ÖNSÖZ
Ölümsüz Üstadımız “İdeolocya Örgüsü”nde “Harf Davası” maddesinde BAŞYÜCELİK DEVLETİ’nde nasıl bir “harf” davası güdüleceğinin, yerleştirileceğinin ana hatlarını berrak bir şekilde ifâde ediyor. Bu mevzuya girmeden önce, kendi makale başlığımız ile Üstadımızın madde başlığı arasındaki “tenakuz”a (‘dil’ ve ‘harf’) yönelik ithâmlar olabilir gâyesiyle, bu işi halletmeye yönelik bir iktibas yapalım:
«- İnsanların anlaşabilmesi “bildirilebilme” ile mümkün… Bu ise hakikat hükmünün insanlardaki müşterekliğiyle, yani “ben” ile “başkası” arasındaki ortaklık imkânı demektir… Böyle bir hakikat temeli olmasa, lisân olmaz… Dil ve işaretler, insanlar arasında ortak bir “mânâ” dünyası yerine getiren sembollerdir… Ve şu dava: Dil, yerinde hâl ifâdesi, yerinde sembol, yerinde mevzu, yerinde tefekkür, yerinde “düşünce sistemi”, yerinde araç, yerinde mahiyet, yerinde hareket vs. mânâlarda kullanıldığı gibi, “diyalektik” mânâsında da kullanılır… İşte bütün bunlar çerçevesinde kapsayıcı dil, Büyük Doğu!..» (1)
Üstadımız, “Harf”i, Dil davasının bahsedilen şubelerinden biri olan “araç” nokta-î nazarında ele alıyor ve bunun, yerleştirmeye çalıştığı BÜYÜK DOĞU DİL’İ-ANLAYIŞ’I içerisinde halline yöneliyor; biz de bir nev’i İnkılâbtan sonraki Harf meselesi üzerinde olmakla beraber, “teorik” olmaktan ziyâde -ki, boyumuzu ve haddimizi bilenlerdeniz-, “pratik” birtakım meseleler üzerinde yürümeyi ve bu noktada önümüze çıkan birtakım müşgilâtı halletmeye yönelik, İki Mimar’ın ortaya koydukları çözümleri gösterecek ve sonra da bu netice üzerinde daha çok, “İhtilâle bu nokta nasıl katık olarak kullanılabilir?” veya “İhtilâle nasıl fayda temin edilebilir?” husûsunda birtakım, elbette tenkidlere açık bir faaliyette bulunmayı murâd ediyoruz.
Öncelikle usûlümüz, İhtilâl şartları içerisinde bu meseleyi halledebilmeye dâirdir; ki mesele, bunun içerisinde geçen mevzularla beraber ele alınırsa eğer, inkılâb vaktindeki “çözüm” de ortaya çıkacaktır, diye düşünüyoruz.
BİR “FİKİR GELENEĞİ” OLARAK BD-İBDA
«- Ve şu dava: Dil, yerinde hâl ifâdesi, yerinde sembol, yerinde mevzu, yerinde tefekkür, yerinde “düşünce sistemi”, yerinde araç, yerinde mahiyet, yerinde hareket vs. mânâlarda kullanıldığı gibi, “diyalektik” mânâsında da kullanılır… İşte bütün bunlar çerçevesinde kapsayıcı dil, Büyük Doğu!..»
Tekrar iktibas yaptık fakat, bu cümledeki mânâyı en başa alınması gereken ve idrâki ve idrâk ettirilmesi lüzûmlu olarak görenlerdeniz. Pazarda alış-veriş yaparken, lokantada yemek sipariş ederken, otobüste ayağımıza basana “gerekeni” söylerken, işyerinde çalışırken, birini paylarken, ilim tedris ederken, askerde komut verirken, ilim ehli kendi aralarında münâzaraya girişmişken, siyasîler memleket meselelerini hararetli bir vaziyette görüşürken, anne çocuğunu çağırırken ve paylarken vs. hayatın her şubesinde, hayatın her kademesinde bulunanlar, mevkî ve makâm olarak en alttan en üstte kadar AYNI DİL-LİSÂN içerisinde dertlerini ifâde ediyorlar… İşte inkılâb bu olduğu ân tamamdır!
Meselâ kaba olacak fakat iyi bir örnektir; birisi “dizin”, birisi “kaynaklar”, bir diğeri “dipnotlar”, öteki “faydalanılanlar”, beriki “mehaz” şuradaki “haşiye” diyorsa eğer, bu, o toplumun “oturmamışlığını” gösterdiği gibi, aynı zamanda (ülkemizde olduğu gibi) kullananın “siyasî tercihini-fikrini” de ortaya koymaktadır. Kabaca bir bakışla, birincisini kullananın “sol kafalı” ve hatta “köktendinsiz”, son ikisini kullananın ise ’23 Devrimi öncesi hâl ile yaşayan, diğerlerini kullananın ise, umumî olarak ’23 Devrimi öncesi hâli özlemekle birlikte bugünü “yadsımayanlardan” olduğunu hemen anlayabiliriz.
Batıya baktığımızda bir “fikir geleneği” olduğunu görmekteyiz. Bu “fikir geleneği”, felsefî mânâda bir “fikrin” geleneği-takibi olduğu gibi umûmîyetle “ortak Dil-Harf” üzerinde de bir gelenek olarak tezahür eder. Fakat “gelenekçiler” elbette o “ortak dil-manâ”yı kendi şahsiyetleri içinde devam ettirdiklerinden “yanlış”ın yerine kendi “doğru’’larını ikâme ederken, “âlet” mevkiîndeki “dil”de de birtakım “yeni-farklı” fakat “eski”yle bağlantısız-piç olmayan “kavram-kelimeler” de kullanmışlardır.
Ülkemize dönersek, (İslâmî ilimlerin ve eserlerin “nakillerinin”, üzerinde bulunduğumuz mânâda bir “gelenek” olmadığı elbette âşikâr) ne Lâik ne de İslâmî (bunun içine ‘şu ân’ için ‘muhafazakârlık’ da dahil) kampta bir “fikir geleneği” olmadığı, ülkemizin içindeki şartlar ve şu günlerde ağızlardan düşmeyen “Ulu Önderin izinden..”, “huzur ve barış ortamı…” vs. kuru ifâdelerinden âşikâr…
Ülkemiz fikrî-siyasî tablosu içerisinde şöyle bir dolaşın, “fikirci” olarak kimi görüyorsunuz ve kimler takipçileri?.. Mesela, Nurettin Topçu; “Hareket” isimli dergisi içinde gözüken ve onun ölümünden sonra aynı isimle onu neşretmeye devam eden fakat sonradan “Dergah”laşanlar kim ve “büyük bir mütefekkir ve sosyolog” olarak yâdettikleri Topçu ile bugunkü hâlleri arasında nasıl bir çizgi var… Mesela, zorlayarak “mütefekkir ve müceddit” yapılan, kıymetli olduğu şüphesiz, kaleme aldığı “iman mecmûaları”ndan, onu yukarıda bahsettiğimiz sıfatlara ulaştırmak için ite-kaka “iktisadî ve siyasî reçeteler” çıkartanlar kim ve Said Nursî hazretleriyle aralarındaki ilişki nasıl? Mesela, Cemil Meriç; “bir ekol” olarak görülen bu zâtı da Anarşist Sosyalist Birikimciler/Belge-Laçiner kliğinin, “kültürel zenginlik” olarak tanıtmasının dışında başka kim “gelenek” halinde takib ediyor? Keza, Sezai Karakoç; “Büyük Doğu Üniversitesi”nin “Diriliş Fakültesi”nin “dekan”ı olan bu zâtı, Büyük Doğu’nun karşısına çıkartıp da sonradan, “kim itti beni arkadan” dedirtecek hâle sokanlar mı “gelenekçiler”?.. Hakeza, Üstadımızın yanında gözüken, “Büyük Doğu” dergi-gazetesinde makale-hikâye-şiirleri yayınlanan (özellikle ‘Maveracılar’), O’nu “Türk ve İslâm alemini kurtaracak olan Büyük Doğu İdeolocyasının kurucusu muhteşem mütefekkir” olarak tarif edenler kimler ve onlar şimdi neredeler?
Böyle bir “kültür ikliminde” görmemek için ya kör veya vicdansız olmak gerekir ki, bahsettiğimiz-yazdığımız bu “rezilâne” hâlin tek istisnası İBDA’dır; BÜYÜK DOĞU-İBDA FİKİR VE AKSİYON MİHRAKI... “İslâma Muhatap Anlayış”ın bu Hicrî asırdaki temsilcisi olan İBDA’nın, Büyük Doğu İdeolocyası üzerinde nasıl yükseldiği ve yükselirken de B.D.-Üstad’ı nasıl yükselttiği ve hakikâtini meydan yerine diktiğinin tafsilatı İbda külliyatında… “Piyasada” eskiden vârolan “Büyük Doğu’cular”ın şimdi ya İbdacı olmaları veya “oturak âlemi efesi” olarak de-şifre edilerek meydan yerinde bir “nesebi na-sahih” olarak bırakılması da, bunun pratik karinelerindendir.
Bunun yanında, “alet” mevkiîndeki Dil-Kelimelerde de, İbda’nın getirdiği “yeni” kavramlar-ıstılahlar hariç, bir birliktelik mevcût. Yani Üstadımızın kullandığı Kelimeler ile İBDA Mimarı’nın kullandığı AYNI! Fakat okuyan görecektir ki, Üstadımızın kullanmış olduğu birtakım kelimeler, İbda’da yok; bunun yerine “yeni” kelimeler de kullanılmış. Üstad bunları neden kullanmamış; şundan veya bundan kullanmamış vs. bunun üzerinde değiliz. Bahsimiz Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun birtakım “YENİ” KELİMELERİ KULLANMIŞ OLMASI… Ya, peki o zaman “fikrî gelenek”? Bilinmeli ki, bu bir tezat değil; bilakis “kural”ın getirdiği bir hâl:
«- Dillere daima yeni aşılar yapılabilir. Fakat bu aşıların tutması bahsinde zor kullanılamaz. Yeni kelimeler ve iştikaklar halkın kabullenme duygusuna ve hançere dehâsına bırakılır ve bu işi sadece sanatkârlar yapabilir. (…) Cahil dadının, basit köylünün, bakkalın, çakkalın, amelenin, bekçinin, çöpçünün bilmediği dil Türkçe değildir.” (2)
O halde inkılâbımızın “âlet” rölündeki Dil’inin nasıl olacağı açık oldu: BÜYÜK DOĞUNUN ÇERÇEVESİNİ ÇİZDİĞİ VE İBDA’NIN UYGULADIĞI DİL… O halde bu “dil’in”, “İbdacıyım” diyenlerce “ben’leştirilmesi”, her sahada tatbik edilmesi ön şart. Evvela bizim bu “dil’i” kullanmamız, onunla “hemhâl” olmamız lazımdır ki, topluma bunu sirâyet ettirebilelim, toplum tarafından kullanılabilirliğini gösterelim.
Nasıl?
En başta elbette “körlemesine taklit” ile… İBDA Mimarı nerede hangi kelimeyi kullanmış, nerede hangi noktalama işaretini koymuş, “-dır, -tır”ları nasıl kullanmış, “-ile”leri nasıl yazmış vs. en ince detayına kadar “kopya” yahut “körlemesine taklit”… Böyle bir usûl, netice itibariyle “tahkike” yönelecek ve akabinde de “bilmeden” yapılan “bilerek-imân” yapılana inkılâb edebilecek…
ARAB VEYA ACEM DEĞİLİZ; BİZ ANADOLULUYUZ!
Lâikler “yaraları” icâbı, İslâmcıları, “Dil” mevzuunda herhangi bir meseleyi konuşurken ithâm ederler:
«- Bunlar Arap emperyalizminin ajanlarıdırlar!»
Bu ifâdede, “Dil”in önemini ortaya koyucu bir mânâ var; ve mümkündür ki, bunun, bu ifadeyi kullananlar bile farkında değillerdir: “Dil” sayesinde bir “memleketi” göğe de çıkartabilir yerin dibine de indirebilirsiniz. Oysa ki biz, yani İbda bağlıları ne Arabın ne Farslının ne de başkalarının, yani kendilerinin (işte ‘yaraları’) Batının/Küfrün/Emperyalizmin/İnsanlık Düşmanlığının uşağı olma mânâsına, “ajanı” değiliz. Kasdımızın İslâm alfabesi olmadığını hususen belirterek zevk erbabına sesleniyoruz: Arabın dili Arabın, Farslının dili Farslının, Batılının dili Batılının olsun; biz ANADOLULUYUZ, dilimiz de TÜRKÇE!..
Dünyayı kendilerinin etrafında dönen zannedenler (isme lüzûm yok, onlar kendilerini bilirler) ile sözde sosyalist olanların “şövenistler!” diyen ithâmlarını, bizi bilen bildiğinden üzerinde durmaya değmez bir “köpek havlaması” zaviyesinde görmemize rağmen ve bu söz, kendi sığlıklarını gösterse de, “hoşt!” yerine geçecek bir-iki söz sarfetmek isteriz.
Biz, Arabı da, Farsı da, Kürdü de, Türkü de, Boşnağı da, Çerkezi de, Arnavutu da, Gürcüyü de vs. tüm kavimleri ve dillerini bilen, kabul eden ve onların “aramızda anlaşmak ve tanışmak için” olduğunu ilâhî emirlerle idrâk edenlerdeniz. Bizim ifâdemizde kimsenin diline karşı bir tariz, tahrif, “itlaf” yok; “Anadolu gerçeğini” ortaya koymak var.
Anadolu’yu Hitit ve Sümer edebiyatı ile veya Rum hayranlığı ile değil, Müslüman Türkün atının nalları altında ezilip, imâna, İslâm’a geldikten sonraki saf ve temiz hâliyle kabullenmek… Ağızlarda sakız olan “medeniyetler kapısı-beşiği” isimlendirmesini kuru kuru kabullenmekten ziyâde, “hâkim fikrin” emri altına girdikten sonraki hâlini kabullenmek… Toprakları üzerinde nefes alıp veren düzinelerce kavim ve lisânı ezmeden, “asimile” etmeden, “dayatmadan uzak” asırlarca TEK FİKİR altında idâre eden ANLAYIŞI görmek… İşte o, İslâm!.. Onun “âleti” de Osmanlı, veya Türk!.. Asırlarca onun hâkimiyeti altında yaşanmışlığı bir -moda tabirle- “realite” olarak tesbit etmek…
“Türk”, öyle bir şân elde etmiş ve meşhûr olmuştur ki, bugün hâlâ “Türk” dendiğinde İslâmdan başkası gelmez Batılının aklına… Türk’ü bu hâliyle kabul etmek… İşte Avrupanın göbeğinde Bosna’da cereyan eden hadiselerde, Boşnaklara bile “Türk” diyerek saldırmışlardı… Herkesin dilini ve kavmini kabul eder, kendi hayatını sonuna kadar götürmesinin her türlü şartını sağlarken meşhur olan Türk, asırlardan beri -yine moda tabirle- bir “üst kimlik” olmuş… Türkçe de “hâkim dil”… Elbette ’23’den evvel Türkçe değil, “Osmanlıca-Türkçe”… İşte bütün mesele -‘şövenistler’ ithâmının zeminine ve kafa karışıklığına yolaçan mesele-, bu “elbette” ile başlayan cümlede zikrettiğimiz “Osmanlıca”nın “Türkçe”ye bir gecede çevrilmesindeki “SİYASÎ TERCİH” de aranmalıdır.
O “siyasî tercih” olmasa idi belki, bu “çevrilme” bir sorun meydana getirmeyecekti. Ancak “siyasî tercih”in arkasında yatan “anlayış” ve bunun peşinden gelen “dayatma” ve vahşettir ki, bize o ithâmları yönlendirecek iklimi sağladığı gibi, ithâmcıları da yeşertti. Bu satırların yazarı bir Boşnak; bir yönüyle de Türk!.. Bugünlerda “saf ırk” peşinde koşanlar hernekadar “sol” olarak kendilerini isimlendirseler de, bir “türk kırması” -yani bu satırların yazarı- “realitesi” zaviyesinden, sâfiyâne Faşisttirler. Yaptığımız, yapmaya çalıştığımız, kabul ettiğimiz Dil’in-Lisan’ın “sağlıklı” olarak yaşaması, yaşatılması çabasıdır. Bunu her kavim de kendi dilleri-lisânları için yapmalıdır. Çünkü onlar, “Allah’ın âyetleri”dir.
Mesela Kürtçenin, “eski” ve “Lâtin” alfabesiyle yazılışı arasındaki dağlar farkını idrak edemeyen gözün içine sadece tükürmek yetmez!!! Ve mesele, onu tükürülesi hâliyle savunmak hiç değil; “eski”de kalmış hâlini AYNIYLA almak da DEĞİL! O “çevrilim”in neden yapıldığına dâir plânı sezmek, görmek ve “şimdi ne yapabiliriz?”e cevab bulmaktır yapılması gereken… Kürtlerin meşhur şair ve yazarı olan zatın ismini, yani bir “Ciherwhun” yazarken bile düşülen, düşürtülen haysiyetsizliği nasıl yokedebiliriz diye kafa yormaktır.
Bir de bu işin bizim kamptaki yansıması var. İslâm inkılâbı ile “Osmanlıca”nın ve hatta Arapça’nın, tekrar AYNIYLA getirileceğini düşünenler… Yukarıdaki “ifrat” ise bu “tefrit” sayılmalı… YOK ÖYLE BİRŞEY! O “GEÇMİŞ”DE KALMIŞ BİR DİL. İyisiyle, kötüsüyle mâzimiz! MAZİMİZ!.. Osmanlıcanın değerlendirilmesi veya “hâl muhasebesi”, derinlemesine tahlil ve terkiblere muhtaç olduğundan, bu makalenin sınırları ve mevzuu onu taşımaz. Biz, geçmişten, “mâzimizden”; KÖRÜKÖRÜNE, muhasebesiz olarak imkân ve faydalar devşiremeyiz; onu, aynıyla taklit ederek kullanamayız.
İsteyen Osmanlıcayı öğrenebilir; mutlaka da öğrenmeli. “Kesintisiz” ile yasaklanan “Kur’an Kursları”nda İslâm Alfabesi de öğretilmektedir zaten; kim inkâr edebilir, hayatımızın her ânı için zarurî olan bir Dil… Çünkü “kökümüz” orada; bizi biz yapan, tarihimizi “şanlı” kılan, ilmî, fikrî, harsî, harbî vs. tüm meseleler, detaylar, birtakım çözümler orada. Laik kesimden ama birazcık da olsa namusu kalmış bulunan ve dil meselesiyle hususen ilgilenen Şiar Yalçın bile, Osmanlıca’nın ilköğretimden itibaren okullarda öğretilmesini istiyor. Ama bu demek değildir, “aynıyla alalım!” Bu bir HATA olur. ’23 Devriminin bir gecede insanları “kitabsız” hâle sokması “gibi” olur.
Biz vahşet ve zorbalık için değil İNSAN HAYSİYETİ VE HAKİKATİ için DEVLET’E TÂLİBİZ! İşimiz çok ve zor; ’23 Devrimi kırk yılda ancak yüzde sekize çıkartmış Lâtin alfabesini bilenleri; böyle bir niyetle, Osmanlıcayı taklid ederek almakla, aynı neticeye toslamak kaçınılmaz… Biz sadece alfabeyi bilmek-öğretmek için gelmiyoruz; alfabenin nasıl’ını ve niçin’ini İDRÂK ettirmek, onun neden kabul edildiğini SİRÂYET ettirmek, İBDA SANCISI ÇEKMEK VE ÇEKTİRMEK için geliyoruz.
İBDACI TEŞHİS VE ÇARE
O halde ne yapılmalı, ne yapmalıyız?
«- Cedlerimiz İslâm’ı kabul edip kainât çapında bir tefekkür ve tahassüs hazinesini yüklendikleri ân, takdir ettiler ki, kumanda seslerinden ibaret tek ve kısa heceli, âhenksiz, sadece yalçın madde plânına bağlı, mücerred mefhumdan yana sıfır derecesinde bir dille ne insan, ne cemiyet ne de devlet teşkil edilebilir. Artık Türk, madde fâtihliğinden, onunla beraber mânâ fatihliğine geçmiştir; bunun için de maddî kılıcına eş bir mânâ kılıcı lâzımdır. Halbuki elinde, manevî kılıç adına, çelik değil, bir saman parçası bile yoktur! Ne yapsın?
AYNI RUH AKRABALIĞI İÇİNDEKİ BÜYÜK DİLLERDEN DEVŞİRMECİLİK…
Türk İslâmiyeti kabul ettikten sonra düşünmeye başlamıştır. Bu, anlayan ve insafı olan için riyazî bir hakikattir. İşte bu Türk, yani İslâmiyeti kabul ettikten sonra gerçek Türk’ü bulan Türk, ilk iş olarak, kaba müşahhaslardan ileri geçemeyen dilini zenginleştirmek zaruretini idrâk etmiştir. Bunun için de, Batılının, Yunan ve Lâtin kaynaklarına uzanışı gibi, öz kültür kaynağının iki örnek diline el uzatmış ve Türkçenin çarşafı üzerine Arap ve Fars ağaçlarının meyvelerini silkelemeyi tek yol kabul etmiştir.
Ecdadımız aynen Batı dillerinin eski Yunan ve Lâtin kaynaklarına el atması şeklinde, bağlı bulunduğu İslâm medeniyetinden âlet ve unsur sağlar ve bu medeniyetin iki büyük lisanını kaynak edinirken o büyük lisânlar içinde öylesine erimiş ve öz şahsiyetini feda etmiştir ki, aldığı unsurları aslî maddeler halinde benimseyip TÜRK DİLİNE UYDURMA, TÜRK GRAMER VE HANÇERESİNE MALETMEYİ İHMAL ETMİŞ ve doğrudan doğruya Arapça ve Farsçanın ifâde mimarîlerine ESİR olmakta bir mahzur görmemiştir. ŞAHSİYET ŞUURUNDAN MAHRUM bulunmayı gösteren bu hâl HATALARIN EN BÜYÜĞÜ olmuştur.
Cedlerimiz Arapça ve Farsça gibi iki azametli dille temasa geçince, kendilerine hiçbir istiklâl hakkı tanımadılar. Büyük bir selim akılla bu dillerden DEVŞİRDİKLERİ kelimeleri, aslî maddeleri, öz hançerelerine ve lisan mimarîlerine (gramer) tatbik etmeyi DÜŞÜNEMEDİLER. Onları kendi mimarîleri içinde kabullendiler ve hattâ bir “münevver” için Osmanlıcayı değil, Arapça ve Farsça bilmeyi esas saydılar.
HATÂ BUNDAN OLDU VE BU HATÂNIN TEPKİSİ, YOLLARIN EN YANLIŞI HALİNDE, LİSÂNI TOPYEKÛN ANA SERMAYESİNDEN YOKSUN BIRAKMAYA KADAR VARDI. BAŞIMIZDAKİ KURBAĞACA, İŞTE BU DİL ŞAHSİYETSİZLİĞİ YÜZÜNDEN!..
Arap ve Fars kelimelerinin kanımızda eritilmeden bünyemizde pörtükleşmesi üzerine, kapı, asla Türkçe olmayan birtakım uydurmalarla, (Lâtin) kaynaklı kelimelere açılmış ve meydana hiçbir kumaş husûsiyet ve kıymeti olmayan bir yamalı bohça çıkmıştır. Üstelik Türk lisân mimarîsine (sarf ve nahiv) uymayan bir Selânikli dönme ağzı… Bu doğrudan doğruya MİLLÎ RUHUN KATLEDİLMESİ hâdisesidir.» (3)
Ölümsüz Üstadımız bu “teşhis”inde “Türk” ve “Türkçe”nin nerelerden süzülüp geldiği, başlarına musallat olan (bugünkü de dahil) hâl ve menfîliklerin nasıl meydana çıktığını berrak, kısa ve öz bir ifâde ile ortaya koyuyor. Ve elbette Dil’in bir “memleketi” neden-nasıl “ihya” ve “ifna” edeceği husûsunu da… Her inkılâbın AYRI BİR DİL’İ olduğunu da… Yukarıda “ifrat” ve “tefrit” olarak vasıflandırdığımız tavırlara bir “Osmanlı tokadı” olan bu “teşhis”den sonra yine O’ndan “ÇARE”:
«- YAPILACAK TEK ŞEY, DİLİMİZE GİRMİŞ BÜTÜN ARAPÇA VE FARSÇA KELİMELERİ BENİMSEYİP, ASLÎ MADDELER HÂLİNDE KABULLENMEK, ONLARI KENDİ “SARF VE NAHİV” DÜNYASINDAN AYIRMAK, KENDİ (GRAMER) VE HANÇERE DEHÂMIZA TERKETMEK, BÜTÜN UYDURUKÇALARI ATMAK, BATI DİLLERİNDEN GELENLERİ DE YALNIZ TEKNİK PLÂNDA OLMAK ŞARTİYLE ALMAK VE AYNI MUAMELEYE TÂBİ TUTMAK, YANİ TÜRKÇELEŞTİRMEK…
Cahil dadının, basit köylünün, bakkalın, çakkalın, amelenin, bekçinin, çöpçünün bilmediği dil Türkçe değildir.
DİLLERE DAİMA YENİ KELİME AŞILARI YAPILABİLİR. Fakat bu aşıların tutması, yahut tutmaması bahsinde ZOR KULLANILAMAZ. Yeni kelimeler ve iştikaklar halkın kabullenme duygusuna ve hançere dehâsına bırakılır ve bu işi SADECE SANATKÂRLAR yapabilir.» (4)
HANGİ HARFLER
Üstadımız Türkçenin nasıl kurtulabileceğine dair böyle bir “çare”yi gözümüzün önüne dikiyor; Devletimiz tarafından harfiyyen yerine getirilecektir muhakkak. Ama mesele bu kadar basit ve sathî değil. En mühim taraf, KURTARILACAK TÜRKÇE, HANGİ HARFLERLE / ALFABE İLE YAZILACAK? Bir devrim ki, geldi bir devri kapattı ve madem “bir devrim ki, önce devrimi devirecek”; öyleyse?!
Bu mesele ifâde ettiğimiz gibi kelimelere gelmeyecek ve bir-iki makale ile halledilemeyecek kadar mühim; bunun “mühimliğini” bir de şuradan anlamalıyız ki, Üstadımız bunu, “Devlet ve İdare Mefkuremiz” bahsi içinde “Başyücelik Emirleri: Harf Dâvası” olarak, yani muhakkak halledilmesi lüzûmlu olarak işaretlemektedir.
Üstadımız bu bahiste, “Arap harfleri” olarak kimileri tarafından isimlendirilen harflerin esasta “İslâm Harfleri” olduğunu belirttikten sonra bunlar ile şimdiki Lâtin alfabesinin “ilim ve ihtisas ehlinden bir heyet” tarafından tetkik edilmesini ve “kararın Başyüceye” sunulması gerektiğini bildiriyor; leb demeden neyin dendiğini anlayanlardansak, “neticenin” elbette hem bedihî ve hem aklî olarak İSLÂM HARFLERİNİN “lehinde” çıkacağı şüphesiz!
Bunun nasıl olduğu, kısa fakat öz bir biçimde, Üstadımızın “ilim ve ihtisas ehlinden bir heyet”e, tetkik-tahkik etmeleri için hazırladığı CEVABLARI İÇİNDE GİZLİ SORULARDAN da anlaşılmaktadır. Gerekli tafsilatın bahsettiğimiz eserin ilgili kısımlarında bulunabileceğini söylemekle beraber, iki harf şeklinin (İslâm ve Lâtin harfleri) mukayesesine dair çarpıcı birkaç misali / “cevabları içinde sorular”ı iktibas edelim:
«- Kavim üstü, küllî bir şümulle bütün mü’min beşeriyete atfedilip edilemeyeceği bir ilim meselesi olan harflere “Arap harfi” ismini vermek mümkün oluyor da, doğrudan doğruya ve münhasıran Lâtinlerin malı olduğu ilmen sabit harflere nasıl “Türk harfleri” denilebiliyor?
Eski harflerin öğrenilmesindeki zorluk, acaba tedris metodlarının sakatlığından mı, yoksa bizzat harflerin bünyesindeki çetinlikten mi doğmaktaydı?
Eski harflerin bütün millete ve aşağı tabaka halka teşmil edilememesindeki zaaf, acaba o devrin maarifine mi, yoksa harflerin zatına mı aittir?
Yeryüzünde, o da kısmî olmak şartiyle, İtalyanca ve benzeri bir-iki lisândan başka (fonetik) imlâlı hiçbir dil bulunmadığına, halbuki böyle bir imtiyazın kıymeti olsaydı, Arapça, İngilizce, Fransızca, Yunanca gibi cihanın en büyük dilleri pekâla bunu yerine getirebileceğine göre, Lâtin harflerinin dilimize tatbikindeki (fonetik) mazhariyet, acaba hakikatte ve sâf zekâ bakımından bir fayda mıdır, yoksa bir mahzur mu? Yani (fonetik) olmayan ve kelime usulüne dayanan yazı şekillerinin zekâyı beslemesinde husûsî bir payı yok mudur? (Fonetik) usûl, insanı, pek basit ve ucuz bir (avantaj)a karşılık, içinde hapsedilip kalacağı ve avâm seviyesinden yukarıya çıkarmayacağı bir kabalığa mahkûm etmez mi?
Birbirine bağlanan, bağlandıkça şekil değiştiren ve birbiri içinde hall-ü hamur olan şekillerle, herbiri kaba zincir baklaları ve çakıl taşları gibi daimî bir sertlik muhafaza eden şekiller arasında, bediî olduğu kadar aklî rüçhaniyet ve galibiyet hangi taraftadır?
Bin kişilik bir cemiyette dokuz yüz kişinin imzasını atabilecek ve (Karagöz) gazetesini sökebilecek kadar okur-yazar olması mı; sadece yüz kişinin tam okur-yazar ve her türlü fikir çilesiyle dolu olması mı, o cemiyet hesabına üstün bir not belirtir?» (5)
Büyük Doğu-İbda’nın, kimilerinin anladığı(!) ve kimilerinin de çeşitli ve malûm plânları icabı göstermeye çalıştığı gibi, “sıradan, basit bir silahlı mücadele yanlısı, ihtilâlci/sadece deviren bir örgüt” değil, fakat; “silahlı mücadele” ve “ihtilâl” meselelerine KAPALI OLMADIĞINI BELİRTMEKLE BERABER, sadece bu “harf davası”nda da görüleceği üzere ESAS OLARAK “devirdiğinin yerine yeni ve muhteşemini” dikmeyi ideolocya plânında halletmiş bir FİKİR VE AKSİYON MİHRAKI olduğu açık oluyor: TEK BİR HAKİKİ “İNSAN” İÇİN; İNSANLIK HAYSİYETİ VE ONUN OLUŞ ZORLUĞU İÇİN!
İşte bunun için “devirmek!.”
“HARF”, SİYASÎ BİR TERCİHTİR
İBDA’nın hangi harfin kullanılacağını tâyini meselesi, kuru bir “eski” / “şanlı tarih” hayranlığı değil; bir siyasî tercih meselesidir. Mesele, hangi medeniyete dahil olup olmama tercihidir.
Bugün özellikle Afrika ve Asya’daki birtakım devletlerin “resmî dil” olarak İngilizceyi [de] kullanması, oraların uzun bir müddet fiilî-resmî bir İngiliz işgâli / emperyalizminin tahakkümü altında kalmış olmalarından ötürüdür. Ve hâlâ İngiliz lisânının kullanılıyor olması, hernekadar fiîli işgâl bitmiş olsa da, “kültürel-fikrî” işgâlin devam ettiğini göstermektedir. İngilizcenin dünyada en çok konuşulan dil-lisân olmasının sebebini burada aramak ve elbette görmek gerekiyor.
“Yeni sömürgecilik” diye de ifâde edilen bu hâl; hem dünyanın hem de neresiyse oranın (mesela Patagonya’nın) konjönktürünün “fiîli-askerî” işgâli kaldıramayacağının anlaşıldığı ân, yerine ‘senin’ içinden, senden “ayarladığı” fakat “fikrî-ruhî” bakımdan ASLA senden olmayan, senin inancına ve geleneğine “yabancı” ve seni “barbar… geri… mürteci…” olarak gören, ismi senin ismine benzer birilerinin memleketin idâresinin başına, bu tarza uygun hazırlanmış “yasalar” ve her türlü yetkiyi elinde bulundurarak ATANMASI ile meydana geliyor.
Bugün arzın üzerinde bulunan birçok ülke, bu şekil bir “sömürgecilik” ile idare edilmekte, halkı bunun farkına -o kadar çok- varmamakta ve bunun için de rahatsızlığını ifâde edememektedir. “Rahatsızlık” hissedildiği ân ise, “ismi kendine benzer” olan idarecilere karşı hemen ve nasıl bir mukavemet gösterebileceğini idrak edememektedirler; işte “yeni sömürgeciliğin”, icadcıları için “en mükemmel” tarafı da budur. Farkına varılsa bile, “kafa karışıklığı-idraklerin iğdişliği” hasıl olduğundan hemen lüzûmlu tedbirler alınıp (uzun veya kısa) hiç değilse bir müddet daha sömürgeden faydalanabilme imkanları vardır. Ve, eğer farkına varıldıktan sonra, gerekli tedbirler o ülke mensubları tarafından alınmazsa, bilinmelidir ki, sömürgeciler için yeni ve belki de daha tatlı fırsatlar doğabilir.
Harf tercihi, hangi medeniyet tercihi ile alakalıdır, dedik. Üstadımızın ifadesini tekrarlayalım:
«- (Cedlerimiz, dilimizi zenginleştirmek ve mânâlar devşirebilmek için) Batılının, Yunan ve Lâtin kaynaklarına uzanışı gibi, öz kültür kaynağının iki örnek diline el uzatmış ve Türkçenin çarşafı üzerine Arap ve Fars ağaçlarının meyvelerini silkelemeyi tek yol kabul etmiştir.»
Al, gel, at, tut, but, vs. tek heceli ve kaba bir dille, hiçbirşey olmayacağını gören atalarımız, şereflendikleri İslâm’ın hakikatini daha iyi kavrayabilmek için, öz kültür kaynağının iki örnek lisanına KENDİLERİNİ KAYBEDERCESİNE atlamışlardır. “İyiyi, doğruyu, güzeli” ancak “öz kültür kaynağı”na HER HÂLİYLE KAPILANMAKTA bulabileceklerini hissetmişlerdir. Yani, “siyasî tercih”lerini kullanmışlar ve öz kültürlerinin kaynağına, yani “öz medeniyetlerine” bağlanmayı TEK ÇIKAR YOL olarak görmüşlerdir.
Şimdi dikkat. ’23 Devrimcileri de, AYNI ŞEYİ YAPMIŞLARDIR. Devrimin başı olan zat tarafından söylenen şu söz yeterlidir:
«- Artık mazinin hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataların tashih olunmasında bütün vatandaşların faaliyetini isterim. En nihayet bir iki sene içinde bütün heyet-i içtimaiyesi yeni harfleri öğreneceklerdir. Millet, YAZISIYLA DA KAFASIYLA DA ÂLEM-İ MEDENİYETİN yanında olduğunu gösterecektir.» (6)
İşte ’23 Devrimcilerinin “siyasî tercihi”: Âlem-i medeniyet; yani Batı dünyası… Aynı şekilde, bunun bir “siyasî tercih” meselesi olduğunu, kendilerine yanaşılan taraf ta takdir etmektedir ki, ’23 Devriminin liderini “kapak”tan birkaç defa işleyen ve övücü yazılar kaleme alan “Times”da çıkan bir başyazıda, “Türkiye’nin Lâtin harflerini kabul etmekle daha ziyade Batıya yaklaştığı” (7) çok açık bir şekilde yazılmıştır. Bu tercihin ne derece “vahşi ve yobaz” bir şekilde uygulandığının tafsilatı “tarih” makalelerinin mevzuu olmakla beraber, meselemizle irtibatlı bir iktibas yapmak isteriz. Hızlı ve azılı Kemalist ve uydurukçulardan biri şöyle der:
«- Bugünün neslini Avrupa kültürü ile yetiştireceğiz. Ona her şeyden önce klasik sanat terbiyesi vereceğiz. Yunan ve Lâtin sanatından başlayarak, Avrupa kültürünün sanat numunelerini ve sanat tarihini öğreteceğiz. Bu sûretle liseyi bitiren bir Türk genci Nef’i’yi, Nâbi’yi, Bâki’yi, Nedim’i anlamayacak, fakat Homer’i, Şekspir’i, Göte’yi, Rasin’i, Şiller’i tadacak. Hangi millete mensub olursa olsun her Avrupalı genç bunları bilir, fakat Nef’i’yi tanımaz. Nef’i’yi tanımamak Avrupalılık için noksan değildir. Türklük için de! Fakat Göte’yi bilmemek büyük bir boşluktur.» (8)
HARF TERCİHİ ANTİEMPERYALİST BİR TAVIRDIR
Cedlerimizin büyük bir samimiyyet ve hasbilik içinde, HAKİKAT KAYGISI ve milletini şerefli yaşatmak için teşebbüs ettikleri fakat netice olarak “millî şuur” yoksunluğundan başka birşey olmayanın aynını, işte ’23 Devrimcileri de yapmışlar fakat NİYET VE GAYELERİ olarak “millî şuur”u değil “BATI ŞUUR”unu mihenk almışlardır.
Elbette, birinci hâlin, çaresizliğin doğurduğu iyi niyetle bile ulaştığı netice millî şuura “öz” itibariyle “yakın” olsa da (çünkü aynı RUH’un esiri), bir başka “millî”nin istilâsına uğramak olunca, ikincilerin hangi gayeyle yaptıkları tartışmasız teşebbüslerinin yanına, vahşete kadar uzanan “dayatma” da eklenince, “bandıra bandıra ye beni….” veya “yakalarsam muck muck” kültürünün(!) ortaya çıkmasına vesile olacağı-olduğu âşikârdır. Cedlerimizin tercihinin bizi madde ve mânâ olarak nereye götürdüğü en azından Osmanlı ile meydandayken, ’23 Devrimcilerinin tercihinin bizi ne hallere soktuğunu, bugünkü “müzik endüstrisinin” en nadide(!) parçalarına bakarak da anlayabiliriz!.
BU AÇIDAN; LÂTİN ALFABESİNİN TAMAMIYLA TEMİZLENMEDİĞİ “BİR DEVRİM” GERÇEK BİR DEVRİM DEĞİLDİR! İlk iş, bunu ortadan kaldırıcı ve yerine ÖZ KÜLTÜRÜMÜZE dayalı ve temeli zaten bulunan İSLÂM HARFLERİNİ HEMEN KABUL ETMEK ve elbette bunun topluma en kısa bir zamanda en geniş bir şekilde yerleştirilmesi için çaba sarfetmek olacaktır. Siyasî, ihtilâl nokta-ı nazarından da Harf meselesi, ANTİ EMPERYALİST ANLAYIŞIN BİR TEZAHÜRÜNDEN BAŞKA BİRŞEY DEĞİLDİR.
Bir ihtilâl eğer, “devirmeyi” sadece maddî birtakım araçlar ile tahdid ediyor ve bu anlayışla devirdiği yerine yeniyi inşa etmeye kalkışıyorsa, devirdiği şeyin, yıkıntıları arasından tekrar uç vermesine yönelik bir gedik bırakmış sayılır; bu mânâda ortaya çıkmaktadır ki, -mesela- Anadolu’da sosyalist bir ihtilal gerçekleşse bile (ki hayâlden de öte birşeydir artık bu), zihniyet olarak Batıcı olduklarından, bizim yapmamızın ZORUNLU olduğu Harf değişikliğini gerçekleştirmek gibi bir girişimleri olmayacak dahası böyle bir hâl düşünülemeyecek bile ve neticede de “devrimin devrilmesi”ni gündeme getirecek “filizlerin” çıkmasına zemin hazırlanacaktır. En önemlisi de “şuur” olarak yani KÜLTÜR seviyesinde İŞGALE tavır alınmadığından, “antiemperyalist”lik hep maddî araçlar olarak düşünüldüğünden, işgalcilerin “bizim çizmelerimizle” tekrar geri dönmelerinin yolları döşenmiş olacaktır.
Laftaki bir antiemperyalistlik, “bumerang” bile değildir; bumerang, hedefi vurur veya vurmaz fakat sahibine geri döner ve sahibi hiç değilse hazırlıklıdır; oysa bu tavır, “eksik” görülemediğinden, bırakılan gediğin farkına varılamadığı bir “tamlık rehaveti”dir. İşte ’23 Devrimi; güya, “denize” dökmüştük “düşmanı-yedi düveli”… Ya deniz çok sığdı veya yoktu öyle birşey, masaldı. Ülkenin bütçesinin hesabları bile Dolar üzerinden yapılıyorsa eğer, demek ki “bir masalmış herşey…” Bu değerlendirmeler ışığında, Lâtin Harflerini savunup İslâm Harflerini reddedenleri, Lâtin Harflerine karşı olmakla birlikte, “eskiye” dönüşe karşı çıkanları, Lâtin Harflerine karşı olmakla birlikte, “yaşayan Türkçe” diyerek “eskiye” kapıyı kapayanların hangi ruhta olduklarını sizler de değerlendirebilirsiniz.
İBDA, bir kültür inkılabı muradındadır; “Tilki Günlüğü” eserine bakılarak bile bu anlaşılabilir. O halde yapılması gereken ‘KURTULUŞ MÜJDESİNE’ uygun-fiilî dua halinde, durmaksızın çalışmak ve KÜLTÜR İNKILÂBINI GERÇEKLEŞTİRMEKTİR.
Anadolunun, bölgemizin ve dünyanın hayrı işte buradadır.
Faydalanılanlar:
1) Salih Mirzabeyoğlu. “İslama Muhatap Anlayış-Teorik Dil Alanı-”. İBDA Yayınları. 2 Basım. İstanbul 1987. s. 64-65.
2) Necip Fazıl. “İdeolocya Örgüsü”. “Uydurma Dil Felaketi” kısmı. Büyük Doğu Yayınları. 9 Basım. Eylül 1997. s. 438.
3) a.g.e., s. 435-437 (vurgular bize ait).
4) a.g.e., s. 437-438.
5) a.g.e., “Başyücelik Emirleri: Harf Davası” kısmı. s. 364-366.
6) Kemal Atatürk. “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri-II /1906-1938)”. 2. Baskı. Ankara 1959.
7) Vedat Nedim Tör. “Hâkimiyeti Milliye Gazetesi”. “Liselerde Divan Edebiyatının Yeri Olmamalıdır.” isimli makale. 21. 2. 1930.
8) İktibas eden; “Vakit Gazetesi”. 5. 9. 1928.
Kaynak: “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005