasının bir emeği ve Batı üretim tekniklerinin bir semeresi olduğunu sanıyorlardı. Bak sen, şu dört dörtlük kanaate?!.. Oysa gerçek, bu beylerin sandığı gibi değil. Belki serveti meydana getiren yağmadır, üretim değil! Asya ve Afrika’nın sömürgeleştirilmesidir, Avrupa işçisinin çalıştırılması değil! Asya ve Latin Amerika’nın petrolü, Hint-Çin keneviri, Afrika ve Brezilya kauçuğu, Tanzanya elması, Mısır keten ve pamuğu ile beleş bakır, kurşun, demir ve kömür yataklarıdır. Yoksa Avrupa proleteryasının emeği değildir!”

Şimdi bu, son derece dikkate değer bir eleştiridir. Karl Marx, kapitalizmi “sınıf mücadelesi” ile açıklıyordu; oysa kapitalizm, özellikle “emperyalist mücadele”nin bir ürünüdür. Tabiatı gereği emperyalizmle özdeştir. Batı kolonyalizminin bir ürünüdür. Batılılar, servetlerini kendi içlerindeki üretimle değil, Doğu’da ve üçüncü dünya ülkelerinde yaptıkları sömürülerle elde ettiler. Onun için antiemperyalist mücadele, saf bir antikapitalist mücadele olmayıp, onunla birlikte, Batı dışındaki milletlerin Batı tahakkümünden kurtuluş mücadelesidir.

Son bir yıldır devam etmekte olan “Arab Baharı” projesine nazaran da görülebilir bu. “Arab ülkelerine demokrasi götürmek” için düğmeye bastı Batılılar; fakat Suudî Arabistan’ı “demokrasi götürülecek ülke” olarak görmediler. Çünkü asıl amaç demokrasi götürmek değil, kapitalizm götürmekti. Bir ülkeye kapitalizm girdiği zaman, emperyalizm de girmiş olur. Suudi Arabistan’da zaten vardı kapitalizm. Onun diktatörlükle yönetilmesi Batılıları hiç enterese etmedi.

Şimdi Suriye’ye bakalım: Türkiye, Suriye rejiminin devrilmesi projesinde Batılılar’la ortak hareket ediyor. Peki bundan Türkiye’nin kazancı ne olacak? Esad rejimi yıkıldıktan sonra, Suriye’ye Türk şirketlerinin girmesi mi? İyi de, hangi Türk şirketleri? Savaş sanayii dersen, Batılılar’ın elinde… Otomotiv öyle; elektronik, bilgisayar vesaire öyle… Türk şirketleri nesiyle girebilecek oraya?… İnşaat, şekerleme ve tekstil alanı dışında hangi sahada boy gösterebiliyorlar? Demek ki, arslan payını Batılı şirketler alacak mecburen. Zaten dünya görüşü ve hayat tarzını da Batılılaştıracaklar; “laiklik ve demokrasi götürecekler”. Senin o noktada da sunacağın bir teklif yok ki!

Bu, kapitalizmin ne demek olduğunu gösteren çarpıcı bir misâldir. Kapitalizm, büyük sermaye, üstün teknolojidir. Bunlar kimin elindeyse, sömürü de onun elindedir. Bunlara ilaveten, “tüketim alışkanlığı”dır. Kozmetiğinden giyimine, cep telefonundan yeme içme biçimine kadar her şeyiyle “Batılı hayat tarzı”nın benimsetilmesi dâvâsıdır. Her Batılı şirket bir sömürü aracıdır. Her Batılı şirket, emperyalizmin bir karakoludur. Bu şirketleri ülkesine sokmayan, sermaye ve teknolojisini “millî” standartları içinde kurmaya çalışan ülkelerse, Batı’nın “serbest ticarete engelci” diye düşman gördüğü ülkelerdir.

Şu hâlde geçmişte “imparatorluk” şartı arayan emperyalizm, günümüzde büyük sermaye ve üstün teknolojiyi temsil eden “kapitalist şirket” ayağıyla yürümektedir.

EMPERYALİZMİN ARAÇLARINDAN BİRİ OLARAK DEMOKRASİ

Batı dışındaki bir ülke eğer demokrasi ile yönetiliyorsa, o ülke emperyalizmin oyuncağı demektir. Çünkü demokrasi ile yönetilen ülkelerde hiçbir zaman güçlü bir hükümet, sağlam bir toplum ve “milli bir sermaye” sözkonusu olmaz. Bu ülkeler, Batı’dan gelecek yatırımlara ve bu yolla Batılı ülkelerin sömürülerine muhtaç durumdadırlar. “Dış yatırım” ve “sıcak para girişi” varsa işler tıkırındadır; yoksa, IMF’den yardım dilenirler.

Ancak bu, işin yalnız bir ayağıdır. Bir de işin “kültür emperyalizmi” buudu vardır ve bunun da en önemli şartı, demokrasidir. Kültür emperyalizmi, bir tür asimilasyondur, kendine benzetme hareketidir; Batı dışındaki milletlerin kültürlerini yok etme ve onları Batılı milletlere benzetme hareketi… Demokrasi ile yönetilen hiçbir ülke, kültür emperyalizmine karşı koyamaz. İnternetinden cep telefonuna, hamburgerinden kolasına, homoseksüelinden mini eteğine kadar Batı’nın verdiği her şeyi kabul etmek zorundadır. Sıkıysa “ben internet istemiyorum” veya “ben homoseksüllere karşıyım” desin. Sıkıysa alkolizme laf söylesin. İmkânı var mı bunun? Demokarsiye ve özgürlüklere düşman diye tefe koyarlar adamı!

Demokrasi, bir yozlaştırma aracıdır. Batı dışındaki ülkelerde demokrasi, toplumun sürekli bir kriz ve kavga hâlinde yönetilmesidir. Çünkü mahallî değerlerle demokrasinin getirdiği Batı değerleri arasında çatışma sürmekte, bunun sonucu olarak suç oranları daima yüksek olmaktadır. Demokrasi, Batı dışındaki ülkelerde sürekli biçimde katil, ayyaş, soyguncu, hırsız, tecavüzcü, uyuşturucu bağımlısı, fahişe, homoseksüel, hatta travesti ve transseksüel denen yeni türler yetiştirmektedir. Bunlar demokrasinin üçüncü dünyaya hediyeleridir. Bunlarla mücadele, demokrasi içinde, sahte bir mücadeledir. Çünkü bunları üreten bizzat demokrasidir.

Düşünün: Demokratik bir düzen içinde değerli olan şey nedir, değersiz olan şey nedir? Öncelikle kemmiyet değerli, keyfiyet değersizdir. Bir kuru kalabalığın attığı slogan değerli, bür mütefekkirin ürettiği düşünce değersizdir. Bir dansöz, bir şarkıcı, bir manken, bir film yıldızı, bir futbolcu ve bunun gibi eğlence sektörünü ayakta tutan kimseler değerli, gerçek fikir ve sanat işçiliği değersizdir. Çalmak, çırpmak, kaçakçılık yapmak, vurgunculuk yapmak değerli, alınteri ile çalışmak değersizdir. Bir işçinin bir yılda kazanacağını, kıçını açan biçimli bir kaltak bir gecede kazanabilir. İki şey en değersizdir: Fikir ve emek… Namus, ahlâk, inanç çok değersizdir; şarlatanlık, şamatacılık, namussuzluk çok değerlidir.

Bugün toplumda çeşitli insan tipleri görürsünüz. Katiller, soyguncular, çocuk istismarcıları, mafyacılar, gıda sahtekârları, boşanmak isteyen karısını boğazlayan ruh hastaları vesâire. Bunlar ve daha niceleri, hiçbiri “tam suçlu” değil, hepsi “yarı suçlu”dur; çünkü onları üreten bir demokratik ortam vardır. Onlar, bu düzenin ürettiği, şekillendirdiği, sevkettiği adamlardır. Bu düzen devam etiği sürece, mahallî değerler ile demokratik değerler arasındaki çatışma sürecek ve bu tip adamlar olacaktır. Siz pornografiyi, uyuşturucuyu, kaçakçılığı, sahtekârlığı “yasadışı” mı sanıyorsunuz? Bunlar demokrasinin gereğidir. Siyasî kavgalar, terör, anarşi, sonu gelmez tartışmalar, geçimsizlikler, güvensizlikler, aldatmalar, dolandırmalar, bozuk para gibi harcamalar, hep demokrasinin gereğidir.

Şimdi hiç kimse kalkıp da “muhafazakâr demokratlık” çok iyi, çok güzel işler yaptı demesin: Kaç tane genç kız, bir yuva kurmaktan umudunu kesti de kendini ona buna verdi? Kaç tane adam, borçlarını ödeyememekten çıldırdı da alkole sarıldı? Veya kaç tanesi, hiçbir zoru yokken, sırf örnek gösterilen “zenginler ve ünlüler” gibi yaşamak adına kötü yola düştü? Yukarıda tasvir ettiğimiz tablolarda en küçük değişiklik –olumlu yönde- oldu mu? Bunlardan sorumlu değil midir “muhafazakâr demokratlık”? Sadece cuntaların tasfiyesinden mi sorumludur? Toplumun soysuzlaşması kimsenin suçu değil midir?

Ama diyeceksiniz ki, Batı’da demokrasi var ve bunlar olmuyor. Batı’da demokrasi varsa, bir teamülün, bir tekâmülün sonucu olarak var. Yüzlerce yıl süren çatışmaların bir sonucu olarak var. Batı’da demokrasi, Batı kültür ve medeniyetinin tabiî bir uzantısı olarak var. Bu anlamda da Batılı toplumlar, bu uzantı ve tekâmül içinde, belli bir rehah seviyesinde tutunduğu ve kendi yozlaşmasını tamamladığı için bu tür örnekler yok; veya daha az var. Oysa Batı dışındaki toplumlarda demokrasi, bizzat kültür emperyalizminin bir aracı, soysuzlaştırmanın ve toplum içi çatışmanın bir sağlayıcısı, temin edicisi mevkiindedir.

EMPERYALİZMİN ALTERNATİFİ ‘FİKİR ÇAĞI’ DİYALEKTİĞİDİR

Kültür emperyalizmi, farkında olunduğu üzere, az çok netameli bir kavramdır. Batı’dan gelen her şey kültür emperyalizmi midir, yoksa bazı şeyler mi? Doğu ülkelerinin büyük sıkıntılarından biri de budur; diğer üçüncü dünya ülkelerinin de “çözümsüz” bıraktığı mevzu…

Bugün İran ve Suudi Arabistan’da, birbirine düşman karakterde, karikatürize şeriat idareleri var. Bunlar Batı’dan ne kadar, ne alsınlar, bir türlü çözüme kavuşturamıyorlar. Bazı şeylere ister istemez direnemiyorlar. Ama her şeyi olduğu gibi almak da toplumlarında büyük bir kaosa yol açıyor. Suudîler, otomobillerin en pahalılarını aldılarsa da kadınları direksiyona geçirip geçirmemeye karar veremiyorlar. İran profesyonel futbola yeşil ışık yaktı, ama huliganları ne yapacağını kestiremiyor. Daha önce çok daha acaibi Afganistan’da vardı: Batı’dan silâh dışında herhangi bir şey almayı küfür sayıyorlardı!

Hemen söyleyelim ki, bu sadece İslâm ülkelerinin bir müşkülü değildir. Komünizmle yönetilen Kuzey Kore, cep telefonuna, internete, hamburger ve pizzaya, kadınların pantolon giyebilmesine vesaire karşı epey bir mücadele verdi. Ondan önce Çin, Batı’nın değerlerine ne kadar teslim olup ne kadar olmayacağını bir türlü bilemedi de, en son bir kuru siyasî direnişi kaldı. Kezâ, Küba başta olmak üzere diğer Latin Amerika ülkelerinde, Afrika ülkelerinde, kültür emperyalizmine direnç noktasında büyük problemler yaşanıyor. Bazı şeyler, medeniyetin motorunun Batı olmasından dolayı ister istemez geliyor da, ne kadarı gelmeli, hangisi gelmemeli hususu kapkaranlık kalıyor.

Bir çok ülkenin, önce direnip sonra teslim bayrağını çektiğini görüyoruz. Çünkü direnç, Batı kültür emperyalizmine karşı kendi değerlerini üretemeyen bir noktada. Batı’nın demokrasisine karşı tek alternatif diktatörlük müdür? Emperyalizme karşı durmak için kemalist cuntanın kanatları altına girmek mi gerekir? Batı’nın kadınları çekici ve seksi yapma formülleri karşısında kadınların toplum hayatına girmemesi midir çözüm? Yahud, ona olduğu gibi teslim olup, işi kuru bir siyasî direnç noktasında bırakmak mıdır?

Şu bir vakıa ki, kültür emperyalizmine karşı işi kuru inatta bırakan, kendi estetiğini üretemeyen, kendi değerlerini ortaya koyamayan bir antiemperyalist dünya var. Batı adamı başıboş eşek gibi çayıra bırakırken, güya ona alternaif olarak insanı dipçik zoruyla, her adımını polis takibiyle ve çeşitli ceza ve tehditlerle bir hizada tutmaya çalışmak, Batı emperyalizmine hükmen yenik duruma düşmektir. Akıl ve vicdan sahasındaki mücadeleyi kaybettikten sonra, güzellik alanında rakib olamadıktan sonra, istediğin kadar ayak dire; sonun çöküş… Akıl olarak yeniksin, vicdan olarak yeniksin, estetik olarak yeniksin, ama “antiemperyalist” mücadele vereceksin; bulursan bana da ver…

İşte İBDA Diyalektiği tam bu noktada devreye giriyor ve insanlığa gerçek bir antiemperyalist mücadelenin mümkün olduğunu müjdeliyor, kurtuluş bestesinin notalarını öğretiyor:

– “Motor gürültüleri, savaşlar, esrar ve eroin dalgaları, sapıklık ve fuhuş, iyi ve kötü değer yargılarının ismiyle bile unutulmaya başlandığı bir zamanda, fikrin “beş para etmez” bir değer hükmüne indirildiği dünya çapı mekânda, yeni bir FİKİR ÇAĞI doğuyor.”

İmkânlar âleminde, bütün deliller, böyle bir çağın doğuşunu değil, asla doğmamaya doğru evrildiğini gösteriyor; yukarıda tasvirine çalıştığımız gibi… Nietzsche “tanrı’nın (inancın) ölümü”nü, Sartre “ruhun ölümü”nü ilân etmişti. İnsan hasta. İnsan ölüm döşeğinde. Çünkü fikir ölüm döşeğinde; düşünebilme melekesi ölüm döşeğinde… Her şey, hayvanî reflekslere, kaba uyarımlara, otomatik davranışlara dönüşüyor. Alkolizmin, pornografinin, uyuşturucunun ve her türden manevî yoksunluğun alıp yürüdüğü bir çağda fikir, bir lüks, hattâ bir mucize; doğması en son beklenecek şey…

Eskiden felsefe dinin en büyük rakibi sayılırdı. Şimdi felsefe diye bir şey yok artık. Sanat, mekanik başarılara indirgenmiş durumda. İnsanî şeyler yok artık. Dinin antitezi de, işte bu yokluk ve fikirsizlik. Fikir, kendi antitezini üretip onunla savaşmıyor artık. Fikir, Don Kişot gibi yeldeğirmenleriyle, karanlıklarla, güruhun yuhalarıyla, kahkahalarıyla savaşmak zorunda olan bir yokluk içinde; bir yokluğun zindanında, kör kuyusunda… Oradan çıkıp tekrar varlık savaşı verebilir mi?

Vermeli. Fikir Çağı doğmalı. Düşünce, insanlar arasında yeniden şah rütbesini almalı. “Karanlığın en koyu demi, güneşin doğmasına en yakın vaktidir.” Karanlık, en koyu demine vardığına göre, güneş doğacak. 21. yüzyıl, güneşin yüzyılı olacak. Fikir Çağı-İBDA Çağı gelecek!

İşte onun, İBDA’nın başlıca tanıtıcı vasıfları:

– Tarihi lif lif ayıklamış ve sahte kahramanları gerçeklerinden ayırmış olmak,

– Batı dünyasını bütün oluş sırları ve olamayış hikmetleriyle süzgeçten geçirmiş olmak,

– Bâtıl olan güzelleştirmeyi beceren Batı’ya karşılık, Hakkı çirkinleştirmeyi beceren kaba softa ve ham yobaz tipini, kökünden kazıyıcı idrake ulaşmış olmak,

– En çarpıcı ve cezbedici estetik ölçüleriyle pırıldamak zevk ve gayesine ermiş olmak,

– “İslâm’da merhamet eksiktir” diye düşünüp en kalpazan ve sun’i merhamet numaraları karşısında övünen Batı’ya mukabil, som altun merhametin nidüğünü anlamış ve İslâm’da kılıcın bile usta cerrah elinde bir merhamet neşteri olduğunu kavramış olmak,

– Batı’nın baş çilesi, insanoğlunu Homongolos’a çevirici makine bilmecesini en derinden çözmüş olmak… (Bkz. Salih Mirzabeyoğlu, İBDA DİYALEKTİĞİ, 4. Basım, İBDA Yay., s. 226-227)

Bütün bunlar da gösteriyor ki, gerçek bir antiemperyalist mücadele, ancak Fikir Çağı – İBDA Çağı’na dönük bir aksiyon olabilir ve ancak Büyük Doğu – İBDA bayrağı altında gayesine varabilir.

Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 4, Ağustos-Ekim 2013.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR