Arkabahçe – IV

Napolyon’a bağlı birlikler Rus tabyalarına dayandığında, Rus yüksek tabakası, hemen bütünüyle Fransızca konuşuyor ve düşünüyordu. Buna rağmen, Fransız ordusuna karşı, savaşan ve savaşmayan unsurlarıyla, tepeden tırnağa bir mukavemet ruhunda birleştiler. Demek ki, Ruslar’ın uğramış olduğu kültür erozyonu satıhta kalmış, ruha işlememişti. Muhakemelerinin sureti Fransız, ama ruhu Rus’tu!

Oysa Birinci Dünya Savaşı sonunda İstanbul işgâl edildiğinde, bizde “medeniyet hoş geldi” diyecek tıynette Jöntürkler vardı!

  •  

NATO’nun Balkanlar’da nasıl bir batağa saplandığını anlamak isteyenler için, ABD’nin Vietnam’da saplandığı batağın tahlili pek az yardımcı olur. Çünkü Vietnam başka, Sırbistan başkadır. NATO uçaklarının Sırp kuvvetlerini yok etmesi, savaşın sonu değil, belki uzun bir savaşın başlangıcı sayılabilir. Nasıl ki, her iki dünya savaşından hezimete uğramış olarak çıkan Almanya, çok kısa zaman zarfında, eskisini aratmayacak bir irade ile dünya kuvveti olarak yeniden ortaya çıktı. Sırplar da bunun gibi, kabile psikolojisiyle sırtlarını dayadıkları büyük devletlere yaranmağa çalışan kalabalıklara pek benzemez. Sırp şovenizmini besleyen saikler, onları vurmak ve tahrib etmekle değil, ancak mutlak bir zabtürabt altına almakla yok edilebilir. Bunu da NATO yapamaz, belki AB bir miktar örseleyebilir!

  •  

Anlıyoruz ki, “millî tehlike”, bir milletin başına bombalar yağmasına denmez; asıl, bir milletin ruh hayatına yağan bombalar tehlikelidir. Meselâ “Yüce Türk Milleti” markası altında, tarihte hiçbir zaman görülmediği kadar ayyaş, fahişe, ibne, piç ve alçak mizaç birikmesi… Binaenaleyh, gerçek millî tehlike, karşı konulamayacak bir askerî tehdidle karşılaşmak değil, işbu ruh ve ahlâk çöküntüsüne uğramaktır. Öyle ki, bir millî hesablaşma sürecine girmeden, artık dışa karşı hiçbir mukavemet gerçekleştirilemeyecektir. Memleket, şeyhler, dervişler ve müridler memleketi olmadı, evet ama, işbu sıfatlarını zikretmenin dahi insanın midesini bulandırdığı mahlûklar memleketi oldu. “Millî felâket” de işte budur!..

  •  

Sonunda bebeğin adını koydular: Travestiyi, öyle olduğunu ilân ederek milletvekili adayı yaptılar. Hukukî çerçevesi içinde, başbakan bile olabilir. BÇG ile başı derde girecek değildir. Aynı efendiye hizmet ediyorlar!..

  •  

1911’de bir İttihadçı binbaşı Trablusgarb tümenine tâyin edildi. İstanbul ile Trablusgarb arasında Kudüs’e uğradı. Kudüs’te o ara –Ulu Hakan’ın devrilmesini fırsat bilen– Yahudilerin faaliyetleri yoğundu. Yok olmaya yüz tutmuş İbranice’yi, çölde yükselttikleri müstakbel İsrail şehirleri içinde diriltmeye uğraşıyorlardı. Bu faaliyetin mimarı olan Elizar ben Yahuda, genç İttihadçı binbaşıyı karşısında görünce çok sevindi. Paralel emel ve amellerinden haberdar, ama yine de böyle bir ziyareti beklemiyordu. Kucaklaşmaları, aralarındaki ezelî ünsiyeti daha da görünür kılacak nitelikteydi. Düşmanları birdi. Belki gayeleri de… İkisi de İslâm milletini bir arada tutan şu koca çınarın yakında devrileceğini hissediyor, onun için uğraşıyor ve onun yıkıntıları üzerinde kendine has “millet yapma” davasını güdüyorlardı. Genç binbaşıyı, bu davanın has isimlerinden Şimon Zvi –bir Kabala uzmanı– Selânik’te yetiştirmişti. Genç binbaşı, Ben Yahuda’dan da –bir Talmud uzmanı– çok şey öğrenecekti. Lâkin İbrani yazısı ona biraz girift göründüğünden, ülkesine dönünce Latin yazısını götürecekti!..

  •  

Siyasî tarihimizde karmaşık denklemlerin kuruluşu yeni değildir. 1919’dan 1923’e uzanan günler içinde, bu karmaşık denklemlerin en büyüğü kurulmuş gibidir. Basitleştirerek anlatmaya çalışalım:

Bir tarafta Padişah; devletini ve milletini iç ve dış düşmanlarından korumaya çalışan, ama nasıl koruyacağını da bilmeyen, elinde hiçbir gücü olmayan, talihsiz adam… Bir tarafta Ankara Hükümeti; İstanbul’a asî, ama onunla dirsek teması içinde, gayesini Hilafet ve Saltanatı kurtarmak olarak açıklamışken Hilafet ve Saltanatı yok etme plânları yapan, işgalcilere asî ama onlarla dirsek teması içinde bir oluşum… Bir tarafta işgalciler; İslâm imparatorluğu’nu nasıl ortadan kaldıracakları, nasıl paylaşacakları hususunda birbirini yerken, Hilafet ve Saltanata karşı ortak bir iradeye sahib, Ankara hükümetine zaman zaman diş bileyen, ama sonunda onunla anlaşıp “ortak düşman” Hilafet ve Saltanatı yok eden düşman…

Görüldüğü gibi, basitleştirmek istenince de pek basitleşmiyor bu denklem… Belki de kısa yol şudur: 1999, bütün bilmecelerin çözüleceği tarih!..

  •  

Tarihte ilk defa “Türkçülük” davasını ortaya atan, ilk defa “Turan” fikrini üreten, ilk defa “kemalizm” diye bir kavram icad eden ve ilk defa Şeriata “kahrolsun” diye söven, Yahudi’dir. Rehberi Kur’an olanın hedefinin “Turan” olmayacağı buradan da bellidir!..

  •  

Yahudi ve dönmelerin Osmanlı İmparatorluğu’nu tahrib plânlarının en önemli enstrümanlarından olan Türkçülük, biri 1908’den, diğeri 1923’ten itibaren iki defa ve iki ayrı renkte devlet ideolojisi olarak tatbike çalışıldıysa da, hiçbir zaman halka indirilemedi ve ruha sindirilemedi. Hattâ 1930’ların başında Türk Ocağı’nın kapatılıp yerine Halk Evleri’nin açılmış olmasıyla, bir nevî yerin altına da itilmiş oldu.

Türkçülüğü ilk defa Orta Anadolu Türklüğü’ne sokabilen, Alpaslan Türkeş oldu. Türkeş’in bu başarısında, Menderes’i idam eden Millî Birlik Komitesi tarafından düşman ilân edilmesi ve kemalizmin içinde gelişme yolları arayan komünizme cebhe alması mühim rol oynadı. Ama bu defa da görüldü ki, Türkçülük, Türk’e ulaşır ulaşmaz, aslından çok şey kaybediyor: Şaman bozkurtçuluğu dar bir çevrede kalırken, Türk–İslâm Ülküsü tabana yayıldı. Üstad Necib Fazıl’ın el atmasıyla, eski din düşmanı Türkçülüğün ufuklarında BÜYÜK DOĞU güneşinin ışıkları parlamaya başladı.

Bu yüzden olacak, Millî Askerî Strateji Konsepti’ne göre, Ülkücüler veya onların bir kısmı da “iç tehdid unsuru” sayılıyor!..

  •  

MASK, MGSB, BKYM, BHK gibi harf yığıntıları, istesek de istemesek de siyasî hayatımıza girmiş bulunuyor. Bazı siyasîler, koltuklarını kaybetmemek için böylesi bir Yeniçeri oluşumuna resmiyet kazandırmayı kabul ettiler. Böylece Kürt milliyetçiliğinin önüne İslâmcılık, arkasına da Türk milliyetçiliği takılı bir “iç düşman” konsepti hazırlandı. HEP’in başına ne geldiyse RP’nin başına da o geldi; ve MHP’nin de yolu –şimdilik- başka biçimlerde tıkanmaya çalışılıyor. Fakat bu durum, bugüne kadar makyajlarından dolayı gerçek yüzü görünmediği için gizlenmiş bir gerçeği ortaya döküyor: İslâma düşman oldukları için Türk’e de, Kürd’e de düşman bir klik, bugüne kadar encâmımıza hükmetti. Bakın aralarında Kürd hiç yok, Türk ise tek tüktür; cümlesi, nesebi gayrı sahih bir Hak ve halk düşmanlığı koludur. O hâlde, şunu söylemenin hengâmıdır:

– Bozok, Üçok, Kurmanço, Zaza boyları; İBDA bayrağı altında birleşin!

  •  

Refah Partisi’nin, bir taraftan “yol kesici” bir taraftan “yol açıcı” olmak üzere iki yüzlü bir misyonu olmuştur. Onun yerine kurulan Fazilet Partisi’nin ise, ne öyle, ne böyle, hiçbir misyonu yoktur.

Biz, Refah Partisi’nin, İslâm inkılâbını İslâm düşmanlarının inisiyatifine ısmarlayan siyasî çizgisini İslâm inkılâbının önünde en önemli engel olarak görürken, hiçbir zaman İslâm düşmanlarıyla bir olup Refah Partisi’ne saldırmadık. Bize bunu böylece daha 20 sene öncesinden tesbit ve tevdî eden, Üstad Necib Fazıl’ın dehâsıdır. Fikir geleneği olmayan ve cihad emrini oy sandığında öldüren, derinliğine ve genişliğine buz tutmuş bir tabana, Refah Partisi’nin gerçekte ne yaptığını ve ne yapabileceğini anlatmak imkânsızdı. Bununla beraber, İslâmın –kendisi şöyle dursun– zerresine tahammül edemeyen küfür yobazı bir çevre, Refah Partisi’nin yükselişini sanki bütün bütün İslâmın yükselişiymişçesine karşısına alacak, onunla birlikte İslâma saldıracak ve böylece sahte oluş çöküp giderken gerçek oluşun önü de açılmış olacaktı. Bizim açımızdan, üstündeki miskinliği atmak için kavgaya girmek gibi bir şey…

İşte 28 Şubat Süreci’nin kısa hikâyesi ve önce madalyaları takılacak, sonra idam sehpasına çıkarılacak küfür soyunun gayreti!..

  •  

Meydan yerinde bir darbeci tipi dolaşıyor. Darbe iştiyakı daha mekteb sıralarında şahlanmış, bu iştiyakla kalkışmadığı şaklabanlık, millete etmedik zulüm komamış biri… 60 darbesinin ardından çıkıp, Yassıada zındanlarındaki tutuklulara adetâ kan kusturuyor… 71 darbesinin, hem darbe hevesi kursağında kalanlar, hem de bunu başaranlar listesinde adı geçiyor ve devrin işkencelerinde yine baş sıraya oturuyor… 80 darbesinde yine o ortaya çıkıyor ve aynı şeyler… Darbeden sonraki seçim atmosferinde de, darbecilerin başbakan adayı Sunalp’i desteklerken, Özal’ın alıp yürümesi karşısında bu sefer onun peşinde ve istihbaratın en üst perdesine kadar yükseliyor… Özal onun nüvazişlerinden o kadar etkileniyor ki, takım elbise giyip meydana inmesini bile teklif ediyor… Fakat hayır, darbecimiz henüz darbe hevesini körletebilmiş ve adını darbeler tarihinin baş sayfasına yazdırabilmiş değildir… Kimbilir, Özal’ın şaibeli ölümünden, Doğu’da bazı paşaların (E. Bitlis, C. Ersever, B. Aydın) ve bazı muhaliflerin “faili meçhul” katledilişine kadar bir çok noktada yine gölgesi vardır… Zirâ 90’larda Kürd beldelerinde alevlenen savaş, onun için tam da kendini gösterebileceği bir ortam hazırlamıştır… İtirafçı, korucu, birtakım kolluk kuvveti, bir kısım kaçakçı ve bilmem neciden oluşan işkenceciliğin, katilliğin arkasından hep onun ismi çıkıyor… Her taşın altında, her dalın üstünde ve kimbilir nerelerde… Ama kim kurcalayacak?.. Susurluk Skandalı sonrasında ifadesine başvurulmak üzere meclise çağırılınca “işim var” deyip kaçtığında, kim üstüne gidebildi?.. Başbakan, altındaki koltuk sallanmasın diye “fasa fiso” demedi mi bu skandala?.. Bir paşa kendisine çıkıp “Pezevenk!” diye alenen sövdüğünde, kulağını tıkamaktan başka ne yapabildi?.. Yasamanın ve yürütmenin olmadığı bir diyarda, yargıdan ne beklenir ki?..

Ama sevgili darbecimiz, tekaüde çıktığında, Cavid Çağlar’ın “içi boşaltılan” bankasında danışman olarak istihdam edildiğinde, yine de hevesini körletmiş görünmüyordu. Ne diyelim, kara toprak doyursun gözünü!..

  •  

Hacı Ali Demirel: AP’nin iktidara geldiği 1960’lı yıllardan başlayarak, adını bankalardan çektiği usûlsüz krediler, devlet kuruluşlarından kapattığı araziler, bu arazileri satın aldığının beş misli bedelle devlet kuruluşlarına kiralamalar, yahut hazine arazilerine kolayca imar izni çıkarmalarla duyurdu. Arazi faresi!

Yahya Demirel: AP’nin iktidara geldiği 60’lı yıllardan başlayarak, vurgun ve soygunda şöhreti giderek arttı. Türkiye’nin ilk hayâlî ihracatçısı, naylon fatura düzenleme ve haksız vergi iadesi almanın mucidi… Kendisine engel olmak isteyen bir müsteşarın bombalanması ve kurşunlanması ile, İtalya’da 800 kg baz morfin yüklü bir geminin yakalanması gibi olaylara adı karıştıysa da, asıl maharetini devlet bankalarını dolandırmakta gösterdi ve bu dalda hüküm giydi… Kıbrıs’ta kurduğu kara para aklayan ve daha bilmem ne işlere yarayan bir bankada, Engin Civan ve Tarık Ümit gibi şampiyon dolandırıcı ve kaçakçılar yetiştirdi. Banka faresi!

Şevket Demirel: AP’nin iktidara geldiği 60’lı yıllarda, hakkında usûlsüz kredi ve yolsuzluk şayiaları yayıldıysa da, şayiaları araştıracak Yüksek Denetleme Kurulu müfettişleri birdenbire görevden alınınca, meselenin aslı anlaşılamadı. Siyasî fare!

Murat Demirel: Askere gitmemek için kendini yurtdışında iş sahibiymiş gibi gösterdi, sahte evrak düzenledi. 1995 yılında asker kaçağı olduğunun anlaşılmasıyla askere alındı ve askerde arkadaşı tarafından bıçaklandı. Azerbaycan’da, Cumhurbaşkanı olan amcasının tavassutuyla bir dizi yolsuzluğa karıştı. Ama asıl skandalını, bundan bir yıl sonra Türkiye’de patlattı ve kendisine aid bankanın içini boşaltmak suçundan hapishâneyi boyladı. Yeni nesil fare!

28 Şubat Süreci’nin baş kahramanlarından Cumhurbaşkanı Demirel’in, “aile boyu vatan hizmetleri” galerisi!..

  •  

Karmaşık siyasî denklemlerden biri de CHP. Türkiye’de CHP’den başka siyasî parti var mıdır? Sanki CHP, Türkiye’yi yönetsin diye kurulmuş ve Türkiye CHP onu yönetsin diye var olmuştur. CHP dışındaki bütün partiler, CHP’den bir sapma olsa ve toplumun CHP’ye tepkisini belirtse bile, hiçbiri CHP’den büsbütün ayrılamaz. CHP yok olmaz; misket kadar kalsa da varlığını diğer partilerde devam ettirir ve borusunu yine öttürür. CHP için seçimlerin hemen hiçbir ehemmiyeti yoktur; çünkü onun söz sahibi olmak istediği asıl kurumlar hükümet ve meclis değildir; bunlar olsa iyi olur ama, olmazsa olmaz değildir. CHP için önemli olan demokratlık, komünistlik, faşistlik de değildir; bunların, konjonktüre göre herbirine eğilmiştir, eğilebilir. CHP’nin orduda, CHP’nin yargıda, CHP’nin üniversitede, hâsılı seçimle değil “atama” ile işbaşına gelinen devlet kurumlarında yandaşlarının otoritesinin devam etmesi, onun siyasetinin temel hedefidir. CHP, demokrasinin ürünü olan partilerden herhangi biri değil, demokrasinin de sahibi olan bir devlet partisidir.

CHP’nin hükümet prensibi şudur: Bürokrasinin üst kademelerine çıkacak kimseleri ince elekten geçirip, araya CHP’li olmayanın karışmasını kesin şekilde önlemek… CHP’li olmayanları da şu mülakat sorularıyla ayırır: “Atatürk mü büyük, Allah mı?”, “Ailenizde namaz kılan ve başını örten var mı?”, “Bir üstünüzü mahreminizin üstünde görseniz ne yaparsınız?”, “Dans ederken eş değiştirmekten hoşlanır mısınız?..” Bu sorulara verilecek cevablar, onun için hayatî önemi hazidir; başka ne bir vasıf, ne keyfiyet, ne liyakat ölçüsü mühimdir. Yüksek bürokrasi, mutlaka bu sorulara istenen cevabı veren kimselerden oluşmalıdır. Altta durum değişebilir. Orada her kesim ve her fikir kullanılabilir. Böylece “altı kaval üstü şişhâne” bir vaziyetin ortaya çıkmasına aldırılmaz!..

  •  

Kanal 7’den katliâm gibi program… Tiananmen katliâmı üzerine şu telkinler:

– Keşke ayaklanıp kırılmak yerine, emekleyip yorulsalardı… Keşke meseleleri bir günde çözmek istemek yerine, zamana yayıp çözülmelerini bekleselerdi…

Bir: Merkezî otoritenin zinde kuvvetlerle tahkim edildiği ve her türlü çözüm fikrinin bu otoritece durdurulduğu yerde, ayaklanmak, kırılmak olabileceği gibi, kırılmayı göze alarak çözüm fikrini kuvvetle gündeme taşımak mânâsına da gelir. Ayaklanma başarıya ulaşırsa, çözüm bir ânda gelir, başarıya ulaşamazsa çözüm zamana yayılmış olarak yine gelir…

İki: Ayaklanmak ve meseleleri bir ânda çözmek istemek, bir günlük meseleler için sözkonusu değildir. Çözülmeye çözülmeye hayatı yaşanmaz hâle getirmiş, bıçağın kemiğe dayandığı meseleler için ayaklanır insanlar. Ayaklanmanın tek çare olarak kendini gösterdiği yerde ayaklanırlar. Ayaklanmadan o meselenin çözülemeyeceği kanaati insanlara hâkim olur. Peki ya ayaklanırlarsa çözebilirler mi? Kötü ihtimal göze alınmazsa, iyi ihtimâlin güneşi doğmaz!

Üç: Ayaklanmak, bir öfke belirtisi olduğu gibi, aynı zamanda bir kuvvet gösterisidir de. Bu gösteri, otoritenin zaaf ve aczinden yararlanma şeklinde olabileceği gibi, esasen ayaklanacak kadar kuvveti olduğunu belirtmek, başlıbaşına bir çözüm yoludur. Yâni, toplumun meseleleri çözücü kuvveti olmasa bile ayaklanacak kuvveti varsa, meseleler hâl yoluna girmiş olur.

  •  

Kuvvetimiz yok diyorlar… Haysiyetiniz yok sizin… Haysiyetiniz olsaydı, hayatta haysiyetten büyük kuvvet olmadığını anlardınız… Kaldı ki, kuvvetiniz de yok değil… Kuvvetimiz yok diye, 100 senedir hiç olmadığımız kadar kuvvetli olduğumuz bir zamanda yol kesen haysiyetsizler sizi!..

  •  

Rivayete göre, Hazret-i İsa bazı havarilerine, “İleride beni inkâr edeceksiniz” demiş, onlar da çok üzülmüşlerdi.

Herhâlde bizim haysiyetsizler, bu hikmetten kendilerine pay çıkaramazlar. Bunlar, zoru görünce kendilerini bile inkâr edenler… Dün dünyayı fethe çıkıp milletin parasına ve samimiyetine el atanlar, bugün düşman karşısında şöyle ağlaşmıyorlar mı:

– Hayır, bizi yanlış anladınız, alçak dediğimiz yüksektir, biz de sizdeniz!

  •  

Sizi fişleyeni siz de fişleyin… Size silâh çekene siz de silâh çekin… Sizi sorgulayanı siz de sorgulayın…

Zamanımızın en büyük İslâmî mesuliyetlerinden biri budur!..

  •  

Alabildiğine hür, alabildiğine mahkûmduk. Hürriyetimiz; dönmek isteyenler dönebilir, kalmak isteyenler kalabilirdi… Mahkûmiyetimiz ise asla dönmemek, kafileden ayrı kalmamak ve ne pahasına olursa olsun işi başarmaya bakmaktı… Bu mahkûmiyet o hürriyeti tahdid etmiyor, bilâkis en yüksek noktasına taşıyordu; ve o noktada, biricik mesele kalıyordu:

– Olmak veya olmamak…

Onun için, bu yoldan dönenler için, dönüşlerinden dönüş yolu kapanmıştır. Bu, belki de tarihte ilk defa olmaktadır!..

  •  

Kimbilir, dünya gözüyle bu son görüşmemiz olacak… Yolun burasından sonra yol ikiye ayrılacak; bir kısmımız yeryüzü devletine, bir kısmımız gökyüzü devletine… Gidenler kalanları özleyecek ve kalanlar gidenlere imrenecek… Bugün, bu iki zaferin eşiğindeyiz ve bilmek gerekir ki, bu yolda kaybetmek yoktur… Bu iki zafer, bugünün Kumandan’ın Günü olmasındandır. Kumandan’ın Günü’nde mağlûbiyet yoktur… Ve yine bilmek gerekir ki, bu iki zafer, hakikî bir yol ayrımına işaret değildir; bizde kalmak diye bir şey yok, ancak önce gitmek ve sonra gelmek vardır… Ebedî bir beraberlikte kavuşuncaya dek ayrılık bizimkisi… Kısacık bir özleyiş vesilesi… Haydi, vakit geldi; helâlleşelim!..

AKADEMYA, (I. Dönem, Sayı 12, Ağustos 1999, Şahin Eryürek imzasıyla)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!