Türkiye’ye bakan herkes hükümetin önünde hâlledilmesi gereken ne kadar da çok sorun olduğu hususunda ittifak hâlindedir herhâlde… Bugün kabul edilse de edilmese de, gerçekten de Yeni bir Türkiye var ve yeni Türkiye’nin sorunları da eski Türkiye’nin sorunlarına göre son derece girift… Eski Türkiye manzarasına baktığımızda; şehirlerin aldığı hızlı göçten dolayı temel ihtiyaçlarını gidermekten yoksun bir toplum görüyoruz; işi, aşı, evi, musluğundan akan suyu, asfaltlı yolu, elektriği olmayan bir toplum… Eski Türkiye’de, ferdin de toplumun da meselesi temel ihtiyaçları karşılmak iken, bugünün Türkiye’sinde mesele geldi geldi ve ruhî merkezde kilitlendi. Temel ihtiyaçları öyle veya böyle karşılanan Yeni Türkiye’nin ferd ve toplum meselelerine yalnızca maddî planda getirdiği çözümler artık yetmiyor ve ruhî planda da ferd ile toplum arasındaki meselelere çözümler getirilmesi gerekiyor…
Hükümetin çözüm getirmesi gereken meseleler ruhî planda başlayıp sona ermiyor elbet; adalet, eğitim, ekonomi, nüfus, ordu ve dış politika planında da, ruhî plandaki çözümlerin ahlâkî akisleri ışığında çözüme kavuşturulmayı bekleyen onlarca ana ve sayısız tâli mesele bulunmakta.
Türkiye’deki mevcut devlet müessesesi, mahiyeti itibariyle biraz evvel bahsettiğimiz meseleler karşısında çözümden ziyade problem üretmek üzerine bina edilmiş vaziyette. Kuruluş devrinde benimsenmiş ve değiştirilemez(!) şekilde kabul edilmiş ilkeler, velev ki dönem şartları için gerekliydi desek bile, bugün muhatab olunan iç ve dış meselelerin çözüme kavuşturulması noktasında sağır ve dilsiz… Madem ki durum bu, o zaman devlet müessesesinin mahiyetini tartışmaya açmak en tabiî hakkımızdır.
Yalnız ülkemizde değil, dünyanın birçok yerinde toplumlar içinde yaşadıkları düzenden memnun değiller. Bu memnuniyetsizliklerini yalnız lâfta bırakmayıp icraat hâlinde de devletlerine karşı haykırıyorlar. Memnun değiller, neyi istemediklerini çok iyi biliyorlar fakat; neyi istemediğini bilmek, neyi istediğini bildiğin anlamına gelmiyor tabiî… Hâliyle de dünya çapında yaygın olan âhenksizlikten doğan kakafoni şiddetlenirken, bir diğer yandan da ferd, bulunduğu tarafa göre marjinalleşip toplum düşmanı hâline geliyor.
Batıdan doğan ve bugün umumiyetle kabul gören demokratik rejimlerin hürriyet anlayışı ile insanı insan yapan, hayvandan ayıran nitelikleri çelişiyor. İnsanın ruhî veçhesini görmezden gelip yalnızca nefs planına göre tasarlanmış hürriyet anlayışı, ferd ile cemiyet arasındaki muvazeneyi kurulamaz hâle getiriyor. Demokratik rejimi kabul etmiş devlet müesseseleri de, bu muvazenenin kurulmayışındaki temel saiklerle alâkadar olacakları yerde, muvazenesizlik neticesinde hâsıl olan problemlerin çözümsüzlüğü peşinde savrulup duruyorlar.
Tam da burada, lâiklik bahsi üzerinde durmakta yarar var. Devlet, ferd ile cemiyet arasında muvazene kurmak için varken, lâiklik, bir dünya görüşünün devlet tarafından benimsenmesini iptal ederek, muvazenenin kurulmasını ve dolayısıyla da devletin varlık nedenini ortadan kaldırmış oluyor. O zaman da lâikliği kabul eden bir devlet, peşinen devlet müessesesinin en temel vazifesini de yerine getiremeyeceğini en baştan deklare etmiş oluyor ve dolayısıyla, kendi meşruiyetini de yine kendi eliyle ortadan kaldırmış oluyor. Devlet, bir fikir manzumesine dayanmaksızın fert ile toplum arasındaki diyalektik ilişkiyi neye göre sentezleyebilir ki?
Türkiye özelinde devam edecek olursak, devletin ferd ve toplum arasındaki muvazeneyi kurmasıyla da iş bitmiyor tabiî… Bir kere içinde bulunduğumuz coğrafya Batılılar tarafından gayya kuyusu hâline getirilmek isteniyor ve bu hedeflerinden çok da uzak olmadıklarını söyleyebiliriz herhâlde… Öyleyse, en içte ferd ile toplum arasında muvazenenin kurulmasından başlayarak, önce halkalar hâlinde içe ve ardından da halkalar hâlinde dışa doğru birçok mesele çözüme kavuşturulmak üzere hükümetin önünde sırasını beklemekte…
Tek cümlede toparlamak gerekirse; devlet müessesesini meydana getiren tam teşekküllü teşkilât var fakat; varlık nedeninin gereğini yerine getiren devlet yok! Ruhu çekilen beden nasıl ki cesetse, bugünkü devletler için de “devlet cesedi” tabiri uygun düşer herhâlde… Bu tesbit yalnız Türkiye için değil, diğer devletler için de geçerli…
Başyücelik Hükümeti
Hâlledilmesi gereken bunca mesele varken, meselelerin hâlline talib olan Büyük Doğu-İbda ideolocyasının devlet modeli olan “Başyücelik Devleti”nin icra organı “Başyücelik Hükümeti”ne gelelim…
İnsan; dünya görüşü, beyni, idrak kuvvetleri ve iradî faaliyetlerini dış plana aktardığı uzuvlarıyla nasıl bir bütün teşkil ediyorsa, aynı şekilde devlet müessesesinin de dünya görüşü, beyni, idrak kuvvetleri ve iradî faaliyetlerini gerçekleştirdiği uzuvları vardır.
Başyücelik Devleti’nin dünya görüşü, Büyük Doğu ideolocyasıdır. Nasıl ki insan bütün faaliyetlerini bir dünya görüşü çerçevesinde işlediğinde, bir yaptığı diğerini çelmiyor ve dolayısıyla ileriye doğru tekâmül ediyorsa, aynı durum devlet için de geçerlidir. Muvazene bahsinde mihrak fikrin ehemmiyetine zaten değinmiştik.
Başyücelik Devleti’nin beyni, Yüceler Kurultayı ve onun başında bulunan iradenin elinde toplandığı “Başyüce”dir. İnsan planında misâllendirecek olursak; nasıl bir fiili işlemeden evvel onu önce hayâl ediyor, hemen ardından o meselenin etrafında çeşitli bakımlardan değerlendirmelerde bulunuyor ve nihayetinde karar veriyorsak, aynısını milletin içinden yetişmiş gerçek üstün aydın vasıflarına sahip 101 kişilik bir kurultay için düşünelim; ayrı ayrı tahayyül eden, ayrı ayrı sentezleyen, ayrı ayrı teklif eden ve hep beraber sathî planda alabildiğine geniş, derinliğineyse alabildiğine derin değerlendirmeler ve terkibler ortaya koyarak karar alabilen bir kurultay…
Başyücelik Devleti’nin idrak kuvveti ve alınan kararları planlayarak gerçekleştiren müessesesi ise Başyücelik Hükümeti’dir. Devlet, hükümet kadrosunu meydana getiren vekâletler vasıtasıyla Başyüce adına görür, duyar, adalet dağıtır ve alınan kararları, belirlenen siyaseti icra eder.
“Başyücelik Hükümeti” bir “Başvekil” –ki Başyüce’nin vekilidir ve Yüceler Kurultayı içinden Başyüce tarafından atanır-, ve 11 vekâlet ile bu vekâletlerin altlarında bir araya gelmiş 33 müsteşarlıktan müteşekkildir.
11 vekâlet; Maarif, Savaş, İktisat, Maliye, Sağlık ve Bakım, Adliye, Matbuat ve Propaganda, Hariciye, Dâhiliye, Nefiâ, Düzenleme diye sıralayabiliriz. Zamanın şartlarına göre devlet müessesesinin sağlıklı bir şekilde işlemesi adına bu vekâletlerde gerektiği kadar artış olabilir…
Hükümetin 11 Dâvâsı
Başyücelik Hükümeti’ni meydana getiren vekâletlerin bağlı olduğu iman kutbu ve dünya görüşü merkezli 11 temel dâvâsı vardır. Bu dâvâlar ilgili vekâletlerin başlıkları altında dergimizde işleneceği için, biz burada yalnızca neler olduğunu sıralayalım.
Başyücelik Hükümeti’nin ruh ve ahlâk, umumî irfan, köy ve köylü, şehir ve umran, ordu, dış münasebetler, bütün neşir vasıtalarını murakabe ve himaye, iş emniyeti ve iş sahaları arasında âhenk, nüfusu çoğaltma ve güzelleştirme ve sağlamlaştırma, millî servet ve iktisat başlıkları altında 11 dâvâsı vardır.
*
Başyücelik Hükümeti’nin 11 dâvâsı içinde en girift olanı ve “Gordion Düğümü” gibi; “o çözülmeden hiçbir mesele hâlledilemez, o çözülürse tüm meseleler hâllolur” diyebileceğimiz dâvâsı “ruh ve ahlâk” dâvâsıdır.
Bugün dünya çapında hâkim olan Batı zihniyeti için, ruhî olandan ziyâde nefsânîdir diyebiliriz. Fert ve cemiyet arasında, iki zıt kutup arasındaki gibi bir diyalektik münasebet olduğunu ifâde etmiştik. “Ruh ve ahlâk” bahsini bu diyalektik münasebet çerçevesinde ele alalım ve misâllendirerek izâh etmeye çalışalım.
Cemiyetimiz tarafından her ne kadar kötü ahlâk olarak tanımlansa da, yine de son derece yaygın olan gayr-ı meşru münasebet, dolandırıcılık, sahtekârlık, çalmak, rüşvet, açgözlülük, cimrilik, dedikodu, yalan ve riyakârlık gibi hasletler, ferd ve cemiyet arasındaki diyalektik münasebetin muvazenesi için bozucudur.
Misâl vermek gerekirse; cemiyetin içinden bir kesim haksız şekilde kazanç elde ediyor, elde ettiği bu kazanç ile cemiyetin geri kalanı karşısında imtiyazlı bir zümre hâline geliyor ve onların üzerinde tahakküm kuruyorsa, böyle bir ahvâlde ferd ile cemiyet arasında bir muvazene kurulamaz. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarından itibaren kurulan köhne düzen içinde devlet eliyle zengin edilerek imtiyazlı hâle gelen ve dolayısıyla en basitinden hukuk önünde bile cemiyetin diğer kesimi ile eşit olmayan zümrenin, ferd ile cemiyet muvazenesinde açtığı yaralar hâlen kanamaktadır.
Peki, bu kötü hasletlerin ortadan kalkması için gereken “iyi, doğru ve güzel” ölçütleri ne olmalı? Bugün hâkim olan zihniyet “iyi, doğru ve güzel” ölçütlerinin ne olması gerektiği suâline, dünya çapında imtiyazlı bir zümrenin çıkarları istikâmetinde cevab vermektedir. Bu suâllere belli bir zümrenin çıkarları doğrultusunda yanıt verildiği yerde, ferd ile cemiyet arasında sağlıklı bir muvazene kurulabilir mi? Elbette ki hayır, bu muvazeneden çıksa çıksa kula kulluk düzeni çıkar ki, bugün dünya çapındaki muhatabı olduğumuz “Yeni Dünya” düzeni, kula kulluğun modernize(!) edilmiş hâli değil mi?
Türkiye başta olmak üzere, İslâm Âlemi ve bütün dünya, fert ile toplum arasında muvazene kurmak için bir ideolojiye, merkez fikre sahib olmak zorundadır ve bugün Büyük Doğu-İbda’dan başka bu talebi karşılayacak vasıta sistem yoktur ki; ferdî ve içtimâî meseleleri “Mutlak Fikir”e muhatab bir şekilde çözümler ortaya koyabilsin.
Helâl-haram ölçütlerinin bütün bir dünya görüşü içinde yerini bulacağını da gözardı etmeyecek olursak, mesele gelir ve “İslâm’a Muhatab Anlayış” dâvâsına ve bu anlayışın örgüleştirileceği dünya görüşü bahsine dayanır ki, tam da bunun üzerinde değil miyiz? Büyük Doğu-İbda ideolocyasının devlet modeli olan Başyücelik Devleti…
Başyücelik Hükümeti’nin diğer dâvâlarını dediğimiz gibi ilgili vekâletler bahsinde değerlendireceğiz.
Neticede
İcra kuvveti, kamu yönetiminin günlük yönetimi için yetkiyi ve sorumluluğu ele alan devlet gücü olarak tarif edilir.
Demokratik rejimlerde yetki ve sorumluk milletvekilleri içinden seçilmiş bakanlara aittir. Bu bakanların üzerinde başbakan ve onun da üzerinde devlet başkanı bulunur. Türkiye özelinde misâllendirecek olursak; genel seçimlerde en çok oyu alan parti, eğer ki yeter sayısı sağlamış ise, cumhurbaşkanı tarafından hükümeti kurmakla görevlendirilir. Genellikle de parti başkanının başbakanlığında hükümet kurulur ve bakanlık görevleri dağıtılır.
Milletvekili seçimleri beş yılda bir gerçekleşir ve Bakanlar, milletin vekili oldukları için hükümet olarak milletin günlük arzuları haricine çıkarak bir daha ki dönemde kabine dışında kalmayı göze alamazlar. Hâliyle de kanıksanmış olan her şey yerli yerinde kalır, köklü değişimler gerçekleştirilemez. Hükümet, millet tarafından seçildiği ve seçimlerde verilen oylar da medya tarafından manipüle edilmeye açık olduğu için, devlet otoritesi bir türlü tesis edilemez. Başıboşluk yürür gider…
Böyle bir sistem içinde, şiddetli tedbirler alarak “ruh ve ahlâk” dâvâsı güdebilecek bir hükümet olabilir mi? Türkiye’de son üç dönemde iktidarı elinde tutan Ak Parti’nin çeşitli meseleleri çözüme kavuşturmak adına attığı kararsız adımları gördük. Gelen tepkiler ve seçim anketleri, devlet ve milletin istikbâlinden daha önemli bir durumda maalesef…
“Hâkimiyet milletindir” zırvası gevelendiği sürece manzara bu… Hâkimiyet Hakk’ındır düsturuna gelecek olursak:
İbda Hikemiyâtına göre, İslâm inkılâbına talib olan Büyük Doğu-İbda, başlı başına ve müstâkil ideal kıymetinde bütün bir teşkilât ve devlet şekli gayesine sahibtir. Bu gayenin ismi Başyücelik Devleti ve teşkilâtıdır.
Teşkilât cebhesi Büyük Doğu İdeolocyası’nda gergef gibi nakışlandırılmış olan bu dâvânın fikir özü, bir topluluğu, o topluluk içindeki en üstün ruh ve idrak kahramanlarının emir ve idaresine teslim etmekten ibarettir. Açıkçası, her sahadaki idrak soylularının, bir hastahanede ilmî doktorluk hâkimiyeti gibi mutlak hegemonyasını kurmak…
Bu muazzam dâvâ yolunda en kısa ölçü şudur ki, halkı, kendi nefsini aşan hakikî hâkimiyet plânına çıkarmak için onu hakka esir etmekten ve başıboş kalabalıkları başı bağlı münevverler idaresine tâbi ve mahkûm kılmaktan başka yol yoktur.
*
Hâkimiyet milletindir yalanının, hürriyet adı altında nefse tutsaklığın, idealsiz ve fikir mihrakı olmayan lâik devlet modelinin insanlığı getirdiği vaziyet bugün ayan beyan ortada… Neyi istemediğimizi biliyoruz da, neyi istemediğimizi ifâde etmek için sarf ettiğimiz vakit ve enerjinin kaçta kaçını “neyi istememiz gerekir” suâlini yanıtlamak için sarf ediyoruz? Bu suâli lâyıkıyla yanıtlamanın vakti artık gelmedi mi?
Kaynak: Aylık Dergisi, Sayı 124, Ocak 2015