Kavgada kazanmak için, sadece iyi olmak, sadece kötü olmaktan daha elverişli değildir. Kavgada kazanmak için sadece güçlü olmak ve gücünü kullanmasını bilmek gerekir. Ama toplum kavgasında bu değişiyor. Bir siyasî hareketi zafere ulaştırmak için, sadece iyi olmak değil, “en iyi olmak” lâzım geliyor. Toplum kavgasında kuvvet buna bağlı ve bundan geliyor. “En iyi olmak”la beraber, bütün yolların kapandığı günde “biricik çıkış yolu” üzerinde bulunmak… Nasıl ki, İBDA Mimarı, ideolocyanın, inkılâbın gayesi olduğu kadar vasıtası da olduğunu haber veriyor!..
Allah, Nemrud’un gururunu kulağından bir sinek salarak kırdı. Romalılar da “ebedî” olduklarını sanıyorlardı ama, “barbar” adını verdikleri hayvan tavırlı insanlar tarafından tarihin çöplüğüne gönderiliverdiler. Böyleyken, insanlar ve toplumlar hâlen ölüme inanmamakta, “ilelebed pâyidar” kalacaklarını sanmaktadırlar. Derinliğine ve genişliğine kendimizi alıştırmamız gereken fikir şudur:
– Ölmek; yeniden doğmak için!..”
“Hükümet Darbesi Tekniği” isimli ilginç eserin müellifi Curzio Malaparte, Hitler’in muhalefetteyken eline bir çok ihtilâl fırsatı geçtiği hâlde değerlendiremediğini, korktuğunu, göze alamadığını, sonunda talihin de yardımıyla muradına nâil olabildiğini yazar ve ona şu sıfatı yakıştırır:
– Kadın mizaçlı!
Harbte kararsız kalmak, şübhesiz bir kumandan için affedilir bir hatâ değildir. Meselâ Alman İmparatoru II. Wilhelm, adetâ kararsızlık timsâli hâline gelmiş ve Almanlar’ın Birinci Dünya Savaşı felâketinden mesûl tutulmuştur.
Ama yakın zamanda vâki olan bazı hâdiselerin seyri, bir liderin, kararsızlıktan daha fenâ ve mahvedici bir hâl içinde olabileceğini söylüyor bize. O hâl ki, düşman orduları yola çıkmış üzerine gelirken, korkudan, aslında bunun bir yanlış anlamadan kaynaklandığını, aslında bu savaşın lüzumsuz olduğunu açıklayan “lider”de görülür. Tarihin bütün bozgunlarından beter böyle bir hezimetin müsebbibi lidere, acabâ “ne mizaçlı” demek gerekir?..
On sene kadar önce, Ahmet Kaya, mühim bir sanat hâdisesi olmanın yanında, büyük bir siyasî mesele olarak ortaya çıkmıştı. Bir çokları, onun şarkıları tesiriyle sosyalizme ısınmış, bir çokları da sosyalist olmadığı hâlde, onun şarkılarını zevkle dinlemişti.
Bundan sonra, Levent Kırca’nın “parodi”leri geldi. Levent Kırca bir sosyalist değildi; ama parodi tekniği, sosyalistçeydi. Tıpkı Ahmet Kaya’nın şarkıları gibi, 12 Eylül cuntasının pekiştirdiği “devlet putu”nu yıkıcı bir rol oynadı.
Şimdi halk, rejimle bir müşkülü olduğu zaman, Levent Kırca gibi tenkid ediyor yahut rejime karşı hislendiği zaman Ahmet Kaya şarkılarıyla kendini ifade ediyor.
Ama bütün bunlardan daha büyük bir sanatkârla tanıştırmalı bu milleti. Gerçek bir aksiyon sanatkârı ki, bir orkestra şefi gibi, sihirli değneğiyle halkı ayağa kaldıracak, bir marş hâlinde yürütecek, bir koro hâlinde söyletecek!..
Fikri siyasete tatbik bahsinde İBDA, ikinci olmayan ve ikincisi olmayan bir örnektir.
Daha evvel Batı’da bunun başarılı ve başarısız denemelerine rastlanmıştı. Hegel’in tarih felsefesi Prusya’nın devlet idealine resmî payanda yapılmak istenmiş, Marx’ın tarihî diyalektiği komünist militanların sokak kavgasına yakıt kılınmış ve Mussolini’nin idealist felsefeden aldığı prensibleri faşist harekete vücud vermişti.
Bütün bunlardan sonra İBDA, en derin tefekkürü en şedid aksiyona dönüştürmeye misâl bir yerde, “en iyilerin iktidarı”nı ortaya koymuş ve bunu önce Anadolu’ya, sonra bütün insanlığa armağan etmiştir!..
Marifetname’de şöyle geçer:
– “Denklem hâlinde kurulan dört kelimenin, –savaş, politika, irade, propaganda- karşılıklı etkisiyledir ki, Lenin, ihtilâlci hareketin kuvvet çizgilerini düzenlemiştir.” [*]
Bir ân duralım ve bunun ne demek olduğunu düşünelim: Lenin’in dergisini topu topu 500 kişi okurmuş. İşçi Konseyleri içinde de çok az bir taraftarı varmış. Ama Lenin konuştuğu ve yürüdüğü zaman, dudaklarından ve ökçelerinden, dört kenarından ışık veren bir kandil gibi, bu dört kelimenin, yerine göre biri, ikisi, yerine göre diğer biri, ikisi baskın gelen, harika terkibi, denklemi tütermiş. O asla “politika” yapıyorum diye, kandilinin “savaş” kenarına siyah bir band çekmemiş; ve asla “propaganda” kenarından parlayan ışık, kuvvetini, “irade” kenarından parlayamamaktan almamış.
Kıssadan hisse!..
Yukarıda zikrettiğimiz hikmette “nerede birlik?”, “nasıl birlik?” sualinin cevabı da vardır. Bir politikacı, savaş gücünden şahsen yoksun olabilir; ama savaş gücünden yoksun olmayanların karşısına çıkacak politik gücü kendinde görmemelidir. Yine, “irade” dediğimiz şey, denklemdeki yerinden koparılınca, “kapatamazlar, edemezler” edebiyatına döner ki, bu, iradenin ölümüdür. Kapatmaya kalkarlarsa ne yapacaksın? Hiç…
Bir de “propaganda”yı “kariyer” diye okutan tuhaf bir alfabe var!..
Mektubat-ı Rabbanî’den ölçü meali:
– “Cizye ve haraç o hadde vardırılmalıdır ki, kâfirler güzel elbise giyemesin ve kadınları ziynet eşyası kullanamasın… Cazibe ve güzellik müslümanındır.”
Apo, askerini birer hiçmişler gibi azarlar, onlara bu duyguyu verir. İBDA Lideri böyle yapmazsa da, liderinin karşısında hiçliğini açığa vuran askerin, onun düşmanı karşısında nasıl cengâver kesileceğini tahmin edersiniz!..
Sağ–sol çatışması, sağ içi çatışma, sol içi çatışma… Bizi ilgilendiren bunlar değil arkadaşlar!.. Biz bunlar içindeki “ileri” ve “geri” unsurları, hâdiseler karşısındaki tavırlarına göre tesbit ede ede yürümek durumundayız. İlerilik ve gerilik, İslâm inkılâbı bakımındandır; sağ ve sol diye genellemelerle alâkası yoktur!..
Daha düne kadar polisin gençlik içinde sivil siyasetini güden unsurlar olduğunu işitir, bilirdik. Bugün askerin de gençlik içinde örgütlendiğine ve siyaset yapmaya başladığına şahid oluyoruz. Polis sağa çekerdi, asker sola yalpa yapıyor: İP, SİP, vesaire… Herhâlde bu kötülüğe alâmet değil: Diplomaside elçiliklerin karşılıklı olması esas sayıldığına göre, mantıkla düşünüldüğünde, gençliğe de onların içinde örgütlenme ve siyaset yapma hakkı tanıyor!..
Yeni parti, yeni lider, yeni imaj, şu, bu, tamam ama, unutmamak gereken bir şey var:
– Ölü itin kanından diri enikler çıkmaz!..
Makyavelli, iyilere kötü olmayı da öğrenmelerini ve gerektiğinde kullanmalarını öğütlemişti. Yavuz Sultan Selim’in ise, böyle ufak hesablarla hiç işi olmadı: O sadece iyi olmanın ne demek olduğunu en iyi şekilde kavradı ve bütün kötülükler, karşısında kaçacak delik aradı!..
“Afgan Cihadından” –denerek- nakledilmişti zamanında: Adamın biri, “Allah yoktur, varsa benim canımı alsın da göreyim!” diye konuşmuş. Dinleyicilerden biri, “Allah vardır ve senin canını almak üzere beni memur etti!” diye cevab verip, adamı tepelemiş.
Köşeye sıkışan sıçan, “Can almak Allah’a mahsustur!” der. Bilmez ki, dişleri o ân cevahir gibi parlayan kedi de, bu hususta onunla tamamen hemfikirdir!..
Yirminci asrın başlarında Amerikan büyük şehirlerinin gizli hâkimi olan Sicilya mafyasının, açık ve puslu havalarda değişmeyen parolası şuydu:
– “Dostuna yakın ol, düşmanına daha yakın!..”
Goethe, kalbin anatomik açılıp kapanışının bütün hayata şâmil bir mânâ olduğunu düşünür. Cidden, insan vücudunda öyle nâzik hususiyetler var ki, aklıselim ile bakıldığında, bize hayatın mânâsı hakkında bazı mühim ipuçları veriyor. Kalbin açılıp kapanışı nasıl hayatın açılıp kapanışını (bast ve kabz) temsil ediyorsa, “küçük kan deverânı” ve “büyük kan deverânı” dediğimiz hâdise de bunun gibi: Birinde kalbteki kirli kanın akciğerlere gönderilerek temizlenmesi sağlanıyor, diğerinde akciğerlerden gelen temiz kan tüm vücudumuza pompalanarak canlılığımızı idame ediyor. “Küçük” ve “büyük” kavramlarının yer değiştirmesi farkıyla, ruhta da bunun böyle olduğunu söyleyebiliriz: Nefsimizde biriken kiri ruhumuzda arındırmaya “büyük cihad”, dünyada biriken kire arınmış bir ruhla savaş açmaya “küçük cihad” diyoruz!..
İBDA, “Önce kendimiz olalım, önce kendimiz İslâmı yaşayalım!” yollu şeytan tesellilerine hiç açık kapı bırakmamış ve “iç oluş” ile “dış oluş” arasında diyalektik bir ilişki olduğunu öğretmiştir. “İçe doğru olmak ve dışa doğru oldurmak memuriyeti”; eşzamanlı ve iç içe… Öyle ya, İslâmı kendimiz yaşayabiliyorsak, o zaman İslâm inkılâbından söz etmenin ne mânâsı var? İslâm inkılâbı, hem ferd, hem toplum plânında, İslâmı yaşayabilmek içindir. Nitekim İslâm’da, “Önce oturup bir güzel allâmeler olun, ameli sonra işlersiniz” denilmemiş, “ilmiyle âmil” olanlar övülmüştür… Toplum kavgasına girişmeksizin evinde oturarak olacağını sananlar, “Tarzan”ı filozof ismi sanıyorlar anlaşılan!..
Komünistlere soruyoruz: Komünizmden beklediğiniz nedir?
– Barış, kardeşlik, adalet, hürriyet…
Zamanımızda her ideoloji bu kelimeleri kendisine mâletmek ister. İyi ama, bütün bunların aslı İslâm’dadır ve yeryüzüne İslâmiyet’le yayılmıştır.
Barış mı? Huzur ve sükûn içinde bir sokak, terbiye ve zarafet içinde bir aile; ferdin kendisiyle, cemiyetiyle, hayatla barışı…
Padişaha “ayağa kalk, kanun huzurundasın!” diyebilen, yine ona, “Haddini bil, seni şeriata şikâyet ederim!” diye konuşabilen bir adalet ve eşitlik anlayışı…
“Fırat’ın kenarında bir kuzuyu bir kurt kapsa benden sorulur!” diye bir rikkatle çarpan Hazret-i Ömer kalbinin gösterdiği kardeşlik ve hürriyet şiarı…
O kelimelerin buradan başka hiçbir yerde bir mânâsı yoktur ve olamaz. Çünkü “İslâm kalbin yolu”!..
İsa Peygamber’in yeryüzünde şöyle konuşarak dolaştığı rivayet olunur:
– “Ben evlâdı babaya, kadını kocaya, kardeşi kardeşe düşman etmek için gönderilmiş bir resûlüm!”
Bu söz, yumuşakça bakıldığında her ne kadar insanı ürkütüyorsa da, esasen Hak ölçüsünün ne kadar ince ve hiçbir hatır ve gönül, akrabalık ve yakınlık tanımadığını ihtar ediyor.
Bedr Gazâsı bu yüzden “savaşların anası” diye anılmıştır. Orada ne kavim, ne sınıf, ne sülale, ne menfaat, ne şu ve ne bu adî unsur âmildi: Ruh ve nefs iki saf olmuştu ve evlâd babaya, kadın kocaya, kardeş kardeşe karşı gelmişti.
Hak ölçüsü, işte böyle, her ölçüden üstündür ve Hak kardeşliği, her yakınlıktan öte!..
Bir bak aya bir baka yaya demiş ki:
– Kaçanın anası ağlamaz!..
AKADEMYA (I. Dönem, Sayı 11, Şubat 1999, Şahin Eryürek imzasıyla)
* Salih Mirzabeyoğlu, MARİFETNAME –Süzgeç ve Şekil-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2007, s. 260.