Bu bahis beş bölüme ayrılır. Ahalinin Özelliğine Nisbetle, Kuruluşlarına Göre, Hükümranlıklarına Göre, İktidarın Kaynağı Bakımından ve Devlet Reisi-Şekiller… İlk önce bahsin beş bölümünü kabaca aktaracak ve ardından netice kısmıyla beraber Başyücelik Devleti- Yeni Dünya Düzeni- eserinin ilk levhasını tamamlamış olacağız. Biz anlatım biçimi olarak eserde verileni adım adım takip ederek önce anlama sonra da çıkarım yapma yolunu tuttuk; böylece, herkes tarafından okundu mu okunmadı mı kaygısından azade, bire bir satırların üzerinde ve meselenin içinde yol alabileceğimiz bu hareket tarzını bu yazıda kullanacağız.
Ahalinin Özelliğine Nisbetle
Salih Mirzabeyoğlu bu bahse niçin “ahali” kavramını tercih ettiğini izah ederek başlar; “millet”in tarifinin “geniş bir yelpazede” kullanılageldiğinden bu kavramı tercih ettiğinin altını çizer ve ardından bu mevzudaki mühim bir meseleyi dile getirerek mevzuyu açar: “Devlet Şekilleri mevzuunda ilk ayrım, devlete vücut veren bu esasa nisbetle ve ‘mütecanis’ ve ‘gayrı mütecanis’ olarak ikiye ayrılır”. Kendisinin “mütecanis ahali” derken “karşılıklı etkileşim’in kendini kendinden olmayanlardan ayıran hususiyetleriyle teşekkül etmiş” olan “toplum” tarifini” kastettiğini de not düşer… Ardından bu ayrımın bugün “devletler hukuku” açısından pratikte geçerliliği olduğuna dikkat çekerek şu müeyyideyi hatırlatır “Gayr-ı mütecanis bir devlet üzerinde denetim zorunluluğu vardır!”
Kuruluşlarına Göre
Salih Mirzabeyoğlu bu başlık altındaki devletleri iki gruba ayırarak anlatır; birinci gruptakiler “basit-üniter”, ikinci gruptakiler ise “birleşik” devletler ki, bu yapıdaki devletleri de iki kısıma ayırır… “Üniter devlet” merkezi idare tarafından, Mirzabeyoğlu’nun deyimiyle “tek bir otorite tarafından” yönetilen, mahalli işlerin yereldeki seçilmişlerle, kamu idaresinin ise merkezdeki otorite tarafından sağlandığı yönetim biçimi; Türkiye ve dünyadaki bir çok devlet bu kuruluş yapısına göre yönetilmektedir. Bir başka deyişle, bu biçimde kurulmuşlar ve bugün kuruluşlarındaki zaafların aşırı çoğalmasından ötürü sağlıklı bir biçimde yönetilememektedirler. Üniter Devlet modeli hakkında Mirzabeyoğlu’nun dikkat çektiği iki husus vardır: birincisi, bu devletlerin mütecanis ve gayrı mütecanis de olabilecekleri; ikincisi ise mahalli idarelere verdikleri yetkilerin “az veya çok” olmaları bakımından birbirlerinden farklılık gösterebilecekleri…
İkinci gruptakiler ise “birleşik devletler”… Birlik hâlinde vücut bulmuş ve Toplanmış Devletler… Birlik hâlinde vücut bulmuş devletler “şahsî birlik ve gerçek birlik” olarak ikiye; Toplanmış devletler de “konfederasyon” ve “federal” olarak ikiye ayrılır; çoğu devlet şeklinin günümüzde yer almaması ve yer alanların bir çoğunun da “yönetim biçimi” olarak farklılaşmış olmasına nazaran bu mevzuun ayrıntılarına girmeyeceğiz; alakalıları mevzuun inceliklerini eserden takip edebilir…
Hükümranlıklarına Göre
Bu bölüm içerisinde devletler ikiye ayrılmıştır; bağımsızlar ve yarı bağımsızlar…
Salih Mirzabeyoğlu Bağımsız Devletleri “Bunlar, dış ve iç hükümranlıkları tam olan devletlerdir. Hükümranlık haklarını serbestçe, hiç bir kayıt ve şarta tâbi olmaksızın kullanırlar.” diye tarif eder; ve ardından “görünüşte bağımsız nice devlet vardır ki, bu sadece lâftan ibarettir” der…
Yarı Bağımsız Devletler’i Mirzabeyoğlu üç şekil etrafında toplar:
a) Kendisinden daha kuvvetli devlete bir andlaşma ile bağlı olan, himaye altına girenler… Bir zamanların SSCB’sine dâhil olan devletleri buna misâl gösterebiliriz sanırım.
b) Tâbi Devletler; tâbi oldukları devletten ayrılmalarına mukâbil bağlılığının devam ettiği devletler ki, buna da SSCB’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan BDT’yi (Bağımsız Devletler Topluluğu) misâl gösterebiliriz…
c) Manda İdaresi… Mirzabeyoğlu’nun benzetmesiyle ifade edersek “Milletler arası bir vesayet müessesesi”… Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Milletler Cemiyeti kontrolüne tâbî olmak şartıyla verilen görevleri yapmakla mükellef olan devletler; yani büyük devletlerin kontrolündeki -emrindeki küçük devletler; Milletler Cemiyeti de bir bakıma müfettiş… Birleşmiş Milletlerin -moda bir tabirle- eski sürümü; Avrupa ve Amerika’nın sömürgeci anlayışına uygun olarak uydurduğu bir kılıf… Ne hazindir ki 1918’li yıllarda İttihat ve Terakki’ci bir grup olan ve başlarını Halide Edip, Rauf Bey, Kara Vasıf, Yunus Nadi gibi Mandacılar’ın çektiği kimseler, etinden sütünden yararlandığımız mandalara rahmet okutacak bir şekilde Amerikan Mandası olmak için cemiyet kurmuş ve bir süre propaganda yürütmüşlerdir… Manda İdaresi’nin “himaye”den farkı, himaye olan devlet bir andlaşma ile bunu gerçekleştirirken Manda İdaresi altındaki devletlerin hiçbir söz hakkı yoktur. Milletler Cemiyeti’nin Birleşmiş Milletler’e dönüşmesiyle silinmiş olan bu idare biçimi, farklılaşmış biçimiyle yerini “milletlerarası vesayet rejimi”ne bırakmıştır.
İktidarın kaynağı Bakımından
Bu ara başlık altında devletler iki ana gruba ayrılırlar; “Monarşik Devletler” ve “Cumhuriyet İdareleri”… Monarşik yönetimlerde iktidarın kaynağı ve sahibi tek bir kişidir; bu yönetim biçiminin tarihte pek çok farklılaşmış şekli olduğunun altı çizildikten sonra “hükümdarın bir ilah yahut Allah’ın temsilcisi” sayılan “Teokratik Monarşi”ye dikkat çekilerek Osmanlı’nın bu meyanda görülebileceğine dikkat çekilir… Hükümdar’ın devlet realitesinin dışında ve üstünde olduğu “Patrimonyal Monarşi”, hükümdarın devlet realitesinin bir unsuru ve organı olduğu “Mutlak” ve “Meşruti Monarşi”ler…
Hükümdarın mevkiine geçiş tarzına ve yetkilerinin genişliğine göre tasnif edilirse halk tarafından seçilen fakat hükümranlığın kendisinin hakkı olduğu tartışılmayan, hükümdar’ın hayatta olmasıyla beraber yeni bir hükümdar seçmenin mümkün olmadığı tiplere “Seçimli monarşi” denir. “Seçimli monarşi”de iktidara gelecek kişi hanedana mensup olmak zorundadır…
“Yetkilerinin kapsam ve sınırı” açısından ele alındığında ise Mutlak ve Meşruti Monarşi:
Mutlak Monarşi’de hükümdar kanunların üzerindedir; fakat din ve vicdan açısından hükümdar sınırlamaya tâbî tutulabilir ve teamül dışına çıkmaları hoş karşılanmaz; bu bakımdan despotizmden ayrılırlar… Salih Mirzabeyoğlu bu meyanda “klâsik şemalar içinde değerlendirilemez olan Osmanlı Devleti”nde “yerleşmiş ana kurallar”ın terk edilmesinin gerileme devrindeki olumsuzluklara yol açtığına da bu bahiste dikkat çeker…
Meşruti Monarşi’de hükümdarın yetkileri kanunla sınırlandırılmıştır ve hükümet meclis tarafından idare edilir; bugün, belirtilen çerçevede olmasa da, demokratik ve parlamenter sistemleri içinde barındıran Monarşiler de mevcuttur…
Hakimiyetin tek kişiden ziyade kurullar tarafından yürütüldüğü, halk tarafından seçilen Cumhuriyet İdareleri iki bölüme ayrılırlar; demokratik ve aristokratik…
Aristokratik Devlet’te yönetim belli bir sınıfın elindedir ve bu sınıf bilgi, servet, doğuş, yaş, sınâî ve ticâri meslek gibi sebeblerle imtiyazı elinde bulundurur; Aristokrasi’de bu imtiyazlı sınıf devleti yönetir ve yürütme yetkisi tek kişinin elinde bile olsa, bu kişinin şahsından ziyade yönetim hukuken ayrıcalıkları olan bir kurul tarafından idare edilir…
Aristokrasi nasıl seçkin bir zümreye, ehil bir sınıfa dayalı ise demokrasi kendini “ahali-millete” dayandırır; kanun yapma ya ahali tarafından bizzat yahut da onun seçtikleri tarafından “temsili” olarak yapılır; günümüz nüfus yoğunluğu ele alındığında günümüz demokratik rejimlerinin “temsili demokrasi” olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Birincisinde doğrudan ikincisinde temsili; Salih Mirzabeyoğlu, bu ikisi arasındaki “yarı doğrudan demokrasi”yi de anlatarak zamanla güncellenmiş bu modelin Amerika Birleşik Devletleri ve İsviçre’nin benimsediğini söyler. “Yarı doğrudan demokrasi”de vekilleri halk seçer ve parlamentonun kanun yapma yetkisini kendisinde saklı tutarak veto etme hakkına da sahiptir.
Salih Mirzabeyoğlu mühim bir not olarak bu ara başlığın sonuna Amerika Birleşik Devletleri başkanı Woodrow Wilson’ın 8 Ocak 1918 günü ABD Kongresi’nde yaptığı konuşmada bahsettiği ve sonradan BM’de kanunlaşan “milletlerin encâmını tayin etmeye hakkı vardır” sözünü hatırlatır; bu maddenin demokrasiyi bir iç rejim olmaktan çıkarıp milletlerarası bir hüviyet kazandırdığının altını çizer.
Devlet Reisi-Şekiller
Salih Mirzabeyoğlu ilk önce “devlet reisi” bahsinin “devlet şekilleri”yle yakın bir alakası bulunduğunu ve bu sebebten ötürü bu levhaya aldığını söyler…
Bu bahse kadar gördüğümüz devlet şekillerini iki kategoriye ayırarak “totaliter ve demokratik örnekler” olduğunu, kâh merkezî şahsiyetten halka, kâh halktan merkezî şahsiyete doğru kral, şah, cumhurbaşkanı, ismi ne olursa olsun netice olarak hepsinin üç sınıflandırma içinde bulunduğunu söyler:
“Kuklalar, kukla oynatanlar, şanlı mankenler”…
Ardından bu üç sınıfı misallendirir:
Kuklalar; Mussolini devrinde İtalya Kralı, İttihat ve Terakkî zamanında Sultan Reşat ve bazı Sovyet Rusya reisleri..
Kukla Oynatanlar; Mutlak İdare Başkanları olarak, Almanya’da Hitler, Rusya’da Stalin, İspanya’da Franko, Türkiye’de İnönü vesaire…
Şanlı Mankenler; demokratik rejimlere mahsus lider müsveddeleri. “hizipler üstü davasız ve iddiasız şahsiyetler”…
Salih Mirzabeyoğlu’nun devlet şekilleri içerisinde “devlet reisi” meselesini ele almasının, bizzat gerçek reisliğin ne olduğunu değil de ne olmadığının gösterilmesi maksadıyla bu levhaya eklediğini görüyoruz…
Son olarak Amerikan devlet sistemindeki “devlet reisliği ve hükümet reisliği arasındaki salahiyet ahenksizliği”nin her iki makamın birleştirilmesiyle giderildiğine dikkat çekilerek herşeyin ister-istemez “mihrak şahsiyet” davasında toplandığına müşahhas bir misal verilmiştir. Mirzabeyoğlu bu şekle misal olarak da Avrupa’dan De Gaulle’ü gösterir…
NOTLAR
Birinci not:
Ahalinin Özelliğine Nisbetle başlığı altında Salih Mirzabeyoğlu’nun dikkat çektiği “Gayr-ı mütecanis bir devlet üzerinde denetim zorunluluğu vardır!” meselesini tekrardan hatırlatalım; çünkü bu mevzu etrafında Mirzabeyoğlu esasında “milletlerin encamını tayin etmeye hakkı vardır” diye bilinen Wilson prensibine dikkat çekerek “nazariyye ye dair bir husus olmanın ötesinde” diyerek bugün yeri geldiğince hukûkî kaide olarak kullanılageldiğini hatırlatır; nitekim, “kendi kaderini tayin” meselesinin Devletler Hukuku’na nisbetle yöneltici bir fikir mi, amir bir hukuk kaidesi mi olduğu yönündeki tartışmaya dâir Prof. Dr. Tahsin Bekir Balta “bu prensibin hukukî önemini inkâr eden hiç bir devletin bulunmadığı”nı(1), ayrıca Lausanne-Lozan’da Batı Trakya ve Musul meselelerinde “kendi kaderini tayin hakkı” dikkate alınmamış İnglizlerin lehine kararlar verildiğini söyler… Bununla bağlantılı olarak yeri gelmişken son aylarda gündemde olan ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde yer yer gerçekleştirilmeye çalışılan “özerklik” meselesini de hatırlatalım; çünkü, “üniter” yapıdaki bir devlette her ne kadar iç hukuka nazaran bu mümkün gözükmese de “uluslar arası hukuk” nazarında mesele ele aldığında durum değişiyor; şöyle ki, 2001 yılında Kanada’da toplanan (ICISS) isimli bir komisyon tarafından ortaya “responsibility to protect-koruma sorumluluğu” kavramı öne sürülmüş ve bu kavram 2005 yılında Birleşmiş Milletler’e üye olan bütün devletler tarafından konsensüsle kabul görmüştür. Sadece kabul görmekle kalmayıp bazı meselelerde referans haline bile geldi; BM’nin Kosava olaylarına müdahalede gecikmesi öne sürülmüş ve bu sebeble böyle bir kavram üretilerek “Koruma Sorumluluğu” BM nezdinde devletler tarafından referans gösterilecek bir öneme sürüklenmiştir. Kabaca “Koruma Sorumluluğu”nun ortaya çıkış süreci böyledir.
Peki nedir Koruma Sorumluluğu?
Kabaca şöyledir: “Devletlerin kendi halklarını soykırım, savaş suçları, etnik temizlik ve insanlığa karşı suçlardan korumak sorumluluğu vardır. Devletin bu sorumluluğu yerine getirmediğinin açık olduğu durumlarda, uluslararası topluluğun BM Kurucu Antlaşması VI. ve VII. Bölümlerine uygun şekilde, kolektif olarak ve her bir vaka bazında, duruma müdahale sorumluluğu söz konusu olur.”(2) “Müdahale”nin “askerî müdahale”yi de kapsadığını ayrıca hatırlatalım… Sadece askeri müdahale değil aynı zamanda askeri müdahale sonrası inşaa etme faaliyetleri de bunun içine girmektedir… Alakalıları haricinde kimsenin dikkatini çekmeyen bu mesele pek bir mühimdir; çünkü, Sudan’da bu kanun işletilerek müdahalede bulunulmuş ve uzun yıllardır devam eden Sudan’daki bu problem, daha doğrusu Batılılar tarafından kışkırtılan bu durum bir prototib yer seçilerek “Koruma Sorumluluğu” adı altında Sudan’ın ikiye bölünmesine yol açmıştır. Kezâ, 17 Mart 2011 tarihinde Güvenlik Konseyince alınan kararla Koruma Sorumluluğu Libya’da askeri açıdan müdahale olarak ilk defa uygulanmış ve neticelerini hep beraber görmüştük. Bunların yanında Fildişi Sahili ve Yemen’de de aynı ilke devreye sokularak “Koruma Sorumluluğu” adı altında bahsi geçen ülkelere müdahale edilmiştir. Doç. Dr. Zeynep Kıvılcım’ın da dikkat çektiği üzere “Gazze, Somali, Irak, Afganistan ve Suriye’deki durumu koruma sorumluluğu çerçevesinde” değerlendirmeyen BM, kuruluş maksadı olan büyük devletlerin diğerlerini parçalama işindeki sekreterliğini tutarlı bir biçimde yerine getirmiştir…
Son günlerdeki “özerklik” ilan etme modası, bizim memleketimizdeki vasıfsız “parti” liderlerinin aklıyla yapılacak kadar sıradan bir mesele değil, yaptığının neticesinin ne olduğu bilinmeden Batının yönlendirmesiyle hareket edilmesinin bir tezahürüdür. Kaldı ki, tıpkı Lozan’daki gibi bu tip kanunlar hiçbir zaman bizim memleketimiz ve milletimiz lehine işletilmeyeceği de yukarıdaki misallerden görülebilir…
İkinci not:
Salih Mirzabeyoğlu’nun Ahalinin Özelliğine Nisbetle başlığı altında şerh düştüğü “mütecanis ahali” derken “karşılıklı etkileşim’in kendini kendinden olmayanlardan ayıran hususiyetleriyle teşekkül etmiş” olan “toplum” tarifini kullanması gayet dikkat çekici bir nitelemedir; böylelikle Salih Mirzabeyoğlu mevzu dahilindeki niteleme karışıklığına da son vererek “millet” gibi tarifi bir çok açıdan ele alınabilir kavram yerine “ahali”yi kullanması, “ahali” kavramının bugün kullanılageldiği dar çerçeveden çıkarılarak farklı bir mânâya büründüğünü, yerine göre Population-Ahali olarak bile kullanılan bu kavrama farklı bir nitelik kattığını görüyoruz.
Üçüncü Not
Aristoteles, Politika’sında yönetim biçimlerini Monarşi tek kişinin, Aristokrasi azınlığın, Politea çoğunluğun diyerek üçe; Montesquieu-Monteskiyö, Kanunların Ruhu’nda Cumhuriyet, Monarşi ve Despotizm diyerek üçe; Jean Jack Rousseau-Russo Toplum Sözleşmesi’nde Cumhuriyet, Monarşi ve Aristokrasi diyerek üçe ayırır… Salih Mirzabeyoğlu ise Alman hukuçu Georg Jellinek gibi meseleyi hülâsa eder Monarşi ve Cumhuriyet olarak yönetim biçimlerini ikiye ayırır; nitekim bütün şekilleriyle her biri bu iki biçimin farklı tezahürlerinden ibarettir. Öbür türlü “tarif” edilmeye başlandığında “başıboşluk”tan tutalım merkeziyet ifade eden her topluluğa kadar onlarca ayrı tarife ihtiyaç duyulacaktır ki, zaten bütün karmaşa da bundan kaynaklanmaktadır…Mirzabeyoğlu Osmanlı’nın yönetim biçimi için “klasik yönetim biçimlerinin dışında” diye şerh düşerek kendi teklifinin de her bir yönetim biçimine benzer sayılabileceğini, fakat klasik bir yönetim biçimi teklif etmeyeceğini “giriş” diyebileceğimiz bu levhada hissettirir.
Dördüncü Not
Mühim bir ayrıma dikkat çekmek istiyoruz. “Cumhuriyet” denildiğinde kafalarda beliren “demokrasi’ kavramı yaygın olarak kullanılan- hatta proflar tarafından bile yeri geldiğince böyle ifade edilen- bir yanlış kullanım biçimidir; bugünün demokratik rejimlerinin “demokratik cumhuriyet” olmaları da bu herkesçe yanlış kullanıma normatif şuur hatası olarak yol açmaktadır; oysa Yrd. Doç. Dr. Kemal Gözler’in de ifade ettiği üzere bir Monarşi demokratik olabileceği gibi bir cumhuriyet de anti-demokratik olabilir. Mevzuya açıklık getirmesi bakımından Yrd. Doç. Dr. Kemal Gözler hocanın bizdeki ve Fransızlar’daki “Cumhuriyet” tanımını aktarmak istiyoruz.
” ‘Cumhuriyet’ kelimesi ise bize Arapça ‘cumhur’ kelimesinden geçmiştir. ‘Cumhur’ toplu halde bulunan halk demektir. ‘Cumhur’ ise, cumhura, yani ‘millete, halka mahsus’ (Devellioğlu, 1984: 177). ‘Cumhuriyet’ işte bu ‘cumhur’dan türetilmiş bir isimdir. Dolayısıyla etimolojik olarak cumhuriyeti ‘halka mahsus şey’, ‘halka ait olan şey’ demektir (Başgil,1960:344). O halde, yine etimolojik olarak, devlet şekli anlamında ‘cumhuriyet’i, ‘halka ait olan devlet’ diye tanımlayabiliriz.
Cumhuriyet kelimesinin Fransızca karşılığı olan ‘republique’ kelimesi de aynı şeyi ifade eder. Bu kelime ‘şey’, ‘mal’ anlamına gelen Latince res ve ‘kamu’, ‘halk’ anlamına gelen publica kelimelerinden türemiştir. Latince res publica ‘kamu malı, halkın malı’ demektir (Pontier, 1992:239; Quermonne, 1992: 923). Devlet şekli anlamında respublica, republique’i ise o halde, ‘halkın malı olan devlet’ olarak tanımlayabiliriz. Görüldüğü gibi Türkçe ‘cumhuriyet’ ve Fransızca ‘rcpublique’ kelimeleri birbirinin tam anlamıyla dengidirler ve dolayısıyla birbirinin yerlerine kullanılabilirler.”(3)
Beşinci Not
Bugün aldığı şekil itibariyle tüm dünyanın dört elle sarıldığı yahut sarılmak zorunda kaldığı demokratik yönetim biçimlerinin tüm ömrü ancak yüz yıl kadardır; yüzyıl içinde, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “Yeni Dünya Düzeni” diyebileceğimiz oluşturulan konsensüsün tüm ülkelere bir şekilde nüfuzunun aracı olmuştur. Salih Mirzabeyoğlu’nun deyimiyle “fikir ve kuruluşlar plânında iç içe bir yumak olarak şekillendirilen Yeni Dünya Düzeni” bütün tezgahını demokratik rejimler üzerine kurmuştur. “Milletlerin encamını tayin etmeye hakkı vardır” ama, encamınızı-kaderinizi tayine kalktığınızda ise suikastten karalamaya bin türlü çorabın başınıza örüldüğünü görürsünüz; yani, eserde geçen Devlet Reisi-Şekiller başlığı altında Mirzabeyoğlu’nun da dile getirdiği üzere bugün insanlığı bir mengene gibi sıkıştıran iki kategorik yönetim biçimi vardır: “Totaliter ve Demokratik örnekler”… Bugünkü demokratik rejimler ve başlarındaki vesayetçileri Mirzabeyoğlu’nun “Şanlı mankenler” diye nitelemesi de gayet dikkat çekicidir. Nitekim, yine ele aldığımız levhalar içinde geçen “görünüşte bağımsız nice devlet vardır ki, bu sadece lâftan ibarettir” teşhisini hatırlatalım.
Netice
Salih Mirzabeyoğlu Başyücelik Devleti “Yeni Dünya Düzeni” isimli eserinin ilk levhasında “Ahalinin Özelliğine Nisbetle, Kuruluşlarına Göre, Hükümranlıklarına Göre, İktidarın Kaynağı Bakımından ve Devlet Reisi-Şekiller” başlıkları altında “Başyücelik Devleti” teklifinin öncesinde mevzuya giriş babından tarihi ve hukûkî açıdan yönetim şekillerini ele almış ve her birini, daha önce tarif edilen devlet şekilleri tariflerini güncelleyerek özetlemiştir. Kitabın ilk levhası, bir merdivenin ilk basamağı gibi ikinci levhasına doğru kapı aralama gayesini gütmektedir.
Dipnotlar:
(1) Etnik Bakımdan Mütecanis Olmayan Bölgelerin Kendi Kaderini Tâyin Hakkı – Prof. Dr. Tahsin Bekir Balta.
(2) Emperyal Küresel Egemenlik ve Koruma Sorumluluğu, Doç. Dr. Zeynep Kıvılcım.
(3) Hukuk Açısından Monarşi ve Cumhuriyet Kavramlarının Tanımı Sorunu, Yrd. Doç. Dr. Kemal Gözler.
Yararlanılan Kaynak:
*Başyücelik Devleti “Yeni Dünya Düzeni”, Salih Mirzabeyoğlu, 3. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul.
Kaynak: Aylık Dergisi, 134. Sayı, Kasım 2015