Başyücelik Devleti Para Sistemine Giriş

İTHAF

Birkaç ay evveldi; bir adam gördüm ekranda. Yıllardır Kayseri’de hamallık yapıyormuş. Alın terine ve emeğine mukabil kazandığı paraların bir kısmını biriktiriyormuş. İleride lazım olur kaygusuyla. Bir de karısını ameliyat ettirecekmiş. Bir gün lazım olup da parayı kullanmak istediğinde bir de ne görsün; otuz yıldır biriktirdiği paraların, son dönemlere ait olanlardan gayrısının artık geçmez olduğunu görmüş. Şaşkın bir vaziyette. Bu işten bir şey anlamamış. İşi bilen birisi enflasyondan, paranın değer kaybetmesinden, o eski paraların çoktan tedavülden kalktığından bahsetmiş. O yine şaşkın, yine anlamamış… Ekrana yansıyan yüz ifadesinden hamalın ne düşündüğünü tahmin edebiliyorum: “Eskiden bir servet ifade eden şu kadar para nasıl oluyor da bugün bir yığın değersiz kağıt yığınına dönüşüyor…”

Hamalın hikayesinden bir ay sonraydı. Enflasyon % 100’lere dayanmıştı, hükümetin karşılıksız para basması yüzünden. Kanal 7 televizyonu konuyla ilgili bir haber hazırlamıştı. Orada bir esnaf gördüm. Muhabirin, “devlet yeni bir yasa çıkaracakmış. Bu yasaya göre her yıl cebimizdeki paranın yarısına el koyacakmış; ne dersiniz?..” şeklindeki akıllıca ve kurnazca sorusuna esnaf şöyle cevab vermişti, aslında enflasyon nisbetinde cebindeki paranın değerine el konulduğundan habersizce: “Olur mu öyle şey, millet isyan eder!..”

Bu çalışmayı o hamal ve şu esnafın şahsında, yıllardır hükümetlerce karşılıksız basılan paralar nisbetinde elindeki satınalma gücü eksilen ve ne var ki bu ince iş “hırsızlığın” farkına bile varamayan saf Anadolu halkına ithaf ediyorum.

TARİHÎ SÜREÇTE PARANIN SEYRİ

Para icat edilmezden önce mallar birbirleriyle takas edilirdi. Bir mal veya hizmetin bedeli başka bir mal veya hizmet ile ödenirdi. Başlangıçta takasın bir güçlüğü yoktu. Zira işbölümünün henüz gelişmediği eski çağlarda kabileler geniş ölçüde kendilerine yeterliydiler. Ürettiklerini tüketiyorlardı. Bağımsız ekonomik birimler halindeki hane halkları için de durum böyleydi. Hem aileler hem de kabileler arasında mübadele seyrekti… İşbölümünün tedricen gelişmesiyle, yani sadece kendi için üretimden hem kendi hem başkaları (pazar) için üretime geçilmesiyle mübadeleler de çoğalmıştı. Artık az sayıdaki malların mübadelesinde arızasız işleyen takas usulü, mübadele edilecek mal sayısı ve miktarı arttıkça yetersiz kalmaya başlamıştı. Takasda, mübadele edilecek mallar hususunda taraflar çoğu zaman uyuşamayabiliyorlardı, değişim nisbetlerini belirlemekte güçlükler ortaya çıkabiliyordu ve bazı malların bölünememesi mübadeleyi imkansız kılabiliyordu…

Her toplum kendi değer yargısı ve şartlarına göre herhangi bir malı “hesap parası” olarak seçmiş ve böylece takasın güçlüklerini kaldırmayı ummuştu. Romalılar öküzü, Japon, İrlandalı ve Estonyalılar kuru balığı, Çinliler tarım aletlerini, Kızılderililer tütün ve deriyi, Koreliler pirinci, Moğollar çayı, Seylanlılar fili, Borneolular kafatasını, Afrikalılar tuz ve fildişini seçmişlerdi. Böylece takasın zorlukları kısmen de olsa aşılabiliyordu. Homer‘in şiirinde belirttiği gibi, 1 kadın 4 sığıra veya 2 kazan 1 sığıra eskisine göre daha kolay alınabiliyordu. Kadını alan, mukabilinde hesap parası sığırdan 4 tane veya 4 sığıra tekabül eden başka mallar verebiliyordu.

Hesap parası ne bir mübadele aracıydı ne de tasarruf aletiydi. Sadece değer hesabına yarayan mücerret bir ölçekti. Fakat onun da standart olmaması, bölünememesi, biriktirilememesi, dayanıksızlığı ve nadir olmamak gibi problemleri olabiliyordu. Bu problemler, ödeme vasıtası hizmeti görecek vasıtaların bakır, bronz, gümüş ve altun gibi madenlerden seçilmesini zorunlu kılıyordu. Gümüş ve altunun diğer madenlere nisbetle ayrıcalıklı yönleri vardı. İnsanlar takasın hantallığı ve hesap parasının zaafiyetinden kurtulmak için nadir, dayanıklı, biriktirilebilir, bölünebilir ve standartize edilebilir bir vasıta arıyorlardı ki, bu özellikler tabiî olarak bu iki madende mevcuttu. Mübadele vasıtası olmaya yaratılıştan uygundular… Başlangıçta bu madenler külçe, çubuk, halka veya kırıntı halinde para niyetine kullanılmaya başlandı. Ama ne bir otorite tarafından değeri garanti edilmişti ne de standart idiler. Her defasında tartılarak ve ayarına bakılarak el değiştiriyorlardı.

Tam anlamıyla paranın doğuşu altun ve gümüşün ayarı ve ağırlığı bir otorite tarafından garanti edilip basılmasıyla mümkün olmuştu. Bilindiği kadarıyla ilk para basımı 5 bin yıl öncesinden Hindistan’da görülmüştü. Aynı dönemde Mezopotamya ve Mısır’da da devletçe değerli madenlere damga vuruluyordu… M.Ö. 7. asırda Lidya kralı Gyges‘in yanları hafifçe yassıtılmış, yumurtayı andıran, eşit ağırlık ve ayardaki damgalı külçeleri, müteakip yüz yılda tedricen yassıtılarak iki bin yıl sürecek geçerli şekline kavuşuyordu.

Altun ve gümüş bir kez para olarak kabul edilmişlerdi ya, işte ne olduysa ondan sonra oldu. İnsanların nazarında metaların metaına, başka bütün metaları gizli olarak kendi nefsinde saklayan ve istenilen eşya ile istenildiği zaman değiştirilebilen büyülü birer vasıtaya dönüştüler… Her mala dönüşebildiklerinden bukalemun gibiydiler… “Sureten sanki hiçbir şey, manen sanki herşey” diler… Hem para hem mal niyetine talep ediliyorlardı. Yenilmese, içilmese, üstüne binilmese, altunda oturulmasa da, sadece zinet olarak kullanılsa da, yine de mal olarak talep ediliyorlardı. Sadece mübadeleye aracılık edecek bir vasıta olarak değil bizatihi kendileri için de istenmesi sebebiyle bu iki madenin parasal değerinin yanı sıra bir de mal değeri oluşuyordu. Fakat mal olarak altun ve gümüş ile para olarak altun ve gümüş birbirlerine kolayca dönüşebildiklerinden iki değerin her zaman eşitliği sözkonusuydu.

Parada aranan niteliklerden biri, her boy ödemeyi yapabilmesiydi. Maden para bu imkanı sağlıyordu. Günlük harcamalarda gümüş, dış ticarette ve değerli eşyanın mübadelesinde ise altun para ihtiyaca uygundu. Bronz, bakır ve tunç, küçük ödemeler için basılan paraların metalleri idiler.

Milletlerin takastan hesap parasına, hesap parasından metal paraya geçişi eş zamanlı değildi. Metal paradan tekrar hesap parasına veya takasa dönüş de görülüyordu. Bunun sebebi kıymetli maden yokluğu idi…

Madenî parayı yüzyıllarca kullanan Yunan ve Roma’nın varisi Avrupalılar Ortaçağ’da yeniden takasa dönmüşlerdi. Zira bu dönemde dünyanın kıymetli madenleri Önasya’ya toplanmıştı. Avrupa’da zaten az miktarda bulunan altun ve gümüşün ancak bir kısmı mübadelede kullanılıyor, geri kalanı ise kiliselerde puta çevriliyordu. Burada uygulanan takasın eskisinden farkı “pfond” olarak adlandırılan mücerret bir hesap parasına dayanmasıydı. Böylece Avrupa’da mübadele farazî bir para değerine dayandırılmış ve bu sistem Avrupa’da tam bin yıl, Anglosakson ülkelerinde ise daha uzun varlığını sürdürmüştü.

“Batı dünyasının azlığından dolayı büyük sıkıntılar çektiği bu dönemde Uzakdoğu paralarla adeta oyunlar oynuyordu.” Çin de Avrupa gibi kıymetli maden sıkıntısı çekiyordu ama şansına küsmüyor, alternatif mübadele vasıtaları arıyordu. Bu hususta ise pek mahirdiler. Kâğıt para niteliğini haiz bakırdan, deriden, ipekten paralar basıyorlardı. Paranın bu türünü daha önce Persliler de denemişti. Hz. Ömer‘in deve derisinden para yapma fikri ise kuvveden fiile geçememişti.

9. asrın başında kağıdın icadıyla Çin hükümdârı Hsien-Tung ilk kağıt parayı piyasaya sürdü (806). Elden ele süratlice geçmesinden dolayı bu paralar “uçan para” olarak ün saldı. 935 yılında baskı aletleri yapılınca kaime basım işini ona havale ettiler. Başlangıçta kaimeler belirli miktarda çay, tuz, ham ipek ve maden değerine uyum gözetecek şekilde basılmıştı. Ne var ki, 10. yy’da aç gözlü devletin T.C. gibi piyasaya alabildiğine kaime sürmesi, pahalılığı görülmemiş boyutlara çıkarmış, üretim ve ticaret felce uğramıştı… Moğollar aracılığıyla 13. yy’da Anadolu’ya kadar uzanan kağıt para Seyyah Marco Polo‘yu oldukça şaşırtmıştı: “Altunu kağıtla değiştirmeyi başaran Moğollar, gerçek filozof taşını bulmuşlardır.”

Batı’da piyasa ekonomisinin ve ona bağlı olarak ticaret hacminin tedricen artması daha fazla parayı gerekli kılıyordu. 16. ve 17. asırlarda dünyanın kıymetli madenlerinin Avrupa’ya akıtılması bile ihtiyaca yetmiyor, bir yerden sonra para kıtlığı piyasa ekonomisinin gelişmesine engel teşkil ediyordu. Nitekim o dönemlerde muazzam genişlikteki alanlarda hala, takas genel kural olarak varlığını sürdürüyordu… Çok ilginçtir ki, geçmiş çağlarda altun ve gümüşün para olarak seçilmesi onların nadirliklerinden dolayı idi. Şimdi ise kaderin bir cilvesi olarak onların nadirliği, tabiî şartlardan dolayı arzlarının yeterince arttırılamayışı, alternatif para –mübadele aracı– arayışını gündeme getiriyordu. Bu para banknottu…

17. asrın ortalarında Stockholm Bankası’nı kuran Palmstruck tarafından icat edilen banknot 1694’te İngiltere, 1715’te Fransa, 1764’te Almanya tarafından kullanılmaya başlandı. Onları başka ülkeler takip etti.

Banknot bire bir karşılığı bulunan ve onu çıkaran bankalar (sonraları Merkez Bankaları) tarafından istenildiği anda kıymetli madene çevrilebilen temsilî paraydı. Bankalar, bütün insanların aynı anda ölmemeleri gibi bütün banknotların altuna çevrilme talebiyle bankaya gelmeyecekleri varsayımı altunda kıymetli maden rezervlerinin birkaç katı banknot emisyonu yapıyorlardı. Meselâ 1783’de İngiltere bankasının altun rezervi 1,3 milyon sterling olmasına karşılık çıkardığı banknot miktarı 7,7 milyon sterlingti. Kaydî para dolaşımı ise banknot emisyonunun birkaç katıydı.

Temsilî para (banknot), altun ayarında değer ölçüsüydü. Mübadele aracı fonksiyonunu madenî sikkelerden daha iyi yapıyordu… Önce dış ödemelerde altun, banknot ve kaydî para gümüşe ikame edildi. Altunla birlikte toptan ticarette kullanılan banknot, perakende alım satımlarda da dolaşıma girerek gümüşün saltanatına son verecek süreci başlattı. Dış ticarette ve kısmen iç ticarette gümüş kullanılmasına ve buna bağlı olarak talebinin düşmesine mukabil, aynı dönemlerde arzının da artmasıyla gümüş fiyatları düşmeye başladı. Gümüşün giderek yükte ağır, pahada hafif mübadele aracı durumuna geçmesiyle bir çok ülke Gümüş Tek Metal Sistemi’nden Altun Tek Metal Sistemi’ne veya Çift Metal Sistemi’ne geçti. Altun Tek Metal Sistemine geçen ülkelerin gümüş sikke basımını tahdit etmeleri ve ona bir kabul haddi koymaları gümüşe olan talebi ve değerini daha da düşürdü… Gümüşün değerinde süregiden istikrarsızlık Çift Metal Sistemi’nin işlerliğini bozunca ülkeler bir bir Altun Tek Metal Sistemi’ne geçtiler. Bu süreç gümüşün paralığına son verdi ve onu mallardan bir mal durumuna düşürdü.

Altun paranın durumu da pek parlak değildi. Emisyon kurumlarının çıkardıkları banknotlar kabarık yekunlara erişince, “kötü para iyi parayı kovar” kuralınca insanlar carî ödemelerinde banknot kullanmayı tercih ediyor, altunu ise gömülüyorlardı. Bu durum para piyasasında banknotun hakimiyetini daha da pekiştiriyordu.

Banknot sistemi olağan şartlarda arızasız işliyordu. Fakat onun da bir zayıf noktası vardı. Savaş ve iktisadî kriz dönemlerinde paniğe kapılan insanlar ellerindeki banknotu altuna tahvil ettirmek için Merkez Bankaları’nın önünde kuyruk oluşturuyorlardı. Oysa piyasadaki banknot miktarı altun stoklarının çok çok üzerinde bulunduğundan, pratik olarak bütün banknotları bire bir altuna tahvil etmenin imkanı yoktu. Bu imkansızlık sebebiyle hükümetler banknotun altuna tahvilini geçici olarak durduruyorlar ve para sisteminin çökmesini engellemeye çalışıyorlardı. En son I. Dünya Savaşı’nda baknotun altuna çevrilebilirliği kaldırılmış ve cebrî tedavül hükümleri yürürlüğe girmişti. İktisadî faaliyetlerini idame ettirmek için insanların para vasıtasına ihtiyaçları vardı ve banknotun karşılığı durduruldu diye hiç kimsenin bu araçdan vazgeçme niyeti yoktu… I. Dünya Savaşı’nın belki de en önemli yönü, sonraki yıllarda bütün dünyada görülecek kağıt paranın kabulüne vesile olmasıdır. Zira tedavül eden banknotun teorik olarak bire bir altun karşılığı bulunsa da savaş süresince altuna tahvili kaldırıldığından adeta kağıt paraya dönüşmüştü; pratikte hiçbir karşılığı yoktu. (Günümüzde banknot ile kağıt paranın eş anlamlı kullanılması alışkanlık icabıdır, gerçekte ikisinin arasında altun karşılığı bulunup bulunmama gibi önemli bir fark vardır.)

I. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa ülkeleri gerek altun rezervlerinin yetersizliğinden, gerekse Altun Tek Metal Sistemi’nin zaaflarından dolayı bu sistemi terkederek Altun Külçe Sistemi’ne geçtiler. Bu sistemde banknot yine altuna çevrilebilecekti, fakat eskisinden farkı bu hakkın büyük miktarlar için sözkonusu olmasıydı. Meselâ bu miktar İngilterede 12,5 kg. Fransa’da ise 12 kg. altundu. Böylece bir defada bu kadar altuna çevrilebilecek banknot sahibi çok az kişi bulunabileceğinden bir bakıma banknottan kağıtparaya geçişe kapı açılıyordu. Bir diğer fark ise bu sistemle artık binlerce yıl para olarak kullanılagelen altun sikkelerin tedavülünün kaldırılmasıydı… Bu süreç, 10 yıl sonra, 1930’larda dünya ülkelerinin altun standardını terketmeleri ve tam anlamıyla kağıt paraya geçmeleriyle son buldu. Yalnız dünya altun stokunun önemli bir miktarına sahip olan ABD ve İngiltere altun standardını ama sadece dış ödemelerde geçerli olmak kaydıyla korudular. Önce İngiltere, 1971’de ise Amerika’nın altun standartını terki ile altun uluslararası dış ödeme vasıtası olma fonksiyonunu da yitirdi. Bununla birlikte ülkeler çoğu zaman kullanmasalar da dış ödemelerde lâzım olabilir ihtiyatıyla Merkez Bankalarında altun stoku bulundurmaya devam etmektedirler.

KAĞIT PARA İLE MADENÎ PARANIN MUKAYESESİ

Tam anlamıyla para sayılmayan “hesap parası” sözkonusu edilmezse, tarihî süreçte esas itibariyle iki tür para ortaya çıkmıştır: Birincisi zatî değeri satınalma gücüne eşit olan altun ve gümüş içerikli “madenî para”, diğeri ise hiç bir özdeğeri bulunmayan “itibarî-nominal para” dır…

Metal para taraftarları ile nominal para taraftarları, İslâm hukukçularının deyişiyle “tabiî paracı” lar ile “ıstılahî para” cılar arasındaki çekişme yüzyıllardır süregelmektedir… Aristo, Jacques Turgot, Merkantilist ve Klasik iktisatçıların ekserisi, onların takipçileri, 20. yy’da “para sihirbazı” namlı Hjalmar Schacht, Fransa eski devlet başkanı Charles de Gaulle ve bizden Ahmet Tabakoğlu başta olmak üzere İslamcıların ekserisi madenî parayı veya onunla birlikte kıymetli madene çevrilebilir banknotu savunurken; Eflatun, Louis Baudin, Albert Aftalion, Gaeton Pirou, Hawtrey, “devlet para teorisi” nin kurucusu G. Friedrich Knapp, Friedrich Bendixen ve Liefman gibi bir çok ünlü isim ise itibarî parayı tercih etmektedirler.

Metallistler, zatî değeri bulunmayan hiç bir maddenin insanlar tarafından para olarak kabul edilmeyeceğini; değersiz bir madde için “bunu para sayınız, değeri olsun” denilemeyeceğini; değeri olmayan bir şeyin değeri olanla (yani mal ve hizmetlerle) değiştirilemeyeceğini; paranın mücerret kavram halinde, maddeye dayanmayan bir değerinin oluşmayacağını; ancak yasal değeri zatî değerine eşit paraların “gerçek para” sayılabileceğini, aksi halde o paranın “düzmece para” olacağını ve bunun da ancak paranın bir fonksiyonunu, mübadele aracı olma fonksiyonunu, yerine getirebileceğini, değer ölçme ve saklama fonksiyonlarını ifa edemeyeceğini ve benzeri hususları iddia ediyorlardı. Bu iddiaların yerinde olmadığı, paraya resmen atfedilen değer ile paranın gerçek satınalma gücü arasında ahenk bulunduğu sürece, ödeme vasıtalarının standart kıymet ölçüsü olarak yapabilecekleri hizmet bakımından madenî paralar ile kağıt paralar arasında bir fark bulunmadığı 20. asırda müşahede edildi…

Metallistlerin en esaslı iddiası, kıymetli madenî para değerinin istikrarlı olduğu ve ama buna mukabil itibarî paranın sürekli değer erozyonuna uğrayacağı idi. Zira paranın değeri ile miktarı ters orantılıdır. Mal miktarına nisbetle para arzı fazlaysa fiyatlar yükselir, bir başka deyişle paranın satınalabileceği mal miktarı azalır, yani değeri düşer. Nominal parayı, meselâ kağıt parayı artırmanın hiç bir maliyeti olmadığı için hükümetlerce alabildiğine artırılma ve böylece para değerinin düşme ihtimaline karşın madenî paranın böyle bir zaafı yoktur. Onun arzı hükümetlerin keyfi tutumuyla değil, ancak tabiî şartlar çerçevesinde ve belli bir maliyete katlanılarak artırılabilir. Kıymetli madenin piyasa fiyatı, üretim maliyetine bağlıdır. Her ne kadar arz-talep etkisiyle piyasa fiyatı üretim maliyetinin üstüne çıksa veya altuna inse de, er geç dengeye dönülür; piyasa fiyatları maliyetlerin altuna düşünce maden ocaklarında üretim durdurulur, tersi durumda daha az verimli maden ocakları üretime geçirilir. Dolayısıyla ne kıymetli maden (altun ve gümüş) arzını ne de maden içerikli para arzını belli bir noktadan sonra artırmak mümkündür.

Para değerinin istikrarı açısından madenî paranın itibarî paraya üstünlüğünü savunan metallistlerin haklılığı tecrübeyle sabittir. Büyük İskender dönemi Ege bölgesi, “dört halife” dönemi Hicaz bölgesi veya 16. ve 17. asır Avrupası örneklerinde görüldüğü gibi altun ve gümüşün fetih veya sömürge yoluyla belli bir bölgeye yığılması ve böylece para miktarının mal arzına nisbetle fazlalaşmasından kaynaklanan değer düşüşleri istisna kabul edilirse, tarihî süreçte madenî paraların değer bakımdan oldukça istikrar arzettikleri görülmüştür. Ama buna mukabil tercübeler göstermiştir ki, itibarî paralar umumiyetle değer kaybetmiştir…

Nominalistlere göre madenî paraların geçerliliğini sağlayan, bunların ödeme aracı olarak satınalma gücüne beslenen güvendir. Kabul etmek alışkanlığıdır. Alışkanlık ise psikolojiktir ve zamanla yerleşir. Aynı güven ve alışkanlığın kağıt paraya da olmaması için bir sebeb yoktu. İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “Parakutâ” da belirttiği üzere, “para sosyal bir anlaşma ile meydana gelmiştir; herhangi bir madde para olarak kullanılırsa, bütün insanlar bunun zâtî kıymetine inanmasalar bile ona kıymet atfederler. Muayyen bir madde ile mal satmak ve satın almak mümkün olduğu müddetçe, insanlar muamelelerini bu madde ile yapmaya razı olacaklardır.” Nitekim öyle olmuştur.

Nominalistler, metal paraların değer ölçme ve saklama fonksiyonlarını gerçekleştirmelerini ve buna mukabil kağıt paranın değer erozyonuna uğramak tehlikesini, metal para lehine yeterli bir gerekçe saymamışlardır. Üstad Necip Fazıl’ın belirttiği üzere, hükümetin keyfi para basma selâhiyetini kaldıracak ve onu hükümet üstü bir müeyyideye bağlayacak bir kanun ile sözkonusu tehlikenin önü alınabilir. Kaldı ki, iktisadî hayatın tanziminde para değerinin istikrarı (fiyat istikrarı) yegane mülahaza ve arzu edilen yegane hal değildir. Zira “azalan verim yasası” nın etkisiyle, fiyat (paranın değeri) istikrarı ile tam istihdam seviyesinin idamesi birbirleriyle bağdaşmazlar: “Ekonomi genişlerken gittikçe daha az verimli topraklar ve madenler işletilmeye ve daha ehliyetsiz insanlar çalıştırılmaya başlanır. Bu durum marjinal maliyetleri ve dolayısıyla fiyatları yükseltir. Eğer fiyatların yükselmesi önlenecek olursa, ekonominin büyümesi durur ve işsizlik başlar.”

Prof.Dr. Mükerrem Hiç, kağıt para rejiminin altun sistemine tercih edilmesinde şu gerekçeleri sayar: “Kağıt para rejimi, elastikiyeti dolayısıyla para arzının ekonomiyi düzenleyici ve tam istihdam gibi belirli amaçlara yöneltici bir politika aleti olarak kullanılması için en elverişli bir para sistemi teşkil etmektedir. Halbuki, altun sistemi daha az elâstik olduğu cihetle, gerçi hükümetlerin suistimallerine karşı kağıt para rejimine kıyasla daha kuvvetli bir mani teşkil etmektedir; fakat aynı özelliği dolayısıyle bu sefer para arzının bir politika aleti olarak kullanılması imkanları kısıtlıdır. (…) Ayrıca altun sistemi, işleyişindeki bazı önemli aksamalar dolayısıyla da tenkit konusu yapılmaktaydı. Nitekim, altun sisteminde toplam para arzı ve dolayısıyla ekonomi, yeni altun madenlerinin keşfi, altun üretiminde teknik terakkî diğer ülkelerin altun alım satım politikaları gibi tamamen “kontrol” dışı olan faktörlerin etkisine maruzdur. Altun üretiminde başta gelen ülkeler, Güney Afrika, ABD, Kanada, Rusya ve Avustralya’dır. Kağıt rejiminde ise toplam para arzı tamamen “kontrol” altuna alınabilir.”

Kağıt para arzının tahditsiz artırılabilmesi, paraya ekonomide istikrarlı bir gelişme ve tam istihdamı sağlayacak bir rol vermekte ve paranın, ekonominin hizmetine sunulmasını mümkün kılmaktadır… Her ülkenin millî ekonomi içinde dolaşan parasını dilediği gibi yürütmesi, uluslararası taahhütlerine bağlı kalmak kaydıyla ülke içinde tam bir serbestiyete sahip olması ve yine ödemeler dengesine istikrar sağlayacak çeşitli kambiyo rejimleri uygulayabilmesi kağıt paranın sağladığı diğer avantajlardır.

Bütün bunlara ilaveten 80 bin ton olduğu sanılan dünya altun stokunun, değil ülkelerin ihtiyaç duyduğu para miktarını karşılaması, uluslararası ticareti döndürmeye bile kafi gelmeyeceği gerçeği, ülkelere kağıt-itibarî parayı seçmekten başka alternatif bırakmamaktadır. Zaten tarihî süreçte ülkelerin önce madenî paranın ayarını veya ağırlığını düşürmeleri, sonra temsilî para emisyonuna başvurmaları ve nihayet kağıt para rejimine geçmelerinde, kıymetli maden yetersizliği önemli bir rol oynamıştır… Bütün bunlara rağmen Dr. Schacht‘ın tesbitine katılıyoruz: “Bugün de, yarın da, değer ölçüsü olarak altundan vazgeçemeyiz.” Çünkü resmî para vasfı iptal edilmiş olsa da o halkî-tabiî paradır.

BAŞYÜCELİK PARASI

Yukarıda zikredilen gerekçelere istinaden Başyücelik Devleti için kağıt para standardı öngörülecektir.

Kağıt para çıkartma (emisyon) yetkisi Hazineye, Merkez Bankası’na veya devletin yetki vereceği herhangi bir malî kuruma ait olabilir. “İktisat ve Ahlak” da bu yetki Başyücelik Merkez Bankası’na verilmektedir… Küçük ve kesirli ödemelerde kullanılan ve kağıt paranın yardımcısı sayılan “ufaklık para” çıkartma yetkisi ise teamüle uygun olarak Hazine’de bırakılabilir. Belli bir kabul haddiyle tedavül edecek ufaklık paranın itibarî değeri ile içerdiği maden miktarının değeri arasındaki fark Hazine’ye gelir kaydedilir.

Kağıt para ile ufaklık paranın ikisi birden Başyücelik Devleti’nin “aslî para” sını oluşturur.

Geçiş döneminde paraya dair ilk iş, erozyona uğramış Türk para birimi lira ve kuruş’un yerine yeni bir para birimi ihdas etmektir. Zira “kuruş” zaten kullanılmaz olmuş, “lira” ise uzun zamandan beri standart değer ölçüsü ve değer biriktirme fonksiyonlarını ifa edemediği gibi, insanların nazarında pula dönmüş, itibar ve güven kaybetmiştir. İtibarî bir paranın paralık vasfını koruyabilmesinin en önemli şartı “kanunî tedavül mecburiyeti” nden ziyade kendisine duyulan güvendir. Dolayısıyla paradan birkaç sıfır atarak “yeni lira” ya geçmektense yeni bir para birimi ihdas ederek Türk para birimine karşı halkın süregelen güvensizlik ve menfî tutumunun önü alınabilir ve para davasına psikolojik avantajla başlanabilir… İkinci mesele ise yeni para birimine istinaden çıkartılacak yeni paranın makul bir sürede ve belli esaslar dairesinde eskileriyle değiştirilmesidir.

(Sözgelimi, “ayakta duran, mevcut, baki, yerine koymak, uzun bir kağıda yazılan ferman, kitap yaprağı, kağıt para…” manalarına gelen “Kaim” kelimesi Başyücelik para birimi olarak kabul edilsin. Alt birim olarak da, “katı, sert, serin, sağlam, yaprak, göğüs, şimşek çakması, arlama, yıldırım, zinetlenme…” manalarına gelen “Berk” tercih edilsin. Onluk sisteme istinaden (1 Kaim = 100 Berk) eşitliği sözkonusu olsun… Psikolojik ve ekonomik birçok fayda devşirmek ve sıradan bir insanın bile hesap yapmasını mümkün kılabilmek amacıyla şimdiki paradan 6 sıfır atmakla eşanlamlı olacak şekilde 1 Kaim’in 1 milyon liraya eşit olduğu farzedilsin… Buna göre (1 Kaim = 100 Berk = 1 milyon lira) eşitliği sözkonusu olacak ve artık bu eşitliğe istinaden yeni fiyatlar ve eski parayla Başyücelik parasının değişim oranları belirecektir…)

Merkez Bankası’nın hangi şartlar ve yöntemler ile para çıkaracağı meselesine ileride değineceğiz…

KAYDÎ PARA

Kaydî para, bankalar aracılığı ile aslî para (efektif) kullanmaksızın tedavül eden satınalma gücünü ifade eder. Hangi tip mevduatın kaydî para sayılacağı o mevduatın, paranın mübadele aracı olma fonksiyonunu başarabilmesiyle ilgilidir. Bu esasa göre vadeli mevduat, vadesinden önce sahibi (mudî) tarafından kullanılamadığı için kaydî para sayılmaz. Ama vadesiz mevduat, çek ve virman yardımıyla her zaman tedavül edebileceği cihetle kaydî paradır. Bugün kabul edilen görüşe göre sadece çeke tabi vadesiz mevduat değil her türlü vadesiz mevduat kaydî paradır._

Mevzuun anlaşılması bakımından vadesiz mevduatın tedavül vasıtası “çek” olsun. Çek, herkes tarafından kabul edilen bir mübadele vasıtası yani para değil, kabulü ihtiyarî olan bir ödeme emridir. O sadece borçların ödenmesinde herkes tarafından kabul gören vadesiz mevduatın (kaydî paranın), kayıt yoluyla tedavülünü sağlayan bir vasıtadır… Üzerine çek çekilen ve çekte yazılı meblağı alacak olan şahsın (çekin lehdarı) çeki, bankadaki kendi hesabına kaydetmesi suretiyle mevduatın tedavülü sağlanır ve böylece araya aslî para girmeden ödeme bir kayıt yoluyla gerçekleşmiş olur. Mevduatın tedavülü ile yapılan bu tür ödemeler sonucunda ne toplam mevduat ne de halkın elindeki aslî para miktarı değişir. Her ikisinin, yani aslî para ile vadesiz mevduatın (kaydî para) toplamı olan para arzı da aynı kalır. Şayet çekin lehdarı tarafından para olarak çekilmesi sözkonusu ise artık mevduatın tedavülünden bahsedilemez; o mevduat tasfiye edilmiştir. Bu takdirde toplam mevduat azalacak ve ama halkın elindeki aslî para aynı miktarda artacaktır. Para arzı ise yine değişmeyecektir.

Müşterilerin bankalara para yatırarak açtıkları mevduata “birincil veya ilk mevduat” denilir. Bu bakımdan biz de birincil vadesiz mevduata, “birincil kaydî para” diyeceğiz… Birincil kaydî paranın azalması, halkın elindeki aslî paranın bu azalış miktarınca artması anlamına geldiğinden veya tersi, kaydî paranın artması halkın elindeki aslî paranın bu artış miktarınca azalması demek olduğundan, birincil kaydî paradaki artış veya azalış para arzı toplamını etkilemez; sadece para arzının aslî para/kaydî para bileşimi değişir.

Vadesiz mevduatın doğrudan nakit çekilmesi yoluyla veya hesap çeke tabi ise keşide edilen çekin lehdar tarafından banka nezdinde paraya çevrilmesinin istenmesi yoluyla her an tasfiye edilmesi ihtimal dahilinde olsa da, bankalar uzun tecrübeler sonunda, vadesiz mevduat hesaplarının büyük değişiklikler göstermediğini müşahade etmişlerdi. Bazı hesaplar tasfiyeye uğrasa yani bankadan para çekilse de, bu yolla azalan kasa mevcudu, açılan yeni mevduat hesaplarıyla telafi edilebiliyordu. Sistem, bir taraftan muslukla doldurulan, diğer taraftan bir başka muslukla boşaltılan ve ama her zaman istikrarlı bir su seviyesi bulunan havuz örneğine benzetilebilir. Elverirki, kasa istikrarını bozucu umumi bir panik olmasın… Bu durumda kasa mevcuduna istinaden bankaların mevduat hesabı açmak suretiyle kredi verme imkanları doğacaktır. Şayet mevduatlara hiç karşılık ayrılmasa ve vadesiz mevduat mütemadiyen kayıt yoluyla tedavül etse, (yani bankacılık sisteminin dışını aslî para “sızmasa”) bankaların, birincil vadesiz mevduata istinaden yeni vadesiz mevduat (ki buna tâlî veya müştak vadesiz mevduat, bir başka deyişle “müştak kaydî para” denilir) üretme imkanları teorik olarak sonsuz olacaktır. Fakat tatbikatta mevduata “zorunlu-yasal karşılık” ayrılması, bankanın günlük kasa giriş çıkışlarını ayarlamak için bir miktar “kasa ihtiyatı” tutması, belli bir oranda “sızıntı”nın (yani halkın kaydî para yerine aslî parayı tercihi) sözkonusu olması gibi hususlar kaydî para üretilmesine bir sınır getirmektedir. İkinci olarak bankaların kaydî para üretmeleri, müteşebbislerin kredi talebine bağlıdır… Şimdi bankacılık sisteminin dışına para sızmadığı, ihtiyat ve kanunî karşılık nisbetlerinin % 20 ve kredi talebinin yeterince mevcut olduğu varsayımı altunda kaydî paranın nasıl üretildiğini bir örnekle görelim. Kolaylık olması açısından ülkedeki tüm bankaların tek bir bankanın şubeleri durumunda olduğunu düşünelim: Banka kendisine yatırılan 1.000 liralık çeke tabi vadesiz mevduatın (birincil mevduat) % 20’si olan 200 lirayı karşılık olarak ayırır ve kalan 800 lirayı talep eden müteşebbislere çeke tâbi vadesiz mevduat (tâlî-müştak mevduat) hesabı açmak suretiyle kredi olarak verir. İkinci aşamada, bu 800 liranın % 20’si olan 160 lirayı karşılık olarak ayırır ve kalan 640 lirayı aynı şekilde kredi olarak verir. Üçüncü aşamada 640 liranın % 20’sini ayırır ve kalan 512 lirayı kredi olarak verir… Bu süreç sonuna kadar işletildiğinde banka 4.000 (800+640+512+………….=4.000) liralık kaydî para üretmiş olur. Bu 4.000 liralık müştak kaydî paraya, 1.000 liralık birincil kaydî para da eklenecek olursa, neticede banka karşılık tuttuğu 1.000 liraya istinaden toplam 5.000 liralık kaydî para meydana getirmiş olur… Meseleye para arzı bakımından bakacak olursak, halkın elindeki aslî para 1.000 lira azalmış (ki bu miktar yasal karşılık ve ihtiyat olarak tutulmaktadır) ve ama buna mukabil kaydî para miktarı 5.000 liraya çıkmıştır. Buna göre toplam para arzı da ikisinin farkı olarak 4.000 (5.000-1.000) lira artmıştır.

Merkez Bankası’nın para arzını artırmak gayesiyle piyasaya sürdüğü yeni paraların vadesiz mevduata yatırılan kısmı da aynı şekilde onun bir kaç katı kaydî para oluşumuna imkan verir; böylece toplum para arzı, müştak kaydî para hacmince yükselmiş olur. Şayet Merkez Bankası emisyon hacmini daraltırsa, bu sefer mekanizma tersine işler ve süreç sonunda para arzı, piyasadan çekilen aslî paranın birkaç katı kadar azalır…

Bilindiği gibi madenî para standardında para arzı tabiî şartlara bağlı olduğundan istenilen nisbette artırılamıyordu. Oysa piyasanın paraya ihtiyacı vardı. Bunu çare olarak altuna çevrilebilir temsilî para (banknot) devreye sokuldu. Şayet bankalar tarafından çıkartılan her banknotun tam altun karşılığı bulunsaydı, para arzı yine değişmeyecek, piyasadan çekilen her altunun yerini ona eşit miktarda banknot alacaktı. Dolayısıyla para arzını artırabilmek için, mademki madenî para artırılamıyordu, banknot emisyonunu artırmaktan başka çare yoktu. O zamanın kaydî parası (daha doğrusu kaydî paranın tedavül vasıtası) banknotun üretiliş mekanizması, yukarıda zikredilen kaydî para üretme mekanizmasına benzemekteydi. Bankalar emisyon rejimine istinaden altun stoklarının (kasa mevcutlarının) birkaç katı banknot çıkarabiliyorlardı. Piyasanın para ihtiyacını karşılamak için banknot üretilmesi iyi düşünülmüş bir yöntemdi. Fakat bu yöntem, bankalarca istismar edilebiliyor ve yeterince karşılık ayrılmaması sistemin geleceğini tehdit ediyordu. Bunun üzerine münhasıran emisyon yetkisi, sonraları Merkez Bankasına dönüşecek tek bir bankaya verilmişti.

Banknota rağmen genişleyen piyasanın para ihtiyacı yine de karşılanamıyordu. Zira madenî para arzı tabiî şartlar tarafından tahdit ediliyor, banknot ise altuna çevrilebilirliğinden dolayı ancak belli bir had dahilinde artırılabiliyordu. Çare olarak, bir zamanlar altun mukabili banknot üreten bankalar bu defa da bir bakıma aslî paraya dönüşen banknot (ve altun) mukabili açılan vadesiz mevduatlara istinaden kaydî para üretmeye başladılar. Böylece banknot kullanmaksızın ödemeler kayıtlar üzerinde yürütülebilmekteydi. Çekin yaygın kullanıldığı ülkelerde (meselâ İngiltere’de) bankaların kaydî para üretme imkanları daha fazla idi. Toplam para arzı böylece üretilen kaydî para miktarınca artıyordu. Tabiî bu arada bankalar da ürettikleri kaydî para nisbetinde yüklerini tutuyorlardı. Şöyleki, banka belli bir faiz ile topladığı vadesiz mevduatlara (ki, günümüzde vadesiz mevduata artık faiz ödenmiyor) istinaden açtığı kredilerden faiz geliri elde etmektedir. Ne kar çok kaydî para üretebilirse faiz kazancı da o nisbette artmaktadır. Meselâ % 4 ile topladığı 1.000 liraya istinaden 3.000 liralık kaydî para üreten banka, bunu % 5 faizle kredi olarak verdiğinde toplam 150 liralık faiz elde eder. Bunun 40 lirasını birincil vadesiz mevduat sahibine ödedikten sonra net kazancı 110 lira olur…

Mademki kaydî para üretilmesi para arzını artırmak bakımından gerekliydi, (faizin gayrı meşruluğu bir yana) şüphesizki, kaydî para üretmenin sağladığı yüksek kazançlardan dolayı bu hakkın mahdut bir azınlığa (bankalara) değil, bütün toplumu temsil mahiyetindeki devlet veya kamu bankalarına bırakılması daha adilane olurdu. Fakat ne devleti ekoniminin dışına iten liberal sistem ne de sistem içinde önemli bir iktisadî güç haline gelen kapitalist bankacıların çıkarları buna izin verebilirdi…

Görüldüğü üzere madenî para standardında bankalara kaydî para üretme yetkisi verilmesinin “para arzını artırma” gibi nisbeten haklı sayılabilecek bir gerekçesi sözkonusuydu. Ama kağıt para standardına geçildikten sonra bu gerekçenin gerekçeliği kalmamıştır. Zira kağıt para standardında, para ünitesi kağıt gibi maliyeti ihmal edilecek kadar az olan bir maddeden yapılmaktaydı ve basılacak para miktarının maden standardında olduğu gibi dışardan empoze edilen bir sınırı bulunmamaktaydı; emisyon yetkisine sahip Merkez Bankası para arzını piyasanın ihtiyacı nisbetinde artırabilirdi. Fakat buna rağmen bankaların kaydî para üretme yetkilerine önemli tahditler getirilemedi. Devletler bankacıların çıkarını kendi çıkarlarından üstün tuttular. Merkez Bankalarının (kağıt) para ihracını bir çok kayıt ve şartlarla tahdit eden devletler, aynı fonksiyonu ifa eden kaydî paranın önemli nisbette üretilmesine izin veriyorlardı. Elbetteki Salih Mirzabeyoğlu’nun tesbitiyle, bu “manasız ve tezatlı bir hareketti.” Gerçi tatbikatta alabildiğine kaydî para üretilmesini engelleyen bir mekanizma vardı; bankaların mevduatları mukabilinde belli nisbette “karşılık” bulundurmak mecburiyetleri sözkonusuydu. Fakat yine de bankalar aslî paranın birkaç misli kaydî para üretebiliyorlardı. Meselâ günümüzde, İngiltere ve Amerika’da toplam para arzının % 80 gibi önemli bir kısmını kaydî para oluşturmaktadır…

Kaydî para bir kaç bakımdan savunulmuştur. Birincisi, kaydî para ne fazla ne eksik, iktisadî faaliyetlerin gerektirdiği miktarda olur. Bankalar keyfi olarak satınalma gücü meydana getirmemekte, bilakis piyasanın para ve kredi ihtiyacı bankaları kaydî para üretmeye zorlamaktadır. Yani kaydî para miktarı satınalma gücü talebinin sebebi olmayıp neticesidir. “Para talebi prensibi”nin ifadesi olan bu gerekçe, yukarıda belirtildiği üzere tedavüldeki madenî sikkelerin yetersiz olduğu “maden para standardı”nda geçerlidir. Fakat “kağıt para standardı”nda Merkez Bankasının emisyon hacmini “para talebi prensibi”ne istinaden ayarlamasını engelleyecek bir sebeb bulunmadığından, sözkonusu gerekçenin anlamı kalmamıştır.

Birinci gerekçeyle beraber düşünülen ikinci bir gerekçe ise kaydî para imkanlarıyla bankaların, üretim projelerinin finansmanını kuvvetlendireceğidir. Biz kaydî para üretilmeksizin de aynı fonksiyonun kağıt para standardında eda edilebileceğini savunacağız.

Üçüncü olarak kaydî para, “para piyasası”nın gelişmesini mümkün kılmaktadır.

Nihayet aslî paraya nisbetle kaydî para pratik kolaylıklar sağlamaktadır. Kaydî para nakit olarak çekilip kullanılabileceği gibi, bankaya bir ödeme emri yazılarak veya çek keşide edilerek de kullanılabilir. …zellikle hesabın çeke tâbi olması halinde hesap sahibinin para taşıma, saklama, büyük ödemelerde parayı sayma, küçük ödemelerde kûsuratı sağlama ve benzeri külfet ve tehlikelerden kurtarması gibi avantajlar sağlamaktadır. Kasa hesabı tutma işini bankanın yapması da bir diğer kolaylık…

Kaydî paranın mahzurlarına gelince, evvela kaydî para üreten bankaların önemli miktarda (haksız) kazanç elde etmeleridir ki, böylece servet bir kesimde toplanmaktadır… İkinci olarak para arzının bir unsuru olan aslî para doğrudan Merkez Bankasının kontrolünde iken, diğer unsuru olan kaydî para daha ziyade bankaların kontrolündedir. Merkez Bankası ancak bir takım vasıtalarla kaydî para (kredi) hacmine etki edebilmektedir. Bu ise para politikasının etkinliğini zayıflatmaktadır. Aynı çerçevede kaydî para üretiminde bankaların sorumsuz hareketleri iktisadî çalkantılara ve para sisteminde düzensizliklere yol açmaktadır…

BAŞYÜCELİK DEVLETİ’NDE KAYDÎ PARA

Müsbet yönleri ve sağladığı avantajlar bakımından kaydî para tercih edilir. Fakat zikredilen menfî yönlerine istinaden kaydî para üretilmesine belli bir had dahilinde izin vermek gerekecektir.

İslâmî esaslar dairesinde faaliyet gösterecek Başyücelik Bankaları’nın kaydî para üretme mekanizması aynen günümüz bankalarındaki gibidir… “Başyücelik Devleti’nde Kredileşme” başlıklı çalışmamızda belirtildiği üzere bankalarımızda üç nevi mevduat öngörülmektedir. Mudarebe çerçevesinde çalıştırılmak üzere açılan “yatırım-katılma hesabı”nda vade sözkonusu olduğu ve vadesinden önce mudî tarafından kullanılamadığı cihetle kaydî para kapsamına girmez.

İkincisi “emanet hesabı”dır; sahibi tarafından her an nakit olarak çekilip kullanılabilme veya çek gibi vasıtalarla tedavül edebilmesi bakımından kaydî paradır. Bu hesap emanet hükmünde olduğu için banka ondan kesinlikle faydalanamaz; bilakis % 100 karşılık tutar. Bu hesabın eksilmesi ve artması toplam para arzını değiştirmez; emanet hesabı arttığında halkın elindeki toplam aslî para aynı miktarda azalır, veya tersi, emanet hesabı azaldığında halkın elindeki aslî para aynı miktarda artar… Banka bu hesabı kullanamayacağı için mudîye sunduğu bankacılık hizmetlerinin mukabilinde bir ücret isteyebilecektir.

Üçüncü tip mevduat, paranın sahibi tarafından geri çekileceği tarihin belirtilmeksizin yatırıldığı “özel carî hesap”tır ki, vadesiz mevduata tekabül eder. Hesap sahibi paranın tamamı veya bir kısmını çekebileceği veya çek, kredi kartı ve havale yardımıyla her zaman tedavül edebileceği cihetle kaydî paradır. Aslî para gibi mübadele vasıtası, standart değer ölçüsü ve değer biriktirme vasıtasıdır.

Carî hesaptaki para hukuk bakımından karz-ı hasen (güzel ödün«faizsiz borç) hükmündedir. Mudî alacaklı, banka ise borçludur. Karz-ı hasen’de vade sözkonusu olmadığından mudî dilediği anda parasını talep etme ve talebi bankaca kabul edildikten sonra (ki edilmemesi sözkonusu değildir) tasarruf etme hakkına sahiptir…

“Birincil carî hesap”taki artış veya azalışlar-toplam para arzını etkilemez; sadece aslî para/kaydî para bileşimi değişir… Şimdi önemli bir meseleye geldik; bankaların birincil carî hesaba istinaden müştak-ikincil carî hesap oluşturmalarına (yani kaydî para üretmelerine) izin verilecek midir? Şayet verilmez ise bankalar carî hesapların tamamını ihtiyat olarak, likit halde tutmak zorunda kalacaklardır ki, buna % 100 tüm nakit ihtiyat prensibi denilir. Bu durumda carî hesap adeta emanet hesabına dönüşür. Fakat carî hesaba yatırılan paralar mudîlerden alınmış borç hükmünde olduğundan, biz bankarı bundan men etmenin doğru olmayacağı kanaatindeyiz. Hakkaniyet gereği de alabildiğine değil, azamî “birincil kaydî para”ya eşit olacak surette, yani en fazla mudîlere borcu nisbetinde kaydî para üretebilmelerini öngöreceğiz. Meselâ birincil mevduat carî hesap miktarı 1.000 lira ise banka en fazla 1.000 liralık müştak carî hesap açabilmelidir. Böylece banka ancak ve en fazla mudîlere borcu miktarında bir parayı kullanabilecektir. Ayrıca alabildiğine kaydî para üretme ve bundan haksız kazanç sağlamanın da önü alınabilecektir… Peki pratikte bu nasıl sağlanabilir?.. Esas olarak kaydî para üretimini tahdit eden belli başlı unsurlar “yasal karşılık oranı”, “kasa ihtiyatı” ve “sızıntı”dır. Birinci unsuru Merkez Bankası, ikincisini Merkez Bankasının murakabesinde bankalar ve üçüncüsünü de halkın davranışları belirler. İlk ikisinin nisbeti kesin olarak bilinebilir, üçüncüsü ise geçmiş tecrübeyle tahmin edilebilir. Bankaların birincil mevduat carî hesap miktarını aşmayacak surette kaydî para üretebilmeleri için bu üç unsurun, matematik olarak toplam carî hesapların % 50’sine tekabül etmesi gerekmektedir. Buna göre tahmini “sızıntı” nisbeti % 15 ve kasa ihtiyatı % 10 ise Merkez Bankası’nın yapması gereken % 50 oranını sağlamak için yasal karşılık oranını % 25 olarak belirlemektir.

Kaydî para üretimine örnek: Bankaya 1.000 lira yatırılarak “birincil özel carî hesap” açılmış olsun. Banka bunun % 50’sini karşılık tuttuktan sonra (kolaylık olması bakımından sızıntıyı da bu orana dahil ediyoruz), kalan 500 lirayı çeke tâbi özel carî hesap açmak suretiyle müteşebbislere kredi olarak verir. İkinci aşamada bu 500 liranın % 50’sini karşılık tuttuktan sonra kalan 250 lirayı aynı şekilde kredi olarak verir. Sonraki aşamalarda bu miktarlar 125, 62.5, 31.25, (…) şeklinde gittikçe azalır ve neticede banka, toplam 1.000 liralık kaydî para üretebilir. (Burada tek bir banka olduğu farzedildi. Birçok bankanın mevcut bulunduğu durumda da kaydî para üretimi aynı şekilde ve seviyede gerçekleşir.)

Carî hesap şeklinde bankaya giren her aslî para, önce kendisine eşit “birincil kaydî para” ve sonra yine kendisine eşit “müştak kaydî para” oluşumuna imkan verir. Toplam para arzı ise sadece müştak kaydî para miktarınca artmış olur…

Carî hesaplardaki kullanılabir fonları banka iki şekilde değerlendirebilir. Birinci alternatifte banka, “yatırım hesabı”ndaki fonları nasıl değerlendiriyorsa bunu da aynı yöntemlerle değerlendirebilir. “Başyücelik Devleti’nde Kredileşme” başlıklı yazımızda etraflıca ele alınan fon kullandırma yöntemleri şunlardı: Mudarebe Yöntemi, Ortaklık Yöntemi, Azalan Ortaklık Yöntemi, Üretim Desteği Sağlanması Yöntemi, Selem Yöntemi ve Kiralama Yöntemi. Diğer alternatif ise bankanın müşterilerine doğrudan veya çeke tabi carî hesap açmak suretiyle ödünç para (karz-ı hasen) vermesidir. Buna geçmeden önce bir kaç hususa değinmek istiyoruz: Mezkur yazımızda bankalarımızın para piyasasının teşekkülüne imkan vermediği ve bunun bankacılığımızın zaafı olduğu belirtilmiştir. Bu amaçla da “esnaf sandığı” öngörülmüştü. Böyle bir sonucu varmamızın iki sebebi vardı. Bilindiği üzere para piyasasında parayla ilgili kısa vadeli arz-talep ihtiyacı karşılanmaktadır. İşletmeler döner sermaye açığını bu piyasa aracılığı ile kapatmaya çalışırlar. Müteşebbislerin gelirleriyle giderleri arasındaki zaman uyuşmazlığı sebebiyle ihtiyaç duydukları arızî-kısa dönem (birkaç aylık, haftalık ve hatta günlük) fon talebi, yukarıda zikredilen yöntemlerden biriyle karşılanamaz. Zira bu yöntemler genelde ortaklık (ve ticaret) esasına dayandığından, müteşebbisler arızî fon ihtiyacı için bankaları faaliyetlerine ortak etmeyi haklı olarak kabullenmeyebilirler. Diğer yandan bankaların da “yatırım hesabı”ndan ödünç verme yetkileri yoktur. Birinci sebeb buydu ve her zaman da geçerlidir… İkinci olarak ise Başyücelik Devleti’nde özel carî hesaplara tam karşılık ayrılması zorunlu olabilir faraziyesine istinaden, bu fonlardan da ödünç verilemeyeceği düşünülmüştü. Şimdi mademki, bankaların carî hesaptaki fonların bir kısmını kullanması uygun görülmüştür, şu halde yukarıdaki yöntemlere ilaveten banka bu hesaplardaki kullanılabilir fonları müteşebbislere ödünç (karz-ı hasen) verebilecektir. Böylece oluşacak para piyasasında hem müteşebbislerin kısa vadeli fon ihtiyacına cevap verilebilecek hem de bankacılığımız bu yöndeki zaafı giderilebilecektir.

Banka doğrudan nakit şeklinde veya daha ziyade çeke tâbi özel carî hesap açmak suretiyle müteşebbislere ödünç verebilir ve mukabilinde faiz değil, ancak masraf ve ücret karşılığına istinaden bir bedel talep eder. Talep edileceğini buyuran da Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’dir. (Bilgi için Salih Mirzabeyoğlu’nun “İktisat ve Ahlak” isimli eserinin “Beytülmal ve Bankacılık” bölümüne müracaat edilebilir.)

Ödünç-karzı hasen mukabili bankanın ne nisbetle bir bedel talep edeceği ödünç verilebilir fonların, bankaya getirdiği maliyete bağlıdır. Maliyeti ise fonun idaresi için istihdam edilen personelin ücretleri, bina ve kullanılan araçların masraf ve amortismanları gibi çeşitli maliyet unsurlarının toplamı belirleyecektir. Toplam maliyeti belirledikten sonra yapılacak iş, ödünç verilebilir fondaki her birim paranın bankaya günlük maliyetini hesap etmek ve bu çerçevede verilen her ödüncün vadesine göre payına düşen “bedel-masraf”ı tayin etmektir. Zannımca, masrafın bu şekilde tayini hakkaniyete uygundur… Sözgelimi ödünç verilebilir fondaki her 1 milyon liranın bankaya günlük maliyeti 1.000 lira ise 45 günlüğüne 200 milyon lira ödünç alan müteşebbisin ödeyeceği “ödünç karşılığı masraf” 9 milyon [200 milyon x 45 gün x (1.000/1 milyon) = 9 milyon] lira, 10 günlüğüne alanın ödeyeceği masraf 2 milyon lira, 3 günlüğüne alanın ödeyeceği masraf 600 bin lira olacaktır… Şüphesizki, ödünç verilebilir fonların bankaya maliyetini tesbitinde istismara yol vermemek için devlet müdahale ve murakabesi gerekecektir.

Carî hesaplardaki kullanılabilir fonların değerlendirilmesinde zikredilen iki alternatiften hangisinin ne nisbette tercih edileceği bankanın inisiyatifine bırakılabilir. Bununla birlikte para piyasasının tam teşekkülü veya müteşebbislerin arızî fon ihtiyaçlarını yeterince karşılamak için günümüz ticaret bankaları vasfında devlet veya kamu bankaları devreye sokulabilir. Bu bankalar halktan topladıkları carî hesapları sadece masraf karşılığı ödünç (karz-ı hasen) vermek suretiyle piyasanın kısa vadeli fon talebine cevap verebilirler. Para politikası bakımından doğrudan Merkez Bankası’na tabi olacakları için devlet-kamu bankalarının kaydî para üretme imkanları daha geniş tutulabilir…

PARA ARZI

Para sisteminin manivelası para arzı fonksiyonudur.

Para arzının kapsamı hakkında iktisatçılar arasında görüş birliği sağlanmış değildir. En eski ve en çok kullanılan “klasik yaklaşıma” göre, paranın “mübadele aracı” fonksiyonunu tam anlamıyla yerine getiren bilfiil tedavüldeki aslî para ile çeke tâbi vadesiz mevduat toplamları para arzını meydana getirir… M. Friedman’ın da yer aldığı Chicago ekolü, para arzına tedavüldeki aslî parayı, her türlü vadesiz mevduatı ve ticaret bankalarındaki vadeli mevduatı dahil eder. Vadeli mevduatın para arzına dahil edilmesinin sebebi, bugün bazı ülkelerde bankaya önceden ihbarda bulunmak ve faizden feragat etmek suretiyle mevduatın vadesinden evvel çekilmesi, hatta bir başka kimsenin bankadaki hesabına nakil imkanı verilmesinden dolayıdır. Bazı hallerde vadeli mevduat otomatik olarak dahi çekilebilmektedir… “Gurley ve Shaw yaklaşımı”nda para arzını oluşturan aslî ve kaydî para miktarının yanında “para benzeri likiditelere” de dikkat çekilir. Bunlar hazine bonosu, devlet tahvili, özel tahvil, esham ve altun gibi halkın alternatif likit değer olarak kabul ettiği, likiditesi yüksek değerlerdir… Kimi iktisatçılar ise para ile krediyi aynı anlamda değerlendirerek para arzını, kredi toplamına eşit sayarlar… Ülkelerin paraya dair düzenlemelerinden kaynaklanan bu farklı yaklaşımlara rağmen iktisatçıların üzerinde anlaştıkları ortak nokta, “değişim aracı” niteliğini taşıyan değerleri para arzı tanımına dahil etmeleridir.

Bir ülkede belirli bir dönemde bilfiil tedavül eden ödeme araçlarının toplamı para arzını meydana getirir.

Başyücelik Devleti’nde para arzının birinci unsuru aslî paradır. Yukarıda belirtildiği üzere aslî para, Hazine tarafından sürülecek ufaklık ile Merkez Bankası tarafından çıkartılacak kağıt paradan ibarettir. Bankaların emanet ve özel carî hesaplara karşılık tuttukları kasa ihtiyatı ile Merkez Bankası’na bloke edilen yasal karşılık, bilfiil tedavül eden satınalma gücü niteliğinde olmadığı için para arzına dahil edilmezler. Dolayısıyla para arzının hesaplanmasında sadece tedavüldeki aslî para miktarı dikkate alınır… Para arzının ikinci unsuru, kaydî para fonksiyonunu gören emanet ve özel carî hesaplardır… “Yatırım hesabı”, para arzının hesaplanmasında acaba dikkate alınmalı mıdır?. Bilindiği üzere banka ile yatırım hesabı sahipleri arasında mudarebe hukuku uygulanır. Mudarebede ise taraflardan herbiri diledikleri zaman akdi feshedebilirler. (Tarafardan biri öldüğü zaman mudarebe kendiliğinden sona erer.) Fakat fesih sırasında anaparanın nakit halinde bulunması gerekir. Böyle bir durum varsa mudî, vadesinden önce parasını çekebilir ki, bu yatırım hesabının likiditesini müsbet yönde etkiler. Şayet fesih esnasında anapara bir işe bağlanmış ise Hanefîlere göre fesih yoluna gidilemez. Bu ise “yatırım hesabı”nın likidite derecesini menfî yönde etkiler. Dolayısıyla yatırım hesabının para gibi tam likit sayılıp para arzına dahil mi edileceği, yoksa para benzeri likiditeler kategorisinde mi değerlendirileceği ancak mudîlerin davranışlarına göre belirecektir…

BAŞYÜCELİK DEVLETİ’NDE PARA VE KREDİ ARZININ KONTROLÜ

Toplam para arzı içinde cüzî bir yer tutacak ufaklık parayı bir tarafa bırakacak olursak aslî para emisyon yetkisi münhasıran Merkez Bankası’na aittir… Piyasaya sürülmüş olacak toplam kağıt para miktarı emisyon hacmini, paranın hangi yollar ve şartlar ile piyasaya sürüleceği ise emisyon rejimini ifade eder… Emisyon hacminin ne eksik, ne fazla iktisadî hedefleri gerçekleştirici düzeyde bulunmasını sağlamak Başyücelik Merkez Bankası’nın görevidir.

Bankanın aşağıdaki yöntemler ile ne miktarda emisyon yapacağı yasalar ve ekonominin gereklerine göre belirlenir:

a – Altun ve Döviz Karşılığı Emisyon: Merkez Bankası kişi ve kuruluşların getireceği altun ve dövizleri satınalmak suretiyle piyasaya para sürebilir. Emisyon hacmini daraltmak istediğinde ise bu işlemin tersini yaparak piyasaya sunduğu paraların geri dönmesini sağlar, yeterli altun ve döviz stoku bulunmadığı veya özel kişilerin döviz bulundurmalarının yasaklandığı durumlarda emisyon politikası için bu yöntem elverişsizdir.

b – Senet Mukabili Emisyon: M. Bankası hisse senedi ve teslimi mümkün standart mal içerikli selem senedi alım satımı yapmak suretiyle emisyon hacmini genişletip daraltabilir. Sermaye piyasasının yeterince gelişmediği durumlarda bu yöntemin etkin kullanımından söz edilemez.

c – Hazineye Açılan Krediler Karşılığı Emisyon: Devletin yıl içindeki gelirleri ile giderleri eşzamanlı olmayabilir. Şayet nakit açığı sözkonusu olursa M. Bankası, Hazineye vadesi bir yılı geçmeyecek şekilde kısa vadeli kredi (karz-ı hasen) açabilir. Bu şekilde genişleyen emisyon hacmi kredinin geri dönüşüyle eski seviyesine iner.

d – Açıktan Emisyon: İstihdam hacmini genişletmek gibi iktisadî hedeflere ulaşmak için M. Bankası yasalar çerçevesinde ve ama karşılıksız emisyon yapabilir.

e – Mudarebeye Katılmak Seretiyle Emisyon: Mudarebe, “bir taraftan sermaye diğer taraftan emek olmak üzere yapılan bir anlaşma-ortaklıkdır.” Kâr paylaşım oranı önceden tesbit edilir. Muhtemel zararlar ise mutlak surette sermayeye aittir… M. Bankası, üye bankaların mudarebe çerçevesinde işlettikleri “yatırım hesabı”na katılmak suretiyle, yani kredi açmak suretiyle emisyon hacmini artırabilir. Piyasanın ihtiyaç duyduğu fon talebi, şayet halkın tasarruflarıyla meydana gelen yatırım hesaplarından karşılanamaz ise bankalar, M. Bankası’ndan mudarebe sermayesi talep edebilirler. M. Bankası uygun gördüğü ölçüde talebi karşılayarak emisyon hacmini genişletebilir. Bankalar bu krediyi mezkur yöntemlerle işletirler. Dönem sonunda M. Bankası verdiği krediyi ve varsa kârdan payını geri alır. Şayet banka zarar etmiş ise zarar tenzil edildikten sonra kredi bakiyesi geri alınır. Kredinin yeniden M. Bankası’na dönmesiyle emisyon hacmi de daraltılmış olur… M. Bankası kamu ve devlet teşebbüsleriyle de aynı şekilde mudarebe ortaklığına giderek emisyon hacmini genişletebilir…

Başyücelik Devleti’nde emisyon ve kredi hacmini kontrol bakımından, görüldüğü gibi en uygun ve etkili yöntem, “mudarebeye katılmak suretiyle emisyon” yöntemidir. M. Bankası para ve kredi hacmini genişletici politika izlediğinde üye bankalara mudarebe kredisi açabilecek, daraltıcı politika izlediğinde ise krediyi kesebilecektir. M. Bankası izlediği para (ve kredi) politikasına istinaden, üye bankaların mudarebe kredisi taleplerini doğrudan kabul veya reddedebileceği gibi, kendisi ile banka arasındaki kâr paylaşım oranlarını değiştirmek suretiyle de kredi talebini etkileyebilir. Sözgelimi mudî ile banka arasındaki kâr paylaşım oranı 80’e 20 (yani mudarebe sermayesi – yatırım hesabı’nın banka tarafından işletilmesiyle elde edilecek muhtemel kârın % 80’i sermaye sahibi mudîlere, % 20’si ise bankaya ait) olsun. M. Bankası genişletici para ve kredi politikası izlemek istediğinde, bankaya, banka ile mudî arasındaki kâr paylaşım oranından daha yüksek (mesela 70’e 30) bir kâr payı teklif etmek suretiyle amacını gerçekleştirebilir. Tersi durumda kâr paylaşım oranını banka aleyhine düşürerek (mesela 90’a 10) kredi talebini düşürebilir.

“Mudarebeye katılmak suretiyle emisyon” yöntemi, günümüz faizli bankacılık sistemindeki, yardımcı bir tedbir olan reeskont politikası ile birlikte kredi hacminin kontrolünü sağlayabilen “açık piyasa işlemleri” politikasına benzetilebilir…

Emisyon rejimine dair yukarıdaki usullerden başka M. Bankası mudî ile banka arasındaki kâr paylaşım oranlarını değiştirmek ve “yatırım hesapları”na belli oranda karşılık ayrılmasını öngörmek suretiyle piyasanın satınalma gücünü ayarlayabilir, değiştirebilir. Bundan başka ikna yöntemi ise her zaman başvurulabilecek bir yöntemdir.

Kaydî para arzının kontrolüne gelince; daha önce belirtildiği üzere özel bankalarımızın üretebilecekleri kaydî para miktarının azamî birincil özel carî hesap miktarınca olması öngörülmüştü. Bu çerçevede M. Bankası’nın görevi “sızıntı” dahil bankaların özel carî hesaplara ayıracakları karşılıkların % 50 nisbetinde olmasını kontrol etmektir. Ama ticaret bankası gibi çalışmaları ve topladıkları carî hesap miktarının birkaç katı kaydî para üretmeleri öngörülen devlet (veya kamu) bankası için M. Bankası’nın yapması gerekenler daha değişik olacaktır. Bu bankanın ödünç verilebilir fon hacmi (dolayısıyla kaydî para üretimi) daraltılmak istendiğinde karşılık oranları yükseltilecek, aksi durumda ise düşürülecektir… Şayet özel carî hesaplardaki ödünç verilebilir fonlar piyasanın ihtiyacını karşılayabilecek düzeyde değilse, Merkez Bankası doğrudan özel carî hesap açtırarak bankaya para aktarabilir…

Para ve kredi hacmini tayin ve kontrol edecek Merkez Bankası, ekonominin gereklerine uygun olarak kredi (kaynak) dağılımını da kontrol ve tayin edebilir. Bu amaçla M. Bankası, farklı sektörler için farklı kâr paylaşım oranları belirleyerek veya bankaların hangi sektörlere ne oranda fon kullandıracaklarını tayin ederek veya mezkur fon kullandırma yöntemlerinin asgarî ve azamî sınırlarını çizerek, kredilerin kemmiyet ve keyfiyet yönünden dağılımını kontrol edebilir. Sözgelimi, tarım sektörünün gelişimi amaçlanmış ise M. Bankası, bankaların yatırım hesaplarındaki fonların belli bir yüzdesini bu sektöre kullandırmalarını zorunlu kılabilir. Yahut bu sektöre açılacak kredilerin kâr paylaşım oranları sektör lehine yükseltilerek amaca ulaşılmaya çalışılır…

PARA TALEBİ

Para talebi ifadesinden maksat ne başkalarından ödünç para talep etmek, ne de arzedilen mal mukabilinde para istemektir. O belirli bir ânda, bir toplumdaki iktisadî birimlerin yanlarında (veya kaydî para olarak bankada) tutmak istedikleri para miktarını ifade eder…

Para niçin talep edilir?.. İktisadî birimlerin gelirleriyle (para elde etmeleriyle) giderleri (parayı harcamaları) eş zamanlı değildir; ele geçen ve elden çıkan fonlar günü gününe denk gelmez. Dolayısıyla insanlar günübirlik harcamalarını, işletmeler carî işlemlerini yürütebilmek maksadıyla yanlarında para tutmak isterler. “Muamele saiki”nden kaynaklanan bu para talebinin gelire nisbeti, iktisadî birimlerin gelirlerini tahsil ettikleri tarihler arasındaki fasılaya bağlıdır. Sözgelimi sadece muamele saikiyle para talep edildiği faraziyesi doğrultusunda, gelirini günlük tahsil eden bir yevmiyecinin para talebi her günün sonunda sıfırdır. Bir haftalıkçının para talebi ise geliri-parasını tahsil ettiği birinci gün gelirinin tamamına, sonraki günler daha azına ve nihayet yedinci günün bitiminde sıfıra tekabül eder. Farzedelim ki, bir işçi haftada 7.000 lira (yani günlüğü 1.000 lira) ücret almakta ve günlük harcamalarını haftanın her günü eşit şekilde (yani 1.000 lira) yapmaktadır. İşçinin gelirini tahsil ettiği birinci günde para talebi 7.000 liradır. İkinci gün 6.000, üçüncü gün 5.000, (…) son gün 1.000 liradır. Son günün bitiminde ise sıfırdır. İşçinin günlük harcamalarını yürütebilmek için haftada ortalama olarak yanında tuttuğu para miktarı ise 3.500 liradır. Şayet yevmiyesi aynı kalmak kaydıyla gelirini aydan aya tahsiletmiş olsaydı, bu sefer aylık ortalama para talebi, 15.000 liraya çıkacaktı. Buna göre denilebilir ki, gelirleri tahsil süresi uzadıkça kişilerin para talepleri de artar.

İktisadî birimler sırf muamele saikiyle değil, geleceğin belirsizliklerine ve kaza, hastalık, işsizlik gibi istenmeyen sürprizlerine karşı da para tutmak isterler. Atalarımızın “ak akçe kara gün içindir” sözüyle ifade ettikleri bu tür para talebine “ihtiyat saikiyle para talebi” denir.

Nihayet para “spekülasyon saikiyle” de talep edilir. İktisadî birimler bazı fiyat hareketlerinden yararlanmak ve spekülatif kazanç temin etmek maksadıyla yanlarında para tutmak isterler. Her ne kadar spekülasyon, bir şeyi ucuzken alıp pahalı olduğu zaman satarak fiyat farkından yararlanmak demekse de, Keynes’in dediği gibi “spekülasyon saikiyle para talebi, spekülasyonun finansmanı için değil, tersine değer-fiyat dalgalanmalarından korunmayı amaçlayan bir davranışı ifade eder.” Buna göre, iktisadî birimler parayı mala tahvil ettikleri veya elde para yerine mal bulundurdukları takdirde, gelecekteki o malın fiyat dalgalanmasından dolayı zarar edeceklerini tahmin ediyorlarsa, servetlerini mal olarak değil, para olarak tutmayı tercih edeceklerdir. Mesela elindeki parayla araba almak isteyen bir şahıs gelecekte araba fiyatının düşeceğini tahmin ediyorsa arabayı hemen almak yerine fiyatların düşeceği güne kadar para tutmayı tercih edecek ve böylece fiyat dalgalanmalarından korunmayı – yararlanmayı umacaktır. Bu manada spekülasyon saikiyle para talebi İslâm hukukuna mugayir değildir.

Keynes spekülasyon saikiyle tutulan parayı sadece tahvile (ve hisse senedine) istinaden sözkonusu eder. Yani ona göre kişiler likid servetlerini ya hep para yahut da hep tahvil olarak tutmaktadırlar. Zira tahvil piyasasının geliştiği batı ülkelerinde spekülasyon amacıyla tutulan para daha ziyade tahvil fiyatları (ve faiz hadleri) ile ilgili bulunmaktadır. Keynes’in portföyünde sadece tahvile yer vermesine karşın daha sonraki iktisatçılar menkul kıymetlerin yanı sıra çeşitli sermaye malları ve hatta reel malları da dahil etmişlerdir ki, bu gerçeğe daha uygundur. Biz, İslâmî bir toplum düzeninde yasaklanacak faiz ve faiz içerikli menkul kıymetler haricindeki bütün iktisadî kıymetler likit servetin alternatifidir, diyeceğiz.

Keynes’ten beri para tutma saikleri, “homo economicus-iktisadî adam”ın davranışlarıyla mütenasip olarak muamele, ihtiyat ve spekülasyon saikleridir. Bununla birlikte değişik sebeblerle de para talep edilebilir. Evvela para sırf para olduğu için talep edilir, hiçbir iktisadî çıkar güdülmeden. İkinci olarak cimrilik saikiyle para tutulabilir; tarih topladığı altunların üzerine oturan cimrilerle doludur. Üçüncü olarak nasıl kullanılacağı bilinmediği sürece para talep edilebilir. İktisadî çıkar gayesiyle bağdaşmayan ve ama hayat tarzına bağlı olarak daha birçok para tutma saikleri sözkonusu olabilir. Fakat bu saikler, zarardan korunmak veya menfaat temin etmek maksadıyla para talep eden iktisadî adam’ın davranışlarıyla bağdaştırılamadığı cihetle liberal iktisat tarafından görmezden gelinir.

Muamele saikiyle para talebi “aktif para talebini”, diğer saiklerle tutulan para ise “âtıl para talebini” oluşturur. Her ikisinin toplamı da toplam para talebini oluşturur. Toplam para talebi her zaman toplam para arzına eşittir…

Klasik iktisatçılar paranın sadece muamele saikiyle talep edileceğini iddia ediyorlardı. Zira hiçbir gelir getirmeksizin paranın âtıl tutulmasını çıkarının peşinde koşan iktisadî adam’a yakıştıramıyorlardı. Onlara göre muamele saikiyle para talebi ciro hacmine ve faize bağlıdır; faiz haddi yükseldiğinde para talebi düşer, aksi durumda yükselir. Keynes, muamele saikiyle para talebinin faizden çok gelirin fonksiyonu kabul ediyordu. William J. Baumol ve J. Tobin ise hem gelirin, hem de faizin muamele saikiyle para talebini (kendi toplumları açısından) etkilediğini müşahade etmişlerdi… Keynes’in ihtiyat saikiyle tutulan paranın da faize pek duyarlı olmadığını iddia etmesine karşın, sonraki iktisatçılar bu tür para talebinin de hem faiz, hem de gelir ile ilişik olduğunu kabul etmişlerdi… Nihayet spekülasyon saikiyle para talebi sadece faiz haddine bağlı görülüyordu; faiz haddi düştükçe likidite tercihi de artacaktı… Buna göre toplam para talebini etkileyen unsurlar faiz ve gelirlerdir. Friedman bu ikiliye servetin de eklenmesi gerektiğini savunur…

İslâmî bir toplum düzeni öngören Başyücelik Devleti’nde faizin yeri olamayacağına göre para talebini gelir ve servetten başka, mudarebe çerçevesinde işletilecek para-sermayenin getirisi ile sırf İslâm toplumuna mahsus olan zekat unsuru da likidite meylini etkileyecektir… Âtıl paranın (ana sermaye diyelim) zekat unsuru sebebiyle her yıl tedricen azalacağına nazaran, iktisadî birimlerin parayı âtıl tutmaktansa kâr umuduyla bankaya mudarebeye vereceklerini düşünebiliriz… Zekat nisbeti sabit (para için % 2.5) olduğu için şüphesiz ki para talebine etkisi de statik olacaktır. Âtıl parayı çözme yönünde zekatın müsbet rolüne mukabil kâr paylaşım oranının etkisi değişebilir. Bankaların mudarebe çerçevesinde işlettikleri “yatırım hesabına” uyguladıkları kâr paylaşım oranları yüksek ise âtıl fon sahiplerinin yatırım hesabına katılmaları, düşük ise parayı-likiditeyi tercih edecekleri söylenebilir. Âtıl para tutanların yatırım hesabına katılıp katılmamalarını etkileyecek tek unsur kâr paylaşım nisbeti değildir; aynı zamanda kâr payı da önemlidir. Tabiatıyla bankanın yatırım hesaplarını işleterek ne ölçüde kâr (veya zarar) edeceğini dönem başında bilmek mümkün olamayacağı cihetle, âtıl fon sahiplerinin dikkat edecekleri husus geçmiş dönemlerde dağıtılan kâr payları olacaktır. Geçmiş dönemlerde dağıtılmış kârların ana paraya nisbeti yüksek ise bu âtıl para talebini çözücü yönde etki yapabilecektir. Aksi durumda iktisadî birimlerin yatırım hesabına katılmaktansa para tutmayı yeğleyecekleri söylenebilir.

PARANIN İKTİSADÎ UNSURLARA TESİRİ

Son derece basit bir gerçek vardı, mübadele ihtiyacı ve işbölümündeki gelişmenin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkan para, çok geçmeden kendisini doğuran işbölümü ve mübadelenin muharrik gücü olmuştu. İşbölümü ve mübadeledeki gelişme, bir başka deyişle kendi için üretimden başkaları için üretime geçmeyi ifade eden piyasa (pazar) ekonomisindeki gelişme ise istihsal hacmini artırmaktaydı. İhtiyaç duyduğumuz bütün mal ve hizmetleri kendimiz üretmek ile sadece bir mal (veya hizmet) üretmek arasında, ikincisi lehine bir verimlilik farkı, hem de muazzam bir fark sözkonusudur. Üretim-verimlilik artışına imkan veren işbölümü ve piyasa ekonomisi varlığını paraya borçludur…

Paranın mübadeleyi kolaylaştırıcı yönü itibariyle işbölümünü ve bunun da üretimi artırıcı etkisi Klasik İktisatçılar tarafından kabul ediliyordu. Fakat bu etkinin geçmişte kaldığını, paralı ekonominin kamilen geliştiğini, kendi zamanlarında (19. yüzyıl) paranın artık ne üretime, ne istihdama, ne de diğer reel ekonomik unsurlara etkisinden bahsedilebileceğini düşünüyorlardı. J.S. Mill, “paradan daha az önemli hiçbir şey yoktur” diyebiliyordu, kendi toplumunun parayı ilahlaştırdığını görmezden gelerek. J.B. Say, “para bizden, iktisadî gerçekleri saklayan bir peçedir; gerçek para malların kendisidir” diyordu. Dinamik bir rol ve tesiri bulunmayan ve ama iktisadî faaliyetlerin yapılmasını kolaylaştıran nötr bir vasıta ve bir peçeden ibarettir; hepsi o kadar. Şayet iktisadî faaliyetlerin gerçek gücü görülmek isteniyorsa para denilen peçe’nin kaldırılması gerekiyordu.

Klasikleri böyle düşünmeye iten en önemli sebep ekonomik hayatta devleti soyutlamak amacıydı. Her türlü devlet müdahale ve murakabesine karşı çıkan klasiklere göre, paranın miktarı mübadele sayısını ve önemini belirlemez, aksine mübadelenin sayısı ve önemidir ki, ihtiyaç duyulan para miktarını belirler; yani para miktarı kendiliğinden piyasanın ihtiyaçlarına uyar. Para miktarı mal hacmine nisbetle yetersiz ise fiyatlar düşerek veya para miktarı mal hacmine nisbetle fazla ise fiyatlar yükselerek para miktarı her zaman mal hacmine intibak eder; dolayısıyla devletin parayı idaresine gerek yoktur. Eğer devlet para miktarını değiştirecek olursa ne olur?.. Hiçbir şey. Sadece ve sadece parasal unsurlar (yani fiyatlar ve ücretler genel düzeyi), bir başka deyişle paranın değeri değişir. Ricardo‘nun deyişiyle “para miktarının değişmesiyle genel fiyat seviyesi de aynı yönde ve aynı nisbette değişir”. Bu görüş bütün Klasik ve Neo-klasik iktisatçıların benimsediği “Kemmiyet Teorisi”nin özünü oluşturur.

20. asrın ilk çeyreğine değin genel kabul gören Kemmiyet Teorisi, ücret ve fiyatların aşağı ve yukarı doğru tam esnek olduğu tam rekabet piyasası ve tam istihdam varsayımı altında, para miktarındaki her artışın aynı oranda fiyatlar genel seviyesini artıracağını (paranın aynı oranda değer kaybedeceğini), her azalışın ise aynı nisbette fiyatlar genel seviyesini düşüreceğini (paranın aynı oranda değer kazanacağını) ifade eden bir teoridir… Para miktarındaki artışların, acaba bir kısmının iktisadî birimler tarafından âtıl tutulması ve böylece para miktarındaki her artışın fiyatlar genel seviyesinde daha az artışa yol açması mümkün müydü?.. Hayır. Klasiklere göre arzedilmiş her para sadece muamele saikiyle talep edilirdi. Paranın âtıl tutulması sözkonusu olamazdı. Eğer parası olan bunu kendisi kullanmayacaksa bir başkasına faiz mukabili ödünç verirdi. Klasikleri böyle düşünmeye iten sebep, kurdukları teorilerin merkezinde yer alan soyut “iktisadî adam”ın davranışlarıydı. Elbette bütün davranışlarına iktisadî çıkar saiki yön veren iktisadî adam’ın hiç bir gelir getirmeksizin parayı öylece âtıl tutması yaraşmazdı. Şu halde yine başa döndük; para miktarındaki her artış muamelede kullanılır ve böylece artan talep yüzünden fiyatlar genel düzeyi aynı nisbette yükselir.

Para miktarındaki değişiklikler fiyatlar genel düzeyini derhal değiştirmez. Teoriyi savunanlara göre muayyen bir zaman (ki bu süre ehemmiyet verilmeyecek kadar kısadır) geçmesi gerekir ki, buna “intikal devresi” denir. İntikal devresi sonunda fiyatlar, para arzındaki değişim nisbetinde değişir.

“İktisat ve Ahlak”ta denilir ki, “Para hacminin önemi, temsil ettiği satın alma gücünden dolayıdır… Ancak belli bir para stokunun temsil ettiği satın alma gücü, miktarına bağlı olduğu kadar, ihtiva ettiği her bir ünitenin, belli bir süre içinde ortalama olarak kaç defa mal ve hizmet alınmasında kullanıldığına da bağlıdır… Para ünitesinin bir sene içinde, ortalama olarak, el değiştirme sayısına paranın tedavül sürati denir. Paranın tedavül sürati, memleketteki para stokunun satın alma gücünü tayin bakımından, bizzat para miktarı kadar önemlidir. Gerçekten bir memlekette para stokunun bir yıl içindeki satınalma gücü, para miktarı ile tedavül süratinin çarpımına eşittir; bu çarpımda ise, unsurlardan her biri neticeye aynı nisbette tesir ederler…” Sözgelimi bir ülkedeki 100 liralık para stoku, bir sene içinde ortalama 5 kez el değiştiriyor ise paranın satın alma gücü 100 lira değil 500 (5×100) liradır. Eğer paranın tedavül (dolanım) hızı 6’ya çıkarsa yıllık satınalma gücü de 600 liraya çıkar ve aynen para miktarı % 20 artmış gibi sonuç doğurur… Ne Klasik iktisatçılar ne de Kemmiyet Teorisi’ni etraflıca inceleyip rafine bir hale getirmiş bulunan Irving Fisher paranın dolanım hızına önem vermişlerdi. Daha doğrusu onu kısa dönemde değişmez kabul etmişlerdi. Dolayısıyla fiyatlar genel seviyesindeki dalgalanmalarda paranın dolanım hızı tesirsizdi, fail sadece para miktarı idi.

Kemmiyet Teorisi’ni para arzı açısından ele alan I. Fisher‘e mukabil A. Marshall, Digou ve Robertson gibi kimi ünlü iktisatçılar meseleye toplumun para talebini esas alarak yaklaşmayı tercih etmişlerdi. Bu iktisatçılar seleflerinin aksine paranın sadece muamele saikiyle değil, kısmen de ihtiyat saikiyle talep edileceğini kabul ediyorlardı.

Marshall’a göre, “Her cemiyette halk, gelirinin bir kısmını para halinde muhafaza etmek ister. Para halinde muhafaza edilmek istenen kısmın gelire nisbeti beşte bir, onda bir veya yirmide bir olabilir.” Marshall’ın izahında para otoritesi para arzını istikrarlı tutsa dahi, halkın para talebindeki aşırı bir değişme fiyat seviyesinde (veya paranın değerinde) büyük dalgalanmalar meydana getirebilir. Böylece halkın elinde bulundurmak istediği likidite (kullanıma hazır satın alma gücü) ve likidite meyli önemli bir âmil olarak karşımıza çıkar. Halkın likidite temayülündeki (bir başka deyişle paranın dolanım hızında) âni bir değişme parasal millî gelir ve fiyat seviyesinde büyük değişmelere yol açar. Dolayısıyla aktif rol oynayan para arzı değil para talebidir… Fakat ilginçtir ki, halkın likidite temayülü (yani parayı mal ve hizmetlere sarfetmek arzusunun aksine olarak onu elde tutma isteği) normal zamanlarda değişmez farzedilmiş ve böylece para talebinden yola çıkan Marshall ve yoldaşları soluğu para arzı yaklaşımında almışlardır. Mademki para talebi (veya tersini ifade eden paranın dolanım hızı) istikrarlıydı, şu halde para miktarındaki değişmeler kesinlikte ve aynı nisbette olmak üzere fiyatları etkileyecektir. Tabiî bu arada ne reel millî gelir ne de istihdam seviyesi değişecektir. Sonuç: Devlet paraya müdahale etmesin, başka ihsan istemez. O sadece, fiyat istikrarı için para arzını, yıllık millî gelir artış oranınca genişletmekle yetinmelidir.

Kemmiyet Teorisi taraftarlarına göre para arzındaki değişmelerin intikal devresi içinde, paranın dolanım hızı (veya bunun tersi olan halkın likidite tamayülü) ve mübadele hacminde (veya millî gelir) muvakkat bazı değişmeler husule getireceği kabul edilebilirdi. Ne var ki, intikal devresi sonunda her unsur tekrar eski seviyesine dönecekti. Oysa müşahedeler neticesinde paranın dolanım hızı ve millî gelirde meydana gelen değişmelerin arızî olmadığı görülmüştü. Bunun üzerine kimi iktisatçılar teoriyi yumuşatma gereği duymuşlardı. Bundan böyle para miktarındaki her artış fiyat seviyesinde aynı istikamette ve fakat aynı nisbette değil, daha az bir artışa yol açacaktır. Dolayısıyla millî gelirde de nisbî artışlar meydana gelebilecektir. Diğer yandan fiyatlar genel seviyesinin sadece para miktarına tâbi olduğu fikrini de düzeltme lüzumu hissedilmişti. Paranın dolanım hızı ile üretimde kendine has sebeplerden meydana gelen değişmelerin de fiyatlar üzerinde etkili olabileceği kabul edilmişti.

Paranın tesirini araştıran Aftalion, Schumpeter ve Hawtrey gibi kimi meşhur iktisatçılar meseleye “gelir ve harcama” yönünden yaklaşmışlardı… “Gelir Teorisi”ni ilk defa dillendiren Aftalion’a göre, bu teori, Kemmiyet Teorisi’nin basit denklemlerine karşı, iktisadî davranışları mekanik münasebetler çerçevesinde mütalaa etmeyip, alıcı ve satıcıların davranışlarına ehemmiyet vermektedir. Kemmiyet Teorisi’nin “eşya” ile alakadar olmasına mukabil Gelir Teorisi “insanı” ve onun davranışlarını inceler. Teoriye göre, para arzındaki değişmelerden kaynaklanan parasal gelirdeki değişmelerin fiyatlar üzerindeki tesiri mekanik ve otomatik değildir. Bu tesir geliri artan kimsenin temayüllerine bağlıdır. Mühim bir unsur da kimlerin parasal gelirinin arttığıdır: “Zenginin mi, fakirin mi, tasarrufa temayülü olanın mı, harcamayı tercih edenin mi, geliri ile zaruri ihtiyaç maddelerini satın alanın mı, yoksa lüks mallarda gözü olanın mı?..” Ama ne Aftalion ne de diğerleri tatminkar bir gelir teorisi meydana getirememişlerdi. Teorinin, “İstihdam Teorisi” içinde oluşturulması Lord M. Keynes’e nasip olacaktı.

İhtiyat saikiyle âtıl para talebinden başka Keynes, spekülasyon saikiyle da âtıl para talep edilebileceğini göstermişti. Halkın toplam âtıl para talebi istikrar gösterdiği sürece onun fiyatlara tesirinden söz edilemezdi. Ama ne var ki, insanların görüşlerinin, nikbinlik ve bedbinliklerinin mütemadiyen değişmesi sebebiyle âtıl para talebi kısa dönemde dahi artıp eksilmekte, bu ise para miktarı ile mal harcamaları arasındaki muvazeneyi bozmaktadır. Şu halde Gelir Teorisi’nin meydana koyduğu ilk hakikat, gelir harcamaları ile para miktarı arasında bir muvazilik olmadığı gerçeğidir. Dolayısıyla para arzı değişmese dahi âtıl para stoklarındaki değişmeler harcama-talep yoluyla fiyatları etkileyebilecektir. Yahut para arzındaki ilave artışların tamamiyle âtıl para stokuna gidebileceği cihetle fiyatlar değişmeyebilecektir.

Keynes’ten önceki iktisatçılara göre ekonominin eksik istihdamda bulunması sözkonusu olamazdı. İktisadî hayatı tahlil ederken “tam istihdam” faraziyesinden hareket eden Klasiklere göre, devlet müdahalesinden azade, kendiliğinden işleyen bir ekonomide tam istihdam her zaman normal ve tabiî bir haldi. Arızî ve kısmî bazı aksamalar olsa bile ekonomi çok geçmeden kendiliğinden ve otomatik olarak dengeye, yani tam istihdam seviyesine gelirdi. Keynes’e gelince, bir buçuk asırdır kabul edilegelen tam istihdam faraziyesini reddetmekle işe başlar. Ona göre Klasik iktisatçılar, 19. asır içinde yalnız o zamana ve ortama mahsus olan, elverişli birtakım şartların arka arkaya eklenmesi ile bir defaya mahsus olarak vücut bulmuş bir “tam istihdam” hâlini devamlı ve bütün zamanlar için normal bir hadise gibi görmek hatasına düşmüşlerdi. Oysa arızî ve geçici olan tam istihdam, normal ve tabiî olan ise eksik istihdamdı. Keynes demek istiyordu ki, “eğer tam istihdam sağlanmışsa, bu tam istihdam kaçınılmaz olduğu için değil, şansı yaver gittiği için olabilmiştir.” Gerekçeleriyle ortaya konmuş bu iddia ananevî iktisat görüşünü temelinden sarsmıştı.

Paranın ekonomiye etkisini gelir teorisini de ihata edecek şekilde “İstihdam Teorisi” içinde ele alan Keynes’e göre para miktarındaki artışlar herşeyden evvel fertlerin parasal gelirlerini yükseltecektir. Parasal gelirdeki ek artışın bir kısmı âtıl para stokuna ayrıldıktan sonra geri kalanı piyasada ek talep meydana getirecektir. Tüketim mallarına karşı meydana gelen bu talep artışını karşılamak için üreticilerin de yatırım malları talebi artacak ve böylece ekonomi genelinde çeşitli harcama türlerinin toplamı olan “toplam faal talep”de bir yükselme görülecek, yani piyasadaki mal ve hizmetlere karşı talep artacaktır. …zetle, para miktarındaki artış parasal gelir atışına, o da toplam talep (harcama) artışına sebeb olacaktır. Şimdi önemli olan mesele şudur: Kullanıma hazır satınalma gücü (para) ile desteklenmiş toplam “faal-etkin” talepteki artış fiyatlar seviyesini (paranın değerini) mi, yoksa ekonominin üretim, istihdam, gelir gibi reel unsurlarını mı etkileyecektir?..

Keynes’e göre parasal genişlemenin hangi ekonomik unsurları ne ölçüde etkileyeceği ekonominin içinde bulunduğu şartlara bağlıdır. Eğer ekonomi şans eseri tam istihdam (âtıl üretim aracı ve işsizliğin bulunmadığı ekonomik durum) seviyesinde ise para arzındaki artışların parasal gelirde, onun da faal talepte husule getireceği ek artışlara üretim sektörü cevap veremez. Dolayısıyla ek talebin doğuracağı baskı fiyatların yükselmesine sebeb olabilecektir. Görüldüğü gibi tam istihdam seviyesinde parasal büyümenin doğuracağı sonuçlar bakımından Keynes’in söyledikleri ile Kemmiyet Teorisinin söyledikleri aynı şeydir. Fakat şu farkla ki, Keynes para miktarındaki her artışın harcama yoluyla aynen toplam talebi artırmayabileceğini, zira para artışının bir kısmının iktisadî birimlerce âtıl para şeklinde talep edilebileceğini belirtir. Sözgelimi para artışının tamamı âtıl para olarak talep edilmiş ise harcamalar (toplum talep) eski seviyesinde kalır ve fiyatlar da değişmez. (Şüphesiz ki fiyat artışları sadece parasal büyümeden (talep artışından) kaynaklanmaz. Paranın etkisini anlamak bakımından diğer şartların değişmediğini farzediyoruz.)

Ekonomi tam istihdam seviyesinde değilse, yani Keynes’in farzettiği gibi, ekonomide âtıl üretim araçları ve işsizler bol miktarda bulunuyor ise parasal genişleme yoluyla talep hacmindeki artışlar yalnızca üretim hacmini artıracaktır. Çünkü, “talep artışı karşısında müteşebbisler firmalarının boş duran üretim imkânlarını kullanacaklar, işsiz gezen işçileri işe alacaklar ve bütün bu faaliyetler sonunda istihsal artarken fiyatların artması gerekmeyecektir. Zira işçiler işsiz gezdiklerine göre, işçi talebi arttığı için ücretleri yükseltmeye kalkmayacaklardır. Sonuç olarak, faal talepde meydana gelen artış toplam arzda (yani reel millî gelirde) meydana gelecek bir artışla karşılanabilecektir.” Bununla birlikte talep artışı ile istihdam ve istihsal hacminin artacağını ve ama kısmen de fiyatların yükseleceğini farzetmek gerçeğe daha yakındır. Sözgelimi depresyon hâli (piyasanın durgun, işsizliğin arttığı, fiyatların düşme meyli gösterdiği ve toplam satınalma gücünün daraldığı ekonomik safha) başlangıç noktası kabul edilirse, istihdam ve istihsal hacminin fiyatlardan daha büyük bir hızla arttığı görülür, tâ ki tam istihdam seviyesine yaklaşana değin. Fakat tam istihdama yaklaşıldığında bu sefer fiyatlardaki artış istihdam ve istihsaldeki artış hızını geçer. Bunun sebebi tam istihdama yaklaşırken ekonominin arz kabiliyeti ile ilgilidir: Bazı endüstrilerde üretim artışı arz fiyatını süratle yükseltmekte, bazılarında ise arz fiyatı pek az ve ancak tam istihdamı sağlamaya yeterli derecede artar. Mesela madencilik ve ziraat kollarında istihsal hacmi kısa dönemde artırılamaz. Dolayısıyla bu sektörlere yönelik talep artışı daha ziyade fiyatların yükselmesine yol açar. Buna mukabil endüstrinin arz kabiliyeti büyüktür. Fakat bu sektörün ihtiyaç duyacağı ham madde talebi de kısa dönemde artırılamayacağı sebebiyledir ki, endüstride üretim artışıyla birlikte fiyatlar da yükselecektir…

Parasal büyümenin tesirini etkileyen iki önemli problem vardır ki, birincisi “yeni paranın ne kadarı aktif tedavüle ne kadarı âtıl depolara gidecektir?..” Yeni para daha ziyade âtıl depolara gittiğinde şüphesiz ki parasal büyümenin üretim ve istihdama müsbet bir tesiri olmayacak ve hatta âtıl tutulan paranın ileride, istenmeyen bir zamanda çözülmesiyle fiyatların yükselmesi sözkonusu olabilecektir… İkinci olarak, “gelirin muhtelif sosyal gruplar arasında nasıl dağılacağı” meselesi vardır. Gelir dağılımı eğer adaletsiz ise parasal gelirdeki artıştan harcama meyli yüksek olan alt gelir grupları nasiplenemeyecek ve dolayısıyla faal talep hacmi istenilen nisbette artırılamayacaktır… (ıslâm toplumunda zekatın, para miktarındaki artışların âtıl depolara gidişini önleyeci rolü birinci probleme kısmen, servet ve geliri topluma yayıcı yönü ise ikinci probleme cevap verebilecektir.)… …nemli bir mesele de sistemin merkezinde yer alan faiz unsuru sebebiyle, parasal genişlemenin toplam talebe tesiri oldukça dolambaçlı ve muğlak olabilmektedir. (Şüphesiz ki faiz ilga edileceğinden bizim sistemimizde böyle bir problem olmayacaktır.)… Sözkonusu problemleri aşmak için Keynes, para politikası değil, “maliye politikası” öngörür…

Keynes’in görüşleri esas itibariyle sermayenin bol miktarda bulunduğu gelişmiş batı ekonomilerine yöneliktir. Ekonomi tam istihdamdan uzaklaştığında ortaya çıkan işsizlik ve âtıl kapasite, para miktarı (ve dolayısıyla faal talep) artırılarak üretime sevkedilebilir. Böylece para miktarını ayarlayarak ekonomiyi yeniden tam istihdama getirmek veya yaklaştırmak mümkün olabilmektedir. Tabiî bu, kendiliğinden ve otomatikman değil ancak devletin devreye girmesiyle sağlanabilir… Türkiye gibi geri kalmış ülkelerde ekonominin arz kabiliyeti sınırlı olduğu, bir başka deyişle yeterince fizikî sermaye bulunmadığı için parasal büyüme kısmen üretimi ve ama daha ziyade fiyatlar genel seviyesini yükseltmektedir. İşsizlik ise önlenememektedir. Dolayısıyla istihdam ve istihsal hacmini artırabilmek için parasal genişleme değil ekonominin arz kabiliyetini artırıcı tedbir ve yenilikler gerekmektedir…

Keynes’ten sonra ve ona bir tepki olarak Milton Friedman‘ın öncülüğünde Karl Brunner, Anna Schwartz ve Allan H. Meltzer gibi tanınmış iktisatçılar Moneter (parasalcı) teoriyi geliştirdiler. Bu teori Kemmiyet Teorisi’nin yeni bir yorumundan ibaretti… Birçok ülkede yaptığı araştırmalara istinaden Friedman, para miktarındaki artışın 6 ile 9 aylık gecikmeyle parasal millî gelirde artışa yol açtığını söyler. Parasal gelirdeki ek artış, tipik bir biçimde ilk olarak üretimde kendini gösterir. Henüz fiyatlar değişmemektedir. Para miktarındaki artış hızı düşürülmez ise, parasal gelir büyüme oranı ve fizikî üretim de söz gelimi 6-9 ay sonra düşecektir. Ancak fiyat artış hızı bundan çok az etkilenecektir. Ortalama olarak fiyatlar üzerindeki etki, gelir ve üretimdeki etkinin görülmesinden yaklaşık 9 ile 15 ay sonra ortaya çıkacaktır. Böylece parasal büyümedeki değişmeyle enflasyon arasındaki değişme arasında ortalama toplam gecikme (intikal devresi) 15 ile 24 ay arasında gerçekleşecektir… Netice olarak para stokundaki artışlar belli bir gecikmeyle sadece parasal millî geliri ve fiyatlar seviyesini artırır. Para miktarındaki artış, üretim miktarındaki artışın üzerinde ise mutlak surette fiyatlar artacaktır. Friedman’ın deyimiyle fiyat artışları (enflasyon), “her zaman ve her yerde parasal ve yalnızca parasal bir vakıadır.”… Moneteristlere göre para stoku parasal millî gelirin, vergi hasılatının ve piyasa faaliyetinin gelişmesine yön veren tek ana değişkendir; iktisat politikasının başlıca kumanda aletidir. Fakat para – faiz haddi – tasarruf – yatırım ilişkilerinin gevşek oluşu ve ilişkilerin ayrıntıları konusundaki bilgisizlik nedeniyle “para stoku”nu etkin bir iktisat politikası olarak kullanmak mümkün olmamaktadır. Bu yüzden Friedman ve çömezleri devlete pasif bir görev biçerler: Fiyat istikrarı isteniyorsa devletin, parasal büyüme oranını öngörülen millî gelir büyüme hızı oranınca ayarlaması yeterlidir.

Netice olarak, paranın ekonomik unsurlara tesirine dair kısa bir değerlendirme yapılacak olunursa:

1- Klasikler, Neo-Klasikler, Friedman ve yoldaşları, para darlığı karşısında fiyatlar genel seviyesinin düşeceğini ve böylece küçülen parasal millî geliri, dolanımdaki para hacminin çevirmeye yeteceğini iddia ederler. Oysa yetersiz para stokunun, parasal gelir ve harcamaları (talebi) düşürmesiyle sadece fiyatlar düşmez, aynı zamanda reel gelir ve istihdam hacmi de daralır; bu realiteye daha uygundur. Toplam faal talebi artırmak için şayet devlet para stokunu genişletmez ise ekonomi bir süre sonra dibe vurabilir; ve hatta Keynes’in deyimiyle, ekonomi kendi haline bırakılırsa durgunluk (depresyon) yıllarca sürebilir. 1929 depresyonu gibi…

2- Ekonomi tam kapasite (veya sermayenin tam istihdamı) ile çalışıyor ise parasal büyüme daha ziyade fiyatlar genel düzeyini kısmen de üretimi artırır. Bunun sebebi “azalan verim kanunu”dur. Bu tabiî kanun, verimliliği artırıcı yeni üretim teknikleriyle etkisizleştirilebilir… (Ekonominin tam kapasite ile çalışmasını sağlayacak yeterli işçi bulunamaz ise yani ülkedeki fizikî sermayenin işçi sayısına nisbeti yüksekse âtıl kapasite ortaya çıkar. Âtıl kapasiteyi üretime sevketmenin ve millî geliri artırmanın yolu dışardan işçi getirmektir; Almanya gibi.)

3- Ekonomi eksik istihdam ile çalışıyor; yani ekonomide hem âtıl kapasite hem de işsizlik bulunuyorsa reel ekonomik unsurları artırmanın tek yolu para arzını yeterince genişletmektir. Böylece parasal gelirdeki artışlar harcama yoluyla faal talebi artıracak, bu ise üretimi tahrik edecektir. Talep artışı âtıl kapasite ve işsizlerin üretime sevkiyle karşılanabilecektir. İstihsal ve istihdam hacmi genişlerken fiyatlar genel seviyesi ekonominin şartlarına göre ya hiç değişmeyecek veya kısmen artacaktır. Ama tam istihdama yaklaşırken fiyat artışları kendini gösterecektir.

4- Fizikî sermayesi ve arz kabiliyeti mahdut olan geri ve gelişmekte olan ekonomilerde parasal genişleme aynen veya daha ziyade fiyatlar düzeyini yükseltir. İşsizlik oranının yüksek olduğu bu ülkelerde hükümetlerin iki alternatifi vardır: Birincisi fiyat istikrarının işsizliğe tercih edilmesidir. Bu maksatla yapılması gereken parasal genişleme oranını öngörülen büyümeye (millî gelir artış hızı) eşit kılmaktır… İkinci alternatif, yüksek bir istihdam seviyesinin fiyat istikrarına tercih edilmesidir. Bu amaca uygun olarak para stoku genişletilebilir. Sonuçta hem üretim ve istihdam hacmi artar hem de fiyatlar yükselir; hangisinin ne düzeyde yükseleceği para idaresinden sorumlu otoritenin maharetine ve tabiî ekonominin yapısına bağlıdır… Her iki alternatifi bir arada bağdaştırmak da mümkündür.

5- Yukarıdaki tesbitleri bir başka açıdan ifade edecek olursak: Parasal genişlemenin fiyatlara tesiri belli bir gecikmeyle meydana gelmektedir. Bu süre (intikal devresi) içinde üretim (arz) talepteki artış nisbetinde genişletilebilirse fiyatlar değişmez. Talep artışı kısmen karşılanır ise fiyatlar da kısmen artar. Ama üretim hiç artırılamaz ise parasal büyüme nisbetinde fiyatlar da yükselir… Sözgelimi belli bir dönemde bir toplumdaki para stoku 100 lira, arzedilmiş mal hacmi ise 100 adet ahşap masadan ibaret olsun. Bu durumda bir masanın fiyatı arz-talep dengesine göre 1 lira olacaktır. Para otoritesi para miktarını 50 lira artıracak olursa, bu artışın tesiri ekonominin yapısına göre değişecektir. …ncelikle 50 liralık parasal artış parasal geliri ve toplam talebi 100’den 150 liraya çıkaracaktır; yani ek talep artışı 50 lira olacaktır. Ekonomi intikal devresi süresince bu talep artışına hiç cevap veremez ise fiyatar aynı oranda (% 50) yükselecektir. Talep artışı şayet intikal devresinde tamamen karşılanır yani masa üretimi de % 50 nisbetinde artırılabilirse fiyatlar eski seviyesini koruyacaktır. Ama masa üretimi bu iki uç halin arasında gerçekleşir ise sonuçta hem üretim hem fiyatlar yükselir. Mesela 20 masa üretilirse fiyatlar ancak % 25 nisbetinde artar.

Yukarıdaki değerlendirmelerde paranın talep yönü, mevzuunun anlaşılması bakımından ihmal edildi. İnsanların davranışlarıyla belirlenen para talebinin devreye sokulmasıyla şüphesiz ki, para, stokundaki değişmelerin doğuracağı sonuçlar beklendiği gibi gerçekleşmeyebilir.

PARANIN İDARESİ

Belli bir para teorisine istinaden paranın idaresi, para ve maliye politikaları aracılığı ile öngörülen iktisadî hedeflere ulaşmak için para arz ve talebinin düzenlenmesini ifade eder. Bu hedeflerin başında fiyat istikrarını ve tam istihdamı sağlamak gelir. Bunlarla birlikte ödemeler dengesinin, iktisadî büyümenin ve adil gelir bölüşümünün sağlanması da hedefler arasında yer alır.

“Parakutâ”da belirtildiği üzere: “Paranın idaresine, istihdam mülahazası hâkim olduğu zaman, para miktarı, fiyat seviyesi üzerindeki tesiri hiç nazara alınmadan, işsizliği önleyecek şekilde ayarlanacaktır. Yalnız para miktarını ayarlayarak işsizliği önlemenin mümkün olmadığı aşikârdır. Bu sebepten yapılacak şey, para miktarını, diğer şartlar müsait olduğu takdirde, işsizliğin önlenmesine engel olmayacak şekilde ayarlamaktan ibarettir. (…) Para miktarının çeşitli ve çok defa çelişik gayelerin hepsini birden en uygun bir şekilde sağlayacak tarzda idaresi icap etmektedir. Bugün fiilen bu şekilde hareket edilmekte ve şartlara göre kâh fiyat istikrarı, kâh istihdam seviyesi ve dış ticaret muvazenesi ön plana alınarak hareket edilmektedir.”

Başyücelik Devleti’nde, hangi hedeflere öncelik tanınacağı ve paranın nasıl idare edileceği şüphesiz ki, devrimle devralınacak ekonominin durumuna bağlı olacaktır. Şimdiden bir şey söylenemez.

Faydalanılan Eserler:

1) Salih Mirzabeyoğlu, İktisat ve Ahlâk, İBDA Yay., İstanbul-1987; Parakutâ’, İBDA Yay., İstanbul-1997.

2) Prof. Dr. Mükerrem Hiç, Para Teorisi ve Politikası, Menteş Kitabevi, 8. Baskı, İstanbul-1992; Para, Kredi ve Fiatlar, Ankara-1971.

3) Prof. Dr. Feridun Ergin, Para ve Faiz Teorileri, Beta, 2. Baskı, İstanbul-1983.

4) Milton Friedman, Parasalcı İktisat Siyasası, (Ter. Dr. Gencer …zcan), (Mak.); Liberalizm ve Refah Devleti, Bağlam Yay., İstanbul-1993.

5) Michael Stewart, Keynes Devrimi, (Ter. A. Baltacıgil), Minnetoğlu Yay., İstanbul..

6) Alvin H. Hansen, Para Teorisi ve Maliye Politikası, (Ter. Ahmet Kılıçbay), Sermet Mat., İstanbul-1959.

7) Prof. Dr. Zeyyat Hatipoğlu, Muasır Para Teorileri, 2. Baskı, İstanbul-1965.

8) Doç. Dr. Avni Zarakoğlu, Para ve Banka, Ankara-1959.

9) Prof. Dr. İzzet Aydın, Para Politikasının Teorik Yönü, Ankara-1970.

10) Prof. Dr. Besim Üstünel, Makro Ekonomi, 5. Baskı, İstanbul-1990.

11) Doç. Dr. Nur Keyder, Para, Bilim Büro Basımevi, 2. Baskı, Ankara-1990.

12) Ahmed Hasenî, İslâm’da Para, (Ter. Adem Esen), İz Yay., İstanbul-1991.

Kaynak: S.D., Akademya I. Dönem 10. Sayı, Ağustos 1998; 11. Sayı, Şubat 1999 (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR