Arkabahçe – III

“Teşbihte hatâ olmaz” diye bilir bilmez konuşurlar. Hatâ başka nerede olur ki?.. Tarihin büyük hatâlarının pek çoğu teşbihten kaynaklanmıyor mu?.. Teşbihte hatâ olmasaydı, şair Rimbaud, en küçük bir teşbih karşısında yırtıcı hayvan pençesine düşmüşçesine titrer bir hâle gelir miydi?..

  •  

“Teşbihte hatâ olmaz!” Mevzuunda sona varmış kişi söyler bu sözü. O artık o mevzu içinde bilineni tüketmiştir. Hakikati canım cicim söyleyemez bir hâle gelmiştir. Hatâsı mazur görülecek teşbihe başvurur ve yoluna devam eder!..

  •  

Kral, huzuruna çıkan şairlerin zekâ derecesini, onların başvurduğu teşbihlerden anlardı!..

  •  

“Teşbihin zıddı tenzihtir” denmiştir. Birinden biri olmamakla, zıd kutublar arası muvazene diyalektiği tamam olmaz. Rahib, “Tanrı doğdu, tanrı battı” der. Filozof, “Doğan ve batan güneştir” diye kibirlenir. Birbirlerini yerler. Biri çıkıp ikisinin söylediğinin de hakikatini göstermeye kalksa, ikisi birden düşman kesilir!..

  •  

İBDA Mimarı altını çiziyor:

– “Kâfir, putlarda ne aradığını bilse zındık olmazdı; ve bir müslüman, kâfirin putta neyi aradığını bilse, mecazî imândan usanırdı!

  •  

Gül / Ey saf çelişki / Nice göz kapağının altında / Hiç kimsenin uykusu olmamanın / Sevinci… (Rainer Rilke)

  •  

Halikarnas Balıkçısı, sanatta Elenizmi, en çok Lord Byron’a bağlıyor… Belki öyledir; zirâ onun topallığı bile moda olmuş bir zamanlar… Ama Hölderlin’i de görmek gerekir… “Empedokles”in müellifini… Günlük itiş kakış dünyasında ezilişini “Beni Apollo çarptı” diye ifadeye kalkan, Nietzsche’nin takdir ettiği ve ilhâm aldığı tek Alman’ı!..

  •  

Sanatta meselelerin meselesini Aristo dile getirmiştir: Taklid (mimesis)… Yeryüzünü çirkinlik ve ucuzlukla dolduran da, güzellik ve yücelikle ziynetlendiren de hep odur… Şöyle sormalı: “Neyi taklid? İlâhî sanatı mı, tabiatı mı?.. Birinde iş artık taklid olmaktan çıkar, ibda olur; diğerinde bayağı taklid olarak kalır!..

  •  

İBDA Mimarı diyor ki:

– “Dünyanın bütün kötülüğü taklidden doğar!”

Taklid, taklid olarak kaldığında…

  •  

Fakat taklidi kışkırtan duygulardan biri de yoksa “hased” midir? İnsan sevdiğini nasıl taklid edebilir?.. Eğer gerçekten seviyorsa, kendini onda yok edip onu kendinde var ediyor değil midir?.. Hasedin hâli bunun tam tersinedir: Kendini onda var edip, onu kendinde yok eder!..

  •  

Romancı Allah’ın maymunudur”… Belki “sanatçı” da diyebiliriz: Güzel bir kadının gözlerinde, mezarında uzanmış bir cesedin yılanlar, çıyanlar doluşmuş encâmını seyreden Baudelaire… “Byron gördüğünü anlatır, ben kurduğumu” diyen Keats ve Lord Byron… Akıp giden zihnimizi akıp gitmez bir surette zabtetmeye çalışan Joyce… İnsan ruhunun derin sularının mırıldanışını sentetik bir formda bize dinleten Beethoven ve aynı mırıldanışı Şarklı bir tulûat diliyle ifade eden Tanburî Cemil Bey

  •  

Bir dostu Fichte hakkında şöyle yazmıştı:

– “Fichte’yi akademinin felsefe şubesinde hocalığa layık görmediler; çünkü o bir filozoftu!

Fikir ve sanatta İBDA Mimarı’nın getirdiği yeniliğin, çağdaş fikir ve sanat çevreleri tarafından “ıskalanması”…

  •  

İBDA Mimarı’nın “Kayan Yıldız Sırrı” isimli eseri, bir yerde O’nun otobiyografisidir. O’nun olduğu gibi, aynı zamanda bütün insanlığın biyografisidir… İşte, onda her şey olan bir mısrâ:

– “İki ayna bir elma!

  •  

Böyle bir yaratılışla yüzyüze gördüğümüz / Ancak hürriyet yansımasıdır karşımızda / Bizce karartılmış. Yahut bir hayvan / Bir susan, bir başını kaldırır da süzer ya bizi / Kader budur işte; karşı karşıya olmak / Başka bir şey değil; daima karşı karşıya…” (Rainer Rilke)

  •  

Belki de şu mısrâ, bütün şiir tarihinin özeti sayılır:

– “Bir ben vardır bende, benden içeri!” (Yunus Emre)

  •  

Formunda formunun kabuğunu çatlatmış aşk; “bana Leyla’nın aşkı yetti, suretini n’eyleyim” diyen Mecnun… Bu artık herkesin hoşuna gidecek hayâllerin yavan geldiği şairin hâlidir!..

  •  

İBDA Mimarı diyor ki:

– “Rumeli türkülerinde gurbet… Ege türkülerinde ritm… En güzel Türk şivesi de Azerîler’de!..

  •  

Süryani lûgatını karıştırdığınızda, ekseriyâ sonlarına bir “o” ilâve edilmiş Arabça kelimelerle karşılaşırsınız. Elbette bu, Hazret-i Âdem’in konuştuğu ve enbiyâ ve evliyânın bildiği Süryanice değil, geç devirlerin Süryani kavmine aid bir özelliktir. Ama belki de Süryanice’nin lisanda ilk olmasına aid bir hücceti barındırır. Çünkü “o”, Türkçe’de üçüncü şahıs olup, her şeyi tamam kılan ilk şeydir. Bu kelime morfolojik olarak, Arabça’da “te’nis–dişilik” alâmeti olan “çift gözlü he”ye eşdeğerdir; eski Yunan’dan önceki Girit medeniyetinde ise kelime sonuna gelen “çift o” değerindeki “omega”dır. Simyâda bu harf “kâinat yumurtası” olup, her şeyi tamam kılan ilk şeydir.

  •  

Kavmini Hak yolundan saptırmak için altundan inek heykeli yapan ve ona bir tür canlılık veren Samirî… Yunus’tan geldiğini söyleyen Brezilya yerlileri… Gılgamış destanında anlatılan Nuh tufanı… “Kayan Yıldız Sırrı”ndan şimdi göze çarpanlar!..

  •  

Freud, efsaneye inanan ilkel insanların psikolojisini, insanın çocukluk hayatı ile izah ederdi. Bu ilk bakışta doğru olduğu görünen tahlil usûlünü lüzümsuz bir genelleştirmeye tâbi tutarsak, hakikat semtinden ırağa düşeriz: Hakikat, çocukluğumuzda yaşadıklarımızın belli belirsiz bir hatırlanışı ve olur olmaz yorumlanışı olmasa gerek!..

  •  

Hume’un felsefesine dair bir tahlil sonucu:

– “Aslında birlik gösteren ve bu sıfatta kavranabilen bir ‘ben’ yoktur; çünkü ‘ben’ şübhesiz duyu intibâlarının yeri olmakla birlikte, kendisi bir duyu intibâı değildir. O, belki en doğrusu, farklı intibâlarımız ve tasavvurlarımızın ilişkin olduğu şeydir. Buna göre, ‘ben’ diye adlandırdığımız şey, Hume nazarında, metafizik felsefede olduğu gibi bir cevher değildir. O, aslında duyumların yanyanalığından ibarettir; sırf bir demet, yahut kavranılır kavranılmaz bir süratle birbirini izleyen ve sürekli bir akış ve hareket hâlinde olan farklı şuur muhtevâlarının bir kolleksiyonu, bir toplamıdır.

Acaba?..

İç ferahlığıyla ‘ben’ diyebileceğimiz bir öz yok mudur gerçekten?..

  •  

Şiir, sırf güzel sözler söylemek hüneri değildir. Şiir, “unsurüstü tılsım”dır. O tılsım da her zaman güzel sözlerde değil, hattâ bazen alelâde sözlerde yakalanır!..

  •  

Çocuğun gözü parlaksa onu kuyuya atın… Çıkarsa, yıldız olur… Çıkamazsa: Vatan sağolsun!..

  •  

Ne yapmaması gerektiğini öğrettikten sonra:

– Bırakınız yapsınlar!..

  •  

Aşk’ın duygusunda kalmış kimseden bizim öğreneceğimiz bir şey olamaz. Saf bir hikâye ediş, suyu çekilmiş bir portakal posası gibi, gerçek bir kıymet belirtmekten uzaktır. Hattâ bu gibi şeylerin, hadım edici zehirli tesirleri olabilir; çünkü kolay taklid edilir. Fikir Çağı – İbda Çağı’na hasret çekenlerse, duyguların derinliğini, fikirlerin yüksekliğinde görmek isterler. Fikirleşmemiş bir duygu, sahibinden başkasına yardımı olmayan, çoğu zaman ona da yardımı olmayan, ehlîleşmemiş bir hayvana benzer; o hayvanı ehlîleştirmek, o duyguyu fikirleştirmek lâzımdır… Öyleyse Fikir Çağı – İbda Çağı’nın hikâye ve şiiri, haklılığı ve güzelliğini, duygularının kendince derin ve yakıcı oluşunda değil, fikirlerinin açıklık ve yüksekliğinin ehlince takdir edilişinde aramalıdır!..

  •  

İBDA Mimarı diyor ki:

– “Yapabilmek, muktedir olmak için bilmek…

 

BEDİİYYAT (Sayı 6, Ağustos 1999, Şahin Eryürek imzasıyla)

 

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İlginizi Çekebilir