Dün ay doğarken, bir güneş doğuracak gibi geldi bana; öylesine geniş ve gebe duruyordu ufukta.
Yalancı bir gebelikti ama onun gebeliği; zaten ben aydaki erkeğe inanırım, kadına inanmam.
Doğrusu, erkeğe benzer yanı da az ya, bu utangaç gece âlemcisinin. Doğrusu, bir vicdan azabıyla dolaşır o damlar üstünde.
Zira şehvet düşkünü ve kıskançtır, aydaki bu keşiş; yeryüzüne ve sevenlerin bütün sevinçlerine şehvet duyar.
Hayır, sevmem ben damlarda gezen bu erkek kediyi! Yarı açık pencerelere sinsi sinsi sokulan her şeyden nefret ederim!
Yıldız halılar üstünde yürür o, sessiz ve sofu; ama ben usul usul basan, mahmuz şakırdatmayan insan adımlarını sevmem.
Her dürüst adım ses getirir! Ama kedi, yerde hırsız hırsız gider! Bakın işte kedi gibi geliyor ay, sahtekârca…
Bu istiareyi sunuyorum ben size; siz duygulu iki yüzlülere, siz “saf idrakçılara…” Şehvetperestler derim size ben!
Ve herşeyin saf idrakı diye şuna derim ben: Nesnelerin bin yüzlü bir ayna gibi önlerine uzanabilmekten başka bir şey istememek!
Ey duygulu ikiyüzlüler, şehvetperestler! Masumiyet eksik sizin arzularınızda, onun için iftira edersiniz arzuya!
Zaten, eylemciler, ihtilalciler, oluştan sevinç duyanlar gibi sevemezsiniz siz yeryüzünü.
Masumiyet nerede? Çoğalma iradesinin olduğu yerde! Kendinden üstün bir varlık meydana getirmek isteyen sahib bence, en temiz iradeye!
Güzellik nerede? Bütün irademle arzulamam gereken yerde! Hayâl, sadece bir hayâl olarak kalmasın diye, sevmek ve yokolmak istediğim yerde!
Sevmek ve yokolmak! Ezelden beri birbirine kardeştir bunlar. Sevme iradesi; ölüme de hazır olmak demektir!”
(Selim Gürselgil, Tiyatro Bitti –Yeni İnsan Bilgisi ve Kâinat Görüşü Üzerine Deneme, 4. Perde: Hakikat-i Ferdiyye, Ay İdrakı)
Ay İdrakı
Saf idrak deyince, Batı tefekkür tarihinde ilk akla gelen isim Kant. Aklın sınırları içinde kalarak hakikati mutlak olarak bilmek mümkün müdür? sualinin gözardı edildiği, kimi «sağduyu» diye hazırlop kabul gören metodlarla, kimi de incelikli tahlil ve terkiblerle hakikati bilmek ona mümkün görünmüyor ve akılla aklın sınırlarını aramak gibi bir zora kendini mecbur hissediyor. Mektublarından anlaşıldığına göre birkaç aylık bir zaman diliminde bitirmeyi hedeflediği Saf Aklın Tenkidi adlı eserini dokuz yılda tamamlayabiliyor. Kant’da, aklın sarfetmesi gereken tecrid cehdini, bu esere başlamadan önce bir dostuna gönderdiği mektubdan takib edelim:
— «Özellikle kuruluktan yakınmaktan hoşlananları kınamaktan da sakınabilirdim. Bu kez kendimi bu kınamaya başvurmadan bazı şeyleri görmezden gelmeye izinli saymak zorundayım. Çünkü sağlam ve kullanışlı kavramları kendi mantıkî ergime ocaklarında ifrat derecesinde pişiren, imbikten geçiren ve buhar ve uçucu gazlar hâlinde duman olup uçuncaya kadar incelten bir saf bilgelikte, başka bir bilgelikten çok daha az tad bulup bulmadığımı önümdeki inceleme konusu gösterecektir. Yani önümdeki inceleme konusu, ya tamamen bu konuda kanıtlayıcı bir kesinliğe ulaşmak veya ele aldığı kavramları atomlarına kadar ayrıştırmak zorundadır.» (1)
Kavram tuğlalarından göğe erişmeye çalışan metafizik gökdelenlerin inşâsı için, ilk önce sağlam bir temele oturtma ihtarından sonra bir yanda kendiliğinden apaçık-bedihî prensibler yani zemin temini, öbür yanda her kavrama matematikî bir kesinlik verme çabası anlama belasına giriftar olmuş her fikir adamının önünde bulduğu bir vazife. Fakat Kant, diğerlerinden farklı olarak varlık prensibleri üzerine değil, bu varlık prensibleri üzerine eğilmiş aklı ele alıyor. Buna, idrak gücünün şümulünü ve dayandığı unsurları teker teker inceleyerek aklın haritasını çıkarma tecrübesi diyebiliriz. Maddesinden tecrid edilmiş-boşaltılmış her kavram, bir yandan varlıkla ilgisini kaybetmemek, bir yanda da ârızî-geçici görünümlerden asıla geçmek gibi bir dar boğaza düşer. Kavramın da varlığın zihinde devam eden bir varoluş tarzı olarak gözönüne alındığında, akıl üzerine eğilerek varlık sırrını aralamaya doğru bir açılım sözkonusu olabilir. Hemen şunu da belirtelim ki, kavramında incelenen mevzunun, yokluğa dönüşmesi şeklinde beliren tezat, bir ürküntü sebebi olarak, düşünmeyi paranteze alıcı tavırlara bir haklılık kazandırmaz. Varlıktan yokluğa uğrayıp tekrar varlık’a sıçramak, mümkün alanı işleten tavırdır. Akıl ve ahlâk arasındaki ilgiyi daha sonraya bırakarak, şimdilik diyeceğimiz, bürünülen her ahlâkî süreç, varlık hissiyle yoklukla temasını yitirmez.
Mevzuumuzla ilgili olarak Kant’ın fikirlerine yakından bakarsak; Kant, varlığın idrak vasıtalarımızca kavranan zâhiri yönüne fenomen (fainomena), idrakımızın dışında kalan özüne de numen (nooumena) diyor. Biz, eşya ve hâdiseleri ancak zaman ve mekânda bize verilmiş hâliyle kavrayabiliriz; mekân, dış duyarlılığımızın kavrayış formunu, zaman da iç duyarlılığımızın kavrayış formunu oluşturur. Zaman ve mekân, idrak ile sımsıkı ilişkili olduğuna göre hattâ idrakı çerçevelediğine göre bizden müstakil objektif bir zaman ve mekân yoktur. Çocuğun, istediği bir şeye doğru hareketi veya korktuğu bir şeyden kaçması mekân idrakının “verilmişliğini”, önce ve sonra hissi de zaman idrakının “verilmişliğini” gösterir. İdrakın zaman ve mekânla bitişikliğinin en iyi delilini veren matematik ilimlerdir; Aritmetik, birbirini kovalayan anların oluşturduğu süre’nin ilmidir; geometri ise mekânın ilmidir. Matematik nesneler de tecrübeye dayanmayan ve ideal kesinlik taşıyan zihnî varlık kategorisine âiddir. Bu da gösteriyor ki, her şeyi görüp de kendine döndürülemeyen göz gibi, zaman ve mekân kablî-a priori sezişlerimizi oluşturur. Eşya ve hâdiseler de zaman ve mekânı zorunlu kıldığına göre, hakikatte biz, ancak eşya ve hâdiselerin bize görünen yönüyle kavrayabiliriz. Eğer benden müstakil bir zaman ve mekân olsaydı, bu ikiliyi hesaba katmayarak fenomenlerin ötesine geçmek mümkün olacaktı.
Aklen idrak edilen varlıklarla, zaman ve mekân arasındaki ilişkiyi İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nden takib edelim:
— «Makulattan idrak edilenler; ancak bu mahsusatla bilinen ve tüm cismî olanlarla münasebeti bulunan işlerdir; hattâ hissin hükmü altına girmeyen hiçbir şey idrak edilemez.
O şeyler ki mahsusatla münasebeti yoktur, benzeri ve misâli müşahede edilenler arasında bulunmaz. İşte, böyle şeylere akıl için idrak edip anlamak yolu yoktur; o işlerin kapalı yerlerini akıl anahtarı açamaz.» (2)
Makulat: Çeşitler, takımlar. Kategoriler. Makulat: Aklın uygun bulduğu, ancak akıl ile bilinir ve nakle müstenid olmayan meseleler ve ilimler.
Mahsus: Duyulmuş. Hissedilmiş. Derk olunmuş. Duyulan. Aşikâr, belli, zâhir, meydanda. Mahsus: Ayrılmış, tayin edilmiş. Herkese âid olmayıp bazılara âid olmuş olan. Yalnız birine âid olan. Hususileşmiş. Bile bile, isteyerek. Yalandan, şakadan, latife olarak.
Eğer biz sadece fenomenleri bilip onların ötesinde bulunan numenleri idrak edemiyorsak, Allah, ruh, kâinatın başlangıcı ve sonu, kâinatın sonluluğu-sonsuzluğu, ahiret, vs. hakkında aklın sınırları içinde kalmak şartıyla hiçbir şey diyemeyiz. Bu, onları reddetmek değil, aslında vazifesi düzenleyici ve tadil edici olan aklın kendi dışına adım atmama zorunluluğun tabiî sonucudur. Duyarlılığımızın hiçbir şekilde idrak edemediği-şeyleştirmediği varlıklar hakkında kesin hükme varmak mümkün mü? Eğer akıl bir adım daha atarsa kendi boşluğuna düşecek ve kendi kendini reddetmiş olacaktır:
— «İster teorik, ister pratik kullanışı gözönünde tutulsun, saf aklın her zaman bir diyalektiği vardır, çünkü akıl, verilmiş şartlı bir şeyin şartlarının mutlak olarak tümünü arar; bu da ancak kendi başına şeylerde (numenlerde-ED) bulunabilir. Ama şeylerin bütün kavramlarını, biz insanlarda ancak duyuya âid tasavvurlara bağlamak gerektiğinden, bu tasavvurlar da nesneleri kendi başına şeyler olarak değil, yalnızca görünüşler (fenomenler- ED) olarak tanıttığından –ve bu görünüşlerin şartlı olanlardan ve şartlardan oluşan dizisinde şartsız olana hiçbir zaman rastlanmaz-; buradan, bir akıl idesi olan şartların tümü (dolayısıyla şartsız olanın) idesi görünüşlere, onlar kendi başına şeylermiş gibi (ki uyarıcı bir tenkid olmadığı zaman hep böyle sanılır) uygulandığında, kaçınılmaz bir kuruntu doğar; ama bu kuruntu kendini, aklın, her şartlı şeyde şartsız olanı varsayma ilkesini görünüşlere uygulayarak kendi kendisiyle çatışmaya düşmesiyle ele vermeseydi, bu kuruntunun aldatıcı olduğu fark edilmezdi. Böylece akıl araştırmaya zorlanır; bu da saf aklın kabiliyetinin tümünün bir tenkidiyle yapılabilir; öyle ki, saf aklın diyalektiğinde ortaya çıkan saf aklın atinomisi, gerçekten de insan aklının şimdiye dek girdiği en yararlı yanlış yoldur, çünkü bu yanlış yol bizi bu dolambaçtan çıkaracak anahtarı aramaya zorlar. Bu anahtar bulununca da, aradığımız ama muhtaç olduğumuz bir şeyi, yani şimdi de içinde bulunduğumuz, daha yüksek, değişmez bir şeyler düzeniyle ilgili bir bakış imkânı ortaya çıkarır; bir düzen ki içinde, belirli hükümler aracılığıyla en yüce akıl belirlenimlerine uygun olarak varoluşumuzu sürdürebiliriz artık.» (3)
Yine bu mevzu ile ilgili olarak İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin belirttiği ölçü:
— «…Bir şeyin suretini bilmek, nasıl o şeyin kendisi olduğu gibi bilmeyi gerektirir? Zira bir şeyin sureti o şeyin zâhirde timsali olup ayna hükümleri mânâsı gibi karışık zuhur eder…
Bir şeyin nice incelikleri ve sırları vardır ki onlardan yana surette ne nam vardır ne de nişan…
Bir şiir:
Nakkaş tasvir etse suretini güzelin
Hayret ederim, yolu nedir işvesinin
Keşke bir şeyin zâhiri, o şeyin suretinde sarafeti ile zâhir olabilseydi! Batın dahi, bağlı kalıp susardı…
Zira, bir şeyin zâhiri, bir şeyin suretinde mahallin ve aynanın hükümlerine karışık olarak zuhur ettiği sabit olunca; yakîn mânâda zâhir sarafeti ile kalmaz… Elbette ona, bir başka hâl ârız olur; çünkü suret, bir şeyin batınından nasıl mahrum ise onun zâhirinden dahi mahrum bulunmaktadır. Bu mânâdan ötürü, o sureti bilmek, o şeyin aslını bilmeyi gerektirmez. Bu mânâ zarurîdir.
Hűlâsa…
Malűm, zihinde oluşan şeydir. Zihinde oluşan suret olunca, malűm da suret olur.
Bir şeyin sureti ile o şey arasında ayrılık ve başkalık nisbeti olunca sureti bilmek, bir şeyi olduğu gibi bilmeyi gerektirmez.
Huzurî ilim, öyle bir şeydir ki, o ilimde hâsıl olan müdrikedeki şeyin kendisidir. Hem de araya zıll ve suretten yana bir şey karışmadan. Bu durumda malűm olan, o şeyin kendisi olup suretlerden bir sureti değildir.
Anlatılan mânâdan olarak huzurî ilim pek şereflidir; hattâ ilim, ondan başka değildir. Onun dışında kalan husûlî ilim ise, ilim suretine giren cehalettir.
Cehl-i mürekkeble muttasıf olan, cehlini ilim sanır; bir şeyi bilmediğini de idrak etmez.» (4)
Ay ve Ahlâk
Zâhire takılıp kalan ve onun mahiyetine nüfuz edemeyen aklın içine düştüğü bu müşkül hâllolmadan, pratik hayatın muhtaç olduğu düsturlar nasıl elde edilecek veyahut tatbik edilecek? Kant’ın Saf Aklın Tenkidi adlı eseri akılla kurulacak her tür metafizik telakkiyi –varlık ve oluş, bilgi ve mahiyetine âid fikirleri- imkânsız görür ve boşuna çaba olarak niteler. Fikir mesaisini, boşun boşluğunu göstermeye ve yeni bir idrak devresinin açılmasına harcayan Kant, akıl içi alanı (ve böylece akıl-dışı alanı) belirleyip, birbirinden ayırdıktan sonra aklın temel belirleyici–hükümran rolünü elinden alıp onu ikinci dereceye yani tâbi bir konuma indirir. Aklın tâbi olduğu keyfiyet, pratik akıl yani irade ve bu iradenin gerçekleşmesi olan varoluş-ahlâktır. Saf akıl alanında (aklın teorik işleyişinde) hakikate mutlak mânâda erişmeye şübheci kalan Kant, pratik akıl alanında, en büyük antinomi (tezat) olarak görünen iradenin hürlüğü meselesinde, tam tersi olarak, iradenin hür olduğunu kabul eder. Tabiat kanunlarından farklı olarak, ahlâk kanunları ferde mükellefiyetler yükleyen ve uyulup uyulmaması ferde bağlı olan hürriyet alanıdır. İnsan, kendi hürriyetinin gerçekleşmesi boyunca ahlâkî alanı doldurur.
Ahlâk alanında, insanın tâbi olması gereken düsturu, bir prensib olarak değil de, ruhen benimsenen düstur-şiar olarak tercüme edebileceğimiz şu maksim ile ifâde eder: “Öyle bir şiara göre hareket et ki, bu şiarın, başkalarının hareketi için de ölçü olsun.”
Kant’ın teorik akla getirdiği sınırlama ile katı ve sabit varlık prensibleri peşinde koşan telakkilerin terkedilip oluş sürecinde beliren varlık durumlarının hâlledilmesinin aklın aslî vazifesi olarak ele alması, teorik düşünce ve pratik-ahlâk arasında birincisinin aleyhinde olmak üzere derin bir boşluk meydana getirdi. Şübhesiz, teorik akıldan, pratik akıl alanına geçmeyi aklın girmesi gereken doğru yol olarak işaret ediyordu ve bunun mantıkî örgüsünde delilleri güçlüydü; fakat bütün düşünce alanını oluşturan fikirlere, aklın kendi boşluğunda attığı perendeler olarak sırt mı çevrilecekti? Kant’ın fikir sistemi öylesine güçlü kurulmuştu ki, bu boşluğu doldurmak pek kolay olmadı.
Kant sonrası, Schelling, Fitche ve özellikle Hegel bu boşluğu doldurmaya çalıştı. Schelling ve Fitche iradeye ağırlık vererek, Hegel ise aklın teorik ve pratik görünümlerini Geist kavramında birleştirerek kapatmaya çalıştı. Kant’ın tenkidî yaklaşımının nefesini ensesinde hisseden Hegel, kendi fikir sistemini öylesine birbirine geçmeli halkalar olarak kurdu ki, kavramlar saydamlığını-şeffaflığını yitirdi ve her şeyi izah edebilecek bir sistem fikri, içine düştüğü spekülatif durumdan dolayı imkânsızlaştı.
Bunun üzerinde duracak değiliz. Esas vurgulamak istediğimiz, Kant’ın aklı ahlâkla ilişkilendirmesidir ki, umumî olarak insanlar tarafından benimsenmesi gereken şiarın uygunluğu yanında numen-mahiyet mevzuunda kendi koyduğu sınıra riayet edip temel insanî mahiyetin ahlâki şiarı hususunda sessiz kalmayı tercih etmesidir.
Hegel’de karışık ve katışık mevzu edilişi bir yana bırakırsak, yanılmıyorsak ilk kez, İbda Mimarı tarafından, akıl ve ahlâk, Kültür Davamız adlı eserinde “Diyalektik ve Ahlâk” ve “Akıl ve Ahlâk” başlıkları altında birbirine dönük yönleriyle ele alınmıştır:
— «Ahlâk’a gelince; “fail” olmak yerine “münfail” sıfatta, yani “fiilin içine işlemiş ve işletici” sıfattadır. “Sıfatlar”, bir şeye değerini veren, “değer” ise o şeyin vasıflarını insan tabiatına nisbet etmek ve bu nisbetle aramaktır.» (5)
Ve:
— «Bilinmelidir ki, Hazret-i Ayşe’nin Allah Sevgilisi’nin ahlâkını “Kur’ân ahlâkı” olarak vasıflandırması, ilâhî ahlâk kasdı iledir; “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmıştır” tarzında bir ifâdeden hayâ duyduğu için böyle demiş olabilir. Kur’ân’ın mânâlarına nihayet olmadığı gibi, Allah Resűlü’nün “azîm ahlâk” tabiriyle bildirilen güzel vasıflarına da nihayet yoktur. İyi ahlâkın cehd ve gayretle elde edilmesi sabittir, lâkin Allah Resűlü’nün güzel ahlâkı doğrudan doğruya Allah vergisi olup, gayret ve riyazetle elde edilmiş değildir. Bu faziletlerin de kaynağı kemâl halindeki “akıl”dır; zira faziletler onunla elde edilir ve rezaletlerden onunla korunulur. “Akıl”, ruhun lisanı ve basiretin tercümanıdır; “basiret dedikleri, ruhun özü, akıl da onun lisanı derecesindedir… Bazı din âlimleri demişlerdir ki:
— “Her şeyin bir cevheri vardır; insanın cevheri de akıldır… Aklın cevheri ise sabırdır.”» (6)
Kiyan: Tabiat. Kiyan: Merkez. Yıldız, seyyare. Kiyane: Kefalet, kefil olma.
Sabr: Acıya ve zorluğa katlanmak. Bir musibet ve belaya uğrayanın telaş ve feryad etmeyip sonunu bekleyip tahammül ile katlanması. Muharebede şecaat gösterme. Bir kimseyi bir şeyden alıkoymak. Öğrendiği bir şeyi bir başkasının da öğrenmesi için takat getirmek. Sabir: Kefil. Yağmursuz beyaz bulut. Sabir: Altın ismi.
Dekart’ta düşünce yoluna girebilmek için mevcut ahlâkın cenderesinden kurtulmak için “geçici” bir ahlâk benimsenmesine götüren ve giderek laik ahlâk ve laik ilim olarak çatallaşan ve ilmi, lüks; ahlâkı ise ne yapabiliyorsan durumuna getiren menfiliğin temelinde, ahlâkın istihlak edici (kendine dönüştürücü) vasfının gözardı edilebileceği zannı olsa gerek.
Ferd ve toplum olarak beliren ilmî ve ahlâkî uygunlukların kaynağını ve mizanını belirttikten sonra gelelim bunun ay idrakı ile ilgisine… Fuzûlî’den:
“Çerh her ay başına salmış kaşından bir hayâl
Bu cihettendir her ay başında olmak bir hilâl
Mâh-i nev olmuş kaşın sevdâsının ser-geştesi
Şehrden şehre gezer âvâreler mâh ü sâl
Ettiğiyçin hüsnüne karşı kemâl izhârı gün
Bir gün olmaz kim ana gerdûn yetirmez bir zevâl
Subh kıldın cilve gün çekti özün bir gûşeye
Şâm arz ettin ruhun şem’i eritti infi’âl
Kılma gözden çihre vü hâlin nihan kim kılmaya
Dûd-i âhım âf-tâbı çihre-i gerdûna hâl
Olmayıp makbûl-i hâk-ı der-gehin mâh-i tamâm
Zâ’f-ı tâli verdi gün günden ona tağyîr-i hâl
Ey Fuzûlî mâh-nisbet mahv kıl varın tamâm
Ger dilersen bulmak ol hur-şîd bir ile ittisâl”
Çerh: Çark. Dolap. Felek. Talih. Dingil üzerine dönen. Gök. Def. Zemberek. Mancınık. Elbise yakası. Ok yayı. Çakır gözlü doğan kuşu. Gerdûn: Dünya. Felek. Dönen, devreden, çevrilen. Âf-tâb: Güneş. Pek güzel şahıs. Çok parlak çehre. Tâlî: Doğan. Tulu’ eden. Kısmet, kader, baht. Nişangahın arkasına düşen ok. Yeni hilâl.
Yakıştırdığımız bir tercümesi:
- Felek her ay başına kaşından bir hayâl salmış / Bu cihettendir ki her ay başında bir hilâl olur
- Kaşının sevdâsıyla hayrete düşen yeni ay olmuş / Ay ve yıl âvâreler gibi aydan aya dolaşır
- Gün(eş) güzelliğine karşı kemâl izhâr ettiği için / Felekin ona zeval getirmediği bir gün yoktur
- Cilve (tecelli)nin sabahı görününce gün(eş) kendini bir köşeye çekti / Akşamını (benini) gösterince ruhun, mum (güneş) teessürden eridi
- Gözden çehreni ve benini gizleme ki / Kederimin âhı güneşi feleke (yuvarlak çehreye) ben yapmasın
- Dolunay dergahının toprağında makbul olmadığı için / Bahtının zaafı (yeni hilâle olan zaafı) onu, günden güne hâlden hâle soktu
- Fuzûlî, eğer o güneş bir’e kavuşmak istersen / Ay gibi bütün varını yokluğa sal
Gelelim numenin ayla ilgisine;
Noumenon (ing): Vücudundan emin olmadan kabul ettiğimiz şey, vücud-u mutlak. Yalnız akıl ile idrak edilen hakikat, esas, künh, mahiyet.
Noumênios (yun): Yeni ay, hilâl. Aynı tabiatta olan insanlar.
Nomen (lat): Ad. Unvan, lâkab. (iş) taleb, borç. (mecazen) ün, şöhret, nam. Özür, bahane, sözde sebeb. Nûmen (lat): Korkuyla karışık büyük bir saygıyla eğilme veya huşuyla başın öne eğilmesi. İrade. İlâhî irade.
Nam: İsim, ad. Lâkab. Ün, şan. Vekillik. Adres. Namiye: Büyüyen, artan, üreme kuvveti olan. (rûyâ) Nebat ve hayvandaki büyüyüp gelişme kuvveti. Namlı, şöhretli, ünlü.
Hulk: Huy. Ahlâk. Yaratılıştan olan haslet. Seciyye. Cibillet. İnsanın doğustan veya sonradan kazandığı ruhî ve zihni hâller. Halık: Büyük dağ. Ağaca dolaşmış üzüm çubuğu. Süt ile dolu olan koyun memesi. Tıraş eden. Berber. Halık: Yoktan yaratan. Yaratıcı. Allah. Halik: Helak olan. Mahv olan. Fenaya giden, fâni. Zâil. Halka: Ortası boş yuvarlak şekil. Dairevî olan şey. Halayık: Cariye, hizmetçi. Halk: İnsan topluluğu. İnsanlar. Yaratmak. İcad. Örneği ve benzeri olmayan bir şeyi yaratmak, ibda etmek. Bir şeyi yumuşatıp düzleştirmek.
Cibillet: Huy, fıtrat, yaradılış, tabiat. Cebel: Dağ, yüksek tepe. Bir kavmin meşhuru ve büyüğü, âlim ve fâzıl kimse. Cebl: İhtira, ibda. Yoktan yaratma.
Tıba’: Tabiat. Yaratılış. Tıbaa(t): Kitab ve saire basma işi. Kılıç yapma sanatı. Tîb: Güzel koku. Güzel kokusu için sürülen şey.
Mah: Mahveden. Allah Resûlü’nün bazı kitablarda geçen bir ismidir. Nübüvvet ve risalet nuru, küfür karanlıklarını mahvettiğinden bu isim verilmiştir. Mah: Ay, kamer. Senenin onikide birisi. Mahiyet: Bir şeyin içyüzü, aslı, esası. Bir şeyin neden ibaret olduğu, künhü, esası, hakikati.
Hilâl: Yeni ay şekli. Yeni ay. Hilâl: Sâfi ve halis. Sıdk ile dostluk etmek. Ara. Aralık. Zaman ve vakit. İki şey arasına sokulmuş olan. Buluttan yağmurun çıktığı yer. Bir kelimenin aslını ve ondan türeyenleri gösteren tertib. Kulak ve diş karıştırmak gibi işlerde kullanılan sivri uçlu nesne. Hilye: Güzel sıfatlar. Süs, zinet. Cevher. Güzel yüz. Kılıcın sapındaki veya kınındaki zinet. Suret. Heyet. Görünüş. Hali: Tenha. Boş. Sahibsiz, ıssız. İçinde bir şey olmama. Hâl: Dayı. Vücudda hususen yüzde görünen siyah benek, ben.
Şehr: Ay. 30 günlük zaman. Bir şeyi izhar etmek. Teşhir etmek. Şehir: Meşhur. Şeref ve şan sahibi. Âlemlerce meşhur, Allah Resűlü’nün bir ismi. Şehriyye: Çok yaşamış pir. Çok yaşlı, ihtiyar.
Faize yatırılmış para gibi şişen ve nihayetinde mahiyeti yokluğa dönem bilgi yerine, tüccar gibi sarf ede ede kazanan ve mahiyeti hakikate dönüşen ilmi cehdin bürünmesi gereken ahlakın mihrak şahsiyeti ve yolu gözüküyor…
Ay ve Akıl
Doğru düşünmenin ilk prensiblerine kadar gerileyip, bu ilk prensiblerden (yani varlığın düşüncedeki saf tasavvurundan) bir takım sonuçlamalarla yeni prensibler türetip, basit ve karışık unsurlardan oluşan varlık bütününü izah etmek olarak –kendi paletleri üzerinde devredip ilerleyen tank gibi- tarif edilen aklın, bu vazifeyi hakkıyla yerine getiremeyeceği sözkonusu olduğuna göre –ki bunun en büyük delili, verilen hakikat hükmünün tasdikinin dışarıda kalmasıdır; bunun aksi, aklın kendi kendini tasdiki olarak totolojidir- aklın bu tek kanatlı uçuşundan yeise düşmemek için, fenomenlerin zâhiri olduğu mahiyetler ve bu bütünlükte beliren hakikatlar hakkında, sükut etmekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktur. Halbuki hakikat dile gelendir ve hakikat hükmünün gizli kalması, muhataba nisbetledir, onun anlayışına göredir.
İlk prensibler verilmemiş olduğuna göre aklen bulunan ilk prensibler bir tecridi gösterir ki, bulunan hâlden hareketle, varlık bütününün bağlı olduğu “ilk ve ortak” prensibi bulmak, bu bütünün tamamını gözden geçirmeyi zorunlu kılar. Ayrıca bulunan bu ilk prensibin, “daha” ilk bir olup-bitmiş prensibe bağlı olma durumu da tahkike açık değildir.
Bu ilk prensib(ler)in tecrid olduğu gözönüne alındığında düşüncede kurulan (tasavvurî) varlık’a âidliği ile mahiyeti kendinde varlık arası boşluk, kaide dışı olarak aklen sıçramayı zorunlu kılar. Düşünceyi bir varlık kategorisi olarak ele almak başkadır, düşünce varlık’ın aynıdır demek başka. Her ikisi de birer peşin kabul-postülat olarak tasdikini aklî muhakemeden değil, varoluşla –kendinde gerçekleşen bir mânâ-kader hissinden alır. Akıl bu ruhî tavra karşı binbir delil bulabilir ve bu da gösteriyor ki, akıl yol açmak şöyle dursun, direnç alanını oluşturur ve bu ruhî his, aklın kurduğu bu barajdan sızarak kendini ötelere taşır.
İlk prensibler, çelişkili olmak zorundadır; çünkü hareketi ve sükunu, noktayı ve doğruyu, zâhiri ve batını, doğru ve yanlışı, biri ve diğer sayıları ifâde edebilmelidir. Birbirine tezat görünen karmaşıklıktan nizama yönelen aklın bu sonuca varması, varlık’ın çelişkili olduğunu değil, varlık tasavvurunun çelişkiler üzerine kurulması gerektiğini ifâde eder. Sayı tasavvurunu ele alalım; bir’i izah etmek için diğer sayılara ihtiyacımız var. Diğer sayı-lar diyoruz, çünkü aynı kategoriden başka “eleman” yoksa, bir’in birliği görünmez. Bir’in tezahürü için gerekli çokluk nedir? 2 mi? 3 mü? 4 mü?.. Soruyoruz, aynı kategoriden kaç elemana ihtiyacımız var? Diğer sayıları, mesela 4’e, bir’in kendi üzerinde “dört” defa katlanışı mı diyeceğiz? Demek istediğimiz şu ki, tasavvura kendini kabul ettirmek başka, tasavvurî varlık-zihnî operasyon sonucu olmak başka. Sayı, “verilmiş bir varlık olarak” aklen tasavvuru kabil bir varlık diye ele almak o kadar zor olmasa gerek.
Farklı akıl yürütmelerle, birbirinden değişik ve tezat ilk prensiblere varılması da gösteriyor ki, hakikat binbir dillidir ve akıl yürütmenin sabitlendiği mecra, muhakeme yürütenin varlık’a dair kendindeki hissesidir. Umumî ilk prensiblere varma gayesiyle yola çıkan aklın kendi ferdî varlığına dönmesi sonucunda ortaya çıkan gerçek, hakikatin izini sürebilmek, içten dışa ve dıştan içe doğru salınımlı bir tarz gerektirir ki, varoluşun belirttiği varlık durumların hâlli, aklın tereddütler arasında şübhede bırakılmış bir sarkaç gibi çalışmasını zorunlu kılar.
Şübheciliği esasta değil de, metodda aklı işletici olarak ele alan Dekart’a mukabil Kant, bir adım daha atarak, esasta ele alır ve aklın durması gereken sınırı belirler.
Şübhenin başlıca kaynağı, hakikat hükmünün tasdikinin dışarıda kalmasıdır. Zâhirin bize örgülettirdiği varlık tasavvuru, niçin başka bir varoluş sürecinin zamanî-konjöktürel bir ara kesiti olmasın? Şübheye mevzu olan müşkülün değil de şübhenin üzerine yürüyerek, şübhede bir takım gedikler açarak, ilgilenen mevzuda şübheyi bertaraf etmek ne kadar mümkün olursa olsun, varılan hükmün tasdik ihtiyacı giderilmez. Şu var ki, şübhe varlığa değil, varlığa hamledilen nitelikleredir. Misâl olarak, “ateş yakar” hükmünü ele alalım. Kendi tecrübemiz ve başkalarınki bu hükmü doğrular. Bu hükümdeki belirsizlikten kurtulmak için “bütün ateşler yakıcıdır” veyahut “ateş her zaman yakıcıdır” hükümlerine geçersek, aklen bir sıçrama yapmış oluruz. “bütün ateşler” ve “her zaman” vasıfları, hükmün bütün zaman ve mekâna yayılması demektir ki, zaman ve mekân kavramların şeffaf birer realite olarak ele alınmasından tutun da, tecrübe mevzuű ve tecrübe edenin karşılıklı durumlarına kadar bir dizi şübheyi celbedici problem doğurur. Her türlü tasavvurun baş düşmanı şübheciğin bu menfi yönü yanında, Dekart’ta olduğu gibi aklı işletici ve Kant’ta olduğu gibi aklın durması gerektiği yerde gemleyici süzgeç rolünü de gözardı etmemek gerek.
Fenomen, numeni; zâhir, batını; dış, içi işaret ediyorsa ve mahiyet fazladan bir varlık atfı değilse ve hakiki ilim eşyayı kendi zatında (bina olduğu hakikat üzere) bilmek ise, İbda terminolojisinde “muradı kestirebilmek” ve “kağıdın sevgiliye dönük yüzü” olarak ifâde edilen iç mantık, dışyüzden devşirilen bütün mantık belirlenimlerini kendine bağlayan; ve bu belirlenimlerin dışarıda bıraktığı fakat içte olması gereken fazlalığı ile dışta kalması gereken fakat içe dahil edilmiş fazlalığı bu yönleriyle kendi yekûnunda gösteren bir keyfiyet arz eder.
Gelelim ay ile akıl ilgisine… İbda Mimarı’nın İnsanlık Tarihi adlı şiirinden bir kıta:
“Kuş kafesi iskelet
Akıl Kaabil’de ket
İki yüzlü bir âlet
Adım atsam da ay’a”
Kafes ilgisi;
Kafs: Zorla bir şey almak. Gadab, hiddet. (tez anlayış) Mevt, ölüm. Kafş: Sıçramak. Hafiflik. Sevinç. Neşat. Hayvanın ayağını bağlamak. Kafş: Yemekten lezzet alma, fazla yemek yemek. Cemmetmek, toplamak. Pabuç. (Akıl: Sürmek. Ölmek. İp ile bağlamak. Akal: Çok yiyen, obur. Etraftaki etleri çürütüp mahveden yara.)
Adım ilgisi;
Adîm: Mâlik ve sahib olmayan. Yok olan. Bir şeyi olmayan. Fakir. Adm: Yay tutamağı. Deve kuyruğu. Saban eğiği ki ucunda demir vardır. Harman savurdukları yaba. Adm: Gazab etmek, öfkelenmek. Edeme: Derinin iç yüzü. Dış yüzüne “beşere” derler. Edmen: Halis ve katıksız misk. İ’dam: Vücudu ortadan kaldırmak. Yok etmek. Öldürmek. İdam: Islah etmek. Muvafık kılmak, uygun kılmak. İdam: Direk vurmak. İdame: Devam ettirmek. Daim ve bâki kılmak.
Yine adım ilgisi;
Kadem: Ayak. Adım. Uğur. Metrenin üçte bir uzunluğu. 12 parmak uzunluğu. Yarım arşın. Kadim: Ayak basan. Ulaşan, varan. Azanın mukaddemesi olan insanın başı. Kadım(a): Kemirici hayvan. İstikdam: Önde bulunma, öne geçme. Çok ayaklı olma. Ayakların adedi fazla olma. Mukaddeme: İlk söz. Başlangıç. Önde gelen. Medhal. Giriş. İki kaziyeden ibaret olan sözün evvelki kaziyesi.
Yine adım ilgisi;
Hatv: Adım adım yürümek, adım atmak. Hatv: Saçak bükmek. Hatv: Rengin değişmesi. Engel olmak, menetmek. İplik bükmek. Hata’: Saçak bükmek. Hata: Kuzey çin. Hat: Çaylak kuşu.
Yine adım ilgisi;
Ricl: Ayak, kadem. Rical: Erkekler, er kişiler. Mevki sahibi kimseler, devlet adamları. Yaya olanlar. Ricalullah: Mânevi kudret ve kuvvet sahibleri olan evliya. Ricle: Semizlik otu. Tereccül: Paklanmak, temizlenmek. Süslemek, ziyetlenmek. Saç ve sakal taramak. Yayan yürümek. Kuyu içine inmek. (Akile: Baba tarafından olan akraba. Baş tarayıcı kadın.)
Kaabil ilgisi;
Kıbal(e): Ebelik bilgisi ve işi. Kablî: İlk’e ve önceliğe âid. Hiçbir tecrübeye dayanmayan. (a priori). Yalnız akıl ile. Kabil: Gibi, türlü, biraz evvel, az önce. Aşikâr. İleri gelen. Kabul eden. Sınıf, nevi, soy. Kefil. Birbirine muhalif kavimden üç beş kişi. Makbul: Ayağı bağlı olan.
İki yüzlü ilgisi;
Akıl: Ayn + kaf + lam = 70 + 100 + 30 = 200.
Müraî: İki yüzlü kimse. Dalkavuk, riyakar, münafık. Murâî: Riayet eden, saygı gösteren. Mer’: Güzel manzara. Er, erkek. Mer’e: Kadın. Mirye: Şek, şübhe. Münazara. Cedel. Mirre: Kuvvet. Öd. Akıl. Kat. Sağlamlık. Mer’a: Aynalar. Me-ra: Beni. Benim. Bana. Mera: Boş yer. Otsuz yer. Mer’: Ot çok olmak. Rûyâ: Yerden biten (bitki). Rüyâ: Uykuda görülen misâlî âlem. Düş. Ru’: Kalb, fuad. Kalbde korku ârız olacak yer. Zihin ve akıl. Rüyet: Görmek, bakmak. İdare etmek. Göz ile veya kalb gözü ile görmek. Akıl ile müşahede derecesinde bilmek, idrak etmek, tefekkür etmek, düşünmek. Araştırmak. Ri’y: Hey’et. Güzel halet, iyi hâl. Güzel elbise.
Ay ilgisi;
Aya: Tedavisi mümkün değil, iyileştirilemez. Kabiliyetsiz, kudretsiz. (mahvolmuş). Âyâ: (şek ve şübhe bildiren edat. Hayret ve taaccüb, soru ile beraber ümid ifâde eder. Ayn: Göz. Pınar. Kaynak. Çeşme. Tıpkısı, tâ kendisi. Zat. Eşyanın hakikati. Kavmin şereflisi. Diz. Altın. Nazar değme. Casus. Her şeyin en iyisi. Muayene etmek. Ayna: Gözü güzel ve iri olan. Aynan: Akmak, seyelan.
Mezopotamya kültüründe Ay tanrısı Sin’in tıbla ve özellikle şifalı bitkilerle ilgisi olduğu kabul edilirdi.
Sîn: Çin. Kirli olan ve kokan deve yünü. Sine: Uyuklama. Uykuya dalma başlangıcı. Uyku ile uyanıklık arası. Sinn: Ot kurutmak. Sina’: Deve ayağına bağladıkları ip. Sinh: Her nesnenin aslı ve kökü.
Ay ve ayak ilgisi;
Gam: Hatve, adım. Ayak, kadem. Kör, karye. Guma: Hava bulutlu olduğundan ayın görünmemesi. Gumme: Tasa, keder. Kırba, tuluk gibi şeylerin derinliği. Belirsiz mühim nesne. Güm: Yitik, kayıp zayi. Güman: Zan. Tahmin. Sanmak. Şübhe. Kamr: Göz kamaşmak. Kamra: Ay ışığı olan gece. Kâm-ran: (kâmuran) Arzusuna nâil olan, bahtiyar, mesud.
Atmak ilgisi;
Endaz: Atan, atmış, atıcı mânâsına… Endaze: ölçü, mikyas. 60 cm.lik ölçü. Arşın. Tahmin, takdir. Derece. Mertebe. Hesab. Enderun: İç, dahil. Kalb, içyüz, gönül. Vaktiyle Osmanlı Sarayının iç teşkilatı. Let’: Atmak. Doğurmak. Cima etmek. Lett: Bağlama. Karıştırma. Vurma, dövme, dayak atma. Yanaşma, yaklaşma.
Ayın hesabla ilgisini sonraki bölüme bırakmak üzere, iki yüzlülüğün, dıştan kovalanan ve içten çeken tevili yanında, kendi reyiyle hareket etmekten imtina edip, tasdikten sonra hükme varmak olarak ele almak şartıyla rüya mantığını elde etmenin gayesini ve değerini İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nden dinleyelim:
— «Sübhan Allah’a hamd olsun ki bize hayâl sultanı verdi ve onu kemal mânâlarının suretlerinin husûlüne bir ayna kıldı. Şayet hayâl olmasaydı, infisal derecelerinden çıkıp ittisal derecelerine çıkamazdık. Hâllerin vâridâtını dahi bilemezdik… Çünkü, her hâlin ve mânânın onda bir sureti vardır. Şayet o suret keşfe gelirse o mânâ ve hâl, o hayâl ile idrak edilir.
Yedi letaifin durumu, seyirdir, sülûktur.. Hâlden hâle de geçmektir. Hayâlin durumu ise, salik için hâsıl olan seyr û sülûkun derecelerini göstermektir. Amma kendisinde resmolunan suretlerle. Keza daha yukarıya çıkmaya rağbet etmektir…
Ayrıca, hayâlin göstermesi iledir ki seyir basiret üzere hâsıl olur.. Sülûk dahi marifet üzere müyesser olur.
O hayâl sultanı iledir ki salik cehaletten çıkar; ilim ehli olur.» (7)
(İnfisal: Olduğu yerden ayrılma. Yeni bir fasıla geçme. Yerini bırakıp gitme. Azledilme. İttisal: Ulaşmak. Bitişmek. Birbirine dokunmak. Yakınlık. Bağlılık. Kavuşmak.)
Yedi letaifle ilgili olarak:
— «Aşmak üzere olduğumuz bu yolun tümü, insanın yedi letaif adedine göre yedi adımdan ibarettir.
Bu yedi adımın ikisi, âlem-i halkta başlar ki, kalıpla ilgilidir. Bu unsurî bedenle nefsi kasd ediyorum.
Bunların beş tanesi dahi âlem-i emirde olup kalb, ruh, sır, hafi ve ahfaya bağlıdır.» (8)
Üstad’ın “Bir akıl gelecek ki akıllar delirecek” dediği, realiteden kaçmak değil de birbirinden kopuk duran realiteleri farklılıkları içinde bir’de tüketici bir seyyaliyet ve şeffaflığın manivelası olan aklın. refakatinde olduğu ahlakın görünümü olarak çizdiği eda, aşk aklı olsa gerek…
Ay ve Matematik
Yunus Suresi, 5. Âyet meâli:
“O –Hâlik-ı Azim-dir ki Güneş’i bir ziya, Ay’ı da bir nur kıldı. Ve ona menziller tâyin etti ki, senelerin sayısını ve hesabı bilesiniz. Allah Teâlâ bunları ancak hak ile yarattı. Bilir bir kavim için âyetlerini mufassalan beyan buyuruyor.”
İsrâ Suresi, 12. Âyet meâli:
“Ve geceyi ve gündüzü iki alâmet kıldık; sonra gece alâmetini mahv ettik. Gündüz âyetini ise gösterici kıldık, tâ ki, Rabbinizden bir fazl ve kerem isteyesiniz.Ve senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz. Ve her şeyi mufassal beyan etmişizdir.”
En’am Suresi, 96. Âyet meâli:
“O –Hâlık-i Zişan- sabahı yarıp çıkarandır. Ve geceyi bir rahat zamanı, Güneş’i ve Ay’ı da birer hesab vasıtası kılmıştır. İşte bunlar Aziz-i Alîmin –o Hâlık-ı Kadimin- takdiridir.”
Masaha: Kamer, ay. Sıhhat mevzii. Mash: Sâbit olma. Mahvolup belirsiz olmak. Kısa olmak. Mesaha: Genişlik. Genişlik ölçme. Messah: Ölçü âletleriyle arazi ölçen. Mühendis. Uğuşturan, mesheden. Masaj yapan. Dellâk.
Mênê (yun): Ay. Menses (ing): Adet, aybaşı, hayız. Mensuration (ing): Ölçme, mesaha. Riyaziyenin hacim ve saha ve tûl (uzunluk) tâyininden bahseden şubesi. Mental (ing): Zihne âid, zihnî, aklî. Mens (lat): Ay. Mensor: (lat) Ölçen, tartıcı, müfettiş. Mimar, mühendis. Arazi ölçen.
Ay: Elif + ye = 1 + 10 = 11.
Hilâl: He + lam + elif + lam = 5 + 30 + 1 + 30 = 66.
Mang: Ay. Mang: Mim + elif + nun + gef = 40 + 1 + 50 + 20 = 111.
Sayı: Sad + elif + ye + ye = 90 + 1 + 10 + 10 = 111.
Muhasib: Hesab eden. Hesab ile uğraşan. Muhasib: Mim + ha + elif + sin + be = 40 + 8 + 1 + 60 + 2 = 111.
İhsaî: Sayım ile ilgili. İstatistiğe âid. İhsaî: Elif + ha + sad + elif + ye + ye = 111.
Hasîb: Muhterem, itibarlı, değerli ve soyu temiz kimse. Şahsî meziyet sahibi. Muhasebeci, hesab edici.
El-Hasîb: Esma-i Hüsna’dan… El-Hasîb: Elif + lam + ha + sin + ye + be = 1 + 30 + 8 + 60 + 10 + 2 = 111.
Sin: Sin + (elif) + nun = 60 + 1 + 50 = 111.
Bedr: Dolunay. Ayın en parlak olduğu hâli. Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer ismi. Bir şeyin tamam olması. Sibak ve sür’at etmek. Bir şeyin ansızın zâhir olması. Tam ve münasib âzâ. Dolu şey. İyi hizmet eden köle. Bedre: Kuzu veya oğlak derisi. İçi altun dolu kese. Onbin dirhem. Bidare: Tutkun, aşık, düşkün. Bidare: Be + ye + dal + + elif + re + he = 2 + 10 + 4 + 1 + 200 + 5 = 222.
Kamer: Gökteki ay. Hilâl. Ay ışığında uyumayıp uyanık durmak. Kamer: Kaf + mim + rı = 100 + 40 + 200 = 340.
Rakam: Yazı ile işaret, sayıları gösteren işaret. Yazı yazmak. Rakam: Rı + kaf + mim = 200 + 100 + 40 = 340.
Malûmdur ki, her ne kadar bir Güneş ve bir Ay olsa da, Ay’ın seyri boyunca girdiği safhalarla Ay çeşitlenir ve böylece hep bir kalan Güneş’i mahiyetinde tezahür eden olarak kendi kadar çoğaltır. Hilâlden bedre ve tekrar hilâle sinüsoidal-yılankavî hâlden hâle geçişiyle birden sıfıra ve tekrar bire olan devr-i daimiyle varlık ile yokluk arası tempoda cereyan eder. Çoğala çoğala tükenen ve tükene tükene varlığa bürünen bu haliyle Ay, sayıdaki tezata-mekre ne güzel misâldir.
Zamandışı şuur-akıl kategorisinin temsilcisi saf (sırf) form alanını kuşatıcı berzâh âlemine âid keyfiyetler olmak üzere sayının tecrid resmi oluşu gözönüne alındığında, herkes tarafından tecrid zahmetine gerek duyulmadan bulduğu kabul da gösteriyor ki, “tecridin nihayetinde döndüğü yokluk”la zâhir olan varlık bedahet olarak her yerdedir ve sirayet edicidir.
Ay ile ilgili söylenilen bir hakikat da şudur ki, Hazret-i Adem’in devri, Satürn (Zühâl) yıldızının hâkim olduğu bir devreydi. Son devre olarak, Ay’ın hakimiyetiyle başlayan devrenin sahibi Allah Resűlü… Allah Resűlü’nün topyekün zaman ve mekânın peygamberi olduğunu gözönüne aldığımızda; başı sona ve sonu başa bitiştiren daire sırrının ifşâı olarak hilâl’deki hâlin ve hâl’deki hilâl’in zâhir olduğu devre…
Sözü, İbda Mimarı’nın Yoktayım şiiriyle bağlayalım.
“Gecenin bir yarısı
Ser serî bal arısı
Çileden çıktı demek
Sebeb tutmaz zemberek
Külfetsiz boşluktayım
Kim sorarsa yoktayım
Nizamîye vak’ası
Gözde gönül ağrısı
Bala karıştı petek
Ölüm sırtımda gömlek
Fikrimce bolluktayım
Bir garîb ufuktayım
Sularda deniz kızı
Varlığı kadar sessiz
Kalsın sözün yaldızı
İçim efkârı engiz
Gül kokan soluktayım
Kim sorarsa yoktayım”
Kaynak: M.E.D. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005. (Arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)
Yararlanılan Kaynak
Kant Felsefesi için, Alfred Weber, Felsefe Tarihi, Çev. H. Vehbi Eralp, Remzi Kitabevi, 3. Basım, İstanbul 1964.
Dipnotlar
- Ernst Cassier, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, Çev. Doğan Özlem. Ege Ünv., İzmir 1988, s. 39
- İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, Çev. Abdulkadir Akçiçek, Merve Yay., 1.Cild, 34. Mektub, s. 131
- Immanuel Kant, Pratik Aklın Eleştirisi, Çev. İ. Kuçuradi, Ü. Gökberk, F. Akatlı, T. Felsefe Kurumu Yay. 2.Basım, Ankara 1994, s.117
- Mektûbât-ı Rabbânî, 2. Cild, 460. Mektub, s. 1407
- Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız-Temel Meseleler-, İBDA Yay. 3 Basım, İstanbul 1993, s. 85
- A.g.e, s. 113
- Mektûbât-ı Rabbânî, 2. Cild, 528. Mektub, s. 1625
- A.g.e., 1.Cild, 58. Mektub, s. 179