Bağlılıktan Bağımlılığa: Milletten Topluma

İnsanoğlu, içine doğduğu dünyada en aslî işlerini dahi kendi başına göremeyeceği gerçeğiyle henüz doğduğu ândan itibaren karşı karşıyadır. Hattâ onu teklife muhatab kılan akıl ve rüşd çağına ulaşması, başkalarının yardımı olmaksızın mümkün değildir. Yâni insan, kendini diğer varlıklardan üstün kılma imkânına kavuşturan şeye ulaşmak için, maddî olarak bir takım bağlarla henüz baştan mukayyeddir. İçine doğulan dünya, maddî bir veçheden bile, “bağ”lar olmadığı takdirde yaşamanın mümkün olmadığı dünyadır. Elbette bu husus, insan–yaratıcı münasebetinde insanın kendini anlaması ve yaratıcısıyla hakiki bir bağ kurması bakımından incelenmeye ve üzerinde tefekküre müsait bir konudur. Ancak bugün biz bu “bağlılık” mevzuunu meselenin cemiyeti ilgilendiren tarafı üzerinden teşrihe gayret edeceğiz.

Toplumlar neye bağlanacağı ile neyle bağını koparması gerektiği idrakine ulaştığı takdirde millet olmak vasfını haiz olabilirler demek mübalağa olmayacaktır. Hemen her insanın bir takım kuru bilgiler/malûmatlarla, içinde yaşadıkları toplumun çatısı olan devletlerinin nerelere bağlı oldukları, hangi devletlerle iş tutup hangi devletlere yaslandıkları bilgisine ulaşması tabiî hâdiselerdendir ve işin kolay kısmıdır. İş, bu bağlılıkların “neye dair” ve “ne uğruna” olduğuna geldiğinde, kahvehane sohbetlerindeki kadar bir seviyenin ancak tutturulduğu bir vasat üzerinden, bir toplumun millet olma vasfını haiz olmasını ummak akıl kârı değildir.

Bu, işin görünen, görüntüde kendini fâş eden tarafıdır. Aslolan, bu görüntüde fâş olan bağlılıkların “merkezî fakültesi”ni, toplumları bu bağlılıklara götüren şeyleri anlamak ve bunun üzerinden bir anlamlandırma faaliyetinde bulunmaktır. İnsan fertlerinin hafızası olduğu gibi, toplumların da hafızası vardır. Geçmişle kurulan bağın sürekliliğinin (istikrarının) insanı şuurlu bir seviyeye getirdiği müsellem bir hakikattir. Diğer yandan, toplumun da geçmişle kurduğu bağ, bu toplumu millet olabilme imkânına eriştirecektir.

Hikâyedeki boşlukların kapalılığı, zincirin halkasının kopmadan devam edişidir ki, bir milletin kültür seviyesini yukarılara çeker. Kendi hikâyesine inanan bir millet ise başkalarının masalına hayatını adama yoluna gitmeyecek, bağlılıklarını kendi tayin edecek, nesillerini bu minvalde yetiştirecektir.

Diğer yandan, işin keyfiyeti bakımından kültür-irfânın derecesi; tahkiyenin gerçekliği ve bağlı olduğu mihenk taşı nisbetinde meydana gelir. Modern ulus-devletler kendi toplumlarının hafızalarını kendileri meydana getirmek yoluna gittiği içindir ki, bu toplumlar gerçeklikle bağları kopuk olarak tesis edilmiş bir hikâyeye mahkûm edilmiştir. Bununla beraber, tarihin insanı hem enfüs hem de âfakta (mikro ve makro olarak) kıskacı altına aldığı bir tahkiye yoluyla, bu toplumların iradeleri ellerinden alınmıştır. Dolayısıyla, bu toplumların millet olma vasfına erişmelerinin yolu şu ân itibariyle kapalıdır.

Bugünün insanı, bağlılıklarını bir panoptikon eşliğinde yerine getirmeye, bağlılıklarının bağımlılığa dönüştürülmesine mahkûm edilmiş insandır. Gözetleme kulesi marifetiyle insan, sistem tarafından biteviye sahte bağlılıklarla meşgul edilmekte, asıl meseleler daima ertelenmekte ve üzeri kapatılarak geçiştirilmektedir. Sistem, kapitalist düzen ve bunun propagandası yoluyla cüz’i seçimlerde kendini dayatmakta, ulus-devlet yoluyla ise çizilen çemberin dışına çıkanın “hain” ilân edilmesiyle müntesiblerine adım attırmayarak küllî olarak da insanı sarıp sarmalamaktadır. Bu kıskaçtan -şu ân itibariyle- kurtulmanın yolu ise, her insan ferdinin en azından hayatında bir kere, bağlılıklarını rabtettiği şeylerin keyfiyetini sorgulaması ve muhasebe gerçekleştirmesidir.

İçinde yaşanılan düzenin bu muhasebenin ertelenmesi ve geçiştirilmesi üzerine kurulduğu gerçektir. Bu noktada iş, bağlılıklarını nereye rabtettiğinin idrakinde olanların; diğer insanlara bu muhasebede yardımcı olması gerektiği gerçeğine gelip dayanmaktadır. İslâm’da Müslümanca yaşamanın temin edicisi, Müslümanın asli vazifelerinden olan “emr-i bi’l mâruf nehy-i ani’l münker” tam da bu hususu kapsamakta değil midir? Allah’a ve Resûlüne bağlılıktan maksad da, bu bakımdan, insanın bu bağlılığı derece derece dışarıya aksettirmesi, içinde yaşanılan dünyanın elekten geçirilerek bir muhasebe etrafında sorgulanması ve “yaşanmaya değer hayat”ı insanlara hediye etmek yolunda bir mücadeleden başka bir şey değildir.

Salih Mirzabeyoğlu’nun “Kökler” isimli eserinde naklettiği şu hikemî söz, bağlılık meselesinin ehemmiyetini kavramamıza fazlasıyla yardım edecektir:

– “İnat ve inkâr ehlinin istilâsı vaktinde, bağlılığın en küçüğü bile kazançların en büyüğünü geçer. Âlemlerin Rabbinin Sevgilisi’ne bağlı olanlar, sevilmiş olmak mertebesine ererler; bunun yanında “sevmiş olmak” mertebesi nerede kalır?.. Herkes bağlı olduğu ruh ve maddeyi kimde görürse onu sever; münkirleri de buna kıyas etmek ve aynı ölçüyle muhakeme etmek lâzımdır.” [1]

Modernliği ve postmodernliği “inat ve inkâr ehlinin istilâsı”ndan başka bir yere sabitleyerek okumak, Müslümanca düşünmekten bizce uzaklaşmak olacaktır. İnsanın en duru duygularından olan sevgi, bugün iştihaya dönüştürülerek kendi mevziinden taşırılmış, tağyire uğramıştır. Sistem, insan fertlerini kendine “âşık” etmiş, herkes kendini öğüten çarka taaten su taşır vaziyete mahkûm edilmiştir. Sömürünün makyajlandığı ve bir “hizmet” olarak sunulduğu vasatta sömürülenleri uyandırmak hayli zordur.

Bugün insanlar, bağlanma melekelerini kaybetmiş vaziyettedir. Anlam bağı kopmuştur. Tarihle bağ çoktan koparılmıştır. İnsan hayatında ferdin karakterinin kendisiyle neşv-ü nemâ bulduğu aile bağı zayıflamış, yok olmaya terk edilmiştir. Hangi alandan bahsedersek bahsedelim, ister teorik ister pratik olsun, bağların yok sayıldığı; bağlılıkların dezenforme edildiği bir dünyada yaşamaktayız. Hâlbuki insan, bağlılıklarıyla kendini gerçekleştirebilir.

İnsanoğlunun tevarüs ettikleri olmaksızın, sonraki nesillerine bırakacağı bir mirası da olamayacaktır. Fıtrî olan ve güzele yönelen bağlılık boşluğu, yerini bağımlılığa terk etmiştir. Eşya boşluk kabul etmez. Fıtrî olanın çekildiği yere, nefsânî olan, kötü ve çirkin olanın merkezî olarak kendini kabul ettirdiği bir dizi manzûme yerleştirilir.

Biz, Allah ve Resûlü’ne bağlılıktan murâdın kendi köşemize çekilerek bir takım ilmî(!) çalışmalar yapmak, gerçeklikten koparak nefsi pohpohlamak olmadığının farkındayız. Üzerinde bulunulan zengin bir müktesebata, kendisine usulünce dayanıldığı takdirde insanca yaşamayı sağlayacak ve bu yaşamayı dünya sathına yaymayı sağlayacak bir dine mensubuz. Günümüz İslâm düşüncesinin zaaf ve imkânlarını teşrih eden, hikemiyat binasını billurlaştıran “vasıta sistem” de çok uzağımızda değil.[2] Bundan sonrası, sahih niyet ile hummalı ve ölçülü bir çalışmanın bir araya gelmesi, her ferdin gücü nisbetinde meseleleri tedkik etmesidir. Ötesi, “her iş vaktine rehnolunmuştur” kaidesince, o vaktin gelmesini ümit etmek ve diri kalarak yolda olmaktan başka bir şey değildir.


[1] Salih Mirzabeyoğlu, Kökler “Necip Fazıl’dan Esseyyid Abdülhakîm Arvasî’ye”, 3. Basım, İbda Yayınları, İstanbul 2019, s. 84.

[2] Büyük Doğu–İbda kastediliyor.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!