Arkabahçe – II

İbda Mimarı diyor ki:

– “Kapıdan ve duvardan başlarını çıkaran ruhları gören göz nerde?” [*]

Şairin adresini de tarif etmiyor mu?

  •  

Baudelaire’e göre, kadın, insan fıtratındaki en aşağılık eğilimlerin temsilcisi, handiyse “cehennemin dibi”dir.

Dante ise, kadını, insan fıtratındaki en yüksek cennet iştiyakına remz diye alır.

Her iki hâlde de kadın, mânâsını, Üstad’ımızın o billûr ifadesinde bulur:

– “Madeni som ıztırab; kadın…

  •  

Çetin Altan ve avanesi için en büyük ayıb, Türk ve Doğulu olmaktır. Onlar, her kötülüğün Doğu’dan çıktığına ve Türk’te toplandığına inanırlar. Türk’ü, medeniyet tarihine hiçbir katkıda bulunmamış olmakla suçlarlar. Batı, her iyiliğin ve güzelliğin madenidir sanırlar.

Bunlar, baştan aşağıya saçmalıktır. Şimdi, Büyük Doğu – İBDA dururken, Doğu’yu yeniden keşfedecek değiliz. Ona şerh mesabesinde konuşulabilir ki, Doğu, her iyiliğin ve güzelliğin kaynağı ve asıl sahibi olduğu gibi, Türk’ün medeniyet tarihine katkısı olmadığını söylemek de mümkün değildir.

Bir kere medeniyet, âlet edevat ihtiyacı mı? Evet, bu sahada Türkler bir miktar geri kalmıştır. Fakat Batı’ya reform ve Rönesans hareketlerini, insaniyet ve medeniyet fikirlerini telkin eden ruh, Türk’ün de içinde bulunduğu İslâmiyet ruhudur. “Adalet” ve “hürriyet” gibi en mühim kavramlar, tek kelimeyle “medeniyet” fikri, Batı’ya Türkler’in bir ilhâmı ve telkiniyken, âlet edevat icadına kim bakar?

Batılılar bile, Batı medeniyetine vücud veren şeyin, İslâma mukavemet ve İslâmı taklid olduğunu tesbit haysiyetine sahibken, bizdeki Batıcılar’ın haysiyetsizlik ve sefaletine bakın siz! Sanki kendilerinin âleme en küçük bir âlet edevat ve fikir katkıları varmış gibi…

  •  

İnançlı insanlara dair bir kamuoyu araştırması yapmak istediğimizi varsayalım… Yüzde 90 küsuru Müslüman ülkede –lâfın gelişi!-, şu kadar kişiye İslâm inkılâbından bahsedin, şu kadar inançsız bulursunuz. İnançsızlığın alâmeti şu suâldir: “Nasıl olacak?” Nasıl olacak diye bir şey yok, inanmak yahut inanmamak var. Akıl, her şeyi “makûl” bir zemine çekip kendi kapasitesine sığdırmaya çalışıyorsa da, iman tavrının getirdiği anlayış başkadır ve İslâm inkılâbı bu anlayışa hitab eder. İmanı olan “nasıl olacak?” diye sormaz, “ne yapmalıyım?” diye sorar!

  •  

İnançsız adam, bırakın aklı, gözüyle görse de inanamaz ki! Peygamber mucizesini apaçık gören nice göz, inkâr ve küfür karanlığında kapanmıştır. İnançlıysa, gördükleri zaten onun için çok şey ifade eder.

Dostoyevski zamanında Allah inancı, cahil köylülere, bir de onları inandırmaktan çıkar sağlayan yöneticilere mahsus bir hurafe sanılırdı. Dostoyevski gibi muazzam bir kafanın en büyük eserlerini hep bu problem etrafında kurgulaması, çevresindeki entellektüellerden işitmediği hakaret kalmamasına yol açtı. Onu, çağı geçmiş Allah inancını, entellektüel hayata sokmakla suçluyorlardı. Büyük romancı ise, onlara şöyle cevab veriyordu:

– O kadar aptallar ki, benim yaşadığım kadar kuvvetli bir inkâr istidadını hayâl bile edemezler!

Hâsılı, iman bir ışıktır; imansızlık karanlık…

  •  

Nietzsche hakkında kolay bir hükme varmamak gerekir. Bir yandan büyük fikirlere dokunur, bir yandan küçük sonuçlar çıkarır. Yaşadığı çağın hurafelerini ortadan kaldırmak için ne şiddette bir karşı koyuş gerektiğini görmüştür; fakat onun yerini daha büyük hurafelerin alması tehlikesini sezmemiştir, hakikati görmemiştir, ona geçememiştir. Kötü bir ahlâkı ilgâ etmek için ahlâksızlığı mı müdafaa etmek gerekir? Öyleyse Nietzsche tipik bir felsefecidir:

– Yanlışı çıkarmakta halklı, doğruyu göstermekte haksız!

Tevhid kelimesinin birinci kısmında kalmak gibi…

  •  

İnsan vaktinde öleceğim diye sevinmeli. Bu sevinç, öldürülen vakitler–kıymetlerle dolu bir hayata karşı kazanılabilecek önemli bir zafer duygusudur. Meçhulün fırtınalı denizine kırık teknemizle açılırken hissetmek isteyebileceğimiz başka ne var: Vaktinde öleceğim, o hâlde varım!

  •  

İbda Mimarı diyor ki:

– “Terkibçi olun… Terkib aleyhinde tahlil olmaz!”

Bir ip çekip…

Şiir bahsine tatbik edecek olursak…

Şiir, “muhayyelâttan terekküb eden kıyas” olduğuna göre…

Terkib aleyhinde tahayyül olmamak gerek!..

  •  
  1. S. Eliot, yirmibeşinden sonra da şair olmaya devam edecekler için, şöyle diyordu:

– “Bir tarih görüşüne sahib olmalıdır; geçmişin yalnız geçmişliğinin değil, varlığının da şuurunda olmalıdır!

  •  

Hassas ruhlar için çok şey ifade eder: Bir adam yola koyulur. Bir yerinde bakar, kaka bir şey görür. O şey, adamın ne yola koyulmasına dairdir, ne de yola dair; sadece orada bir “tesadüf”, bir “araz”… Ama adam bundan müteessir olur ve olmakla da kalmaz, bunu lisanına yansıtır. İşte büyük yanlış! Böylece o kaka tesadüfle bu hassas ruh arasında, lisan vasıtasıyla bir bağ kurulur; bu bağı gören ve o lisanı işiten de, iki şey arasında bir münasebet vehmine kapılır. Lisan bir kez bu vehmi uyandırdıktan sonra, artık onu silip atmak çok zor bir hâle gelir. Hâlbuki yola koyulan adam, o şeyi sadece diline almış, eline almamıştı. Ama lisan bu ayrımı yapmaz; onda yer eden bir şey artık var olmanın en korkunç derecesinde var olmuş olur.

  •  

Allah’ın yardımıyla, nice az sayıda kişi, çok sayıda kişiye galib gelir.

Geçen yıl gönüldaşlarımız bir limanda pusuya düşmüştü. Vasıtaları yaylım ateşe tutulmuş, üç vasıtada ancak bir kişi hafif bir sıyrık almıştı. Sonradan saldırganların ifade ettiğine göre, bu, inanılmaz bir şeydi; mermiler yağmur gibi araçların camlarına çarpıyor, ama camlardan içeri girmiyordu.

Rövanş daha da muhteşem oldu. Hepsi bu işin çakallarından oluşmuş otuz kırk kişilik düşman grubu, ikinci bir saldırıya hazırlanırken, beş kişilik gönüldaş takımımızdan baskın yediler. Saldırganlar çil yavrusu gibi dağılırken, garib biçimde, her silâhtan çıkan mermi, bu pisliğin başı olana isabet ediyor, bir kolu ve bir bacağı hemen oracıkta bedeniyle vedalaşıyordu.

Şu var ki, siz atın, o vuracaktır!..

  •  

Kemalist rejimin yetiştirdiği adam tipine dikkat: Öyle saçma fikirleri var ki, hayvanların çıkardığı sesler onlardan daha mânâlı!..

  •  

Soyadı, çocuğun babasıyla bilinmesine dair bir teamüldür. Babası belli olmayanları “kemâl” sıfatıyla ibrâ etmek değildir. “Kemâl” sıfatı, ancak aile ve toplum merhalesi geride bırakıldıktan sonra idrak edilebilir bir safhadır; mânâ, “objektif” basamaktan kurtulmadan “kemâl” merhalesine adımını atamaz!

  •  

Etyen Mahçupyan, “Şeriat isteyenler, aslında adalet istiyorlar” diyor. Güzel ama yanlış… Adalet isteyenler aslında şeriat istiyor!..

  •  

Her şeyde bir yarımlık hissetmiyor musun? İBDA Mimarı, “insan ahirette tamam olur” buyuruyor… Tamamlık, ölmeden ölende… Nefsin her hırsı sınırsız ve her tatmini eksik… Nefs ölmeden tamam olmak olmadığından, her lezzet yarım!..

  •  

Tolstoy’un Napolyon hakkındaki hükmü:

– “O, dünyanın yarısınca övülen hareketlerinden hiçbir zaman vazgeçemezdi; bu yüzden de iyiyi, doğruyu, insanca olan her şeyi inkâr etmek zorunda kaldı!”

Napolyon, Ruslar’la olan korkunç bir çarpışmadan sonra bir tepeye çıkmış ve muharebe meydanında yatan 50 bin cesedden, sonra şöyle bahsetmişti: “Harb meydanı muhteşem görünüyordu!”

Aynı Napolyon, Almanya’da Goethe’yi ziyaret etmiş ve ona “İşte insan!” diye hitab etmiş, Genç Werther’in Iztırabları’nı en az 30 kere okumuş olduğunu söylemişti.

Tolstoy’u iyi anlamaya çalışırsak, İmparatorun bu iki hareketi arasında bir tezad yoktu. 50 bin kişinin cesedini çiğnemesi de, bir şairin önünde eğilmesi de, onu “Napolyon” yapan hareketlerdi!..

  •  

Düşmanın hatâlarımızdan yararlanamaz bir hâle gelmesi, onun zayıfladığının alâmetidir. Böyle bir düşman, hatâlarımızdan yararlanmaya kalktığı ânda, kendi ecelini karşısına aldığını da fark edecektir.

28 Şubat Süreci bir bakıma bunu anlatıyor!..

  •  

Yaşama sebebimiz, Allah ve Resûlü yolunda şehidlik liyakatine ermek gayesinden başka ne olabilir ki?

Eğer bizi hemen, derhâl, şu ânda bekleyen bir ölüm kalım mücadelesi olmasa, bütün bir ömrümüzü, secde makamında, “affet! affet!” diye yakararak geçirebilir miydik?

Belki kısacık bir lahzâ sürecek bu ölüm–kalım savaşı, belki yıllarla ölçülemeyecek bu münacatın, belki yerini tutar. Gaye nerede, biz neredeyiz? Dua nerede, biz neredeyiz? Cihad nerede, biz neredeyiz?

Cesur olalım ki, cesaretten başka hiçbir sermayemiz yok!..

  •  

Solun aksiyonunu taklid edenler diyorlar bize; ucuz bir teşhis… Soldaki kültür fukaralığının semtine uğramıyor çizgimiz. Solun aksiyondan da pek anladığı kalmadı ya, neyse… Hiç onlarda aksiyon şuuru olsaydı, “Şanlı Sivas Kıyamı” gibi bir hâdiseyi böyle alâkasız yorumlarlar mıydı? Sol, bunu olmayan kampların boğazlaştırılması zannediyor. 80 öncesinin birtakım hâdiseleri böyle olabilir, ama burada başka bir şey var: Burada Perinçek–Nesin ekibinin tezgâhladığı provokasyonun başlarına geçirilmesi hâdisesi var. Düzenin teşviki değil, bir aczi var. Ve mânâsı orada kalmayıp istikbâlde görünecek başka şeyler var.

Peki, hâdiseleri dışyüzden bile okumayı bilmeyenlerin bize aksiyon bahsinde öğreteceği ne var?..

  •  

Bir de bir mavaldır gidiyor: İran devrimini solcular yapmış da, İslâmcılar üstüne oturmuş da… Hani, İran devriminde solcular da bir yere kadar İslâmcılarla birlikte yürümüşlerdi ya… Kemalizm bunu kullanmak istiyor: “Ey solcular, İslâmcılara hiçbir mevzuda destek vermeyin, yoksa sonunuz İran’daki gibi olur!..” Mesaj bu… Bir kere İran devrimini solcular falan yapmadı; sayıca çok azdılar… İkincisi, saflarını belirleme durumuna gelince, bir kısmı İslâmcılara katıldı, bir kısmı Amerikan uşaklarına!..

  •  

Sağın şu “Türk milleti” palavrasına gelelim… Asıl bu palavranın sahibleri Türk değilken, bir de travestisinden dansöz politikacısına doğru bir millet dairesi çizmesinler mi? Ne “milleti” yahu; eğer öyle bir mefkûre bulunsaydı, “millet”e dair olmayan unsurları yok etmekle mi, yoksa bu mübtezel unsurları üreten bir sistemi savunmakla mı işe başlardı?

Açıkçası, bu milliyetçilik falan değil, rejim bekçiliği, düzen koruculuğudur!..

  •  

ABD, dünyayı “bir düğmeye basmakla işlerini bitiririz” propagandasıyla yönetiyordu. Irak’ta görüldü ki, öyle bir düğmeye basmakla falan olmuyor bu işler… Eline tüfeği alıp sokağa inmek gerekiyor. Sokakta da tüfekten çok yürek iş görüyor. O nerede?..

  •  

Sonra İSKİ’de grevci işçilere bizim arkadaşların saldırdığı yalanı… Ama biz, kanalizasyon hizmetlerini biz mi yapalım, siz mi yapın didişmesine dahil değiliz ki! Böyle bir didişmeden nemâlanmayız! Eğer orada işçiler “hak” diye ayaklanmış ve karşılarında bir zâlim güyâ namaza durmuşsa, bizin safımız zâlimin arkası olmaz!

Kara propagandacılar daha ince yalanlar uydursunlar; kimse yemez bunu!..

  •  

Trakya’nın “terk edilmiş Türkler”inin MİT’ten meded umması, denize düşen yılana sarılır misâli… Yılana sarılmalarını kınamak yerine, onları denize itenin altından halıyı çekmekle işe başlamalı!..

  •  

Valsin, Freud’un ve mantıkçı pozitivizmin vatanı Avusturya’da, şimdilerde kelimesiz şiirler yazmak modası varmış; sadece sembollerle yazılan, sembolik mantık kaziyelerine benzer mısrâlar… Mantık ve şiir… Meselâ “Margaret Faust’a hayır dedi” yerine, “M bağdaşmaz F”… Böylesi bir deneme!..

BEDİİYYAT

(Sayı 5, Nisan 1999, Şahin Eryürek imzasıyla)

* Salih Mirzabeyoğlu, KÖKLER –Necip Fazıl’dan Esseyyid Abdülhakîm Arvasî’ye-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1996, s. 185.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!