Büyük Fransız İhtilâlinden ve ardından gelen toprak seviyeli Büyük Fransız İnkılâbıyla; dünya çapında bir zihniyet değişimi meydana gelmiş olsa da, ferd ile toplum arasında muvazene kuracak dünya görüşü örgüleştirilememiştir.
Batı’da cereyan eden bu hadisenin muhasebesini yapıp, değişimi “Mutlak Fikir” önünde hesaba çekip tasarrufumuza alacak mütefekkiri yetiştirememiş olmamızdan dolayı İslâm Âlemi de kendisini bu cereyana kaptırmıştır.
Fransa’da, Yahudi ve Mason kurmay kadrolarının elinden çıkan ve herşeyi metalaştıran zihniyet değişimi bugün bütün dünyayı sarmış ve hayatı yaşanmaya değer olmaktan çıkarmıştır.
Büyük Doğu, işte böyle bir dünya manzarası içine doğdu. Kâinatın Efendisi ile başlayan ve kıyamete dek sürecek olan “Mutlak İnkılâb”ın, bugünkü emir subaylığını üstlendi. “İslâm’a Muhatab Anlayış” davasının “nasıl”ını örgüleştiren Büyük Doğu Mimarı Necib Fazıl, bunun yanı sıra bir de “İslâm’a Muhatab Anlayış Davası”nın “niçin”ini örgüleştiren, 500 yıldır beklenen mütefekkir İBDA Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nu yetiştirdi.
Başyücelik Devleti, işte böyle bir ideolocya örgüsü içinden çıkan, “Eski Yunan’dan bugüne kadar gelen örnekler arasında misilsiz bir ilerilik ve yenilik temsil ettiği gibi, tarih boyunca gelmiş, ya ferdî, ya içtimaî, yahut da zümrevî irade hâkimiyetine bağlı şekillerden teker teker herbirinin faziletlerini toplayıcı son ve üstün buluştur. Öyle bir buluş ki, İslâm’ın “Şûrâ” ölçüsüne de sımsıkı bağlı…”[1]
●
Bu yazımızda İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun alt başlığı “Yeni Dünya Düzeni” olan «Başyücelik Devleti» adlı eserinde geçen “Aydınlar Aristokrasisi”, “Yüceler Kurultayı”, “Yüceler Kurultayı ve Başyüce” ve “Başyüce” başlıkları etrafında bir çalışma yapacağız.
İHTİLAL
Son 5 asırlık zaman zarfında birçok ihtilâl olmuş olmasına rağmen, Fransız İhtilâli diğerlerinden daha fazla ön plana çıkmıştır. İngiliz Devrimi yasama yetkisinin kimin elinde olacağıyla, Rus İhtilâli üretim organlarını kimin kontrol edeceği konusuyla alâkalı iken Fransız İhtilâli dünya çapında bir zihniyet değişiminin vesilesi olmuştur.
Fransız İhtilâline kadar Avrupa’da hâkim olan anlayışa göre muteber olan toprak ve kan iken, ihtilâlden sonra zihniyetler beraber muteber olan değişti, yerini “para” aldı ve dolayısıyla toprak sahibliği veya soyun bir ehemmiyeti kalmadı.
Bahsettiğimiz zihniyet değişiminin en önemli neticesi, insanî bütün değerleri metalaştırmasıdır. Soyluluk dahî bu değişim vesilesiyle metalaştı, daha da fenası paraya erişmek adına kullanılabilecek bütün yollar mübah hâle geldi. İnsanlık, en başta vicdan olmak üzere, muhabbet, aşk, vefa, rıza, merhamet, insaf, şefkat ve sadakat gibi beşerî ahlâkı meydana getiren keyfiyetlere yabancılaştı. Bu yabancılaşmanın neticesinde insanlık; dini, dili, kültürü ve şahsiyeti olmayan global ekonomik değeri olan köleler kavmi hâline geldi.
Kısaca şunu da ilâve etmekte yarar var; soyluluğun ve asaletin kriteri olan toprak sahibi olmanın yerini paranın alması esasında Yahudi’nin kurduğu bir tezgâhtı. Yüzyıllar boyunca toprak sahibi olmadığı için insan yerine konmayan Yahudi, en iyi bildiği şey olan paranın muteber olmasını sağlayarak, insan yerine konmak ve söz sahibi olmak ile arasındaki en büyük engeli kaldırmış oldu. Dünyanın geri kalanı da bu zokayı yuttu.
Büyük Doğu-İBDA mefkûresinin talib olduğu ihtilâl ve inkılâb; toprak seviyesine indiği vakit “Büyük Fransız İhtilâli” ile benzeşir. Çünkü kıtalar çapında bir zihniyet değişimi gerçekleştirmeye taliptir.
İnkılâba gelecek olursak, toprak seviyeli Fransız ihtilâli, büyük bir zihniyet değişiminin vesilesi olsa da, gökten toprağa inici “mutlak inkılâb”ı gerçekleştiremediği için, ferd ve toplum arasındaki diyalektik ilişkiyi, muvazeneyi kuracak devlet müessesesini teşkilâtlandıramadı. Bunun neticesinde, ferdî planda kullanılan buhran mefhumu içtimâî plana taşındı.
Büyük Doğu-İBDA, çağlar üstü mutlak inkılâbın emir subayıdır. Kâinatın Efendisi’nin zuhurundan beridir devam etmekte olan “gökten toprağa inici mutlak inkılâp ifadesi içinde, topraktan göğe sıçrayıcı muazzam ihtilâl”in tatbiki davasını gütmekte, bunun kavgasını vermektedir.
“Mutlak Fikir” ölçülerine sımsıkı bağlı, değişen zaman ve mekân şartlarına göre yenilenmiş “İslâm’a Muhatab Anlayış” ile gerçekleştirilecek olan inkılâb; Kâinatın Efendisiyle başlayan, mutlak ve her dâim yeni olan inkılâbın devamıdır.
Nasıl ki, Fransız İhtilâli’nin zihniyet değişimi bakımından dünya çapında etkileri olmuşsa, aynı şekilde bugün Büyük Doğu-İBDA’nın talib olduğu ihtilâl ve inkılâb da, yeni bir çağın ve yeni bir dünya düzeninin tesis edilmesinin vesilesi olacaktır.
AYDINLAR SINIFI
“Tarih boyunca her inkılâb bir sınıfa dayanmıştır.”[2] İnkılâbların dayanağı olan sınıf, bundan sonrasında teşekkül edecek olan devlete hâkim olacak anlayışın ne olacağı sorusunu da bir bakıma yanıtlamaktadır. Meselâ Fransız Büyük İnkılâbı burjuvazi sınıfına dayanmıştır, bundan ötürü de inkılâb sonrasındaki zihniyet burjuvazi tarafından belirlenmiştir.
Büyük Doğu-İBDA’nın talib olduğu “İslâm İnkılâbı”nın dayanak sınıfı ise, “aydın sınıfı”dır. Yâni, “çeşitli kesimlerin menfaat, imtiyaz, ve tasallut hırsına bağlı hizip teşekküllerine değil, bütün insanlığı kuşatan üstün insan vasıflarının merkezinde toplanacağı kitlelere dayanır. Öyleyse, İslâm inkılâbında sınıf, belli başlı farikaların kendisini cemiyet içinde sınırladığı zümreleri değil, kitlelerin, bütün insanlık çapında mayasını tutturacak örnek şahsiyet kadrosunu murat eder. Bu kadronun da bellibaşlı bir sınıf ismi vardır: Gerçek ve üstün aydınlar sınıfı… [3]
İhtilâlimizin dayanağı olacak olan sınıfın ölçütünü verirken “gerçek ve üstün aydınlar sınıfı” dedik, öyleyse üstün aydın vasıflarının ne olmadığı ve ne olduğu hakkında konuşalım.
İnsanın sahib olduğu üstün vasıflar; davranış tarzı, tutum ve tavra bakılarak anlaşıldığına göre, bizim, aydının üstün vasıflarının ne olduğu sorusuna yanıt aramamız gereken fakülte, ahlâktır.
Ahlâk ve Üstün Aydın
Klasik ahlâk tariflerini bir kenara bırakıp, Üstad Necib Fazıl’ın «İman ve İslâm Atlası» adlı eserinde genişçe yer verdiği Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin «Satranc-ı Urefa» adlı, ahlâkı çerçeveleyen vecîz levhasına bir parantez açıp yer vermek istiyoruz. İleride bu levhadan bir başka bahis içinde de faydalanacağız.
Bu levha, 10×10 kare ve tepe noktasındaki son bir kare ile “101” keyfiyetten meydana gelen ve ahlâkın ne olduğunu, nereye uçurduğunu ve nereden düşürdüğünü göstermesi bakımından vecizedir. Üstad Necib Fazıl, bu tablo ile alâkalı olarak; “her duyan ve düşünen Müslümanın ona dikkatle eğilmesini ve onda hâline bir sıfat aramasını tavsiye ediyoruz” der… Sözü fazla uzatmadan ve meselemizi de dağıtmadan “üstün aydın vasıfları”nı çerçeveleyen ahlâk levhasını «İman ve İslâm Atlası» eserinden sırayla verelim:
“İzahı şöyle;
Sağdan sola 1. alt sıra (daima sağdan sola)
1: Zillet…
2: Teessüf…
3: Rica…
4: Kavga…
5: Nedamet…
6: Adavet…
7: Hicran…
8: Gurbet…
9: Karar…
10: Rıza
Alttan yukarıya 2. sıra:
11: Sohbet-i sek (Köpek tabiatlilerle görüşmek)…
12: Mihnet…
13: Duzah (Cehennem)…
14: Zeval (Alçalış)…
15: Taan-ı halk (Halkı kötülemek)…
16: Zahmet…
17: Meşakkat…
18: Hacalet (Küçülme)…
19: Adem (Yokluk)…
20: Arzu…
Alttan yukarıya 3. Sıra:
21: İstiğna (İhtiyaçsızlık taslamak)…
22: Hacet…
23: Cefa…
24: Rahmet…
25: Zaman…
26: Fırsat…
27: Eyyam…
28: Rakip…
29: Kin…
30: Devam…
Alttan Yukarı 4. Sıra:
31: Safâ…
32: Ağyar-ı bed (Kötü yabancı)…
33: Akl-ı bed (Kötü akıl)
34: Nifak (Ayırıcılık)…
35: Merhamet…
36: Encam (Akıbet)…
37: Fikir…
38: Aşk…
39: Sûd (Menfaat hırsı)…
40: Sitem…
Alttan yukarıya 5. sıra:
41: Erz (Nimet)…
42: Niyaz…
43: Kemâl…
44: Ârâm (Sebat)…
45: İnsaf…
46: Gûy-u Canan (Sevgilinin bucağı)…
47: Celâl…
48: Firkat (Ayrılık)…
49: Mihnet…
50: Haslet (huy)…
Yukarıdan aşağı 5. sıra:
51: Selâmet…
52: Zevk-i dil (Gönül zevki)…
53: Terahhum (Acımak)…
54: Ahlâk-ı hamide (İyi ahlâk)…
55: Af…
56: Tecrübe…
57: Kesret (Çokluk)…
58: Hasret…
59: Tahammül…
60: Sadakat…
Yukarıdan aşağı 4. sıra…
61: Tecelli…
62: Nazar…
63: Teselli…
64: Uşşak…
65: Sahra-i cünun (Cinnet sahrası)…
66: Ahd-i necat (Kurtuluş ahdi)…
67: Şüphe…
68: Sûziş (Acıklı hâl)…
69: Güzel…
70: İttihaz (Edinmek)…
Yukarıdan Aşağı 3. sıra…
71: Evham…
72: Rûyet (Görmek)…
73: Aşk-ı Mecazî (Mecazî aşk – kadına vesaireye)
74: Kerem…
75: Vicdan…
76: Ferah…
77: Vefa…
78: Beka…
79: Mücahede…
80: Mahviyet (Nefsini küçük görme)…
Yukarıdan aşağı 2. sıra:
81: Cemâl…
82: Şefkat…
83: Edeb…
84: Esrar…
85: Nişat (Ulvî neş’e)…
86: Sabır…
87: Muhabbet…
88: Müşahede (Görüş)…
89: İzzet (Yükseklik, aziz olmak)…
90: Vahdet (Birlik)…
Üstten 1. sıra:
91: Gurur…
92: İftihar…
93: Rağbet…
94: Aşk-ı Hakikî (İlâhî aşk)…
95: Maksud (Gaye)…
96: Hal…
97: Mürüvvet (Verim)…
98: Bad-ı aşk (Aşk fırtınası)…
99: Halet…
100: Kaza (İlâhî takdir)…
Ve tepe noktasında, en üstün gaye:
101: VİSÂL (Allah’a ermek)
– Bu levha birbirinin doğurucusu ve besleyicisi olarak fikirle ahlâkı bir terkip hâlinde mezcetmiş müstesna bir buluş arzeder; ve uçuran kuşlarla, düşüren yılanların (kombinezon)ları etrafında, insanoğlunun gaye noktasını vardırıcı çile merhalesini resmeder. 11 yılan ve 10 kuş:
1: Köpek tabiatlilerle düşüp kalkan, teessüfe düşer.
2: İhtiyaçsızlık taslayan yalvarmaya iner.
3: Kıskanç, Cehennem azabı çeker.
4: Kötü yabancı, kavgaya düşürür.
5: Kötü akıl pişmanlığa götürür.
6: Kemâli zeval takip eder. (Kendini kâmil bilmek)…
7: Altıncı yılanın eşi (Bu noktada yılanlar çift)
8: Ayırıcılık düşmanlıklar biter.
9: Rakib hicrana uğrar.
10: Öfke alçaltır.
11: Benlik halkı kötülemeye indirir.
– Alt yarısı, iyileri, az mikyasta kötü ahlâkı gösteren levhanın üst yarısı, kötüleri, az çapta iyi ahlâk zeminini çerçeveliyor. Burada da bir iyiden daha üstün iyiye uçuran 10 kuş var:
1: Cefadan sefaya çıkış.
2: Fırsattan tecrübeye varış.
3: Aşktan vicdana uçuş.
4: Nimetten görüşe yükseliş.
5: Niyazdan teselliye uzanılır.
6: İyi ahlâk güzelliği buldurur.
7: Sadakat sabra götürür.
8: Muhabbet vasıtasız erdirir.
9: Vahdet haleti getirir.
– Levhanın iki başında kocaman yılan vardır ki, Allaha eriş gayesinin en büyük iki engelini göstermekte ve fikirle ahlâk karışımının ruhunu belirlemekte… Bu yılanlardan sağdaki gurur… Her şeyi, her şeyi, bütün mânevî kazançları bir anda yutan ve gururluyu zillete atan ejderha… Öbürü de fikrî ve itikâdî ahlâk yılanı… Kazaya rıza, sadece «Allah ne diliyorsa ben razıyım» hükmünün ahlâkı…” [4]
Üstün insan vasıflarına giden yolu ve ahlâkın mahiyetini, Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin «Satranc-ı Urefa» adlı levhasıyla çerçeveledik. Bu yol, aynı zamanda İslâm İhtilâlini gerçekleştirecek olan “sınıf”ın, -modern dilin tabiriyle- stratejik yol haritasıdır. Bu bakımdan hem ahlâk bahsini toparlayıcı olması hem de bizim konumuzla alâkası bakımından uzunca da olsa bu tabloya yer vermeyi uygun bulduk.
DEVLET VE AYDINLAR ARİSTOKRASİSİ
Fert ve fertlerin bir araya gelmesinden oluşan toplum, birbirine zıt kutupları teşkil eder. Bütün devletler, bu zıt kutuplar arasındaki muvazeneyi tutturmaya çalışan müesseseler olarak doğmuşlardır. Bu muvazenenin kurulmasının formülü de kanunlardır. Bu bakımdan devlet müessesi, tıpkı insanlar ve kitleler gibi bir dünya görüşüne bağlı olmak zorundadır ki, ferd ve toplum arasındaki muvazeneyi ortak bir paydaya nisbetle tutturabilsin.
Öyleyse, hangi dünya görüşü?..
Büyük Fransız İhtilâlinden sonra ferd ve toplum meselelerine çözüm getiren bir dünya görüşünün meydana getirilememesi ve bu dünya görüşü çevresinde orjinal bir devlet müessesesi icad edilememesi, buhranı ferdî plandan içtimaî plana taşıdı. Bugün, dünya çapında zihniyet değişimine vesile olabilecek İslâm İhtilâlinden başka bir ihtilâl olmadığına göre, geldik Batı’nın buhranını derinlemesine inceleyen Arnold Toynbee’nin de bizimle aynı istikâmete işaret eden reçetesine:
– “İstikbâl İslâmındır. Denenmemiş tek o var.”
●
Devlet, ferd ve toplum arasındaki muvazene ihtiyacından hasıl olan müessese olsa da, nihayetinde insanî verim sahasıdır ve tabiî olarak insanla benzeşir. Bugün muhafazakâr kesim tarafından İbn-i Haldun’un «Mukaddime» ve Farabî’nin «El Medinetü’l Fazıla» çevresinde köpürttükleri ideal(!) devlet bahsi bir yana, Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin «Tedbîrâtü’l İlahiyye fi Islâhı Memleketi’l-İnsaniyye» adlı eserinin hakkında anlaşılmadığı, kıskanıldığı veya Ehl-i Sünnet düşmanlığı nedeniyle hiç bahsedilmediğini görüyoruz. Oysa ki Muhyiddin-i Arabî Hazretleri bu eserinde, tasavvufun devlet modelinin ip uçlarını vermiştir. Kendi tarihimize yabancılaştığımız için haberimiz olmasa da, bir çok kaynak eser Devlet-i Aliyye’nin bu eserden geniş bir şekilde istifade ettiğini göstermektedir. Büyük Doğu-İBDA’nın ortaya koyduğu Başyücelik Devleti de, tasavvuftan süzülmüş devlet modelidir ve toprağa bağlanmakla ideali aramak arasındaki berzahta kıvranan insanoğlunun, ferdî ve içtimâî muvazenesini derinliğine ve genişliğine kurmaya talibdir. İhtilâlin ve inkılâbın dayanağı olacak olan sınıf ölçütünün fikir ve liyakat oluşundan başlayıp, ana kaynağı, idare kadrosunun niteliği, liderlik şartları, idare mefkûresi ve temel prensibleri incelendiğine bu durum daha net bir şekilde anlaşılır.
Aydınlar sınıfı, bahsettiğimiz bu devleti kuracak ve idare edecek olan sınıftır. Bu sınıfın başlıca özelliği, üstün aydın vasıflarına sahib olmasıdır. Üstün aydın vasıflarından önceden bahsettiğimiz için sınıf bahsi üzerinden devam edelim.
“İslâm inkılabında sınıf davası böylece, bir yandan sınıf mefhumunun dar ve hasis mânâsının dışına çıkıp bütün beşeriyeti kucaklayıcı bir genişlik belirtirken; bir yandan da, mücerret fikirlerin taallûksuz kalmaması ve mutlaka müşahhas hayat akışı içinde bir “yed’i emin”ler kadrosuna malik bulunması gibi, sınıf mefhumunun ilk zararlı cephesine karşılık, ikinci faydalı cephesinden semerelenmiş olur.
İslâm inkılâbında sınıf, böylece varken yok, yokken var bir keyfiyettir. Dar ve hasis mânâsıyla yok, ana oluşa mihrak teşkil edici ve davayı müşahhas planda temsil ve bütün insanlığa teşmil edici mânâsıyla var… İşte zamanın tecellisindeki mekân zarureti hâlinde, maddî dayanak noktası olmak haysiyetini kabul ettiğimiz ve bütün darlık ve hasisliğine sed çekici ölçüleri de kendi içinde mütalâa edip onu inhisarsız bir açıklığa ulaştırdığımız sınıf, İslâm inkılâbında, ismiyle ve cismiyle, tekrarlayalım, gerçek aydınlar, çilekeş fikir soyluları asalet sınıfıdır.
Bizim dayandığımız ve bütün insanlık mikyasında hududsuz ve şâmil gördüğümüz zümre hakkı, fikir çilesinden ve idrak ıstırabından doğar. Demek ki, bizim bu türlü aydınlar sınıfından anladığımız, bu asîl mefhumun orospulaştırılmış delâletiyle baştan başa mankafa ve hiçbir işe yaramaz, zoraki ve ukalâ aydınlar kalabalığı değil, kargabüken zehrini almış gibi kıvranırcasına fikir çilesi ve idrak ıstırabı çekenler kadrosudur.”
●
Bu sınıfın yetiştiricilerinin yetiştirilmesi bu davanın aslî hedefidir ki, ihtilâl de, inkılâb da bu sınıfın bahsettiğimiz ölçüler çerçevesinde temerküz etme şartına bağlıdır.
YÜCELER KURULTAYI
İslâm İhtilâlinin dayanağı olan aydınlar sınıfı, ihtilâlin ardından gerçekleşecek olan inkılâbın devlet modeli olan Başyücelik Devleti’nin “Yüceler Kurultayı”na da gebe olan kadrodur. Peşin fikrimiz olan “Büyük Doğu” mefkûresinde, millet iradesini temsil adına, dünyada benzerleri bulunan millet meclisleri yerine bir “Yüceler Kurultayı” vardır. Öncelikle, Büyük Doğu Mimarı Necib Fazıl’ın «İdeolocya Örgüsü» ve İBDA Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun «Başyücelik Devleti» adlı eserine bakarak “Yüceler Kurultayı”nın ölçülerini koyalım.
– “Yüceler Kurultayı”, millet içinden yetişerek aydınlar sınıfına girmiş milletin; dinde, fikirde, sanatta, ilimde, siyasette, müsbet bilgilerde, ticarette, askerlikte, idarede, işde, hulâsa insan kafasının arayıcı hâmlelerini ve idrak çilelerini planlaştıran her sahada eser, keşif, görüş, terkib ve dava sahibi aksiyoncu güzidelerle örülüdür.
– “Yüceler Kurultayı”nın mânâsı, milleti, en ileri düşünenlerin ve en iyi yapanların kadrosunda özdeşleştirmektir.”
– “Yüceler Kurultayı”nın mânâsı, milleti, -doktor hâkimiyetindeki hasta gibi- saf ve mücerred idrak ıstırabı çeken ruh ve dimağ işçilerinin hâkimiyeti yolundan, hak ve hakikatin hâkimiyeti altında tutmaktır.
– Bir millet kadrosunda gerçek aydınlar otoritesi diye vasıflandırılabilecek “Yüceler Kurultayı”, hâkimiyeti, ister fert ve ister zümre olarak kendi nefsâniyet ve enâniyeti olmayan üstün yaradılışlar elinde, hak ve hakikate mahkûmiyetten başka birşey değildir. “Yüceler Kurultayı” gerçekte hâkimlerin değil, mahkûmların çerçevesidir.
– “Yüceler Kurultayı”nın bir ân bile tahammül edemeyeceği biricik telâkki, “Milletin keyfi ve canı böyle istiyor!” tesellisi altındaki nebatî serbestlik ve hayvanî başıboşluktur. Sadece kemmiyet plânına bağlı rey ve temayül tecellisinin, serbestlik maskesi altında keyfiyeti mahkûm eden istibdadı, “Yüceler Kurultayı”na tam aykırıdır. “Yüceler Kurultayı”nın anladığı hürriyet, bir kere ve bin kere daha tekrarlayalım; hakikate esarettir.
– “Yüceler Kurultayı”nın âzası, en aşağı 40, en yukarı 65 yaşında ve maddî ve manevî kâmil sıhhat içinde olur. Bütün hususî hayatı, her türlü faaliyeti, her ân hayat ve hadiselere karşı verdiği imtihanlarla, kendi kendisini, millet ve Kurultay’ın tam ve mutlak müşahede ve murakabesi altında tutar. Bağlı olduğu iman kutbunun, fikirde ve ahlâkta tam ve katî samimiyet ve hâlisiyetini canlanırır. Vecd ve aşk içinde yaşar. Davasından başka hiçbir hasis ferd ve nefs hayatı süremez. Meslekî politika zanaatinin ve her türlü menfaat ve tesirinin üstünde kalır.”
– “Yüceler Kurultayı” âzası içinde üstün vasıflarını düşüren, yahut yerli yerinde bekleten değil, hâtta daima ilerletmeyen ve yükseltmeyen her ferdi derhâl tasfiye edecek ince bir dikkat ve hassasiyet ölçüsüne sahibdir.
– Millet meclislerinde olduğu gibi, topluluğun bütün irade ve karar mihrakı, “Yüceler Kurultayı”dır ve her ölçüsü kanundur.
– “Yüceler Kurultayı”nı ilk defa bir “Müessisler Meclisi” meydana getirir. Ondan sonra kurultay âzası, kendilerini şahıs şahıs kuşatan ve en küçük uygunsuzluk tezahüründe tasfiyeye uğratan sebebler dışında, ebedî olarak yerinde kalır.
– “Yüceler Kurultayı” temelleştikten sonra kendi kadrosu içinden “Başyüce”yi seçer. “Başyüce”, devlet reisidir; devletin ismi de “Başyücelik Devleti”dir. “Başyüce” 5 yıl için seçilir.
– “Yüceler Kurultayı”, ölüm, ağır hastalık, çekilme isteği, çekilmeye davet gibi hâllerle ayrılan âzası yerine derhâl yenilerini bizzat ilân ve intihab eder.
– “Yüceler Kurultayı”, vatan ileri gelenlerinden en lâyıklarına “Yüceler Kurultayına namzed” ünvanı altında, sayıyla kayıtlı olmayarak, mânevî bir derece verir. En büyük kıymet ve mükâfat olan bu derecenin sahibi, hiçbir temsil hakkı olmaksızın, derecesine her ân liyakat belirtmekte devam eder. Bu dereceye en küçük bir liyakatsizlik, sahibini, “Yüceler Kurultayı’na namzed”lik hakkından düşürür. “Yüceler Kurultayı”, yeni âzasını bu namzedler arasından seçer.
– “Yüceler Kurultayı”nın âzası, eksiksiz ve fazlasız 101’dir ve bu âzadan herbiri bütün vatanı temsil mevkiindedir.
“Yüceler Kurultayı” âzası, halkın değil, Hakkın seçtikleridir.
●
İslâm ihtilâli ve inkılâbının dayanak sınıfı, kendi bünyesinden “Yüceler Kurultayı”nın 101 âzasını çıkartacaktır. Üstün aydın vasıflarına sahib olan bu sınıfın içinde, en üstün vasıflara sahib olanların seçileceği bu kurultay, önce “Büyük Doğu” İdeolocyasına, ardından da onun perçinli olduğu aslî mihrak olan “Mutlak Fikir”e bağlı olmak kaydıyla tarih boyunca emsâli görülmemiş bir yönetim şeklini ortaya koyacaktır.
Büyük Fransız İhtilâlinden sonra ferd ile toplum arasında muvazene tutturacak yeni bir devlet müessesesi sentezlenemediği için, burjuvazi zihniyetinin iktidarda kalmasını kolaylaştıracak ve millet nezdinde de meşru görünecek yönetim biçimi olarak benimsenmiştir. Eşya ve hâdiseleri, kendi içlerinden çıkan kuru müşahade ve kuru tecrübe, kuru akıl ve kuru bilgi kanunları üstünde bir müessire bağlayamayan zihniyetin hâkimiyetinde tabiî olarak seçilme hakkı da metalaştı. Bir hizbe bağlı olmak, maddî bakımdan destek vermek, yalakalık gibi nitelikler, seçilmek üzere seçmene sunulan irade temsilcisinin sahib olması gereken vasıflar hâline geldi. Partiyi destekleyen çeşitli zümre ve sermaye toplulukları da bu yönetim biçimi içinde imtiyazlı bir konuma geldi. Dünyanın bugünkü hâline baktığımızda, Büyük Fransız İhtilâli, o dönem şartları içinde insan ve toplum için bir ferahlamanın vesilesi olsa da, uzun vadede işlerin daha da kötüye gittiğini rahatlıkla görüyoruz.
Büyük Doğu İdeolocyasının, milletin iradesini kullanmak üzere ortaya koyduğu “Yüceler Kurultayı” modeli ise; üstün insanlık vasıfları taşıyan, herhangi bir nefsî kaygısı olmayan, Allah rızasını her türlü dünyevî menfaatin üzerinde gören, eşya ve hâdiseleri, kendi içlerinden çıkan kuru müşahede ve kuru tecrübe, kuru akıl ve kuru bilgi kanunları üstünde, madde gözüyle görülemez ve ölçülemez müessirlere bağlayan, yüksek ahlâk sahibi, derinliğine ve genişliğine fikir planına nüfuz etmiş ve aksiyon dehası bir kadrodur.
Kâinatın Efendisi ile başlayan “mutlak inkılâb”, bugün, zihniyeti zaman ve mekân şartlarına göre yenileyerek “İslâm’a Muhatab Anlayış” davasını örgüleştiren Büyük Doğu-İBDA’nın emir subaylığında sürmektedir.
Hava solur gibi buhran soluyan insanlığın, Büyük Doğu-İBDA’nın emir subaylığını yaptığı “Mutlak Fikir”e bağlanmak ve “İslâm’a Muhatab Anlayış”a sarılmaktan başka da bir çaresi de kalmamıştır. Bu durum her ne kadar itikâdi bakımdan sanki yalnızca bizi ilgilendirirmiş gibi görünse de, hakikat mutlaka bir’dir.
“Yüceler Kurultayı” hakkında düşündüğümüz bir hususu da burada açalım istiyoruz. Büyük Doğu mefkûresinin devlet modeli olan Başyücelik Devleti’nin, “Yüceler Kurultayı”nın âza sayısının niçin “101” olduğu hakkında bir araştırma yaparken, Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin «Satranc-ı Urefa» adlı veciz levhası ile karşılaştık, yeri geldiğinde değineceğiz demiştik. Bu levha, ahlâkın ne olduğunu, nereye uçurduğunu ve nereye düşürdüğünü göstermesi bakımından veciz bir levha ve aynı zamanda bu levhadaki durakların sayısı da 101. “101” rakamının hikmetiyle alâkalı araştırmamızda bulduğumuz bu levhanın, aynı zamanda gerçek aydın sınıfının keyfiyetini de çerçevelediğini düşünüyoruz. Bu bakımdan, “Yüceler Kurultayı”nın âza sayısı ile tablo arasında bir ilişki kurduk. Tabiî bu iddia altı üstü doldurularak bir şekilde izah edilmeye muhtaç ve bizim bu yazımızda asıl meselemiz bu olmadığı ve levhadaki duraklar hakkında da uzun uzadıya bir çalışma yapma imkânımız olmadığı için devam edelim.
Başyücelik Devleti’nin, milletin iradesini temsili ve karar mihrakı olarak icad ettiği “Yüceler Kurultayı”nın, bugün bilinen bütün irade temsil mekanizmalarından daha sağlıklı olduğu izahtan varestedir. Hiçbir alternatifi değerlendirmeye yanaşmayan, içinde bulunulan sistemin arazlarından nemalanan, at gözlüklü, insanın ve İslâm’ın derinlik buudundan bihaber, sahte ve sığ şahsiyetler için bu icad ütopik gelse de, az biraz oturup üzerinde kafa yoran herkes için pratik hayata ne kadar kolay bir şekilde uygulanabilir olduğu daha net bir şekilde anlaşılacaktır.
Başyüce ve Yüceler Kurultayı Arasındaki Diyalektik Münasebet
Yazımızın içinde devleti tanımlarken, fert ile toplum arasında muvazene kuracak olan müessese demiştik. Buradan da anlaşıldığı üzere fert ile toplum arasında, iki zıt kutbun diyalektik ilişkisi söz konusudur. “Yüceler Kurultayı” ve “Başyüce” arasında da hak ve hakikat iradesini tecelli ettirici ferd ve cemiyetinkine benzer bir diyalektik münasebet sözkonusudur. “Yüceler Kurultayı” tek zümre olmasına rağmen ferd ferd dağınık bir şekilde milleti, bir olan “Başyüce” ise ferdi temsil eder. Bu diyalektik münasebet, hem devleti tekâmül ettirici, hem de işletici bir ahenk doğurur. Günümüz demokrasilerinde muhalefet partileri vasıtasıyla kurulmaya çalışılan bu diyalektik münasebet, iktidar partisinin kemmiyet çokluğu ve muhalefetin var olmak adına işin niteliğine bakmaksızın karşı çıkışı dolayısıyla bir türlü kurulamamakta ve beklenen ahenk doğmamaktadır. Taraflar iktidar olmak yahut iktidarda kalmak için uğraşırken, bu muvazenenin kurulması meselesi kimsenin gündemine dâhi girmemektedir.
Toparlamak gerekirse; “Yüceler Kurultayı” ve onun içinden seçilen “Başyüce” tarafından yönetilen devlet, muhalefet ihtiyacını da milletin içindeki en üstün vasıflı kurultay âzaları tarafından karşıladığı için, bugünkü devlet modellerinin tümünden yenilikçi ve ileridir.
BAŞYÜCE
“Yüceler Kurultayı” vicdan; ve “Başyüce” irade…
“Başyüce” herhangi bir devlet reisi, başbakan, cumhurbaşkanı değil, derin ve girift, içtimâî bir remzdir. Bir timsal…
Milletin çerçevelemiş olduğumuz üstün vasıflı insanlarının aydın sınıfı içinden önce “Yüceler Kurultayına namzed”, sonra “Yüceler Kurultayı”na âza ve sonrasında “Yüceler Kurultayı” içinden de “Başyüce”…
“Başyüce”, “Yüceler Kurultayı”nın her şubede lif lif örülmüş kanunlar manzumesine aykırı emir veremez ve vermez; fakat her emri, kanunu tamamlayıcı ve belirtici ayrı bir kanundur. Kanunun birşey söylemediği yerde “Başyüce”nin emri, kat’îdir.
“Başyüce”nin bir emriyle hükümet değişir.
Bütün hükümet manzumesi, en büyük mümessilinden en küçüğüne kadar onun adına iş görür.
Kaza cihazı onun adına işler ve adalet onun adına dağıtılır.
“Başyüce”, bütün icra vasıtalarının ve bütün şubeleriyle ordunun başıdır. Başbuğ, doğrudan doğruya “Başyüce”nin vekilidir.
“Başyüce”den itibaren “Yüceler Kurultayı” âzasına ve topyekûn hükümet kadrosuna kadar hiçbir ferdi, kanun muvacehesinde mesuliyetsizlik ve şahsî masuniyet gibi bir imtiyazı yoktur.
– “Anlaşılıyor ki, “Başyüce”, İslâm’ın “Ulüemr” diye isimlendirdiği büyük içtimâî irade ve icra makamını, bu makama en küçük nefs hırsı karıştırmamak ve kendi öz nefsaniyeti bakımından mâdum kalmak borcu altında, şahsıyla dolduran ideal ferddir. “Başyüce”, temsil ettiği imân ve hakikat kutbunun, en ileri hürriyet içinde her şeyi ve herkesi köleleştiren mânâsına karşı mukaddes mizân önünde, bizzat, herşeyden ve herkesten fazla köleleşecektir. “Başyüce”, temsil ettiği hudutsuz mânânın altında evvelâ kendisini ezecek; ve sonra bağlı olduğu mânâlar âleminin temsil hadleri içinde, fâni şahsını -fâni şahsına hiçbir pay vermeksizin- en göz kamaştırıcı kudret ve haşmet ifâdesiyle alabildiğine pırıldatmaktan çekinmeyecektir. “Başyüce”de pırıldayan kudret ve haşmet ifâdesi, onun değil, bütün milletiyle bağlı olduğu mânâlar âleminin; ve orada aksederek milletinindir.
●●●
Kendileri ile bu dava arasında nisbet kuran, ufku dar, üç kuruşluk meseleler peşinde ömür harcayanlara rağmen Büyük Doğu-İBDA, ektiği tohumların mahsullerini toplamaya başlamış ve Anadolu’da üstün aydın sınıfı yeşerip serpilmeye başlamıştır. Her dünya görüşü yeni bir dildir ve bugün Anadolu’da Büyük Doğu-İBDA dilinin toplumun her kesiminde konuşuluyor olması, başlı başına iddiamızın ciddiyetini isbat eder mahiyettedir.
Güzel bir günün şafağında olduğumuzu hissediyoruz. Bir sona değil de, bugüne kadar olandan daha meşakkatli bir başlangıcın eşiğinde olduğumuza inanıyoruz. Dolayısıyla, artık bugüne kadar boşa geçirdiğimiz günlere yanmayı bir kenara bırakıp, zaman israf etmeksizin ceblerimizde keyfiyet biriktirmeye başlamamız gerekiyor.
Şartlar, Müslümanları tarihî misyonlarını üstlenmeye zorluyorsa, biz Müslümanlara en başta bu şartların gerektirdiği liyakatte olmak düşüyor.
Kaynaklar:
1. Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti –Yeni Dünya Düzeni–, 2 Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004, s. 182-183.
2. Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti –Yeni Dünya Düzeni–, 2 Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004, s. 187.
3. Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti –Yeni Dünya Düzeni–, 2 Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004, s. 188.
4. Necib Fazıl, İman ve İslâm Atlası – Şekil, Ruh-Amel, Hikmet, 11. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2006, s. 259-265.
Kaynak: Aylık Dergisi, Aralık 2014