Arnavutluk-Makedonya-Kosova

ARNAVUTLUK’TAN ULUSAL GÜVENLİK KONSEPTİNE…

Resmi adı: Arnavutluk Cumhuriyeti…

Yüzölçümü: 28 bin 748 km kare…

Nüfusu: 3 milyon 320 bin…

Başkenti: Tiran…

Başlıca şehirleri: Durres, Elbasan, Vlore ve İşkodra…

Komşuları: Kuzey’de Yugoslavya, Güney’de Yunanistan, Doğu’da Makedonya, Batı’da (deniz komşusu) İtalya…

Dini: Müslüman % 70 (% 80’i sünni. % 20’si bektaşi), Ortodoks % 20 (% 2’si Yunan, kalanı Arnavut), Katolik % 10…

Etnografyası: % 95.5 Arnavut, %2.5 Çingene, % 2 Yunan…

Dili: Arnavutça…

Para birimi: Lek

Arnavutluk 45 yıllık bir demir perde hayatından sonra, 1985’te Enver Hoca’nın ölümüyle yeni bir döneme girdi… Ramiz Alisa, Enver Hoca’nın yerine geldi ve ülkeyi dışarıya açmaya çalıştı… 1989-90 değişim rüzgarı Arnavutluk’u da etkiledi ve çok partili düzene geçildi… Ülkenin en önemli iki partisinden biri olan Demokrat Parti 1990’da kuruldu; kurucusu, Enver Hoca’nın da doktoru olan kalp cerrahı Sali Berişa ülkenin yükselen yeni yıldızı oldu. Öte yandan İşçi Partisi isim değiştirip Sosyalist Parti olarak yoluna devam etti…

Tüm Doğu Avrupa’da görülen filmin Arnavutluk versiyonu biraz daha problemli oynandı… Orta Avrupa coğrafyasındaki ülkelerde transformasyon daha hızlı ve daha başarılı olurken Balkanlar veya Güneydoğu Avrupa olarak adlandırılan bölgenin Avrupa’ya ve Ulusulararası sisteme entegrasyonu daha zor bir seyir takip etti…

Arnavutluk yarım yüzyıllık bir izolasyondan sonra bu zorluğu daha da zorlu yaşadı… Mart 1992’deki seçimlerde Demokratlar iktidara geldiler ve hızla reformlara giriştiler. Ekonomik olarak % 8-9 nisbetinde bir artış sağladılar; ki, bu aynı filmin Türkiye’deki Özal versiyonundan daha başarılı bir rakamdı… Fakat bu müsbet rakamlar bugün Türkiye’de olduğu gibi gerçeği gizlemeye yetmedi, bugün Arnavutluk hala Avrupa’nın en yoksul ülkesi…

1996’daki seçimlere hile karıştırıldığı iddiası ve 1997’nin hemen başında patlak veren “Piramit krizi” ülkeyi tam anlamıyla bir kaosa sürükledi. Piramit sistemi, Türkiye’de 80’lerdeki banker patlaması veya 90’lardaki hayali ihracat patlaması ve saadet zincirlerine benzeyen bir “Titan” sistemiydi… Her köşebaşında bir bankar faaliyete geçti ve ülke kısa sürede mafya, kara para, silah ve narkotik merkezi haline geldi… Saadet zinciri çabuk koptu ve kopan fırtınada hükümet düştü, halk kamu mallarını yağmaladı, ülkede kamu düzeni bozuldu. Muhalefet, Demokrat Parti’yi tefeciliği desteklemekle ve seçim kampanyaları için kara paradan fon oluşturmakla suçladı. Hapisteki Sosyalist Parti başkanı Fatos Nano serbest bırakıldı ve başbakan oldu… Kısa bir sükunetin ardından, Kosova konusunda aktif ve karizmatik bir (Demokrat Parti milletvekili) lider olan Azem Haydari’nin öldürülmesiyle ortalık yeniden alevlendi… Başbakan istifa etti ve yerine yine Sosyalist Parti’den Pandeli Mayko geçti. Bu süreçte yaşananlar oldukça ilginçtir; hükümet parlamento üyesi bir milletvekilinin ölümünü soruşturmadığı gibi, bir cenaze töreni bile düzenlemedi… Buna mukabil muhalefet silahları çekti ve iç çatışmalar başladı. Fakat mevcut durumda ne muhalefetin iktidarı tam anlamıyla devirmeye ne de hükümetin muhalefetin elindeki silahları almaya ve liderlerini tutuklamaya gücü vardı… Tarafların birbirine üstünlük sağlayamadığı bu kargaşa ortamında ülke ani bir mülteci akınına uğradı. Kosova Savaşı’nın başlamasıyla beraber çok kısa bir süre içinde resmi rakamlara göre 480 bin mülteci Arnavutluk’a giriş yaptı. Asabi duyguları güçlü olan Kartaloğulları bu çetin şartlarda mültecilerin % 60’ını evlerinde barındırdı. Nato bombalarıyla küllenen Kosova sorunundan şu kadar yıl sonra bile ülkede halen 10 bine yakın mülteci bulunuyor… Bir milyondan fazla Arnavut da başta Yunanistan olmak üzere başka ülkelerde çok olumsuz şartlar altında mülteci hayatı yaşıyor…

Osmanlı, I. (1389) ve II. (1448) Kosova savaşları ile bölgeye girdi…

İttihad ve Terakki’nin kiliseler arasında sağladığı ittihad ve müslüman tebaya uyguladıkları zulüm, ‘Abdülhamitçi’ ithamıyla müslüman ileri gelenlerini katletmeleri sayesinde, 1912’de başlayan Balkan Harbi’ni müteakip1913 Londra Anlaşması ile Arnavutluk Osmanlı’dan ayrıldı…

1919 Versailles Anlaşması ile uluslararası sınırları teyid edildi; ve bugün hala süregelen problemlerin temelleri atılmış oldu…

I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın Siyonist-Haçlı mimarları, bütün Ortadoğu’da olduğu gibi Balkanlar’da da ihtilafsız bir sınır çizmediler; ‘Kartaloğulları’ üç devletin sınırlarına bölündüler…

Müslüman, Ortodoks veya Katolik; Arnavutların hepsi soylarını ‘Siptar’ olarak tanımlıyorlar, yani ‘Kartaloğulları’ veya ‘Kartalın Çocukları’… Balkan yarımadasında etnik bakımdan en homojen halk oldukları halde tek bir devlet çatısı altında toplanmaları engellendi Arnavutların… Çünkü bugün Arnavutluk, Makedonya ve Kosova’ya bölünmüş olan Kartalın Çocukları yüzde sekseniyle müslüman oldukları için Balkanların göbeğinde problemsiz güçlü bir devlet kurmalarına izin verilemezdi…

Meri Yeni Dünya Düzeni’nin bugün özüne dokunmadan yeniden yapılandırarak aşmaya çalıştığı Arnavut probleminin aslı ve esası bundan ibarettir ve bu suretle aşılması mümkün bir problem olarak gözükmemektedir. Hatta ilerde ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Yunanistan, Türkiye ve bütün Balkan devletlerinin dahil olacağı muhtemel bir Balkan Savaşının (Filistin-İsrail problemi yanında belki de yeni bir dünya savaşının) fitilini ateşlemeye yetecek güçte bir problemdir…

Bugün Arnavutluk’un yumuşak karnı Kuzey-Gega (Burada müslümanların ekserisi ve Katolikler yaşıyor) ile Güney-Toska (Burada Bektaşiler ile Ortodokslar yaşıyor ve ülkenin siyasi entelijensiyası bu bölgeden) arasındaki gelir dağılımı adaletsizliği başka iç ve dış sebeplerle bütünleşirse, şimdilik bizden başka kimsenin dillendirmediği bir Balkan savaşı çok rahatlıkla patlak verebilir…

Arnavutlar hem birleşme (Arnavutluk-Kosova-Makedonya) hem de bölünme (Gega-Toska) sancısını bir arada yaşıyorlar…

Dile getirilmiş bir toprak talebi yok ama Yunanistan sınır bölgesi Güney’de zaten nüfuz artırıyor…

İtalya, Balkan ülkeleri arasında Adriyatik’te en uzun kıyısı bulunan bu karşı komşusuyla en az Yunanistan kadar yakından ilgileniyor…

I. ve II. Emperyalist Paylaşım savaşlarında zaten bölgeyi işgal etmiş olan Almanya’nın Adriyatik’ten sıcak sulara inme idealinin hiç sönmeyen bir derin devlet politikası olduğu biliniyor…

Ve bugün malum dünya medyası (CNN, CBS, BBC, Time, Newsweek) Toska-Gega farkını her bahane ile dünya gündemine taşıyıp kaşımaya çalışıyor…

Peki Türkiye ne yapıyor?

1995 yılında kurulan Arnavutluk Komando Tugayı’nın % 10’unun bir dönem TC subayları tarafından eğitilmiş olmasını, TC genelkurmayının bölgeye Nato temsilcisi üç beş asker göndermesini ve kahraman Türk mafyasının bölgedeki varlığını askerî, siyasî ve ekonomik bir varlık addetmezsek aslında TC Balkanlardan tasfiye edilmiş durumda…

Kafkaslar’dan sürülen, Ortadoğu’da bütün hesaplarını tamamen İsrail’e endeksleyen, içerde de Anadolu insanını topyekun tehdit unsuru ilan ederek Hacıbektaş’a devlet çıkartması yapan TC; Balkanlar’da da Bektaşi-Sabatayist-Siyonist menbağa dayanıyor…

Mesut Yılmaz’ın lafını ettiği, ama günlerdir konuşulduğu halde kimsenin tek kelime etmeye cesaret edemediği ulusal güvenlik konsepti?

Bugünlerde yeniden ve bir kere daha Üstad Necip Fazıl’ın “Yeniçeri” isimli eserini okumayı salık vererek mevzuyu Arnavutluk vesilesi çerçevesinde kaba hatlarıyla seyredelim. Çünkü Arnavutluk’un başkenti Tiran aynı zamanda dünya Bektaşilerinin de başkenti ve ‘Dünya Bektaşileri Örgütü’nün kurultayları burada yapılıyor…

11. yy’da Anadolu’ya giren Büyük Selçuklular’ın sınırları Tanrı Dağları’ndan Marmara ve Akdeniz kıyılarına. Kafkaslar’dan Mısır ve Yemen’e kadar uzanıyordu… Haçlı ve İlhanlı akınlarıyla yıkılan devletin yerine kurulan Anadolu Selçuklu devleti ise 1240’larda Babai isyanlarıyla yıkıldı. Baba İshak ve müridleri Sultan Gıyaseddin’e isyan ettiler ve Sivas, Amasya, Tokat havalisinde çok kanlı çarpışmalar oldu. İsyan bastırıldı, Baba İshak ile ileri gelen müridleri öldürüldüler fakat devlet yıkılmaktan kurtulamadı. Ve bu havalide Yesevilik, Kalenderilik, Melamilik, Bahailik, Vefailik, Haydarilik, Bayramilik, Ahilik gibi tarikatlar serpilip geliştiler…

Ahi Evran ve Hacı Bektaş Babai isyanlarına karşı geldiler, Kayseri ile Kırşehir’in savunmasında da bizzat savaştılar… Ve Bektaşiliğin orduda, Ahiliğin ekonomide örgütlenmesi böyle başladı…

I. Beyazıt zamanında, devşirme usulü ile alınan yeniçeri ve acemi oğlanları yetiştirmek üzere Bektaşi Gül Baba’nın teşvikiyle Galata Sarayı Enderun-u Hümayunu (bugünkü Galatasaray Lisesi) kuruldu… Rivayete göre sarığına gül taktığı için bu lakapla anılan Gül Baba, okulun bahçesinde sarı kırmızı güller yetiştirmekteydi ve birgün okulu ziyaret eden II. Beyazıt bu renklerin bu okulun simgesi olmasını buyurdu… Bugün okul içinde makam merkadi (sembolik mezarı) bulunan Gül Baba’nın mezuniyet törenlerinde ziyaret edilmesi Galatasaray geleneğidir…

Babasının göremediği tehlikeyi daha şehzadeliğinde çok iyi analiz eden Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’nin İslam birliğini tesis gayretlerinden sonraki devirlerde de takiyye ile orduda, ekonomide ve bürokraside örgütlenmesini sürdüren dönme-devşirme Bektaşiliğinin nihai amacı devleti ele geçirmekti… II. Mahmud’un gerçekleştirdiği ‘vaka-i hayriye’den kurtulan yeniçerilerin Bektaşi tekkelerine sığınmaları üzerine bütün Bektaşi dergah ve tekkeleri de kapatıldı, bir kısmı da yıkıldı; ele geçirilen Bektaşilerin bir kısmı idam edildi bir kısmı ise Balkanlar’a sürgüne gönderildiler…

Balkanlarda yuvalanan ve süreç içerisinde İttihad ve Terakki’yi, Ali Rıza oğullarını doğuran bu kılıç artıkları; Selanik, İzmir, İstanbul, Edirne hattından gelen bir başka kılıç artığı Sabatay Sevi ile Arnavutluk’un başkenti Tiran’da buluştular… Bir türlü tam ele geçiremedikleri Osmanlı’yı yıktılar ve Haçlı-Siyonist-Bektaşi elbirliğiyle kurdukları devletin kadrolarını da dış türklerden, Robert Kolejlerden, Galatasaray’dan, Fevziye ve Terakki mekteplerinden devşirmeye başladılar…

TC’nin ulusal güvenlik konseptinin ilk cümlesini zamanında Milli Şef İsmet İnönü fısıldamıştı: “UNUTMAYIN HALK DÜŞMANIMIZDIR!” Hasılı TC’nin güvenlik konsepti Anadolu insanının ekonomide, siyasette ve hele askeriyede söz sahibi olmasını engellemek üzerine kuruludur… Hatta bunlar Anadolu’nun öz Alevilerine de düşmandırlar. İşte o yerli Alevilerden kurulu bir teşekkülün neşrettiği kitaptan TC’nin Alevilik Üzerine Oyunları:

“Mustafa Kemal kişiliğinde somutlaşan TC egemenliği, daha kuruluş yıllarından bu yana Osmanlı egemenlik tarzını aşabilmiş değildir. Burjuva anlamda bir iktidar perspektifine, onun çoğulculuğuna, birleştiriciliğine, ideolojik-politik genişliğine sahip olamamıştır. Bunu göremeyiz. Hatta Osmanlı’nın heterojen yapıya hükmetmede gösterdiği ustalığı dahi yakalayamamıştır. Osmanlı, müslüman bir üst kimlikle yönetimi altında bir çok halkı uzun süre kontrol edebilirken, TC’nin yaklaşımı sadece sınıfsal anlamda değil ulusal, dinsel, mezhepsel, kültürel tekelleştirme, homojenleştirme doğrultusunda olmuştur. Bugün bu yaklaşımın sonuçlarının sancısıyla kıvranması, bu politikasında geri adım atamayacak kadar mesafe aldığının, fakat daha fazla gidemeyecek kadar da takatsiz kaldığının açık bir ifadesidir. Bu iktidarlaşma ve hükmetme anlayışı ile özünden boşaltma, tarihsizleştirme, inkarcılık, kısaca asimilasyon ve kendinden kaçma her türlü yöntemle yeni dönem Türk egemenliği altında halklarımıza dayatılmıştır. Çıkış ve kuruluş yıllarında birçok toplumsal kesimle ve Kürt ulusuyla ittifak geliştiren, koalisyon kuran M. Kemal kliği kurumlaşıp, kendine güveni arttıkça tüm ittifak ve ortaklarını tasfiyeye girişerek sonuca ulaşmıştır. Bu yaklaşımın sonucu olarak daha 1920’lerden itibaren halklarımız ulusal sınıfsal, dinsel, mezhepsel kendini inkar cenderesine alınarak her türlü insanlık dışı uygulamaya maruz bırakılmıştır. İlk meclis Kürt ve Türklerin ortak meclisi ilan edilip cumhuriyetin iki kardeş halkın cumhuriyeti olduğu yalanıyla Kürtlerin desteği alınırken, ilerleyen birkaç yıl içinde bu durum hemen tersine dönmüş, Kürtlerin inkarı buna direnenlerin de imhası gündeme gelmiştir. Koçgiri, Şeyh Said, I. ve II. Ağrı, Sason, Dersim isyanları bu iki yüzlülüğe ve kendini inkar dayatmalarına karşı Kürt halkının direnişleri olarak gelişmiş, yüzbinlerce Kürdün imhası ve geniş çaplı sürgünlerle bastırılmıştır. Daha sonrasında asimilasyonla Türkleştirme çabaları herkesçe biliniyor. Günümüzde dahi TC sınırları içindeki herkes Türk kabul edilmekte, ulus olarak Kürt halkının varlığı reddedilmektedir.

Yine laiklik ve demokratik cumhuriyet vaadiyle bir kesim Aleviler ve Bektaşilerin desteği alınıp çok kısa bir süre sonra 1924’te Diyanet İşleri Reisliği kurularak Sünniliğin resmileştirildiğini görüyoruz. Yeni dönem Türk egemenlik ihtiyaçları temelinde düzenlenen, ne İslam’ın özüyle ne de laiklikle, demokrasiyle bağdaşmayan resmi bir mezhebin kabulü ve halklara dayatılmasıyla Beşiktaşilik ve bir kesim Alevilik ikinci ihanete uğratılan kesim olmuştur. BU ARADA İNANAN MÜSLÜMAN SÜNNİLERİN DE ALDATILDIĞI VE İHANETE UĞRATILDIĞI GÖRÜLMEKTEDİR. HİLAFET VE SALTANATI KURTARMAK İÇİN YOLA ÇIKTIĞINI SÖYLEYEREK DESTEĞİNİ SAĞLADIĞI SÜNNİLİĞİN PAYINA DA DEVLET KONTROLÜNE GİRME, M. KEMAL’LE BAŞLAYIP M. KEMAL’LE BİTEN DUALARA AMİN DEME, BATILILILAŞTIRILMIŞ BİR MÜSLÜMANLIK DÜŞMÜŞ… HALİFELİK GİBİ İSLAMİYET İÇİN SON DERECE ÖNEMLİ BİR MAKAM, EMPERYALİZM İLE YAPILAN PAZARLIK DOĞRULTUSUNDA KALDIRILMIŞTIR… M. Kemal kliğinin ortak ve ittifaklarını tasfiyesi bunlarla da sınırlı değildir. Sovyetlerin desteğini almak için ilişki geliştirdiği komünistler, İttihad ve Terakki’den silah arkadaşları, Kuvva-i Seyyare gücü ve ünlü komutanı Çerkez Etem, yine en yakınındaki kişilere varıncaya kadar herkes sırası geldikçe M. Kemal’in kişisel iktidarı için tasfiye edilmiştir. Kemalizm, tüm yol arkadaşlarını arkadan hançerlemenin, geriye kalanlara da kayıtsız şartsız teslimiyetin ve kendini inkarın dayatıldığı bir egemenlik anlayışıdır…” (TC’nin Alevilik Üzerine Oyunları, Zülfikar Yayınları, s. 21-22-23)

Dünya Yeni Dünya Düzeni tarafından yeniden yapılandırılıyor. Yeniden yapılanmanın sancı çığlıkları yükseliyor Balkanlardan. Doğru. Ama yanlış da! Bir kere yeni değil bu dünya düzeni. Yüz yıldır çığlık çığlığa Balkanlar ve bütün dünya… Osmanlı’nın dünya hakimiyetine son verdikten sonra bir türlü dünyaya nizamat vermeyi beceremeyen ve bütün dünyayı içindeki bütün canlılarıyla birlikte yokoluşa sürükleyenlerin bir de böyle deneyelim teşebbüsünden ibaret bu malum yeni dünya düzeni… Öte yandan, bu yeni dünya düzeninin, bu İsrail ile TC’nin mimarlarının, bu global katillerin bu yeni teşebbüslerinin başarılı olamayacağını ve dünyaya daha büyük zararlar vereceğini iddia eden ve gerçekten bambaşka ve yepyeni bir dünya nizamının istemeseler de gelmekte olduğunu gören bir kısım haçlı-yahudi de bu yeni nizamın içinde yer alabilmek için globalizmin, siyonizmin ve tabii Kemalizmin yıkılması için uğraşıyorlar…

Meri Yeni Dünya Düzeni de TC’yi budamaya çalıştığına göre şu halde TC’nin güvenlik konseptinin ikinci cümlesi “UNUTMAYIN HERKES DÜŞMANIMIZDIR” olmalı…

Tartışsınlar(!) bakalım!

MAKEDONYA’YA KISA BİR BAKIŞ

Tito liderliğindeki Federal Yugoslavya’nın altı cumhuriyetinden biri olan ve 8 Eylül 1991’de kansız bir bağımsızlık kazanan ülkenin resmi adı Makedonya Cumhuriyeti…

Yüzölçümü 25 bin 713 km kare; takriben Türkiye’nin 25’te 1’i kadar…

‘Makedonya’ aslında büyük bir coğrafyanın adı ve tamamı 66 bin 563 km kare; 34 bin 468 km kare’si Yunanistan, 6 bin 464 km kare’si Bulgaristan sınırları içinde…

Ordusu 2 bin, polisi ise 8 bin…

Nüfusu 2 milyon yüz bin… Ülke nüfusunun çok sağlıklı bir etno grafiğini çıkartabilmek mümkün değil. Doğru kabul edilemeyecek resmi verilere göre nüfusun %64’ü Makedon, %18’I Arnavut, %8’i Türk, %3’ü Pomak, kalanı ise Sırp ve Çingene…

Genel kabul görecek olan realite ülke nüfusunun dini grafiği; ülkenin yarısı Ortodoks Hristiyan, diğer yarısı (Arnavut, Türk, Pomak ve Çingeneler) ise Müslüman…

Yeri gelmişken bir parantez açarak Prizren’li Arnavut Mehmet Akif’i analım; (Arnavut ne demek var mı Şeriat’ta yeri? Küfr olur başka değil kavmini sürmek ileri..)

Keza Yunanca’da ‘ulusal, milli, nasyonal’ karşılığı kullanılan ‘Etnikos’ kelimesinin ilk Hristiyanlık’taki ıstılahi karşılığı da ‘putperest’; Roma ve Romalılık putperestlikti çünkü…

Makedonya nüfusunun yarısı başkent Üsküp’de yaşıyor… Üsküp 1392-1913 arası Osmanlı hakimiyeti altında yaşamış bir şehir…

Evliya Çelebi Seyahatname’sinde bahsedildiğine göre Üsküp’de 127 cami varmış; bugün ayakta kalanların sayısı yirmi…

Üsküp, müslümanların yaşadığı eski şehir ve ortodoksların yaşadığı yeni şehir olmak üzere iki büyük kısım…

Aslında Osmanlı’nın Makedonya coğrafyasına ilk girişi daha Orhan Gazi zamanında…

Gazi Süleyman Paşa komutasındaki Osmanlı askerinin bu topraklara ilk seferi Bizans’a yardım içindi; Haçlı seferlerine karşı…

Bir dostumuzun gösterdiği kaynaktan o dönemin bir fotoğrafını sunalım:

‘Sokak yağmaları kısa bir zaman içinde azaldı. Sabah olduğunda Venedikliler’in lideri Doc ve önde gelen Haçlı prensleri Büyük Saray’a yerleşmişlerdi ve askerlere takip eden üç gün boyunca yağma yapabilecekleri söylendi. Haçlıların Constantinopolis yağması tarihin kaydettiği en iğrenç ve trajik olaylardan biridir. Bizans devleti haklı olarak eğitim ve kültürlerinden gurur duyuyorlardı. Şimdi bütün kütüphanelerinin bütün klasik ve çağdaş sanat eserleriyle birlikte ateşler içinde yandığını görüyorlardı. Daha da dehşet verici olan, şehrin erkek kadın ve çocuklarına, rahip ve rahibelerine reva görülen tecavüzlerdi. Allah’a saygılı Doğulu’yu en çok da Kilise kurumuna yapılan saygısızlık şaşırttı. Ayasofya’da, mabedin içinde ahlaksız Fransız orospuları kafa çekiyorlardı. Bu orospulardan patriğin tahtına oturan birisi, Latin askerlerden aldığı para karşılığında ipek duvar halılarını yırtıp ikonaların bulunduğu bölme ile mihrabı paramparça ederken bir de ahlaksız taklitler yapıyordu. Hiçbir kilise kurtulamadı. Öyle ki, Paris’li Abbe Martin, sadece dini binalarda soygun yaptığını söyleyerek duygularının inceliğinden(!) dolayı kendi kendini kutluyordu. Bu tür ahlaksızlıklarla yapılan tahribatın miktarını kestirmek mümkün değil. Tahribattan geriye kalanları da gasbettiler. Haçlılardan daha zeki ve kurnaz olan Venedikliler ise en değerli hazineleri kurtarıp çalmayı becerdiler. Bütün bu yıkımdan sonra bile ganimet çuvalları o kadar doluydu ki, yağmacılar gözlerine inanamıyorlardı. Bir kentten bu kadar çok ganimet hiçbir zaman alınamadı; Villehardou böyle söylüyor. Tabii mezalimin karşılığı Ortodoks hristiyanlığın ebedi düşmanlığını kazanmaları oldu, Ortodoks kilisesi Eski Roma’ya karşı keskin bir antagonizma geliştirdi. 4. Haçlı seferi Doğu hristiyanları tarafından hiçbir zaman unutulamaz ve affedilemez. Bundan sonra Ortodoks ve Latin kiliseleri arasında kesin bir ayrılık, skizma ortaya çıktı. Yunan halkı ve bütün Ortodokslar UNION’u hiçbir zaman kabul etmediler ve bu esaret ve haysiyetsizlikten kendilerini halas ettiler… Doğrusu ve onurlusu da buydu; bu yara asla kapanmayacak…” (Steven Runciman, The Eastern Schism – A Study of the Papacy and the Eastern Churches During the XIth and XIIth Centuries, Oxford 1956, pp 150-151)

Geçtiğimiz haftaki sonuncu MGK toplantısında iki konu görüşüldü… Balkanlar dosyasını Makedonya ile açmamıza vesile olan bu sonuncu MGK toplantısının birinci gündem maddesi Sonbahar’da beklenen sosyal patlama, ikincisi ise Makedonya idi…

Niçin Makedonya?

Çünkü ‘dış türkler’ üzerindeki kadîm ‘nüfuz politikası’ iflas etmiş bulunuyor… Anadolu’da neredeyse her hane ile kan davası bulunan TC, Osmanlı’nın meşhur devşirmecilik politikasını tersyüz ederek ‘dış türkler’e uyguladı, buralardan sistemli olarak kadro ve ajan devşirildi kuruluşundan bugüne… Sonuç itibariyle, (TC’de sivrilen soydaşlarıyla duydukları kuru bir gururun ötesinde) bu politikanın en büyük zararı TC’nin ‘dış türkler’ tesmiye ettiği Osmanlı bakıyesi müslümanlara dokundu…

TC’nin bu politikası Ortodoks dünya tarafından da bir yayılmacılık emeli olarak değerlendirildi ve müslümanlar dışlandı… Geçmişte Ermeni ve Rum azınlığa karşı yürütülen tehcir politikaları, bir döneme damgasını vuran Adriyatik’ten Çin Seddine sloganı, TC askerinin Kosova’da Nato kadrosunda görev alması bu değerlendirmelerine güçlülük kazandırdı. Çünkü Ortodoks aleminin kabusu, ezeli dümanları Haçlılar ile Hilal arasında ezilmekti. Ve tabiî olan bu coğrafyadaki Osmanlı bakıyesi müslümanlara oldu; eza cefa gördüler, dışlandılar, yalnız kaldılar, eğitimsiz kaldılar, fakir kaldılar, geri kaldılar…

Ama herşeye rağmen daha düne kadar TC’yi kendileri için bir güvence olarak gören bu insanlar artık bazı gerçekleri anlamaya başladılar…

TC’nin Makedonya’da etkisizleşmesi sadece bu coğrafya ile de sınırlı değil elbette; Yunanistan ve Kıbrıs sorunuyla doğrudan alakalı… Makedonya’nın komşuları Batı’da Arnavutluk, Doğu’da Bulgaristan, Kuzey’de Yugoslavya ve Güney’de Yunanistan…

Makedonya coğrafyasının bir parçasının kendi sınırları içinde olmasından dolayı Yunanistan Makedonya Cumhuriyeti’nin ismine ve bayrağına itiraz etti ve bir dönem uluslararası platformda bunun mücadelesini yaptı, Selanik limanından geçerek Makedonya’ya giden mallara ambargo koydu… Ancak Yeni Dünya Düzeni’nin Yunanistan’daki pratisyenleri başbakan Kostantin Simitis ve dışişleri bakanı Yorgo Papandreu bu problemi küllendirerek Makedonya ile ilişkileri geliştirdiler… Makedonya’nın bütün önemli fabrikaları Yunan işadamları tarafından satın alındı. Rafinerilerini, termik santrallerini, ekmek fabrikalarını, büyük bankalarını yani Makedonya’nın ekonomisini ele geçiren Yunanistan ülkenin siyaseti üzerinde de etkinlik kurmuş oldu…

TC ise Kıbrıs’ın yerli halkını dahi tamamen kaybetmiş durumda; Kıbrıs’ta yayınlanan Avrupa gazetesi ‘Kıbrıs Türkünün kurtuluşu Türk Genelkurmayının vesayetinden kurtulmaktan geçer’ diye manşetler atıyor ve binlerce kişi toplanıp TC aleyhine yürüyüyor ve binlerce kişi Kıbrıs Rum pasaportu alarak tabiyet değiştiriyor… Hasılı TC, Kıbrıs başta olmak üzere ‘dış türkler’i kaybediyor…

Yaşanan son ekonomik kriz neticesinde sonbaharda bir sosyal patlama beklenedursun, ‘dış türkler’ çoktan patladı ve TC’nin nüfuz politikası çözülüp iflas etti…

‘Dış Türkler’ (‘Alamancılar-Gurbetçiler’ de dahil) çözüldükten sonra içerde ekonominin düzelmesi de asla mümkün olmayacak… Nasıl olsun ki; Alamancı-gurbetçi vatandaşların şimdiye kadar ciddi olarak hiçbir problemiyle ilgilenilmediği gibi onlara da irticaya ve teröre(!) karşı ajan-kadro menbaı olarak bakıldı ve birikimleri devamlı sağıldı… Şimdi ise ülkeye yatırım yapmaları için gerekli güven ortamı da yok…

Öte yandan yıllardır Türkiye’ye özgür vatan hayaliyle bakan ‘dış türkler’ son dönemde Türkiye halkının rüyasında bile göremeyeceği bir özgürlük ve ekonomik refaha kavuştular… Mesela birbuçuk milyon Türk Lirası olan bir ABD Doları Makedonya’da sadece 65 buçuk Denar… Ve Türkiye’de başörtüleriyle okuma özgürlükleri olmayan müslüman kız öğrencilerden Makedonya’ya gelip okuyanlar var… Makedonya’da müslümanlar orta öğrenimlerini medreselerde görüyorlar. Bu medreseler dini ve pozitif dersler veriyor ve medrese mezunları diledikleri üniversiteye girebiliyorlar… Bayan öğretmenler başörtüleriyle derslere girebiliyorlar… Üsküp çarşısında, çarşaflı kadınlar ve sarıklı şalvarlı erkekler arasında dolaşırken zaman tünelinde yolculuk yaptığınız hissine kapılıyorsunuz adeta… Ve burada bile müslümanların daha özgür olabilmelerinin önüne TC çıkıyor; tam bağımsız olan kilise kurumuna nisbetle müslümanların da tam bağımsızlık talepleri TC Diyanet’i emsal gösterilerek geciktiriliyor.

Makedonya Müslümanları şimdi azınlık statüsünden kurucu millet statüsüne geçme çabası veriyorlar… Arnavut militanlarıyla süren düşük yoğunluklu çatışmaların ciddi bir boyut kazanması şimdilik beklenmiyor. Çünkü Yeni Dünya Düzeni mimarlarının Makedonya’ya biçtikleri elbise ‘çok dinli ve çok kültürlü bir toplum’…

Burada süratle ehemmiyeti kavranması gereken bir gerçekle karşı karşıyayız: Yeni Dünya Düzeni’ne karşı alternatif bir düzen öngöremeyen hiçkimsenin (TC içindeki AB karşıtı yurtsever asker ve sivil kadrolar dahil) bu yapılanma karşısında başarı şansının olmadığıdır… TC idaresindeki yurtsever asker ve sivil kadrolar bu realiteyi görmek ve gereğini yapmak zorundalardır; ya Başyücelik Devleti veya malum Yeni Dünya Düzeni; bir tercihte bulunmazlarsa her halükarda etkisizleşip tasfiye olacak olan kendileridir…

KOSOVA’DAN GLOBAL GÜVENLİK SENDROMUNA

Arnavutlar, I. Kosova (I. Murad/1389) ve II. Kosova Savaşı (II. Murad/1448) ile Osmanlı’nın Balkanlara yayılma sürecinde millet olarak topluca İslam’a iltihak ettiler.

Osmanlı döneminde Arnavutluk dört vilayetten oluşuyordu: Skodre, Manastır, Yanya ve Kosova…

Tarihi Kosova bölgesi Sırbistan, Karadağ ve Makedonya arasında bölüştürüldü, en büyük parçası Sırbistan’a verildi. Bugün Kosova dediğimiz yer, tarihi Kosova bölgesinin Sırbistan’a bırakılan kısmıdır.

Bugünkü Kosova, Kuzeydoğu’dan Sırbistan, Kuzeybatı’dan Sancak ve Karadağ, Güney’den Arnavutluk, Güneydoğu’dan Makedonya ile çevrilidir. Yüzölçümü 10 bin 877 km kare, nüfusu yaklaşık iki buçuk milyon, başkenti Priştina’dır… (Osmanlı döneminde Arnavutların başkenti önce Prizren, sonra Priştina, sonra da Üsküp oldu. Üsküp bugün Makedonya’nın başkenti…)

1878 Berlin Konferansı ile tarihi Kosova’nın büyük bir bölümü yani bugünkü Kosova Sırbistan ve Karadağ’ın kontrolüne bırakıldı. Bu kararın akabinde bölgeden tehcir edildi Arnavutlar; Nis, Leskovik ve Toplika şehirleriyle mücavir yerleşim mahallerinde hiçbir müslüman bırakılmadı…

1913 Londra Sefirler Toplantısı’nda Balkanların haritası yeniden çizildi ve Kosova Sırplara verildi. Yeniden büyük bir tehcire maruz kaldı müslüman Arnavutlar; muhacirlerin bir kısmı Anadolu’ya, bir kısmı ise Suriye bölgesine yerleştiler.

Kosova, Arnavutların, Nazi faşizmine karşı Sırplarla birlikte savaştıkları II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na kadar Sırp egemenliğinde kaldı.

Bu dönem Balkanlar için bir dönüm noktasıdır; burada biraz duralım…

I. Beyazıt döneminde İspanya’dan getirilip Selanik merkezli olarak Balkanlara yerleştirilen yahudiler, ‘Vaka-i Hayriye’ye kadar Yeniçeri’ye elbise dokuyup dikerek, bektaşi ve mevlevi tekkelerinde dön baba dönelim diyerek rahat bir hayat yaşadılar. Vaka-i Hayriye’den sonra birden kurulu düzenleri bozuluverdi, büyük sıkıntı çektiler ve süreç içinde Balkanlarda ilk işçi ve burjuva sınıfını oluşturdular. Dönmelerin Kavala-Selanik bölgesinde oturanları Lozan sonrası mübadelede Yunanistan’dan Türkiye’ye geldikleri için, Almanların bu bölgeyi işgalinde uğramaları mukadder bir yahudi katliamından böylece kurtulmuş oldular. Üzeyir Garih’in Neveşalom’daki cenaze töreninde de gördüğümüz gibi bugün hala II. Beyazıt’ı ve Kemal’i minnetle anmaktadırlar. Nazi Almanyasının işgalleri karşısında sosyalist ideoloji Balkanlarda faşizme karşı direnişin tabii önderliğini üstlendi. Yahudiler de tabii olarak antisemitist Almanlara karşı sosyalist hareketin hem finansmanını üstlendiler hem de geçmişte Rusya’da olduğu gibi bütün Balkanlarda sosyalist hareketler içinde örgütlenerek yön ve perspektif verdiler.

Nazi faşizmine mücadele bayrağını açan sosyalizm, savaştan sonra da bölgedeki ideolojik ve siyasi boşluğu doldurdu; Sosyalist Yugoslavya doğdu…

Sosyalist lider Aleksandr Randoviç döneminde müslüman Arnavutlar için fazla bir şey değişmedi.

Tarihe 68 özgürlükler hareketi olarak geçen dalgayı Yugoslavya’da Kosovalı Arnavutlar yükselttiler. Kosova’da Arnavut Üniversitesi kurulması, Arnavutça’nın da resmi dil olarak tanınması, Sırpça mecburi eğitimin kaldırılması talepleriyle ayaklandılar…

1968 ayaklanmaları bastırıldı fakat ılımlı bir lider olarak tanınan Tito, 1974 anayasasında Kosova’nın durumunda iyileştirmeler yaptı. Kosova, Voyvodina ile birlikte Sırbistan içinde Yugoslavya’nın iki özerk bölgesinden biri oldu. Arnavutça’ya Sırp-Hırvat dili ile eşit statü verildi. Kosova’ya soydaşları Arnavutluk’un bayrağını kullanma izni, kendi rızası olmadan sınırlarında bir değişiklik yapılmaması ve anayasasını yapma hakkı verildi.

1981 yılında tekrar ayaklanmalar oldu; bu kez Sırbistan’dan ayrılarak Federal Yugoslavya’nın yedinci cumhuriyeti olmak istiyordu Kosova… Sırp ordusu ayaklanmayı on günde şiddetle bastırdı. 81 ayaklanmasından sonraki on yıl içinde bir milyona yakın (Kosova nüfusunun yarıya yakını) Kosovalı yargılandı.

1986’da Miloseviç iktidara geldi…

1989’da 74 Anayasası’nı yeniden düzenleyerek Kosova’nın özerkliğini kaldırdı. Kosova parlamentosu lağvedildi, okulların ve bütün resmi dairelerin faaliyetleri durduruldu, gazete ve televizyon yayınlarına son verildi.

1990’da Kosova Meclisi self determinasyon hakkını kullanma kararı aldı ve Kosova’yı Yugoslavya’nın yedinci cumhuriyeti ilan etti.

1991’de Kosova genel seçimleri yapıldı. Kosova Meclisi bağımsızlık kararını referanduma sunma kararı aldı. Uluslararası gözlemcilerin denetiminde yapılan referandumda Kosovalıların %99.8’i bağımsızlık dedi.

19 Ekim 1991’de Kosova’nın Bağımsız bir devlet olduğu, diğer Yugoslavya cumhuriyetleriyle ilişkilerini kendisinin belirleyeceği ilan edildi.

Bu süreçte Hırvatlar ve Slovenler de Kosova’ya destek verdiler, Sırbistan’ı federal ruhu öldürmekle suçladılar.

1993’te Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) kuruldu. 150 üyeyle kurulduğu söylenen UÇK, tehdit bildirileriyle başladığı işe Sırp karakollarını bombalayarak devam etti ve faaliyetlerini Kosova dışına da yaydı. Bugün silahlarını teslim eden UÇK’nın en son 12 bin kayıtlı üyeye ulaştığı, beyin takımının Tiran ve İsviçre’de olduğu, İngiliz komandoları tarafından eğitildikleri söyleniyor…

1998’de, zamanın başbakanı Mesut Yılmaz, Kosova’ya özerklik verilmesi için BM genel sekreteri ile, Arnavutluk ve Makedonya dışişleri bakanlarıyla, Yugoslavya’nın Ankara büyükelçisi ile ve burnunun kırıldığı Bulgaristan ziyaretinde Jelvi Jelev ile temaslarda bulundu. Büyük bir tarihin, zayıf bir devlet için ne taşınmaz bir yük olduğu bir kez daha görüldü; önüne Kürdistan haritası konuluverince burnu gerçekten kırıldı Mesut Yılmaz’ın.

1999’da NATO hava harekatıyla Yugoslavya’ya saldırdı. Harekat 78 gün sürdü, binlerce masum sivilin canına kıyarak, ülkeyi harabeye çevirerek 12 Haziran 1999’da sona erdi…

Hava harekatı Sırplara olduğu kadar Kosovalılara da zarar verdi. The Times gibi büyük medyada da alay konusu oldu NATO. Tıpkı 1991’de Irak’ta olduğu gibi, 36 bin sortiden sadece13’ünün askeri hedeflere isabet ettiği, kalan onbinlece bombanın kontrplaktan maket tankları, nehirlerin üzerine gerilerek köprü süsü verilmiş siyah muşambaları ve sivil yerleşim mahallerini vurduğu yazıldı.

Ve yine tıpkı 1991’de Irakta olduğu gibi ABD askerleri tarafından zayıflatılmış uranyum gazı kullanıldı Kosova’da; uranyumun sebep olduğu hastalıklar bölge halklarında olduğu gibi, ülkelerine döndükten sonra müttefik güçlerin askerlerinde de müşahede edildi. Hafızalarımızda bütün tazeliğiyle koruyoruz, müslüman camiadan da Irak’a ve Kosova’ya yağan NATO bombalarını alkışlayanlar maalesef çok oldu…

Her nedense, en gelişmiş tanklara ve silah teknolojisine sahip ABD ve müttefikleri Irak’a olduğu gibi Yugoslavya’ya da karadan girmeye cesaret edemedi. Anlaşılan Vietnam sendromundan hala kurtulamamışlardı; Balkan halklarındaki emperyalizme karşı direniş pratiği (Nazilere karşı) bu kadar taze iken üstelik…

Hava saldırısı fiyaskosu NATO Genel Kuvvetler Komutanı General Clark tarafından şöyle itiraf edildi: ‘Kapsamı ve yoğunluğu ne ölçüde olursa olsun hiçbir hava operasyonu yerde yürütülen paramiliter (gayrınizami) bir etnik kıyımı durduramaz.’

Ama Osmanlı’nın en hasta zamanında, Sultan Reşad Arnavutluk’ta yüz bin kişiyle bir Cuma namazı kılarak tarafları barıştırabiliyordu…

Evet, NATO hava harekatı 12 Haziran 1999’da sona erdi… Sırplar bölgeden çekildi. Kosova’ya KFOR adıyla 60 bin kişilik bir NATO birliği geldi. BM, başkent Priştina’da Kosova geçici yönetimi UNMIK’i kurdu. Geçici yönetimin geçici ilk başkanı BM Genel Sekreter Yardımcılarından Sergio de Meloydu. Sonra geçici yönetimin başkanlığına Fransa’nın eski sağlık bakanlarından Bernard Kouchner, sonra da Danimarkalı Hans Haekkerup atandı. UÇK da Kosova’dan çekildi ve son günlere kadar Makedonya’da eylemlilik gösteriyordu; şimdi Makedonya’da da ‘hasat operasyonu’ çerçevesinde silah bırakıyor. Slobodan Miloseviç ise, Teksas’taki kasaba şeriflerinin at hırsızlarını yakalama yöntemleriyle 1 Nisan 2001 günü tutuklanarak uluslararası adalete(!) teslim edildi. Ama mesele bitmedi; halen NATO şemsiyesi altındaki Kosova’nın durumu belirsizliğini koruyor. Bu arada Miloseviç de hayırlı bir iş yapıyor, çıkarıldığı mahkemeyi tanımayarak uluslararası hukuku ve Yeni Dünya Düzeni’nin hakkaniyetini tartışmaya açıyor…

Adı yeni kendi eski meri Yeni Dünya Düzeni yeni bir çözüm üretemiyor, 1978 Berlin Konferansı’nda çizilen sınırları muhafaza etmeye çalışıyor Balkanlarda; değişiklik bir başladı mı devamını kontrol edememekten korkuyor… Bu korku 1975 Helsinki Sözleşmesinde şöyle dile getiriliyor: ‘Avrupa’nın sınırları, yeni sınırlar, yeni toprak işgallerine yol açacağından kesinlikle değiştirilmemeli.’

ABD, İngiltere, Almanya, Fransa kanatları arasındaki menfaat çatışmaları ve rekabet; Rusya, Çin gibi unsurların muhalif etkinlikleri de Yeni Dünya Düzeni’nin ne Balkanlar ve Kosova özelinde ne de dünya genelinde politik çözümler üretememesine yol açıyor.

İnsan hakları, demokrasi, serbest pazar ekonomisi, her türden milliyetçi unsurların ve aşırı uçların tasfiyesi ve mutlaka İslam’ın durdurulması gibi içini çok net deklare edemedikleri çerçeve başlıklardan ibaret global bir güvenlik politikası var ortada…

İlla formüle etmek gerekirse, bu global güvenlik konsepti, birinci derecede G 8’lerin güvenliğini sağlamaya yönelik olup üç güvenlik kuşağından oluşuyor. Birinci kuşak tehlikeyi yerinde bertaraf etmeye yönelik olarak kurulan İsrail devleti ve bölgedeki üslerdir; ikinci kuşak, İsrail’le aynı amaçla kurulup kullanılan TC’dir; üçüncü güvenlik kuşağı ise Balkanlardır… Yani kahinlerinin haber verdiği kabusun gerçek olması durumunda, iki adımda tarihi sınırlara çekilip, tehlikenin nihayet Balkanlarda göğüslenmesi düşünülüyor. Çünkü Balkan ülkeleri, yani Ortodoksi kendilerinden değildir, batı ile doğu arasında tampondur. Evet bir batı var ve bu batı Balkanların bittiği yerden, Ortodoksi’nin bittiği yerden başlıyor. Ortodoksi’nin bu batı ile olan tarihi çelişkisi ve uzaklığı İslam’a olan uzaklığından az değildir. Bu yüzden batı emperyalizmi tarih boyunca Ortodoksi ile İslam’ı çatıştırma politikası güdüyor. I. Emperyalist paylaşım savaşında da Yunanistan’ı peşlerinden Anadolu’ya sürükleyen emperyalistler Kemal’le anlaşıverince, Yunanistan neye uğradığını anlayamadı bile. Tabii, olan Anadolu’nun binlerce yıllık mukimleri olan sivil rumlara oldu. Kemal’in düşmanı döktüğünü iddia ettiği Ege’de Batı’nın çirkin yüzünü gösteren trajik sahneler yaşandı. Açıkta demirli İngiliz savaş gemilerine tırmanarak canlarını kurtarmaya çalışan sivil rumlar, kasaturalarla elleri kesilerek Ege’ye döküldüler İngiliz askerlerince.

Sanırız anlaşıldı: Kosova’ya yağan NATO bombaları Balkanlarda güvenliği sağlamak değil, kendi güvenliklerinin Balkanlar kuşağını tahkim etmeyi amaçlıyordu… Başarısız olduğu da söylenemez: Bosna-Hersek ve Kosova’dan sonra biraz daha açılmış oldu müslümanlarla ortodoksların arası…

Korkuyorlar, korku üretip korku yayıyorlar, bütün dünyayı da manipüle ediyorlar…

Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne almamalarının altında da bu korkular yatıyor. Tayyip’in, döndüğüne birilerini inandıramama sorununu dışarda da bir anlamda TC yaşıyor ve zaman zaman kalbinin kırıldığı oluyor, çünkü kendine biçilen misyonu unutur gibi olduğu, gerçekten batılı olduğunu, olabileceğini zannettiği anlar oluyor… Lakin hala Türk denilince eşittir müslüman anlaşılıyor batıda. Bu yüzden kendi aralarında:

‘Bunların nüfusu hızla artıyor, bu çok tehlikeli bir şey, 21. Yüzyılın ilk otuz yılında Türkiye’nin nüfusu Almanya ve Fransa’nın toplam nüfusunu geçecek, bu da en az yirmi milyon Türk’ün Avrupa’yı işgali demektir.’ Diyor batılılar…

Tabii TC ‘nin de sırtını sıvazlayıp gönlünü alıyorlar, perspektif tazeliyorlar, İslam’a karşı bekçi köpekliği misyonunu güçlendiriyorlar:

‘Türkiye Balkanlardaki müslüman topluluklara, Arnavutlara ve Boşnaklara elini uzatmalıdır. Orta Asya’daki müslümanları becerdiği gibi, Arnavutların ve Boşnakların yeniden İslamlaşmasına karşı da en iyi seçenek Türkiye’dir. İslam’a laik yaklaşım zaten bu halklara çok yabancı değildir. Türkiye, doğusundaki sorunlara karşı batıda kararlı ve samimi bir batılılaşmayı deneyerek dengeyi bulabilir. Batısında kısmen başardığı laik uygarlığı ülke geneline yayabilmelidir. Türkiye’nin politikası doğuda stratejik, batıda ise kültüreldir. Doğuda gerçek bir tehdit ve kriz vardır. Burada Türkiye’nin gerçek ve birinci derecede müttefiki ABD’dir, ikinci sırada İsrail gelir. Batıda bir tehdit yoktur. Batıdaki sorunlar kültürel ve ekonomik ilişkilerle aşılabilir…’ diyorlar.

Evet böyle diyorlar, çünkü korkuyorlar. Tabii üretip yaydıkları korkudan kendilerinin de etkilenip paniklemediği söylenemez; global güvenlik konseptleri, bir siyaset olmaktan çıkıp sendroma dönüşüyor doğal olarak, adeta panik atak ve şizofren davranışlar sergileniyor… Öyle ki, karşılarına demokratik ve insani haklar talebiyle çıkan, kendilerinden sığınma talep eden bir müslüman mülteci adayından bile ürküyorlar; kendi yasalarını (uluslararası ve ulusal) ihlal etme pahasına başlarından atmaya çalışıyorlar…

Keşke hiç olmasaydınız da diyebilirler; lakin biz varız! Ve galiba insanlığın kayıp vicdanlarıyız!

Dipnot yerine, Yusuf Kaplan dostumuzun Yeni Şafak’ta neşredilen bir yazısı:

Birkaç yıl öncesine kadar “küresel toplum”dan sözedilirdi. Ama bugün “küresel toplum” kavramının pratikte pek karşılığı olmadığı anlaşılınca bu kavram terkedilmeye başlandı. Artık “küresel toplum” kavramını sadece Amerikalı siyasetçiler, ekonomistler ve stratejistler kullanıyor. Çünkü Amerikalılar, küreselleşmeyi, ABD eski Dışişleri Bakanları’ndan kurt politikacı ve stratejist Henry Kissinger’in deyişiyle, “dünyanın Amerikanlaşması’nın öteki adı” olarak görüyorlar.

Küreselleşme teorisyenleri, gerçek anlamda küreselleşmenin bir ütopya, bir illüzyon olduğunu söylüyorlardı. Ne ki, küreselleşme konusunda hakim olan söylem, küreselleşme teorisyenlerinin değil, daha çok Amerikalı ve Amerikan/laşma yanlısı liberal ekonomistlerin, politikacıların ve stratejistlerin geliştirdikleri söylemdi: Dünyada durdurulamaz, geri döndürülemez bir küreselleşme tren(d)i var(dı) ve tüm dünya bu tren(d)e binmek zorunda (kalacak/tı)!

Oysa bugün küreselleşme teorisyenlerinin söylediklerinin gerçekleşmeye başladığı bir sürece girdi dünya. Küreselleşme fenomeni üzerinde kafa yoran sosyal teorisyenlerin söylediği şeyi hatırlayalım: Küreselleşme, elbette ki siyasi, ekonomik, kültürel ve zihinsel sınırları aşındırıyor veya ortadan kaldırıyor ama tüm dünyanın bütünleştiği veya bütünleşeceği bir pratik üretmiyor ve üret(e)meyecek de. Küreselleşme, dünyanın bütünleşmesi değil, aksine, dünyada makro ölçekte yeni kutuplaşmaların; mikro ölçekte ise gettolaşmaların oluşması sonucunu doğuracak.

Elbette ki kutuplaşma ve gettolaşma kavramlarını, soğuk savaş döneminin zihin yapısıyla veya kavramlarıyla açıklamak mümkün değil. Ortaya çıkacak kutuplaşmalar, (en azından kısa vadede) siyasi düzlemde blokların oluşması biçiminde tezahür etmeyecek. Kutuplaşmalar, daha çok küresel ölçekli sosyolojik kırılmalar, kopmalar, kamplaşmalar veya farklılaşmalar şeklinde tezahür edecek.

İşte şu an, dünya tam da böylesi bir sürecin eşiğine doğru sürükleniyor. Sosyal teorisyenler bu yeni durumu (konfigürasyonu) tüm dünya ölçeğinde yaygınlaşan bir “yatay toplum”un oluşması olarak tanımlıyorlar.

Peki, ne demek “yatay toplum”? Dünyanın, yani tüm dünya toplumlarının, genel anlamda Latin Amerikalaşması demek: Buna göre, dünyadaki tüm toplumların en üst sınıfları (örneğin tepedeki % 10’luk kesimi), aynı duyarlıkları, zevkleri, beğenileri, kısacası hayat tarzlarını benimseyen insan topluluklarından oluşacak. Öte yandan tüm dünyadaki toplumların en alttaki % 30-40’lık kesimleri de benzer hayat tarzlarına sahip olacak.

En tepedeki % 10’luk kesim, tam anlamıyla dünya vatandaşı gibi yaşayacak: Dünyanın en iyi üniversitelerinde eğitim görecek, dünyanın en iyi tatil yerlerinde tatil yapacak, dünyanın en lüks alış-veriş merkezlerinden alış-veriş yapacak. En alttaki % 30-40’lık kesim ise açlık sınırında yaşayarak “hayat kavgası”, varolma, hayata tutunma savaşı verecek. En tepedeki üst sınıf/lar, gerçek anlamda küreselleşirken; en alttaki sınıflar, sanal anlamda ve sanal yollarla küreselleşecekler.

Biri gerçek anlamda, diğeri de sanal anlamda küreselleşen bu iki sosyolojik (sosyo-kültürel ve ekonomik küresel) kutup arasındaki irtibatı kültür endüstrisinin zaman-mekan engelini aşan iletişim ve eğlence araçları sağlayacak. Küreselleşme ile latin amerikanlaşmanın örtüştüğü yer, ortak nokta işte burada karşımıza çıkıyor: Bu araçlar, popüler kültür, spor ve eğlence ürünleri aracılığıyla yalan veya sanal dünyalar, avuntular, ikonlar, şanslar, uçucu ve anlık doyumlar ve kimlikler üretecek; bu durum gerilim, çatışma, hak arama, haksızlıklara başkaldırma imkanlarını bastıracak, ortadan kaldıracak, her şeyi buharlaştıracak.

Şu an dünyanın latinamerikalaşması olarak adlandırdığım bu yatay toplum, tüm dünyada klonlarını (kopyelerini) üretmeye başladı bile. Genelde genetik mühendisliğindeki başdöndürücü gelişmelerin, özelde ise klonlamanın böylesi bir zaman diliminde gerçekleşmesi hiç de tesadüfi değil, demek ki!

Kültür, eğlence ve spor endüstrisinin sanal avuntular, doyumlar, kaçışlar ve dolayısıyla din-dışı kutsallıklar, hazlar ve kırılgan kimlikler üreten “büyülü”, sağaltıcı; tepkileri etkisizleştirici; çelişkileri, haksızlıkları, eşitsizlikleri bastırıcı ve her şeyi buharlaştırıcı yapısı, müslüman toplumlarda ne tür etkiler / sonuçlar doğuracak?

Benim kanaatim şöyle: Her şeyi primitif ve sefih bir dünyevileşmeye indirgeyerek, çelişkileri, haksızlıkları bastıran bu yeni durum, müslüman toplumlarda, kısa vadede toplumsal ve ahlaki çözülmelere, vudumduymazlıklara ve küreselleşmenin yanıltıcı, yanılsatıcı ve ayartıcı özgürlükler vaadi nedeniyle zihin kaymalarının yaşanmasına yol açabilir. Şu an böylesi bir sürece girdiğimiz söylenebilir.

Ama bu yeni durum, orta ve uzun vadede, müslümanlığın haksızlıklara, eşitsizliklere, adaletsizliklere, bencil ve sefih davranış biçimlerine karşı çıkan anlam haritalarının yeniden ve daha bilinçli, daha güçlü ve daha içtenlikli ve de küresel boyutlarda hatırlanmasına, hayatiyet kazanmasına imkan tanıyabilir. Şu an dünyada bu tür bir direniş ve varoluş imkanı sunabilecek müslümanlıktan başka bir dünya tasavvurunun kalmadığını Batılıların çok iyi gördüklerini, o yüzden müslümanlığın küresel bir tehdit olarak konumlandırıldığını unutmayalım.

Kaynak: “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005. (Yazarımızın üç ayrı makalesi tarafımızdan bir araya getirilmiş ve başlıklandırılmıştır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İlginizi Çekebilir