Bu çalışmada, “Çağlarüstü Mutlak Fikir-İslâm”ı 21. yy’da eşya ve hadiselere tatbik edebilmenin vasıta sistemi, bir başka deyişle İslâma Muhatap Anlayış’ın dünya görüşü Büyük Doğu-İbda’ya nisbetle, sistemin öngördüğü Başyücelik Devleti’nde geçerli olacak bir mülkiyet sisteminin mahiyetini anlamaya çalışacağız; hataların şahsımıza, doğruların bağlısı bulunduğumuz Büyük Doğu-İbda’ya ait bilinmesi ümidiyle…
Mülkiyetin Konusu
Solunum ihtiyacını karşılayan hava, ısı ve ışık, ihtiyacını karşılayan güneş, doğrudan veya dolaylı birçok ihtiyacı giderici rüzgar, yağmur, ay ve hatta yıldızlar gibi insanların kimi ihtiyaçlarına cevap veren şeyler, bütün insanlara yetecek kadar “bol” olmalarından ve üzerlerinde mülkiyet tesis etmenin -şimdilik- imkansızlığından dolayı mülkiyete konu olmazlar. Bu gibi şeyler haricinde tabiatta bulunan ve insanların ihtiyaçlarını giderici mahiyette olan her şey genel olarak mülkiyetin alanına girer. Ama gerçekte hangi şeylerin mülkiyete konu olacağı, hangilerinin olamayacağı toplumdan topluma ve yeni zaman-mekan şartlarında değişiklik arzeder. Çünkü her toplumun kendine özgü “değer yargısı” vardır ve bu değerler sistemi hayatın dinamikliğine nazaran yenilenmeye ve değişmeye açıktır… “İhtiyaç”ların sınırını çizen ve şeylerin kıymetini belirleyen o toplumun değerler sistemidir; veya bir toplumdaki insanların ihtiyaçlarını ve bu ihtiyaçların giderilmesi için hangi şeylerin mülkiyete konu olabileceğini belirleyen o toplumun benimsediği “hayat tarzı”dır…
İslâmî hayat tarzını benimseyen Başyücelik toplumunda ihtiyaçların sınırı ve mülkiyetin alanı da tabiîdir ki İslâmî değer yargıları tarafından belirlenecektir. Buna göre müslümanlar için bir ihtiyaç olması uygun görülmeyen ve İslâm Hukuku tarafından tek tek işaretlenen, sarhoş edici ve uyuşturucu maddeler, putlar, kumar aletleri gibi şeyler mülkiyete konu olamazlar. Ama “hayat tarzı” meselesine bağlı olarak zaman-mekan içinde gelişen ve değişen ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçları tatmine yönelik yeni şeyler, İslâm Hukuku’nca yasaklanmayan şeylerden olduğu sürece Başyücelik Devleti’nde mülkiyete konu olurlar…
Mülkiyetin Sahibi
Tabiatta bulunan şeyler üzerinde hakimiyet ve mülkiyet tesis etmek diğer canlı ve hayvanlar içinde sadece insana özgüdür. Çünkü “mülkiyet”, şuurlu bir durumu ifade eder; şeyler üzerinde mülkiyet kurma eylemi şuurluluğu gerektirir… Beşeriyeti gereğince yeme, içme ve barınma ihtiyacında olan insan en azından bu zorunlu ihtiyaçlarını gidermek için şey’ler üzerinde hakimiyet-mülkiyet kurmak ve faaliyette (iktisad) bulunmak durumundadır. Bu ise insanın canlı kalma istek ve iradesine dayanışıyla ruhî bir zaruret belirtir. Çünkü, İbda’nın bize öğrettiğine göre, “canlılık” halk aleminde bedenle birleşen ruhun, bedendeki fenomenidir; ve insanda canlılık “iradesi” beş hasse planı içinde izah edilemeyeceğine binaen insan faaliyetlerinin temeli “ruhî çaba-şuur”dadır… İnsandan başka hiçbir canlı niçin ve nasıl yapması gerektiğinin farkında değildir. Bütün davranışları içgüdü dünyasındaki sır içinde “neyse o”dur; tamamen tabiîdir. Ne ve nasıl yapmaları gerektiği “genetik kod”larında doğuştan kaydedilidir. Hayvanların avlanarak veya otlanarak beslenmeleri iktisadî faaliyet olmadığı gibi şey’leri yuvalarına taşıyıp onları “sahiplenmeleri” de mülkiyet değildir. Faaliyetin veya sahiplenmenin onlar için bir anlamı yoktur; onları iktisadî faaliyette bulunuyormuş veya şeyleri sahipleniyorlarmış gibi değerlendiren de bizzat insandır.
Diğer canlı ve hayvanlardaki içgüdüye mukabil insanın bariz vasfı şuur’dur; faaliyetlerindeki işleyici ve işletici sıfat ruhî çaba’dır.
Eşya va tabiatı teshir etmek ve üzerlerinde hakimiyet-mülkiyet kurmak canlılar içinde sadece insana mahsus ise de, gerçekte bu mutlak değil mecazî bir mülkiyettir. Dünya görüşümüze göre, hakikatte şey’ler şanı yüce Allah’a aittir. O mutlak maliktir. “El’Melik”tir. “Malik-ül Mülk-Bütün sahipliklerin sahibi”dir. İnsan, şey’ler üzerinde Allah’ın emanetçisi eşya ve hadiseleri teshire mükellef halifesidir; ve bu görevini ifa edebilmenin şartlarıyla, imkan ve istidadıyla, yetki ve iktidarıyla donatılmıştır.
Mülkiyet kimindir? Allah’ın mı, insanın mı?.. Başyücelik Devleti’nin ideolojisi karışık gibi gözüken bu konuya şöyle açıklık getirir: “Seninki senin, benimki benim”; bu Şeriat’tır ve özel mülkiyet hakkını ifade eder… “Seninki senin, benimki de senin”, bu Tarikat’tir ve içtimaî yardımlaşmayı ifade eder… Nihayet “ne seninki senin, ne benimki benim; hepsi Allah’ın” ; bu da Hakikat’tir ve insanın aslında mutlak malik Allah’ın emanetçisi olduğu, itikadî bir durumu ifade eder.
Mülkiyetin Doğuşu
Mecazî de olsa mülkiyet madem ki insana özgü bir durumdur, buna göre ilk insanlarla birlikte mülkiyet de olmak lazım gelir. Şu halde mülkiyetin doğuşunu ilk insan-ilk halife Hz. Adem’e ve onun 40 bin kişi oldukları rivayet edilen ilk insan topluluğuna dayandırabiliriz; ama o mülkiyetin mahiyetini bilme durumunda değiliz. İdealist felsefenin kurucusu Hegel’e göre Hz. Adem, hayvanlar üzerindeki ilk hakimiyetini onlara birer ad takarak kurmuştur. İbda, Hegel’in buluşunu kaynağından gösterir: “Allah Kur’ân’da Adem’e bütün isimleri öğrettiğini buyurmuştur. İnsanın eşya ve hadiseleri tanıma ve tahakkümü böyle, dil ile başlar.” İbni Haldun ve İmam Muhammed ise Hz. Adem’in ilk çiftçi olduğunu naklederler…
Mülkiyetin Kaynağı
Şey’ler üzerinde mülkiyet kurma eylemi şuurlulukla birlikte başkalarının varlığını da zorunlu kılar. Issız bir adada tek başına yaşayan insanın şeyler üzerinde hakimiyet kurması sözkonusu ise de başka şuurlu varlıklar olmadığı için mülkiyet belirmesi beklenemez; “bu benimdir” demesinin pratik bir faydası ve anlamı olmaz. Ama başkası da olduğunda, örneğin adada iki kişi bulunduğunda durum değişir; artık mülkiyetin belirme imkanı doğmuştur. Birinci şahsın “bu benimdir!” iddiası ikinci şahsın “niçin senin?” sorusuyla karşılaşır. Bu durumda onlar ya ortaklaşa mülkiyete yahut güç, emek, ilk işgal veya başka bir “kıstas”a göre paylaşıma giderler. Ortaklığın veya paylaşımın kıstasları-esasları bu iki kişilik toplumun değerler sistemi’dir. Birkaç yüz, birkaç milyon veya daha fazla insandan müteşekkil toplumlarda da durum böyledir. Şeyler üzerinde ferdin mi, ailenin mi, kabilenin mi, toplumun mu, devletin mi mülkiyet tesis edeceğini belirleyen, bir başka ifadeyle ferde, aileye, topluma veya devlete şeyler üzerinde mülkiyet kurma hakkını veren o toplumun değerler sistemi, benimsediği hayat tarzıdır. Buna göre hangi toplum olursa olsun ve her ne şekilde bulunursa bulunsun, mülkiyetin kaynağı değer yargısıdır. Mülkiyetin kaynağı tabiattır veya toplumdur veya hukuktur veya devlettir veya dindir veya “alt-yapı”dır veya başka bir şeydir gibi farklı tezler de nihayet birer “değerleri” tesbit eden “değer”i ifade ederler.
Değerler sistemi olarak İslâmî değerlere inanan ve benimseyen (Çünkü İslâm iyi-doğru ve güzelin Mutlak ölçülerini ifade eder) Başyücelik Devleti ve toplumunda bütün mülkiyet çeşitlerinin kaynağı-hakkı İslâm’dır.
Mülkiyetin Meşruiyeti
Mülkiyetin meşruiyeti, mülkiyetin elde edilişi (iktisabı) ile ilgilidir ve iktisabın yolları değerler sistemi tarafından belirlendiği için toplumdan topluma farklılık gösterir; faizin, rantın, aşırı kârın meşru olduğu toplumlarda bu vesilelerle elde edilen mülkiyetin meşru olmasına mukabil başka bir toplumda meşru olmayan bu yöntemlerle elde edilen mülkiyetin meşru olmaması gibi…
Müslüman Başyücelik toplumundan gerek ferdî, gerek toplum ve gerekse devletin hangi yollardan meşrű mülkiyeti iktisap edeceği İslâm Hukuku tarafından öngörülmüştür.
Ferdî mülkiyeti iktisabın belli başlı meşrû vasıtaları ilk işgal, ihraz, emek, ikta, ganimet, miras ve vasiyet, hibe, zekat, sadaka ve nafakadır.
a- Emek
Meşruiyet temeli en sağlam mülkiyet, fikrî ve fiilî emeğe dayananıdır. Başyücelik Devleti’nde “içtimaî faaliyet” olarak vasıflandırılan emek alanları ziraat, ticaret, zanaat, hizmet, sanat ve ilimdir. Bu alanlarda fiilî veya fikrî emek sarfedenler, ürettikleri şeyleri bizzat kendisine ve maddî karşılığını iktisap ederler. Meşru emeğe dayanmayan veya başkalarının emeğine musallat olucu kumar, fuhuş, hırsızlık, gasp, rüşvet, dilencilik, irtikap, faiz, rant, aşırı kâr, karaborsa, ihtikar veya gayrı meşru malların ticareti gibi iş ve mesleklerden elde edilen mülkiyetin ise meşruluğu yoktur ve hukuk tarafından korunmaz.
Başyücelik Devleti’nde iş ve emek sadece mülkiyeti kazanmanın bir vasıtası değil aynı zamanda içtimaî ve dinî bir mükellefiyettir. Orada maddî veya manevî, her ne şekilde olursa olsun emeksizlere ve başkalarının emeğine musallat olan parazitlere rahat yoktur. “İdeolocya Örgüsü”nde bu husus şöyle belirtilir:
— “Cemiyet bilançosunda (1) vâhidlik bir (pasif) kıymet teşkil ederken, öbür taraftan (1)den fazla bir (aktif) değer belirtmekle mükellef olan fert, daima, cemiyete kaça mal olduğunu, cemiyete kazandırdığından ne tarh edebileceğini ve elde müsbet bir bakiye kalıp kalmadığını vicdanına soracaktır. Böyle yapamayan ferde, huzur yoktur; ve devlet reisinden çobana kadar ölçü budur.”
Başyücelik cemiyetinde geçici veya daimi olarak içtimaî faaliyetle mükellef olmayan üç sınıfın (küçük çocuklar, geçkin ihtiyarlar ve ağır hastalar) dışındakiler için ana prensip, belli başlı bir verim ve işe memur bulunmasıdır. Emeksizler ve başkalarının emeğine musallat verimsizler, “Düzenleme Vekâleti” yoluyla kendilerine iş ve meslek teminine gitmedikleri takdirde, devlet tarafından kafalarına vurula vurula emek alanlarına sürülürler. İş ve meslek sahibi olma çağındaki Başyüce (devlet başkanı)nın oğlu bile bu ölçünün en aciz mahkumu ve takip hedefidir.
b- İşgal ve İhraz
Başyücelik Hukuku’nun zımnen veya açık izniyle her fert serbest (mubah) malları işgal ve ihraz ederek elde ettiklerinin mülkiyetine hak kazanır. Yabani hayvan avlayan avladığı hayvanların, balık tutan tuttuğu balıkların, odun ve ot toplayan topladıklarının, ölü arazide maden bulan devletin beşte birlik payını ödemesi şartıyla çıkarttığı madenlerin sahibidir. Ancak bulunan madenin özel şahısta kalması kamu menfaatine aykırı bulunursa, devlet kendi mülkiyetine geçirebilir. Devletin izniyle ölü araziden bir kısmı ilk işgal eden orayı 3 yıl içinde ihya ederse, izin şartına bağlı olarak menfaatiyle birlikte rekabe mülkiyetine veya sadece menfaat mülkiyetine hak kazanır… Görüldüğü gibi işgal ve ihraz ancak emekle birlikte olursa, mülkiyeti iktisabın meşru bir yolu olur ki, bu yüzden işgal ve ihraz, emeğin içinde mütalaa edilebilir.
c- İkta
Başyüce, Beytülmal’den istihkakı bulunan ihtiyaç sahiplerine veya layık gördüklerine devlet arazisi ve ölü araziden veya devlet madeninden bir kısmını verebilir. Eğer “temliken ikta” ile verilmişse orası ikta alanın tam mülkü, “istiğlalen ikta” ile verilmiş ise eksik mülkiyeti (sadece menfaat mülkiyeti) olur.
d- Ganimet
Allah’ın dinini yeryüzüne hakim kılma mükellefiyetindeki müslümanların, kafirlerden, mürtedlerden, münafıklardan ve dinin hakim kılınmasını engelleyenlerden savaşla ele geçirdikleri ganimetler meşru malıdır. Başyücelik Devleti’nin ilk ganimeti, ihtilal mücadelesi esnasında karşı cephede açıkça veya zımnen yer alanların her türlü servetidir. Millî servetin yüzde 10’unu elinde bulunduran dönmelerin (her halûkarda) bütün malları, Yahudi, Ermeni, Rum ve diğer gayrı müslimlerden karşı cephede yer alanların servetleri ve geçmişte İslâm milletinden iken sonradan irtidat edenler ile müslüman olsa da karşı cepheyle işbirliği bulunanların bütün mal ve mülkleri, devrimci cephede yer alan İslâmların ganimetidir. Bu ganimetlerin dağıtımında Başyüce, İslâm Hukuku’ndan aldığı yetki ve iktidarla ganimetleri mahiyetine göre bir kısmını devlet mülkiyetine bir kısmını kamu mülkiyetine geçirir ve devletin beşte birlik payını ayırdıktan sonra kalan kısmı gazilere özel mülk olarak taksim eder… Devlet planında diğer devletlerle yapılan savaşlarda ele geçirilen ganimetlerin dağıtımında da durum böyledir…
e- Miras
Ölen kimsenin bıraktığı mallar, şeriatte belirtilen esaslarla mirasçılara pay edilir ve her mirasçının payına düşen kendi mülkü olur.
f- Kendisine zekat, sadaka, nafaka verilen veya hibe edilen veya vasiyet yapılan, payının meşrû sahibidir…
Özel mülkiyet gibi kamu mülkiyeti ve devlet mülkiyetinin de meşrű iktisap yolları vardır. Şey’lerin kamu mülkiyetine geçmesi için o şey’lerin devlet veya şahıslar tarafından kamuya temlik edilmiş olması yeterli sebeplerdendir. Kamu ihtiyacına tahsis edilen yollar, köprüler, kütüphaneler, ibadet yerleri, hastahaneler, külliyeler ve zekat fonu böyledir. Bununla birlikte İslâm’ın verdiği bir hak olarak mübah-serbest mallar da (ormanlar, nehirler, göller, denizler ve ölü araziler gibi) kamuya aittir…
Devlet mülkiyetinin oluşması için meşru iktisap yolları ise iktisadî faaliyet gelirleri, öşür veya gümrükler, vergiler, mirasçısı bulunmayan terekeler, müsadereler, ganimet, humus, resim ve malî cezalardır. Önceki İslâm devletlerinin gelirleri içinde yer alan ve gayrı müslimlerden alınan haraç ve cizye Başyücelik Devleti’nde yoktur. Çünkü Başyücelik ülkesinde (Büyük Doğu) prensip olarak gayrı müslimlere yer yoktur.
a- İktisadî Faaliyetler
Özel müteşebbisler gibi devlet de birçok alanda teşebbüste bulunur. Devletin bu faaliyetlerden elde ettiği gelirler, fertlerin iş ve meslek gelirine benzetilebilir.
b- Öşürler (Gümrükler)
Fakihler öşrü, ziraat ürünlerinden alınan zekat ve ithal mallardan alınan vergi olarak ikiye ayırırlar. Ziraat ürünlerinden alınan öşürler diğer zekat gelirleriyle birlikte esas olarak devlete değil kamuya aittir. Bunu aşağıda “devlet emrinde içtimaî sermaye ve mülkiyet” başlığı altında inceleyeceğiz. Gümrüklerden alınan öşürler ise meşru bir gelir kaynağıdır. Gümrük vergilerinin oranı onda bir olmakla birlikte, yerli üretimi korumak veya içeride üretme imkanı olmayan malları müslümanların istifadesine sunmak gayesiyle vergi artırılıp azaltılabilir. Yine müslümanların ihraç ettiği mallara diğer devletlerin koyduğu vergi oranınca, onlardan ithal edilen mallara bilmukabele aynı oranda öşür konulabilir.
c- Müsadere
Başyücelik Devleti, zekat kaçıranların veya vermekte imtina edenlerin zekattan ayrı olarak, zekata tâbi mallarının yarısını cebren müsadere eder (karşılıksız el koyar). Ancak bu sebeble müsadere edilen şeyler devlete değil zekat fonuna aktarılır… Şeriatın izin vermediği gayrı meşru yollarla veya devletin izin vermediği şeyleri mülk edinenlerin mülkiyeti korunmaz; suçun mahiyetine göre tamamen veya kısmen müsadere edilerek devlet mülkiyetine geçirilir.
d- Vergiler
Üstada göre terakki eden cemiyet ihtiyaçlarına göre yeni vergiler tarh edilmesi hakkı devlete tanınmıştır. Buna göre Başyücelik Devleti hak ve yetkisine dayanarak adil vergiler koyabilir.
e- Mirasçısı bulunmayanın varisi devlettir.
f- Humus-Ganimet
Savaşsız fethedilen toprakların tamamı, silah zoruyla fethedilen toprakların müslümanlara dağıtılmaması uygun görülürse tamamı, dağıtılırsa beşte biri ve yine diğer ganimetlerin beşte biri devlete aittir. Hanefilere göre zekat niyetine madenlerden alınan beşte bir (humus), ganimet hükmünde olduğundan onun sahibi de Başyücelik Devleti’dir.
g- Hayatın her alanında hukuka uygun faaliyette bulunmayanlara (örneğin trafik kurallarına uymayanlar) kesilen malî cezalar ile belli hizmet ve imkanlardan yararlananlardan alınan resimler (nikah ve mahkeme resmi gibi) devletin diğer gelir kaynaklarıdır.
Mülkiyetin Temeli
“Mülkün (devlet-iktidar) temeli adalet” olduğu gibi mülkiyetin de temeli adalettir. Adalet ise öznel değerlerin, toplum tarafından geçerliliği kabul edilmiş mücerret ve genel değerler sistemine uygunluğudur. Çünkü mücerret ve genel kurallar her toplumun kendi adalet-hakkaniyet kıstasıdır.
Üretim araçları üzerinde toplum mülkiyetinin benimsendiği kollektivist bir toplumda, “üretim araçları herkesindir” ilkesi o toplumun herkes için geçerli değeri’dir ve fertler bu ilkeye mutabık kaldıkları sürece adildirler. Buna mukabil kimi fertlerin üretim araçlarını kendi mülkiyetlerine geçirme teşebbüsleri veya onlara zarar vermeleri de zulümdür. Yine bu toplumda “herkesten emeğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesine mutabık olarak istidat ve gücü oranında toplum için çalışan ile gerçekten ihtiyacı olanı isteyen adilken ve onların bu eylemi adaletin tecellisiyken, aksine davranıp çalışmaktan imtina edenler, kaytaranlar ve ihtiyacını olduğundan fazla gösterenler zalim ve fiilleri de topluma zulümdür… Kapitalist toplumda “faiz meşru bir iktisap yoludur” ilkesine mutabık olarak sermayesine faiz talep eden de, bu faizi ödeyen de adilken, kullanıldığı sermayenin fazini ödemeyen zalimdir. Benzer şekilde “mülkiyet mutlak bir haktır” ilkesine uygun olarak davranan, mesela ürettiği meyvaların bir kısmını fiyatları artırmak gayesiyle imha eden adilken, başkasının bir miktar meyvasını çalan yani malikin mutlak mülkiyetine tecavüz eden bir gariban zalimdir… Fertlerin davranışları (öznel değerleri) genel ilkelere aykırı olduğunda mahkemeler devreye girer ve hukuk gücüne kavuşmuş kurallara nisbetle adaleti gerçekleştirir.
Değerler sistemi toplumun tamamı tarafından benimsendiği sürece mesele yoktur. Ama kimi fertler değerler sistemini “adalet kıstasları” olarak kabul etmezler, örneğin içinde bulundukları kapitalist toplumun faizle ilgili prensibini benimsemezler ve faizi sermayenin hakkı olarak değil de sömürücü bir aracı olarak değerlendirmeye başlarlar ise, onların nazarında artık faizle kazanılmış mülkiyetin meşruluğu yoktur; hakkıyla kazanılmış değil hırsızlıktır. Bu türden yeni değerler toplumda yaygınlaştıkça toplumun mevcut mülkiyet sistemi de temelinden sarsılmaya başlar ve şayet yeni değerler toplumun bütünü tarafından kabul edilirse mülkiyet sistemi de bu değerlere nisbetle yeniden şekillenmeye başlar.
Yukarıdaki misallerde de görüldüğü gibi farklı değerler sistemine sahip farklı toplumların kendilerine has adalet kıstasları vardır ve bu kıstaslara nisbetle adalet ve zulüm, farklı nitelemelere mevzudur… Adaletin mutlak kıstaslarını verecek değerler sisteminin hangisi olacağı sorusunu her sistemin kendisini hakikat olarak işaretlemesine mukabil Başyücelik toplumunun dünya görüşü Büyük Doğu-İbda, hakikatin hakikati olarak İslâm’ı gösterir. Çünkü diğer sistemlerin beşerî ve dolayısıyla keyfî karakterine karşın İslâm, mutlak ve İlahî değerleri vazeden Mutlak Fikir’dir. Mutlak Fikir’in niçin hakikatin hakikatini temsil ettiğini merak eden İbda Fikriyatı’na müracaat edebilir…
Büyük Doğu ülkesinde adaletin mutlak kıstaslarına uygun olarak iktisap ve tasarruf edilen mülkiyet meşru ve adil sayılır ki, bu yüzden başkalarının tecavüzüne karşı devletçe korunur. Ama genel ve mücerret prensiplere göre meşru sayılmayan kumar, hırsızlık, rüşvet, gasp, faiz, aşırı kâr, spekülasyon, hile gibi yollarla haksız şekilde elde edilen ve zekat, infak, sadaka ve vergi gibi vecibelerini yerine getirmeyen mülkiyet, toplumun ve Allah’ın hakkını çaldığından meşrû değildir. Böyle arızî durumlarda “herkese lâyık olduğu muameleyi yapmak ve hakkını vermek” manasına adaleti tecelli ettirmek Başyücelik mahkemelerinin hak ve görevidir… İslâmî değerleri benimseyen ve onu hayata hakikatiyle tatbik ettiği sürece adaleti tecelli ettiren geçmiş İslâm toplumlarının pratiği ve adaletin mutlak kıstaslarını vazeden Mutlak Fikrin kefaletiyle iddia edebiliriz ki Başyücelik ülkesinde sadece adalet olacaktır: Adil Başyüce, adil Yüceler Kurultayı, adil Başyücelik Hükümeti, adil kanunlar, adil davranış kuralları, adil fertler, adil toplum ve mevzuumuzla alakalı olarak adil mülkiyet, adil malik, adil fiyat, adil ücret, adil piyasa kuralları, adil mülkiyet ilişkileri ve adil mülkiyet düzeni…
Özel Mülkiyetin Mahiyeti
Başyücelik Devleti Şeriatın fertlere verdiği özel mülkiyet hakkını tanır ve korur… Özel mülkiyetin tarifi olarak Kâsânî’nin tarifi benimsenebilir: “Mülkiyet, tasarrufa konu olan şey üzerinde sırf sahibine ait olmak üzere tasarruf yetki ve iktidarıdır; veya Mülkiyet, tasarrufa konu olan şey üzerinde tasarrufta bulunabilmek üzere hukuk düzenince bahşedilen bir yetki ve iktidardır.”
“Tasarrufa konu olan şey”, mülkiyetin konusudur. Başyücelik Devleti’nde mutavassıt mallar (üretim araçları) ve tüketim malları gibi müşahhas şeyler ile menfaatler ve telif hakkı, icat hakkı gibi mücerret şeylerden kamu ve devlet mülkiyeti alanına girmeyen, şeriatın yasaklamadığı ve örfî hukukun mal saydığı her şey özel mülkiyetin konusu olabilir… Malik; çocuk, deli, bunak, havaî veya mahcur değilse, hukuktan aldığı yetki ve iktidarla ve ama hukukun uygun gördüğü şekilde, sahip olduğu şeylere tasarrufta bulunabilme ve başkalarını ondan uzaklaştırma hakkına sahiptir. Ama “hukuka uygun tasarruf” şartından anlaşılacağı üzere, mülkiyet veya tasarruf hakkı mutlak değil mukayyed bir haktır. Malik tasarrufta bulunurken, hukukun getirdiği tahditlere riayet etmek ve bununla birlikte yine hukukça belirtilen mükellefiyetlerini ifa etmekle mükelleftir. Zaten haklar, mükellefiyetlerin ve tahditlerin olduğu yerde sözkonusudur. En liberal toplumlarda bile “mutlak” olarak nitelendirilen ferdî haklarla birlikte mülkiyet hakkı kısmî de olsa bazı tahditler ve mükellefiyetlerle karşı karşıyadır. Önemli olan, tahdit ve mükellefiyetlerin azlığı veya çokluğu değil, hakikati belirtip belirtmediğidir. Bu mânâda, Mutlak Fikre nisbetle hakikati belirtmeyen bütün tahdit ve mükellefiyetler angarya ve zulümken, İslâm toplumlarında hakiaktin bir ifadesi olur; ve bu yönüyle de tahditler ve mükellefiyetler, adalet ve hakkaniyeti temin eder. Bu mevzuya aşağıda “Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik” başlığı altında devam edeceğiz.
Özel Mülkiyetin Alt Sınırı
Muazzam fabrikaları bulunan da, eser telif eden de, keşif yapan da, emlakı olan da veya sadece edeb yerlerini örtecek kadar giyeceği bulunan da mülkiyet sahibidir. Her insanın en azından bir miktar şeye sahip olacağından hareketle teorik olarak mülkiyetsiz insanın bulunmadığı söylenebilir. Ama gerçekte durum böyle değildir. Fiilî bir değerlendirmeyle, asgari hayat seviyesinin muhtevasını oluşturan mesken, yeterince gıda, giyim ve yardımcı eşyaları ile eğitim, sağlık, ibadet ve kültürel ihtiyaçları gidermek ve idame ettirmek için lazım gelen güvenceye sahip olmayanlar mülkiyetsiz sayılabilir. Mülkiyetsizlik arızî bir durum değilse (ticarette iflas etmek, hastalanarak iş ve meslekten uzak kalmak, afetlere maruz kalmak veya benzeri sebeplerden dolayı yoksullaşmak gibi) miskinliğin bir sonucudur. Miskinlik ise çalışma güç ve iktidarı varken batıl inançları bahane ederek veya keyfi sebeplerle çalışmaktan kaçınmak ve dolayısıyla hayatın idamesi için lazım gelen şeylerden mahrumiyettir. Bu, İslâmın günah saydığı ve Başyücelik Devleti’nde hayat hakkı bulamaycak bir sapkınlıktır. Nitekim mezhep imamlarımızdan İmam Muhammed’in “Kitâbü’l Kesb” adlı eseri umumî olarak bu türden sapkınlıklara, hususî olarak ise 2. asırda İran’da ortaya çıkan ve kazançla meşgul olmayı haram sayan bir zühd (!) hareketine ve Kaderiyyecilere reddiye olarak yazılmıştır… Cumhur-u Fukaha’ya göre insanın kendisine yetecek kadar rızık temini için çalışması gerekli ve farzdır. Aksi halde dinî vecibelerini yerine getirebilmesi için lazım gelen vücut sıhhati ve imkanlardan mahrum kalması kaçınılmazdır. Şu hale göre çalışma güç ve iktidarındaki her müslümanın kendisine ve bakmakla mükellef olduğu ebeveyn, çocuklar ve bazı hallerde yakın akrabalarına asgari bir hayat seviyesini temin edecek şeylere, en azından mülkiyetin bu alt sınırına sahip olması zorunludur. Bu ise miskinliği veya başkasının emeğine musallat tufeyliliği değil, iş ve meslek sahibi olmayı gerektirir. Rahmetli Üstadımız bu hususta şunları söyler: “Mutlaka bir mesleğiniz olacak; ya tüccar, ya çiftçi, ya işçi, ya sınaatçı, ya asker, ya memur, ya muallim, ya hekim, ya sanatkar, ya hamal, fakat bir meslek…” Meslek sahibi olmak aynı zamanda Peygamberlerin sünnetidir. Her biri bir sanatın pîridir. İmam Muhammed’e göre ilk insan ve aynı zamanda ilk peygamber olan Hz. Adem çiftçilikle uğraşır, Hz. Nuh marangozluk, Hz. İdris terzilik, Hz. İbrahim kumaş ticareti yapardı. Hz. Davut zırh yapar ve satardı. Allah Resûlü ise gençliğinde çobanlık, sonraları ticaret yapmıştı… Sahabîler de çeşitli işlerle meşgul olmuşlardı. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman ticaretle uğraşmışlar, Hz. Ali ise işçi olarak çalışmıştı.
İslâm’ın miskinliğe, tufeyliliğe, hazır yiyiciliğe ve miras yediliğe tahammülü yoktur ve bu yüzden Başyücelik Devleti herkesin iş ve meslek sahibi olmasını zorunlu kılar. Orada iş bulamamak diye bir bahane yoktur; zira devlet, herkese iş ve meslek bulmayı tekeffül eder ki, bu zaten onun görevidir… Çalışmasına rağmen bazı sebeplerden veya arızî durumlardan dolayı asgarî mülkiyetten mahrum kalanların ihtiyaçları toplum ve devlet tarafından karşılanır.
Özel Mülkiyetin Üst Sınırı
Mülkiyetin üst sınırı yoktur, çünkü hukuk düzeni ferde alabildiğine mülkiyet edinme hakkı vermiştir. Durum teorik olarak böyle ise de tahditler, mükellefiyetler ve miras hukuku gibi sebeplerden mülkiyetin temerküzüne imkan yoktur. O büyüdükçe devrilir veya devlet tarafından budanır. Bu hususu “Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik” bahsinde ele alacağız.
Zenginlik mi Fakirlik mi?
Fakirlik, asgarî hayat seviyesini temin edecek şeylere sahip olmayı, zenginlik ise fazlasına sahip olmayı ifade eder. Bu nitelemeye göre fakirlik mi makbul ve faziletlidir. Yoksa zenginlik mi?.. İmam Muhammed mezkur eserinde bu hususu tahlil eder. Prof. Dr. Mustafa Baktır’ın özetiyle fakirlik ve zenginlik:
“Bir görüşe göre insanın zaruri olan rızkını temin ettikten sonra ibadetle meşgul olması daha faziletlidir. Çünkü insanın ihtiyacından fazla olan şeyin hesabını vermesi gerekir. Fakirlikte ise böyle bir durum yoktur. Dolayısıyla hesaba çekilmemek, hesaba çekilmekten daha salim bir yoldur… Bir başka açıdan bakıldığında, fakirlik zenginliğe göre, daha emniyetlidir. Çünkü insan mal ile her an azgınlığa düşüp yoldan çıkabilir. Fakir, imkânı olmadığı için kötü yola istese de gidemez. Resulullah (sav) da bu dünyada fakir olarak yaşayıp fakir olarak göçmeyi tercih etmiştir. Ancak buradaki fakirlik, Allah’ı unutturacak derecede olan fakirlik değildir. Ona (İmam Muhammed) göre buradaki fakir, üzerine farz olan zaruri rızkını temin etmiş kimsedir… Diğer bir görüşe göre ise zenginlik bir nimet, fakirlik ise bir sıkıntıdır. Nimet her zaman sıkıntıya tercih edilir. Zekât gibi birçok malî ibadeti yapmak, ancak zenginlikle mümkün olur. Allah yolunda mal harcanarak sevab elde edilir. Birçok ayette insanlar Allah yolunda harcamağa teşvik edilmişlerdir. Diğer taraftan fakirlik küfre yakın olarak nitelendirilmiş, Resulullah (sav) da ondan Allah’a sığınmıştır…”
Ehl-i Sünnel ve’l Cemaat Yolu itidal yoludur. Bunun mülkiyete uyarlanması ise şudur: Ne sapkınlığa düşürücü aşırı zenginlik ne küfre yakın durucu fakirlik. Faziletli ve makbul olan, İmam Muhammed’in serdettiği görüşler çerçevesinde fakirlik (asgarî mülkiyet sahipliği) veya çeşitli derecelerde ama aşırıya kaçmayıcı zenginlik (azamî mülkiyet sahipliği)… Bunlardan hangisinin tercih edileceği her kişinin kendi istidat ve meşrebine göredir.
İslâm İnkılâbının Hak ve Vazifesi
Başyücelik Devleti’nde mutedil fakirlik veya zenginlikten dilediğini tercih etmekte fertler muhayyerdir. Ama bu çalışmamanın bir bahanesi olmamalıdır. Çünkü müslümanlar eşya ve tabiatı teshir ve dünyayı imar etmekle mükelleftirler. Bu ise aynı zamanda ümmetin umumî olarak zenginliğinin artırılması görevidir. Hem geçmiş asırların muhasebesini yapan, hem miskinliği ve tufeyliliği reddeden, hem Batı’nın paradoksunu gösteren ve hem de Büyük Doğu İslâm İnkılâbının hak ve vazifesini deklare eden bir iktibas, “İktisat ve Ahlak”tan:
— (Hazret-i Ömer birgün, bir camie girdi, içeride birkaç kişi başbaşa vermiş pineklemekte… Müminlerin emîri sordu:
— “Siz kimsiniz?”
Cevap verdiler:
— “Biz, mütevekkilleriz, tevekkül sahipleriyiz!”
Karşılığını aldılar:
— “Hayır, siz müteekkillersiniz – hazır yiyicilersiniz! Buyrun cemiyete!”
Yeryüzünde bundan daha güzel ifade edilmiş hangi levha var ki, bütün hakikatiyle “cemiyet mesuliyeti” ve “iş şuuru”nu billurlaştırmış olsun? Böyleyken, nasıl oldu da asırlar boyunca müslümanlık, dünya vazife ve borçlarını en titiz ve keskin emirlerle kadrolaştırdığı halde, ona lâyık olmayanların elinde miskinlik yatağı gibi gösterildi? Ve… Müslümanların altınla kapladığı Doğu, Batı’ya bir baştan öbür başa tembellik ve işsizlik balçığiyle dolu göründü?
Dünya’yı imar, hakikatte, dünyayı gaye sananların değil, vasıta kabul edenlerin, yani bizim dâvamızın, İslâm inkılâbının hak ve vazifesidir. Halbuki böyle olmamış; asırlar boyunca İslâmiyet, ferdî temsil kadrolarında, ahiret uğrunda dünyayı yüzüstü bırakmak ve câmilerden başka hiçbir mekânı haşmetli bina etmemek mânâsına alınmıştır. Bâtı’nın bâtıl dini ise, ancak papas telkinlerinin zayıflamaya ve mensuplarının maddîleşmeye başlamasından sonra dünya imarına yol açıldığını görmüştür.
Böylece, hak ve bâtıl kutuplariyle dinlerin, insanoğlunu dünya vazifelerinden alıkoyduğu ve din telkinlerine ne kadar kıymet verilmezse o kadar dünya imarına imkân hasıl olduğu üzerinde, tamamiyle yanlış ve ters bir anlayış doğdu; ve bu kolay anlayış asırlar boyunca kökleşerek, hemen hiçbir fikir adamında, tersyüz edilen hakikati ihtara kudret bırakmamıştır. Batı’nın bâtıl din bünyesi böyle bir idrake imkân vermediği için, hakikat Batılı mütefekkirler tarafından keşfedilemezdi. Bunun için İslâm’a kucak açmak gerekirdi. Fakat İslâm mütefekkirlerince, Batı’nın bütün tezat ve buhranı da dâhil olarak, yegâne kurtarıcı dinin RUHUNA kayıtsız kalınması ve bu yüzden sebep ve neticelerin süzülememiş olması, şahsî idrak ve tefekkür kabiliyetsizliğinden bu düğümü çözememiştir. Eğer yalnız bu nokta izâh edilebilseydi, dünyayı ve dünya hakimiyetini elimizden almak suretiyle ruhumuzu ve gayemizi körlettiğini sanan Hıristiyanlık, çoktan bize mağlup olmuş bulunurdu.
Din gözünde ahiretin sıçrama taşı olmaktan ibaret bulunan dünya, yine din eliyle çerçevelenmiş hakları verilmedikçe, bizi ötelerin haklarından da mahrum edecek kadar kuvvetli bir tuzaktır; ve bütün marifet, bu dinî inceliği kavrayabilmektedir.
Onun içindir ki, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya ve hemen ölecekmiş gibi ahirete memuruz; yine onun içindir ki, mescitlerimizi sade ve şehirlerimizi ziynetli bina etmek gibi hudutsuz hikmetli bir Peygamber emri almış bulunuyoruz. Yani bugüne kadar yaptığımızın tam tersi… Hemen ölecekmişiz ve zaten yaşamamaktaymışız gibi bir bezginlikten ibaret ahiret tesellisi; ve yalnız mâbetler adına bir ihtişam ve gerisi teneke evler… Bize bu ruhu telkin edenlerse, Kâinat Efendisinin her mikyas üstü derin bâtınına yol açmak dâvasiyle yalan haber veren sahte mutasavvıflar ve kalpazan dervişler olmuştur… Gerçek tasavvuf ve bâtın yolculuğu bu gidiş ve gelişin tam aksinedir.
İslâm inkılâbında dünya, İslâmiyetin hakikatine tıpatıp uygun olarak, biz her şeye mâlik olduktan sonra hiçbir şeyin bize mâlik olmaması inceliğinden ibaret bulunan gerçek fakirlik gibi, bizim yüzde yüz sahip ve hâkim olacağımız, fakat onun bize sahip ve hâkim olamayacağı ve üstüne yapılan her nakşın aslî gaye olarak kendisini aşacağı muvakkat bir plândır. Ve işte dünya böylece kabul edildikten sonradır ki, solmaz renk ve ölmez seslerin iklimine yol veren geçit noktası olarak bu muvakkat plânı baştan başa donatmak, bezemek, ötelerin şevk ve neşesiyle süslemek dinî bir vazife olur ve zahmetine değer. Yoksa dünya dediğimiz plânı donatmak ve bezemek için, ondan başka birşeye inanmamak icap etseydi, asıl o zaman bu plânı donatmaya ve bezemeye imkân verici büyük, devamlı ve mefkûrevî şevk kaybedilmiş olurdu. Bilinen ve görülen imar örnekleri, tek başına kaldıkça yine bilindiği ve görüldüğü gibi, yarını tekeffül etmek iktidarında değildir ve tamamiyle sun’î ve büsbütün fânidir.
İslâm inkılâbının, dünyayı imar mevzuunda, Allah ve Resûlünün muradına tam uygun olduğundan emin bulunduğu bu girift hikmet dâvası kavranır kavranmaz, şimdiye kadar Batı dünyasında gördüğümüz bütün örnekler ve onları kat kat aşan en yeni buluşlarla mukaddes ölçüler çerçevesi içinde dünyayı imar, küfrün veya bâtıl dinlerin değil, bizim hakikatimiz ve onların tezadı olarak meydana çıkar.
Bu çerçeve içinde, tek bir kahve köşesine bile izin verilmeyeceği, tek sahipsiz çocuk, tek serseri, tek işsiz bırakılmayacağı, beklenen nizamın bunları tekeffül ettiği anlaşılır.
Meselemizi Hazret-i Ömer’le mühürleyelim… O, görünüşte iyi ve rahat yaşayan insanlara neyle meşgul olduklarını sorar ve uğraştığı bir işi olmadığını söyleyenlere şu cevabı verirdi:
— “Yazık; nazarımda bütün itibarınızı kaybettiniz!”
Ve ilâve ederdi:
— “Herhangi bir işle meşgul olmak, oturmaktan veya dinlenmekten hayırlıdır!”)
Ne Ekmeksiz Hürriyet, Ne Hürriyetsiz Ekmek
İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “İktisat ve Ahlak” isimli eserinden:
— (Beşerî ihtiyaçların çok genişleyip hayatın o nisbette “kompleks-karmaşık” bir mahiyet arzettiği zamanımızda, iktisadî mekanizmanın sosyal meselelerde istikamet tayin eden büyük rolü başta gelen bir zarurettir.
Bu zaruret kabul edildiği takdirde, faşizm, komünizm veya liberalizm dediğimiz cemiyet sistemlerine vücut veren fikirler, bizzat hayatın kendi içinde yaşayan imkânların bir neticesi olmak lâzım gelir. Kendi mevzuu ve şartlarında her fikrin, hayatın bir zaruretine intibak eden haklı tarafı aranır. Bu cihetle, bütün cemiyet ve iktisat fonksiyonlarını devletin otoriter iradesine terketmek suretiyle devlet sosyalizmine yol veren imkânları, bugünkü hayatın kuruluş imkânlarında aramak lâzımdır.
Liberalizm, fert hürriyetini tebarüz ettiren hürriyetçi ve demokratik vasıflarına rağmen, fertlerin hayat seviyelerinin ve refah derecelerinin tayininde, eşit kıymetlerin eşit haklar iktisabını sağlayacak umumî bir refah ve adalet plânını gerçekleştirecek iktidarı haiz olmadığı içindir ki, sosyal siyasette birtakım “doktrin”ci meselelerle karşılaşmış bulunuluyor.
Bu meselelerin içinde, ferdin hürriyeti kadar onun emniyet ve refahını, tekâmül ve inkişafını ön plâna alacak içtimaî adalet endişesinin hâkim olduğu inkâr edilemez.
Cemiyetin mevzuu, kendini teşkil eden insanların saadet ve tekâmülü gayesine bağlıdır. Bu gayenin tahakkukunda hürriyete sahip olmak kâfi gelmez; aynı zamanda ondan istifade iktidarını da haiz olmak lâzımdır. Bu iktidar ise, ancak maddî imkân ve refah ile elde edilir. Bu olmayınca nazarî bir serbestliğin insanı mesut edeceğini düşünmek, hayale kapılmaktır. Hattâ bu vaziyette insan hür bile değildir. Bunun gibi, en geniş bir refah derecesinde şahsiyetinin hürlüğünü temin edemezse, insan yine saadetten uzak kalır.
Gerek “enduvidüalist-ferdiyetçi” nazariye, gerek sosyal fikir arasındaki bütün mücadele ve anlaşamamazlıklar, tatbikatta tek taraflı kalarak bu ikisi arasında makul bir muvazene tesis edememelerinden ileri gelmektedir. Biri serbestlik veriyor, fakat umumi refahı temin edemiyor; öteki refah vadediyor, hürriyeti esirgiyor.
Eğer ferde kıymet veren, hayatın tekâmülünü onun şahsi menfaat ve ihtiraslarının serbest oluşunda arayan liberalizm, tatbikatta bunu mahdut bir kısım fertlere değil de bütününü teşkil eden fertler yekûnuna kadar genişletebilseydi, mesele yoktu; fakat, bu mümkün olmamıştır. Servet ve refahın haksız bir bölüşüme uğraması, içtimaî bünyelerdeki ahenksizliğin başlıca sebebidir. Bu da netice olarak bizi, tatmin edilmiş ve tatmin edilmemiş fertler meselesiyle karşı karşıya getirir.
Bu suretle, devletçiliğin ferdî menfaatleri ihmal eden topluluk iddialarının tahlilinden çıkan hulâsa, yine fertlerin, yani hususî menfaatlerin tatmini gayesinden başka birşey değildir.
Bu düşünüşe göre tahmin edilebilir ki, sosyal hayatta kendini göstermiş olan derin değişikliklere, yeni ihtiyaçlar yüzünden, ne eski mânâda geniş ve tam bir liberalizm hakim olabilecektir, ne de “etatist” devlet telâkkisinin ferdi hiçe sayan mutlak baskı ve otoritesi devam edebilecektir. Belki bu ikisinin ortası, fert ve cemiyetin karşılıklı haklarını telif edici bir muvazene sistemine doğru gidilecektir.
Değişen hayat şartları milletleri zarurî bir teşkilâtlanma yoluna götürmektedir. Anglo-Sakson aleminde vaktiyle bahsi geçen “Beveriç” plânını, bu teşkilâtlanma ihtiyacının bir neticesidir. Her memleketin sosyal hayatında, iktisadî kalkınmasında kendini şiddetle hissettiren bu düzenleme ihtiyacı tabiatiyle mevcut bir teşekkülün müdahalesine lüzum gösterir ki, bu da şüphesiz, devletten başkası değildir. Bu şekilde müdahale, liberalizmin tabiî bir tekâmülle, değişen realitenin icaplarına intibak edişinin bir ifadesidir.)
Muvazeneyi gerçekleştiremeyen, ferdî ve fert hürriyetini hiçe sayan faşist ve sosyalist sistemler çöktü. Liberal devletler ise fert haklarını tahdit edici bir takım sosyal adalet prensipleri (ki bunlar liberalizmin özüne aykırıdır), kısmî devletçilik ve müdahalecilikle muvazeneyi temine çalışıyorlar. Ama şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki, Batı toplumları “fert ve cemiyetin karşılıklı haklarını telif edici bir muvazene sistemi”nin İlahî prensiplerini vazeden Mutlak Fikir’e nisbet kabul etmedikçe muvazeneyi gerçekleştiremeyeceklerdir. Nitekim çeyrek yüzyıldır sosyal adalet prensiplerini uygulayan “Refah Devletleri” daha şimdiden iflas bayrağını çektiler. Klasik liberalizmi ve yoksulluk sınırının altında yaşayan 50 milyon “ekmeksiz hür insanlarıyla” Amerika ise ancak üçüncü dünyadan çaldıklarıyla -şimdilik- ayakta kalabilmektedir… 21. yy, “zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamı”nı temsil eden İslâm’ı tatbik edenlerin olacaktır. Çünkü “İslâm, nasıl en üstün hürriyet ifadesi içinde en sıkı disipline, hem hürriyet ve hem de disiplinin haklarından hiçbirini incitmeden malikse, ferdî mülkiyetle fert üstü içtimaî tasarruf hakkına da aynı kaynaştıırıcı ahenkle sahiptir…” Büyük Doğu mülkiyet sahibi ve aynı zamanda hakikate esir hür insanların ülkesi olacaktır.
İşçi Patronlar veya Patron İşçiler
– Mülkiyet Hakkına Bağlı Cemiyet Sermayedarlığı –
Başyücelik Devleti fert ve toplum hakkına halel gelmeyecek surette ferdî ve devlet teşebbüslerine imkan tanır. Bununla birlikte mülkiyeti topluma yaygınlaştırıcı yeni bir teşebbüs ve mülkiyet yapılanması öngörülür. Bu ferdî mülkiyet hakkını mahfuz, fakat murakabe altında tutucu ve sınırlayıcı bir cemiyet sermayedarlığına yol açıcı bir sistemdir: “Özel mülkiyet hakkına bağlı cemiyet sermayedarlığı”… Öngörülen sistem, bütün cemiyet fertlerinin muayyen ve eşit hisselerle katılımına açık milli ve “anonim” teşebbüslerden ibarettir. Bu çerçevede kendi başınayken yeterli bir güç ifade etmeyen ve teşebbüsten mahrum kalan çok sayıda küçük çaplı tasarrufun ortaklığıyla kurulacak ziraî, ticarî, sınaî teşebbüsler. Ortakların sayısı iş ve teşebbüsün mahiyetine göre binlerce ve hatta daha fazla olabilir ki, böylesine muazzam teşebbüsler devletin yardım, murakabe ve müdahalesini zorunlu kılar. Devlet iştirakçi olarak değil ama düzenleyici olarak bu teşebbüslerin kuruluş öncesi fizibilite araştırmasına, kuruluş ve iştiraklerin organizasyonuna yardımcı olur ve aynı zamanda teşebbüslerin kuruluş amacına, hukuka ve cemiyetin hayrına uygun faaliyette bulunmasını temin ve hissedarların haklarını korumak için müdahale ve murakabe eder.
Tamamıyla amelî ve iktisadî bir zihniyetle faaliyette bulunması öngörülen bu cemiyet teşebbüslerinden dilediğine “bir hisse”yle katılabilecek olan fertler aynı teşebbüste birden fazla hisse sahibi olamazlar. Bu teşebbüsler “toplum mülkiyeti” olarak görülse de esas itibariyle özel mülkiyet sahibi fertlerin hür iradeleriyle kurdukları ortaklıklardır. İsteyen hissedar kendi hissesini “hisse senetleri piyasası”nda satabilir, hibe ve vakf edebilir, miras bırakabilir… Bir şahsın aynı teşebbüsün bir hissesinden fazlasını alıp satamaması ve devlet murakabesi hisse spekülasyonunu önler.
Hissedarlar içinde iş ve mesleği olmayanlar bu teşebbüslerde öncelikli olarak istihdam edilirler. Örneğin esnafı, memuru, zanaatkarı ve diğerleriyle bir kasaba halkının eşit iştirakiyle kurulan bir fabrikada işsiz hissedarların istihdamına gidilir… Teşebbüslerde dönem sonunda elde edilen gelirlerden maliyetler, vergiler ve amortismanlar çıkarıldıktan sonra geriye kalan net kâr/zarar hissedarlara taksim edilir… Sermaye artırımına gidildiğinde birim hisseler ya yeni şahıslara satılır veya hissedarlara eşit oranda pay edilir. Çünkü sistemin temel ilkesi her halukarda iştirakçilerin “eşit hisse”ye sahip olmalarıdır.
Teşebbüslerin “idare heyeti” yeterince devlet murakıbı, profesyonel yönetici, işçi ve hissedar temsilcilerinden oluşur.
İktisadî kalkınma stratejisi ve mülkiyeti topluma yaygınlaştırma amacının bir unsuru olan bu sistemin inkişafı için devlet, özendirici ve belli sınırlar dahilinde müdahale tedbirlerine başvurabilir… Bu türden teşebbüslere iştirak için lazım gelen asgarî sermaye ve mülkiyetten mahrum olan yoksulların devlet aracılığıyla hissedar olabileceklerini “Devlet emrinde içtimaî sermaye ve mülkiyet” bahsinde ele alacağız.
Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik
Başyücelik Devleti’nin herbiri herbirine bağlı dokuz temel prensibi vardır ki, bunlar Ruhçuluk, Keyfiyetçilik, Şahsiyetçilik, Ahlâkçılık, Milliyetçilik, Cemiyetçilik, Nizamcılık, Müdahalecilik ve konumuzla doğrudan ilgili Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik ölçüleridir… “İdeolocya Örgüsü”nden takip edelim:
— (Sermaye ve mülkiyette tedbircilik, 19’uncu Asırla 20’nci Asrın en buhranlı dâvası, dehhâmeleşmiş ferdî sermaye ve mülkiyet illetinin deva meselesi…
Yuvarlandıkça kütlesi büyüyen ve kütlesi büyüdükçe yuvarlanması şiddetlenen kardan bir küre gibi, bütün içtimaî emek ve iş vâhidini, birike birike, adaletsiz ve ölçüsüz, basit bir mekanika zaruretine esir edici başıboş ferdî sermaye sistemi, ne bizim dünya görüşümüzle barışabilir, ne de eşiğinde bulunduğumuz yeni dünyanın şartlariyle…
Sosyalizma ve Komünizma bu yüzden doğdu; Faşizma ve Nazizma da Liberalizma faciasına, bunların bir aksülâmeli halinde, boş yere bir ruh ve cemiyet müeyyidesi aradı.
Şu kadar ki, Müslümanın, hem Hıristiyana, hem Yahudiye, hem de Allahsıza zıt olması, bunların da kendi aralarında birbirlerine aykırı olmaları gibi, bizim dehhâmeleşmiş ferdî sermayeciliğe düşmanlığımız, bugünkü haliyle kapitalizmaya zıt olduğu kadar, hattâ daha fazla; komünizma ve sosyalizmaya aykırıdır.
Bizim, başıboş, dehhâmeleşmiş ferdî sermaye ve mülkiyette tedbirciliğimiz, bu âna kadar ana hatlarını çizdiğimiz 6 temel ölçünün billűrlaştırdığı dünya görüşü içinde her ferde, her iş sahasında, her mülkiyet hakkını veren, fakat bu mülkiyetlerin başka emek ölçülerini körletecek, onları emeksiz tasarruf edecek, onların bedavadan hisse senetlerini toplayacak surette birikmesine, sistemleşmesine ve teşebbüse geçmelerine mâni olan; böylece büyük bir sanatkâr, bir mütefekkir, bir kâşif, bir asker ve bir hammal ve bir memur arasında, herbirinin değişik kazanç ölçüleriyle temsil edecekleri iş vâhitlerini, sadece hikmetsiz bir teraküm hikmetiyle yutmak iktidarına set çeken, yeni dünyanın müjdecisi, kurtarıcı sistemdir.
Bu sistemin tek cümle içinde madde ve ruh mekanizmasını belirtmek için, şehri su baskınına karşı korumak gayesiyle açılmış büyük kanal misali verelim: Şehirde nasıl her santimetre murabbaının çekeceği sudan fazlası bu kanala akacak, orada toplanacak, istenilen istikamete sürülecek, böylece şehir su baskınından kurtarılmış olacaksa; bizim cemiyetimizin ferdî sermaye ve mülkiyet çevrelerinde bellibaşlı mikyasları taşıran kıymetler de, ellerdeki ölçülü kalıplara göre, kendi kendisine taşacak, cemiyet sarnıcına akacak, orada toplanacak ve devlet emrinde içtimaî sermaye ve mülkiyeti temsil edecektir.
Devlet emrindeki içtimaî sermaye ve mülkiyet, bütün cemiyeti, bütün uzuvlariyle, beşikten mezara kadar kefalet ve sahabet kanatları altında tutacaktır.
Ancak böyle bir nizam altındadır ki, bütün ömrünce hâmızlı hava yutmaya mahkûm bir madde işçisinden, beynine kan terleterek insanlığa hayat inşa eden bir fikir işçisine kadar, az veya çok, her türlü emek vâhidi, bu vâhitlerin itibarî senetlerini, keyfiyet değerleri dışında, sadece kemmiyet intiyazlariyle köpürten zümrelere karşı, acıklı iflâsından kurtulacaktır.
Bugün yalnız ana prensibini belirtmekle kaldığımız bu sistem kapitalizma ile sosyalizma arasında herbirinin eğri taraflarını tasfiye edip doğru taraflarını birleştiren, iktisadî bir mihraktır; kendisi de mihrakların mihrakına bağlıdır.
Hazım cihazı yoliyle gelen ıstıraplarımız, ıstırapların en kabası olsa da, en göze görüneni, yâni en gerçek kabul edileni bulunduğuna göre, bu plânda bir asırdır kurtuluşunu arayan insanlık, komünizma gibi, başıboş kapitalizmadan bir derece daha bâtıl, ve üstün hak ve keyfiyet değerlerini dibiden kazıyıcı müflis bir tecrübeden sonra, bu hayvanın tahakkuk vasatîsini, sadece ferdî sermaye ve mülkiyetin dehhâmesine mâni tedbirler manzumesinde bulacaktır.
Ve hemen belirtelim ki, yeni sistem, ezelî ve ebedî İslâmdan başka hiç bir şey değildir.)
Ferdî sermaye ve mülkiyetin dehhâmesine mâni ve mülkiyeti yaygınlaştırma gayeli tedbirler esas olarak malikin iktisab ve tasarruf hakkının sınırlarını çizen tahditler ve mükellefiyetlerdir. “İslâm Hukuku’nda özel mülkiyetin sınırlandırılması ve mükellefiyetleri” bahsinde bu husus teferruatlıca ele alındığından, burada belli başlı maddeler halinde sıralamakla yetineceğiz:
1- Fertler sadece hukukun izin verdiği mülkiyet alanlarında faaliyet gösterebilirler ve sadece hukukun izin verdiği şeyler üzerinde mülkiyet kurabilir… Faiz, rant, aşırı kâr veya genel bir ifadeyle “başka emek ölçülerini körletecek, onları emeksiz tasarruf edecek, onların bedavadan hisselerini toplayacak” hiçbir yol ve vasıtaya hayat hakkı yoktur. Yasaklanmış malların mülkiyeti korunmaz…
2- Malik malını tasarruf ederken Allah’ın ve cemiyetin hakkına ve hukuka riayet etmek zorundadır. Malik tasarruf hakkını hukuka uygun bir şekilde kullanıyor ve bundan da başkalarına (cemiyete) zarar gelmiyorsa tasarrufta men edilmez ve ama şayet zarar olursa men olunur, çünkü “umumî zarar yerine hususi zarar tercih olunur… “Mülkiyeti tasarruftan maksadı sırf başkalarına zarar vermekse bu tasarrufa kesinlikle cevaz verilmez. Şayet hem başkalarına zarar verme kasdı hem kendisine yarar sağlama kasdı varsa, meselâ sürümden kazanmak için veya bir an önce elinden çıkarıp paraya çevirmek için malı ucuzlatarak satıyorsa bakılır; o işten menedilirse oradan sağlayacağı yararı başka yoldan sağlayabilme imkanı varsa men edilir, çünkü “zarar ve mukabele bizzarar yoktur”; eğer başka yolla bu menfaati sağlama imkanına sahip değilse kasd ve niyetinin cezası kendisine ait olmak üzere mâni olunmaz… Malik tasarruf hakkını kötüye kullanamaz, örneğin malın fizikî ve iktisadî ömrü bitmeden malını telef edemez veya beyhude yere harcayamaz; çünkü bütün şahsî aidiyetler gibi şahsî mülkiyetler içinde de Allah’a ve cemiyete verilecek hesap vardır.
3- Halkın ihtiyacı varken zarurî malların iddiharı-biriktirilmesine izin verilmez. Yine bir beldede halkın zarurî ihtiyacını karşılayıcı yeterli mal, örneğin gıda maddeleri yoksa ve ama buna rağmen yeterli imkanı olan malikler sermaye ve mülkiyetlerini atıl bırakıyorlar ve gerekli malların üretim veya ticaretine gitmiyorlarsa devlet müdahale hakkını kullanarak maliklerden gereğini yapmalarını isteyebilir.
4- Malik malının en fazla üçte birini vasiyet edebilir. Diğer kısmı şerî miras hukukunun öngördüğü şekilde mirasçılara taksim edilir ki, mülkiyetin belli ellerde birikmesini önleyici zekat farizası ve faiz yasağıyla birlikte en önemli hususlardan biri de geniş bir akraba çevresini terekede hak sahibi kılan İslâm miras hukukudur.
5- İkinci ve üçüncü hususlarla bağlantılı olarak: Cemiyetin faydasına gerek emeği gerekse mülkiyetiyle sarfedecek bir vaziyeti bulunduğu halde bundan kaçınanlar, Başyücelik Ülkesinde “şeytana tâbi” olarak yaftalanırlar. “Cemiyetçilik” prensibi bunu gerektirir.
6- Devlet “Müdahalecilik” prensibi çerçevesinde özel mülkiyetin her an ve belli başlı sınırları içinde murakıbı, “Nizamcılık” prensibi gereğince de özel mülkiyeti millî hedeflere yönlendiricidir.
7- Mülkiyetin konusu şeylerin mahiyetine göre tasarrufun da mahiyeti değişir. Malik ev eşyası, giyeceği, kitapları, yiyeceği gibi “mahrem ve şahsî” mallarını tasarrufta daha serbest iken, toprak, fabrika, bina gibi işlevleri açısından cemiyeti doğrudan ilgilendiren mallara tasarrufta daha mesul ve mukayyeddir. Bu çerçevede tarlasını boş ve verimsiz, evini bakımsız ve fabrikasını atıl bırakamaz; kamu hukukunu karşısında bulur. Hukuk bakımından “mahrem ve şahsî” malları tasarrufta daha kayıtsız olan malik hayatın her alanında olduğu gibi burada da “ahlakî ve vicdanî” kayıtlar ve mükellefiyetlerle karşı karşıyadır… Ahlak mı?.. “Bitişiğinde aç varken sofrasına ilişebilmiş insanı kendisinden saymayan İslâm ahlakı…”
8- Zekât, vergi, fıtır sadakası, kurban, infak gibi diğer mükellefiyetler “İslâm Hukuku’nda Mülkiyet” bahsinde etraflıca ele alınmıştı.
Devlet Emrinde İçtimaî Sermaye ve Mülkiyet
– İçtimaî Teavün ve Tesviye –
Şey’lerin fertlere dağıtımı hangi kıstaslara göre olmalı?.. Sosyalist, Komünist ve kimi Anarşistler üretim araçlarını dağıtıma mevzu etmez ve bütün toplumun malı olarak nitelerken; tüketim malları dağıtımında ihtiyaç esasının, komünistler ve kimi kollektivist anarşistlerse eşitlik ilkesinin uygulanmasını öngörürler. Liberal Kapitalistler ise mülkiyete konu bütün şeylerin serbest piyasa tarafından dağıtılmasını, bir başka deyişle herkesin güç ve imkanına göre serbest piyasada şeyleri iktisap edebilmesini savunanlar… Şey’lerin “herkese ihtiyacına göre” veya “herkese eşit olarak” merkezî otorite tarafından dağıtılmasının fert hakkının iptalini doğuracağına, farklı emeklere aynı şeyleri vermesinden dolayı atıl emeğin verimli emeği sömüreceğine, bunun ise çalışma şevki ve üretimi düşüreceğine, buna mukabil kapitalist toplumlarda geçmişten tevarüs eden üretim araçlarına sahip olan ve böylece güç ve imkana kavuşan mülkiyet sahiplerinin faiz, rant, aşırı kâr ve düşük ücretle toplum ve emeğin hakkını çalacağına ve imkan sahiplerinin lehine düzenlenmiş serbest piyasa şartlarında büyük mülkiyetlerin küçük mülkiyetleri yutacağına ve mülkiyetin bazı ellerde mütemadiyen şişeceğine, bunun ise zengin yoksul kutuplaşmasına yol açarak içtimaî düzen ve barışı tehlikeye sokacağına dair tenkidlere ve benzeri olumsuzluk ve haksızlıklara “Batılı Mülkiyet ve Tenkidi” bahsinde değinilmişti…
“Zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamı” İslâm’ın öngördüğü dağıtım esası “hakkaniyet esası” olarak nitelendirilebilir. Bu çerçevede ganimetler, fertlere, kamuya ve devlete; miras bırakılan şeyler hak sahiplerine Şeriat’ın öngördüğü esaslar dahilinde; yeni üretilen şeyler ise devlet müdahale ve murakabesi altındaki piyasada dağıtılır. Emek, sermaye, toprak ve teşebbüs sahipleri katkıları oranında ürünü paylaşır ve mülkiyetlerine geçirirler. Ama burada ucuz emekle işçi hakkının sömürülmesine, faiz ile sermayenin durduğu yerde şişmesine, sermaye ve teşebbüsün aşırı kâr etmesine izin yoktur. Toprak rantına ise devlet el koyar… Sadece emek veya sadece sermaye veya her ikisiyle üretime katılan fertler, katkılarına göre üretilen şeyleri paylaşsalar dahi İslâma göre henüz hak edilmiş bir mülkiyet yoktur. Onun tam olarak hak edilebilmesi için temizlenmesi yani toplumun hak ve payı olan zekatın ödenmesi lazımdır. Böylece eşitliği değil hakkaniyeti öngören İslâm hem fert ve toplum hakkı zıtlığını İlahî bir terkip ve ahenkle muvazenelendirir, hem de her kesime hak ettiği payı vererek çalışma şevki ve üretimi teşvik eder…
İslâm, sıhhî, cinsî, yaş haddi, iflas veya afet gibi sebeplerden dolayı çalışamayan ve mülkiyetten mahrum kalan fertlere de pay verir ki, bu mülkiyet sahibi zenginlerden zekat olarak alınan paydır.
Hukuka göre zengin olanların (zenginliğin kıstasları, hangi malların ne oranda zekata tâbi oldukları meselesi için önceki bölümlere müracaat edilebilir) vermek zorunda oldukları zekatlar (ve ayrıca sadaka ile kamu mülkiyetine geçirilen ganimetlerin kendileri veya gelirleri) devlet eliyle Beytülmal-i el-Müslimin’de veya İdeolocya Örgüsü’nde öngörülen ismiyle “devlet emrinde içtimaî sermaye ve mülkiyet” fonunda toplanır. Devlet hukuktan aldığı hak ve yetkiyle Büyük Doğu Cemiyetine ait bu sermaye ve mülkiyeti yine onların refahının temini amacı ve göreviyle tasarruf eder… Yollar, köprüler, hastahaneler, Devlet Bakım Evleri, kütüphaneler, camiler, okullar gibi kamu ihtiyacını giderici müesseselerin kuruluşu ve idamesi ile zekata müstehak sekiz sınıfın ihtiyaçlarının karşılanması bu fonun görevidir.
Bütün cemiyeti, bütün uzuvlarıyla, beşikten mezara kadar kefalet ve sahabet kanatları altında tutacak “Devlet emrinde içtimaî sermaye ve mülkiyet”in bir başka fonksiyonu da zekata müstehak fakirlerin mülkiyet sahibi olabilmesine imkan vermesidir. Devlet bu fon aracılığıyla iktisadî teşebbüsler kurabilir ve bu teşebbüslerin sermayesini binlerce eşit hisseye bölerek buralarda istihdam edilecek çalışabilir yoksul ve fakirlere temlik edebilir. Hem böylesi tam istihdamın sağlanması ve “özel mülkiyet hakkına bağlı cemiyet sermayedarlığı”nın inkişafına imkan verir. Yine bu amaca yönelik olarak devrim ganimetlerinden fabrikaların eşit ve muayyen hisseleri oralarda çalışan işçilere temlik edilebilir.
Vakıflar
– İçtimaî Teavün ve Tesviye -2-
“Büyük İslâm İnkılâbının dirilteceği müesseselerden biri de, olanca ruhuyla vakıf; Batı âleminin derin derin hayranlığı gizleyemediği büyük İslâm müessesesi… Vakfedenin şartına bağlıdır; ve müminlerin mal ve mülklerinden, ALLAH YOLUNDA ayırıp verdikleridir.”
Çalmanın, sömürmenin, istismarın, yığdıkça yığmanın değil vermenin ahlakını vazeden İslâm’a göre vakfın teorik yönü “İslâm Hukuku’nda Malikin Vicdanî ve Ahlakî Mükellefiyetleri” bahsinde ve onun bir bakıma pratiği sayılabilecek Osmanlı Vakıf müesessesi ise yukarıda ele alındı. Burada sadece vakıf müessesesinin “içtimaî teavün ve tesviye” amacına nasıl hizmet ettiğini ve edeceğini daha önce verilen bir misal çerçevesinde hatırlatmakla yetineceğiz:
“İhtiyaç sahibi bir kimse vakıf hastahanesinde dünyaya gelir, vakıf kuruluşlarında eğitimini yapar, ihtiyaçları giderilir, hastalanırsa yine vakıf hastahanesine gider, tedavi olur, yatması lazım gelirse yatar, ilacı-yiyeceği-giyeceği temin edilir ve taburcu olurken de bir miktar harçlık verilir. Vakfın sürekli bakımını yaptığı yollardan gidip gelir, vakıf çeşmesinde suyunu içer, vakıftan aldığı elbiseleri giyer, vakıftan aldığı erzakla beslenir, bazan harçlık bile alır ve bir gün rahmetli olursa vakıf tarafından cenazesi kaldırılır ve vakıf mezarlığına defnolunur… Eğer o ihtiyaç sahibinin herhangi bir ihtiyacı vakıflar tarafından ihmal edilmiş ise biliriz ki o boşluğu da devlet doldurmuştur.”
FAYDALANILAN ESERLER
1- Necip Fazıl. İman ve İslâm Atlası. Büyük Doğu Yay. 1985. – İdeolocya Örgüsü. B.D. Yay. 5. Basım. İst. 1986.
2- Salih Mirzabeyoğlu. İktisat ve Ahlâk. İbda Yay. İst. 1987. – İstikbal İslâmındır. İbda Yay. 2. Basım. İst. 1995.
3- Ö.L. Barkan. Osmanlı İmparatorluğunda Çiftçi Sınıfların Hukuki Statüsü. Ülkü, C. IX, sayı 49, 50, 53, 57; C.X, sayı 59 – Türkiye’de Toprak Meselesinin Tarihi Esasları. Ülkü, C.XI, sayı 61, 62, 64. – 15 ve 16. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Zırai Ekonominin Hukuki ve Mali Esasları. İst. 1943
4- Necdet Sevinç. Osmanlılarda Sosyo Ekonomik Yapı-1- Kutsan Yay. 1978.
5- Ziya Kazıcı. Osmanlılarda İhtisâb Müessesesi. K.B.Yay. Bir. İst. 1987
6- Zanaatkarlar Kanunu. Haz. Abdullah Uysal. K. ve T. Bakanlığı Yay. Ank. 1982.
7- Nihad S.Sayar. Türkiye İmparatorluk Dönemi Mali Olayları. İst. 1977.
8- Fahri Demir. İslâm Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı. İlmî Yay. 1981.
9- M. İlhan Erdost. Osmanlı İmparatorluğunda Mülkiyet İlişkileri. Onur Yay. 1980.
10- Sencer Divitçioğlu. Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu. Sermet Mat. 3. Basım, Kırklareli-1981.
11- Ziya Kazıcı. İslâmi ve Sosyal Açıdan Vakıflar. Marifet Yay. İst. 1985
12- A.H.Berki. Vakıflar. İst. 1946.
13- Mecelle. Haz. A. H. Berki Hikmet Yay. İst. 1982.
14- İmam Muhammed. Kitâbü’l-Kesb. Özetleyen Mustafa Baktır. İzlenim, Aralık 1996.
15- Halil Cin. Mirî Arazi ve Bu Arazinin Mülk Haline Dönüşümü. Selçuk Ünv. Yay. 2. Basım. Konya 1987.
16 – Halil İnalcık. İslâm Arazi ve Vergi Sisteminin Teşekkülü. İslâm İlimleri Ens. Dergisi, sayı 1. – Osmanlı İktisat Zihniyeti ve Osmanlı Ekonomisi. (Tarih Risâleleri, Der: Mustafa Özel. İz Yay. İst. 1995).
Kaynak: S.D., Akademya I. Dönem 5. Sayı, Ocak 1997. (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)