Başyücelik Devleti’nde Yargı: Hükmü ‘En İyiler’ Vermeli

‘Yargı/Kaza’ Nedir?

Yasama, Yürütme ve Yargıdan oluşan “siyasî iktidar”ın üç temel unsurundan biri…

Devletin üç temel direğinden biri…

Devletin üç temel fonksiyonundan biri…

Adaleti tevzi eden, kanunların hukuka uygunluğundan başlayarak, ferd, toplum ve devletin kanunlara riayetini denetleyen “kuvvet”…

“‘Hukuk devleti’nde egemenliğin paylaşıldığı kurum ve organlar arasında bunlardan birinin diğerlerine üstünlüğünden söz edilememesi ve yetkilerin işlevsel bir işbölümüne göre kullanılması ilkesinin geçerli olmasına karşın, bu düzende, “Yargı”, hukukla özdeşleşmesi ve onun simgesi sayılması nedeniyle ‘primus inter pares’ yani ‘eşitler arasında önde gelen’ konumundadır. (…) Hukuk Devleti’nde Anayasaların herşeyin üstünde olması gerektiğinden, onunla özdeşleşen ve onun koruyucu ve gözeticisi olan ‘Yargı’nın diğerlerine üstünlüğü hiç abartılmamış bir nitelik olsa da, buna inanmakta direnenler bile Yargı’nın ‘eşitler arasında önde gelen’ özelliği ve ayrıcalığını yadsımamalıdırlar.”(1)

 

Mülk/Ülke-Devlet’in Temeli Adalettir:

Peki Adalet Nedir?

“Hukuk tâbiri ‘objektif hukuk nizamı’nı, hak tâbiri ise, ‘sübjektif hakkı’ ihtiva eder… Bunun yanında, hakkın, ahlâkî bir kıymet ve gayeyi, beşerî fiil ve hareketlerin nihaî hedefini ve bu hedefte tezahür eden yüksek bir hakikati temsil ve ifade etmesine nazaran, onun ‘adalet’ten başka birşey olmadığı da görülür!.. / Ve ‘hak ve hakikat’, ‘hak ve adalet’ mefhumlarının umumiyetle bir arada kullanıldıkları ve bu keyfiyetin bir tesadüf eseri olmadığı düşünülecek olursa, hak ve adaletin, hakikatin en yüksek tecellilerinden, zaman-mekân birliğindeki görünüşlerinden biri olduğu anlaşılır!.. / Hürriyet… Hakikat ve adalete de, ancak hürriyetle ulaşılabilir; ve hürriyetin kaynağı, sadece kâinatta ve kâinatla tükenmeyip, onu aşan varlığın özünde aranmalıdır… Süje ile obje, mânâ ile madde, iç âlemle dış âlem gibi zıtlar, bu sırrın hasrı içinde kendini idrak ettiği nihaî âlem!.. / Hakikati, hak ve adaleti böyle bir ışık altında kavrayacak olursak, hukukun muhteva itibariyle kıymet ve mânâsı, vazife ve gayesi daha iyi anlaşılır… Bu bakımdan, hürriyetin rolü üzerine biraz daha dursak.. ./ Hürriyet, gerek iç âlemde ve gerekse dış âlemde, ruhun, maruz kaldığı zorlukları ve mukavemetleri aşma kudretidir… / ‘Oluş zorluklarını sıçrama tahtası yapabilmek’ diye, insanın gerek ‘iç oluş’ ve gerekse ‘dış oluş’ şartında İbda’nın sıkça işaretlediği husus!.. / Evet; ruh, bu mukavemetleri aşarak kendini bulur ve idrak eder… Mantıkî olarak doğru ile yanlışı, ‘etik-ahlâk’ olarak iyi ile kötüyü, haklı ile haksızı ayırmamızı mümkün kılan norm ve kıymet şuuru, ‘olması lâzım gelen’ şuuru, vazife ve mesuliyet şuuru ve nihayet ‘ide-fikir’leri idrak keyfiyeti… İşte bütün bunlar, hürriyetle herhangi bir şekilde ve sıkıca rabıta ve münasebet hâlindedir; hakikati, hak ve adaleti kavrayacağımız zemin!..”(2)

Hakikat… Adalet… Hak… Hukuk… Hürriyet…

Başyücelik Devleti’nin hangi derin ve ince fikrî temeller üzerinde yükseldiğini gösterebilmek için, “Hukuk Edebiyatı”ndan iktibasları biraz fazla tutuyoruz… Daha fazlasını isteyenler Hukuk Edebiyatı’nda istediklerinden daha fazlasını bulacaklarına emin olsunlar…

Adalet Nedir?-II

“(Adalet) Ne şekilde tezahür ederse etsin; ister sübjektif, ister objektif adalet olarak, ister bir fazilet, ister beşerî davranışların ve müesseselerin ideali olarak, ister maddî, ister şeklî adalet olarak belirsin, daima dinamik, yapıcı, hâkim ve müspet bir aslî kudret, fiil ve hareketlerin değerlendirici, tenkid edici bir kıymet ölçüsü, hedef tayin edici bir rehber, beşerî iradeye yüklenmiş sonsuz bir vazife olarak karşımıza çıkar… Zaten insan hayatta, ölçü, muvazene, nisbet ve uyum mükellefiyeti altında değil mi?.. / ‘Söyledikleriniz, hangi dünya görüşüne göre?’ sorusunun cevabı, doğru verilmek şartıyla, tamamen haklı… Adalet vicdanın tezahürüdür!..”(3)

Hukukun Fonksiyonu Olarak Adalet

“..hukukun fonksiyonu olarak ele alındığı zaman adalet, nihaî bir hedef ve gaye olarak tezahür ediyor… / Adalet, hürriyet, hayır, güzellik ve hakikat ideleri, müşterek bir mânevî zemin üzerinde ve aynı hattadırlar… Ve zaman-mekân birliğinde bunlar, birer ideal, birer hedef gaye, birer nihaî norm ve kıymet olarak, fâni ve müşahhas insanın davranış ve gayelerini, vazifelerini tanzim ederler, etmelidirler… İnsan için, vazife ve kıymetler tablosu!..”(4)

‘Sübjektif’ ve ‘Objektif’ Adalet Tasnifi İçinde

” ‘Sübjektif adalet’ bir fazileti, şahsî bir vasfı kapsar; meselâ, ‘fazilet’ olarak adalet, âdil bir hâkimin vasfıdır… ‘Objektif adalet’ ise, insanlar arasındaki bir münasebetin vasfı olarak belirir; meselâ ‘âdil bedel’ ve ‘âdil fiat’ gibi… ‘Sübjektif adalet’in ‘objektif adalet’e nisbeti, hakikat sevgisinin hakikate nisbeti gibidir… Objektif adalet, adaletin aslî şekli; sübjektif adalet ise, tâlî şeklidir. / Münferit hadise ve münferit insan için hedef edinen adalete ‘nasfet’ denir…”(5)

 

“Adaletin ‘Formel-Şeklî’ Bir İde Oluşu ve ‘Gaî-Netice ve Maksada Ait’ Bir Karakter Taşıyışı?..”

“Adaletin ‘şeklî-görünür’ bir ide oluşu yanında, gaî bir karakter taşıması… Adaletin gaî karakteri, insanı yine adaleti gerçekleştirmeye sevkeder… Burada, adeta ‘diyalektiklerin çelmesine takılmamak gereği’ gibi, bir ‘üst dil-üst mânâ’ya sıçramayı andırır ve ‘muradı kestirmeye’ misâl bir anlam var… Kısaca; adaletteki şeklîlik, dinamik bir ‘sûrî-görünür’lüktür… Gayesini ve muhtevasını arayan şeklîlik, sûrîliktir!.. / Bu muhtevayı gerçekleştirecek olan da insandır!.. / O halde “formel-şeklî adalet, insana yüklenmiş bir vazifedir; şeklî bir ide olan adaletin gayesi, insanın iradî kararlarında beşerî müesseselerde muhtevalaşmak, oluşmaktır… Onun için adalet, hem surî ve hem de gaîdir!..”(6)

 

Her Rejimin Gaye-Hedeflerinden Biri Adalettir, Ama…

Dünya üzerinde uygulanan veya uygulanma iddiası taşıyan bütün rejimlerin temel gaye-hedeflerinden biri “adalet”i gerçekleştirmektir… Bunun aksini söyleyen, yani “ben ülkede adaletsizliği hâkim kılacağım” diyen hiçbir rejim yoktur ama… Bu iddiasının tam tersini gerçekleştiren çoktur… Adaletin “şeklî-görünür” bir ide oluşu yanında gaî karakter taşımasının insanı adaleti gerçekleştirmeye sevkettiğini, bu “şeklîliğin” dinamik bir “görünürlük” olduğunu ve bu hâliyle muhtevasını aradığını, bu muhtevayı gerçekleştirme “vazife”sinin de insana “yüklendiği”ni yukarıdaki iktibasta gördük…

Adaletin muhtevasını gerçekleştirme “vazifesi”nin insanın ferdî hayatında bir “fazilet” olarak “sübjektif adalet” hâlinde ortaya çıktığını, sosyal boyutta ise insanlararası münasebetlerde “objektif adalet” hâlinde teşekkül ettiğini de yukarıda gördük… “Objektif adalet”in aslî, “sübjektif adalet”in ise talî bir şekil olduğunu da…

Bizi burada ilgilendirenin “objektif adalet” olduğunu, zira “asıl” olmadan “tâlî”den sözedilemeyeceğini işaretleyerek, toplum plânında muhtevalaştırılması gereken, muhtevalaştırılması insan için bir “vazife”, rejimler için ise en önemli “gaye-hedef”lerinden biri olan bu “adalet”in niçin gerçekleştirilemediği, nasıl gerçekleştirilebileceği ve bu muhtevayı gerçekleştirme iddiası taşıyan Başyücelik Devleti modelinin bu iddiasını gerçekleştirmesinin mümkün olup olmadığını araştıracağız…

 

‘Kaza-Yargı’nın ‘İyi’liği İçin Gerekli Olanlar

Yargı, siyasî iktidarın üç temel unsurundan biri olduğuna göre, siyasî iktidarın bütününden ayrı düşünülemez.

Siyasî iktidarı, kuran, şekillendiren, projelendiren “dünya görüşü”nün niteliği, siyasî iktidarın bütününün niteliğinin ‘iyi’ veya ‘kötü’ olmasında en temel etkendir, zira siyasî iktidar bu dünya görüşünün vaz’edeceği “temel prensipler” çerçevesinde projelendirilip, inşa edilecek ve işletilecektir…

Büyük Doğu-İbda dünya görüşünün 9 temel prensibi vardır. (Ruhçuluk, keyfiyetçilik, şahsiyetçilik, ahlâkçılık, milliyetçilik, sermaye ve mülkiyette tedbircilik, cemiyetçilik, nizamcılık, müdahalecilik).(7)

Bu temel prensiplerden birinin “keyfiyetçilik” olması, Başyücelik Devleti’nin üzerinde yükseldiği “dünya görüşü”nün niteliğe ‘hayatî’ bir önem atfettiğini peşinen fısıldıyor…

Başyücelik Devleti kuruluşundan itibaren her aşamada bütün iyi nitelikleri nefsinde cem etmek, her türlü nitelik yükselişine bütün kapıları ardına kadar açık tutmak, her türlü keyfiyet kaybına mâni olmak ve her türlü keyfiyetsizliği dışlamak borcu altındadır.

Yani Başyücelik Devleti Siyasî İktidarı işlemeye başladığı andan itibaren mevcut bütün imkânlarıyla iktidarın niteliğini “iyi-güzel-doğru” yolunda yükseltme borcu altındadır ve ona bu vazifeyi bağlı olduğu “dünya görüşü” peşinen yüklemiştir. Bu ‘vazife’ aynı zamanda siyasî iktidarın bu yoldaki en etkili “dinamiği-muharriki”dir. Çünkü bu vazife, o siyasî iktidarın temel varlık sebeplerinden biridir: Bu yoldan ayrılır veya bunu beceremezse varlık sebebini ve meşruiyetini yitirir…

Hangi dünya görüşü daha işin başında ve peşinen “siyasî iktidar”ı böyle bağlayıp hedeflendirebilmiştir?

Öyleyse Başyücelik Devleti’nde ‘Kaza-Yargı’nın ‘iyi’liği için gerekli olan ilk şart mevcuttur…

Bu şart öylesine mevcuttur ki; doğuşundan bugüne kadar geçen 50 küsûr yıldır dost düşman herkesin tetkik ve tenkidine açık olan Büyük Doğu-İbda dünya görüşünün eksiklik, aksaklık, fazlalık, uyumsuzluk, şartlara uygunsuzluk, yetersizlik, tatbik edilemezlik, çelişiklik bablarında bir tek entelektüel tesbit ve teşhis ortaya konulamamıştır. Üstelik de düşman ve hasımları hem ülkede hem de dünyada bu kadar çokken…

Aynı şey Başyücelik Devleti projesi için de sözkonusudur… Siyasî iktidarın, dolayısıyla da ‘Kaza-Yargı’nın iyiliğinin ikinci şartı, dayandığı dünya görüşüne uygun bir devlet modelinin projelendirilip projelendirilmediğidir… Zira “iyi” bir dünya görüşünün kötü bir tatbik projesiyle devletleştirilmesi mümkün ve bunun sonucu tabiî olarak olumsuzdur. Bugüne kadar hem ülkemizde hem de dünyada Başyücelik Devleti Projesi’nin Büyük Doğu-İbda dünya görüşüne uygunsuzluğuna dair tek bir satır entelektüel tenkid ortaya konulamamıştır. Dikkat buyurun “konulmamıştır” demiyoruz, zira böyle bir şeyi tesbit etmek için pusuda yatanların çokluğunu biliyoruz; buna rağmen “konulamamıştır”…

‘İyi’ bir dünya görüşü, bu dünya görüşüne uygun ‘iyi’ bir devlet projesinin mevcut olduğunu tesbit ettikten sonra ve işin realize edilmiş, pratikte ortaya çıkmış tarafı şimdilik bu kadar olduğuna göre; ‘Kaza-Yargı’nın iyiliği için gerekli olan diğer unsurları teorik olarak tahlil edebileceğimiz ve bundan sonra bütün sorumluluğun bu projeyi kurup işletecek olan kadroların omuzlarında olduğu belli…

Diğer önemli unsurlar şunlar: İyi hukuk, iyi kanun, iyi teşkilat, iyi tatbikatçı, iyi denetim, iyi halk…

 

Başyücelik Devleti’nde Kanunlar

Başyücelik Devleti’nde kanunları “en iyiler-güzideler”in yaptığını “Başyücelik Devleti’nde Yasama” başlıklı incelememizde(8) göstermiştik. ‘En iyi’nin Başyüce olduğu ve bu Başyüce’nin Yüceler Kurultayı’nın kanunlaştırmadığı mevzularda yayınladığı ’emir’ler ile Yüceler Kurultayı’nın kanunlaştırdığı kurallar bütünü Başyücelik Devleti’nde Yargının faaliyet alanı ve mevzuu…

Yani kanunları ‘en iyiler’ yapıyor… Yani bir toplumda kanun yapmaya en ehil ve lâyık olanlar: Kötü kanun yapmaları mümkün mü?

Muhâl ama, bu ihtimal dahi gözönüne alınarak gerekli “denetim” yol ve mekanizmaları kurulmuş…

Yine de Başyücelik Devleti’nde kanunların “ruhu ve gayesi” hakkında zengin ipuçları taşıyan şu iktibası yapmadan geçemeyeceğiz:

“Kanun ruhumuzun, ana ölçüye sımsıkı bağlı özü şudur: Vatanda, hayâlimizdeki cemiyete çekirdek olacak tek kadınla tek erkek kalıncaya kadar, gerekirse bütün topluluğu tırpandan geçirmek ve bu hamleyi takip edici yeni cemiyetin üstün selâmet şartları karşısında, hamlemizi, adalet ve merhametin en ileri tecellisi şeklinde kabul etmek lâzımdır. Biricik usulümüz ve bütün mevzularımızın dayanağı budur. Ürkütülmüş bir serçenin çırpınışı karşısında gözyaşlarını zaptedemeyecek kadar rikkat ve merhamet dolu bir gönüle, (Hazret-i Ömer’in gönlü), dâva uğrunda, anamızı, babamızı ve çocuğumuzu mukaddes ölçünün satır kütüğüne yatırıp kesmekte tereddüt duymayacak bir şiddet kalbi (Hazret-i Ömer’in kalbi), Allah ve Peygamber dostluğuna lâyık üstün cemiyeti mutlaka gerçekleştirmek bakımından, gayemizdir.”(9)

Bu iktibastan da görüyoruz ki, Başyücelik Devleti’nde kanunlar, bugün Batı toplumlarında olduğu gibi iktidarı eline geçiren kişi veya grupların dünyevî menfaatlerini temin, koruma ve idame gayesine tamamen yabancı ve insanın “iyi”liğinin önündeki engelleri kaldırıcı, kötülükleri tasfiye edici, iyi bir toplum kurma ve bu ferdî ve içtimaî “iyi”liğin muhafaza ve geliştirilmesi gayesine yöneliktir… Bu gayenin önünü kesebilecek hiçbir ‘kötü’ veya ‘kötü niyetli’ kişi veya kuruluş Başyücelik Kanunları karşısında kanunlarüstü bir imtiyaz veya dokunulmazlık elde edemez.

Ve bu kanunlar öncelikle yapanları ve uygulayanları bağlar: Başyücelik Devleti yalnızca bir “kanun devleti” olmayıp, tam bir “hukuk devleti”dir… Kanunların da, kanun yapanların ve uygulayanların da üstünde hukuk vardır ve bu hukuk, “bütün fikir”in insan aklıyla kurulamazlığı gerçeği duvarına çarpıp tuzla buz olan “insan aklı” temel referanslı Hukuk sistemleri karşısında “ilahî akıl-küllî akıl” temel referanslı olmanın tartışılmaz avantajına sahiptir…

 

Âdil Bir Hukuk Sistemi Kurulabilir mi?

Herkesin yararına ve herkes için yararlı bir davranış kuralları sistemi (ahlâkî sistem) kurulabilirse, herkes için “âdil” olan bir hukuk sistemi de kurulabilir…

İnsanın “iradî faaliyeti” sadece kendisinden başlayıp yine kendisinde biten türden bir faaliyet değildir, aksine kendisi dışındakiler (hâlihazıra mazidekiler de dahil) tarafından etkilenen ve eylem ve tavır biçimine dönüştükten sonra -kendisi de dahil- hâlihazır ve gelecekteki herkesi ve herşeyi az veya çok etkileyecek türde karmaşık ve kapsamlı etkileri olan bir faaliyettir. Hal böyle olunca herkes için “faydalı” olabilecek davranış kuralları sistemi ortaya koyabilmek için başlangıçtan kıyamete kadar herkesi tek tek tanıyıp, herkesin ne zaman nerede nasıl davranacağını ve bu davranışlarının sebep, sonuç ve tüm etkilerini bilmek gerektiği açıktır. Bu ise “kul” takatini aşan “küllî bilgi” sahibi olmayı gerektirir. “Kısmî bilgi” ile böyle bir ahlâkî sistem kurulamaz…

Varolan “insan aklı” temel referanslı sistemler “akıl-sezgi-tecrübe” unsurları üzerine bina edilmişlerdir ve ancak kurucu kişilerin “akıl-sezgi-tecrübe”leri ile sınırlı; yanlışlıkları tatbikat içinde ortaya çıkan, bu yüzden de sürekli tadil, tebdil ve ilga edilmeleri gereken; sınırlı kişi, toplum ve durumlar için bile geçerli ve yeterli olamayacakları tecrübe ile sabit olmuş, hukukî tabiriyle “nakıs teşebbüsler”den ibarettir.

Bu “nakıs teşebbüs”lerden “âdil” bir hukuk sistemi çıkamayacağı açık değil mi?

“Âdil” bir hukuk sistemi, “mutlak fikir”e muhatap, “mutlak tatbikçi” eliyle kurulabilir: “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” hükmünü, mevzuumuza tatbik edersek; “Peygamberler olmasaydı âdil bir hukuk sistemi de kurulamazdı” olur: Allah’ın güzel isimlerinden biri “Âlim-Herşeyi bilen”, bir diğeri ise “Âdil”dir ve O “mutlak kaadir”dir… Ve Allah’ın Resûlü “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmış ve insanları o ahlâka davetle vazifelendirilmiştir”… “Hangi hukuk” sorusunun zarurî olarak varacağı yer “hangi ahlâk”tır: En güzel ahlâk Allah’ın ahlâkıdır ve en güzel hukuk da Allah’ın Peygamberi eliyle vazettiği hukuk. Diğerleri göğe merdiven kurma muhâl hayali peşinde verimsiz gayretler…

Bütün yollar İbda Mimarı Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun birçok eserinde döne döne işaret ettiği “Bütün Fikrin gerekliliği” ve “Bütün Fikrin kurulamazlığı”na çıkıyor… Meraklılarına doğru adresi gösterdikten sonra, bu işlere hayli kafa yormuş bir Batılının Batı düşüncesi içinden Batı düşüncesinin açmazlarını tespit edip çözümler arayan bir eserine geçelim: “Kanun Yasama Faaliyeti ve Özgürlük”.(10)

Friedrich A. Hayek’in “Sosyal Adalet Serabı” altbaşlıklı bu güzel eserinden konu dışına biraz çıkmak pahasına da olsa iktibaslar yapacağız ki; mevzuların “tekerlemecilik”ten çıkarılıp nasıl konuşulması gerektiğine de örnek olsun…

 

Ahlâk ve Hukuk Sistemlerini ‘Tenkid-Eleştiri’de Usul

“Davranış kurallarının geçerli bir eleştirisi veya iyileştirilmesi ancak varolan böyle bir kurallar sistemi içinde yapılabilir.”(11) diyor Hayek…

Yani varolan bir ahlâk veya hukuk sistemine, bu sistemin bütünlüğü içinden bakılarak eleştiri yöneltilebilir veya iyileştirmeler teklif edilebilir. Bu sistem bütünlüğü dışında, bir sistemin bakış açısından veya bu sistem içinden birkaç parça unsur alınarak, bu parça unsurların akla, mantığa veya varolan duruma uymadığı yolunda “hariçten gazel okuma” tarzındaki tenkid(!)lerin herhangibir kıymeti harbiyeleri olmadığını belirtiyor: Sistemler mukayese edilebilirler, sistemler kendi bütünlükleri içinde tenkid edilebilirler ama sistemlerin parça unsurlarının tek tek, sistem bütünlüğünden tecrit edilerek eleştirilmeleri doğru bir usul olmaz… Zira “herşey parçaların toplamından fazla” ve farklı bir “bütünlük” ihtiva eder.

“Kuralların her türlü eleştirisinin içten eleştiri olmasının zorunlu olduğunu söylerken kasdettiğimiz, belli bir kuralın uygun olup olmadığına karar verebilmemizi sağlayan sınamanın, daima güttüğü amaç bakımından kendisinden şüphe etmediğimiz başka bir kural olacağıdır. Bu anlamda zımnen kabul edilen kuralların genel sistemi, uygunluğundan şüphe etmediğimiz kuralların da desteklemesi zorunlu olan amacı tayin eder ve bu amaç da, gördüğümüz gibi, herhangi bir özgül olayı değil, fakat kuralların az çok başarılı olarak gerçekleştirebildikleri bir eylemler düzeninin idamesi veya restorasyonudur. Bu nedenle nihaî sınama, kuralların tutarlılığıyla değil, gerçekleşmesine imkân verdikleri farklı bireysel eylemlerin bağdaşabilirliğiyle ilgilidir.”(12)

“Bir sistem oluşturan farklı kuralların (birbiriyle) tutarlılık veya bağdaşabilirliği, esas olarak mantıkî tutarlılık değildir. Bu bağlamda tutarlılık: Kuralların, aynı soyut eylemler düzenine hizmet etmesi ve bu kurallara uyan kişiler hakkında, onların cevap olarak geliştirildikleri türden durumlarda çatışmayı (uyuşmazlığı) önlemeleri anlamına gelir. Dolayısıyla iki veya daha fazla kuralın tutarlı olup olmaması, kısmen çevrenin olgusal durumuna bağlı olacaktır: Bundan dolayı da aynı kurallar ancak belli bir tür çevredeki uyuşmazlığı önlemek için yeterli olabilir. Öte yandan belli bir durumda, herhangi bir kişinin eylemlerinin birbiriyle çelişik olan gerek veya yasaklara yol açabilmeleri anlamında mantıken tutarsız olan kurallar, eğer kurallar sisteminin kendisi geçersiz olan kuralı tespit etmeye imkân verecek şekilde bir hiyerarşi içeriyorsa, yine de bağdaştırılabilirler.”(13)

“Geleneğin ürünü olan bir şeyin hem amaç hem de eleştiri standardı olabilmesi gereği ilk bakışta şaşırtıcı görünebilir. Ne var ki, biz bizatihi geleneğin tümüyle kutsal ve eleştiriden muaf olduğunu iddia etmiyoruz. Söylediğimiz şey, sadece, geleneğin herhangi bir eserinin eleştirisinin, daima, geleneğin sorgulanmasını istemediğimiz veya isteyemediğimiz başka sonuçlarına dayanmasının gerekli olduğu; başka bir ifadeyle, bir kültürün özgül yönlerinin ancak o kültürün bağlamı içinde eleştirel olarak incelenebileceğidir.”(14)

Hayek’in ifade ettiği bu doğru tenkid usulü çerçevesinde TC’nin “aydın” yaftalı Batıcı kazmalarından konuyu misallendirelim…

Bu kazmalara göre “İslâm ahlâk ve hukuk sistemi bütünüyle ilkel, gerici, çağdışıdır.”

“Bir kere sizler bu hükmü verirken ‘İslâm ahlâk ve hukuk sistemi’ni kendi gayeleri, bütünlüğü ve sistemi içinde adam gibi incelediniz de mi böyle bir hüküm veriyorsunuz?” diye bir soru sorsak, bu kazma sürülerinin nasıl bir “atmasyoncu onbaşı tavrı” içinde olduklarına suçüstü yaparız. Çünkü bunların İslâm, İslâm ahlâk ve hukuk sistemi hakkındaki bütün malûmatları, çoğu politik amaçlı müsteşriklerin abuk subuk ansiklopedik malûmatları çerçevesini aşmaz. İslâm’a, İslâm ahlâk ve hukuk sistemine yapılan bu ucuz eleştirinin “bütüncü” bir eleştiri olmadığı, bütün bir kurallar sistemi içinden seçilen üç beş parça kurala hasredildiği hemen anlaşılır:

“İslâm faizi yasaklamıştır, faizsiz ekonomi olur mu mîrim? İslâm hukuku dört kadınla evlenmeye izin veriyor; bu çağda olacak iş mi azizim? Bu kadınları düpedüz aşağılamak değil midir? İslâm hukuku iki kadının şâhitliğini bir erkeğe denk sayıp kadınlara açıkça haksızlık ediyor ey kadınlar! Mirasta kızkardeşe erkek kardeşlerin yarısını vermekle de aynı şeyi yapıyor, bu İslâm düpedüz kadın düşmanı sevgili bayanlar… Erkek ‘boş ol’ dedi mi kadın kapı dışarı; İslâm boşanma hakkını kadına değil, erkeğe tanımakla kadınlara ne kadar düşman olduğunu ispat etmiştir! Hırsızın elini kesip, zina edeni taşlamak, sarhoşa değnek vurmak, eşkiyanın kolunu bacağını kesmek ne kadar vahşî cezalandırma tarzıdır; bu çağda olacak işler midir bunlar? Şeriat kadını eve hapsetmekte, sokağa çıkmasını yasaklamaktadır. Örtü mecburiyeti kadının hürriyetini gaspetmektedir. 1400 yıl önce çöl şartlarında vaz’edilmiş kurallar bugünün dünyasında geçerli olabilir mi hiç?”

1400 yıl uygulanmış olağanüstü zengin ve geniş bir ahlâk ve hukuk sistemine karşı yöneltilebilen “somut” eleştiriler bu kadardır ve bu kadarlık bir abuk subuk eleştiriyle başlangıcından itibaren sayısız insan ve devlet ve imparatorluğa temel, esas ve rehber olmuş dev bir davranış kuralları sistemi mahkûm(!) edilip geçiliyor…

Aslında Hayek’ten yaptığımız iktibasta görünen “doğru tenkid usulü” çerçevesinde bu tenkid(!)lere baktığımızda, bunların “tenkid” sayılamayacağı açıkça görünmesine rağmen, bu saçmalıkların bile müşteri bulabildiği bir toplumda yaşadığımızın farkında olarak, maalesef ciddiye almak ve cevap vermek mecburiyeti doğuyor; bu zekâ ve ilim özürlü tenkid(!) sahiplerine değilse de belki bunların “kör alıcıları”na bir faydamız dokunur…

Ne diyordu Hayek, “Bir sistem oluşturan farklı kuralların (birbiriyle) tutarlılık veya bağdaşabilirliği, esas olarak mantıkî tutarlılık değildir…”

Halbuki bu tenkid(!)lerin bütün sermayesi “mantık”, o mantık da eleştirdikleri sistemin olaylara bakışından, muhakeme tarzından türetilen bir mantık değil, muhakeme tarzını bir başka sistemden alan (mesela pozitivizm, materyalizm, feminizm, liberalizm, kapitalizm) bir mantık, yani bir başka sistemi eleştirmekte asla yeterli ve geçerli olamayacak bir mantık: Çünkü her sistemin ana gayesi farklıdır, sistemlerin kuralları da “ana gayeleri” etrafında örüldüğünden, tabiî olarak farklı ana gayelere farklı kurallarla varılır… Meselâ faiz yasağı, senin inandığın sistemin “ana gayesi”ne ulaşmasında bir engel olabilir; hatta o ana gayeyi bütün bütün ulaşılamaz kılabilir. Ama aynı faiz yasağı, bu yasağı getiren sistem için, o sistemin ana gayesine ulaştırmakta lüzumlu olduğu için vaz’edilmiştir. Bunun nesini eleştiriyorsun? İslâm ahlâk ve hukuk sisteminin “ana gayesi” senin kafana yatmıyor olabilir, bu yüzden onu kabul etmeyebilirsin ama “herşey güzel de şu faiz yasağı olmasa” gibi bir sefil yaklaşımın, geyik muhabbetini aşan, ilmî, fikrî, teknik bir kıymeti harbiyesi yoktur. “Faiz olmadan ekonominin çökeceği” doğrudur, ama bu ekonomi İslâm ahlâk ve hukuk kurallarının egemen olduğu ekonomi asla değildir; kapitalist ekonomi çökebilir, o da İslâmın meselesi değil, kapitalizmin meselesidir ve bu yüzdendir ki faiz kapitalist ekonominin temel unsurlarındandır. İslâm toplumlarının ekonomilerinin ise faiz yasağıyla çökmediklerine 1400 yıllık pratik şâhit.

Ayrıntıları müstakil bir inceleme konusu yapmak üzere, bu mesnetsiz tenkid(!)lere kısa kısa değinelim:

Dört kadınla evliliğe izin: Poligami (çok karılılık) İslâmın erkeklere dayattığı ve İslâmla birlikte ilk defa pratiğe çıkan bir kural değildir. Fiilî (de facto) veya hukukî olarak, İslâm dışı sistemlerde de varolagelmiş bir vakıadır… İslâm davranış kurallarının yaptığı şey, bu vakıayı kurallar sistemi içine alarak herşeyden önce bu vakıanın taraflarının hak ve vecibe (ödev)lerini belirtmek; böyle bir somut durumda doğabilecek ihtilafları, tarafların ve kamunun yararına “âdil” olarak çözebilmenin yolunu yöntemini göstermektir. Ve adı üstünde “mecburiyet” değil “izin”dir. Bir kuralın “izin” mi yoksa “mecburiyet” mi ihtiva ettiğinin farklı sonuçlarını bile bilmeden yapılan eleştiri(!)nin haklılığını söylemek mümkün mü? Ne yapmış İslâm davranış kuralları sistemi bu “izin”le? Toplumun daha önceden tevarüs ettiği ve -bunun tarihî, psikolojik, sosyolojik, ekonomik sebepleri bir yana- bir “çatışma” durumunu çözebilecek kurallar vaz’etmiş. Bu kuralların somut duruma ilk katkısı daha önce fiilî (de facto) olarak bu durumu sürdüren taraflardan erkek olana dört kadın sınırı getirmiş -daha önce bu durum sınırsız olarak mevcuttu-; bununla yetinmemiş, birden fazla kadınla münasebet sürdürmek isteyen erkeğe bu münasebetini ancak “aile hukuku” kuralları çerçevesinde sürdürebileceğine dair tahdit getirmiş; yani nikâhlı eş dışında tamamen hukuk dışı kalan kadın ve çocukları hukuk süjesi yaparak haklar sağlamış; bu beraberliklerden doğduğu için ömür boyu gayrimeşru sayılacak çocukları meşruiyet içine almış. Bu kadın ve çocukları aile hukuku çerçevesine alarak haklar sağlamakla kalmamış, aynı zamanda varolan aileyi de çoğu zaman yıkan böyle bir durumu ortadan kaldırarak “aile kurumu”nu güçlendirmiş; kadınlar hukuk süjesi sayılmayan “metreslik”ten “nikâhlı eş” pozisyonuna yükselmiş ve bütün bunlar ilgili kadın ve erkeklerin “rızaları”na bırakılarak “nikâh akdi”nin geçerliliğini temin eden şartları korumuş. Fiilî poligamilerin çoğu nikâhlı eşlerin “rıza” veya en azından “bilgileri” dahilinde gerçekleşmektedir. Ama nikâhlı eşin “bilgisi” dışında gerçekleşebilecek bu tür durumlar İslâm hukukunun nikâhın geçerlilik şartlarından saydığı “aleniyet şartı” dolayısıyla nikâhlı eşin “bilgisine” sunulmuştur. Yani bir nikâhlı eş, kocasının kendisinden sonraki nikâhlarını içine sindiremiyorsa, “boşanma” yoluyla böyle bir “poligamik” ortamın dışında kalmak isteyebilir ve bu yol kendisine açıktır; “rıza”sı varsa evliliğini sürdürme hakkına da sahiptir. Bu mu kadın haklarına tecavüz? Siz metresleri “kadın” saymıyor musunuz? Fahişeler kadın değil mi? Hani onların hak ve hukuku? Ya bir kadına tek eşlilik konusunda sadakat sözü verdikten sonra, onun bilgisi haricinde fiilen gerçekleşen sınırsız “poligami hakkı” erkeklere İslâmdan çok daha fazla imtiyaz sağlamıyor mu ve bu arada “dürüstlük” ayaklar altında kalmıyor mu? Hukuken tek eşli olduğunu sanan bir kadın, fiilen çok eşli bir erkekle karı-koca münasebetini sürdürürken aldatılmış olmuyor mu?

Mirasta kızkardeşin erkek kardeşlere göre az hisse sahibi olması: Mirasta aslolan rızaî taksimdir… Mirasçılar terekeyi kendi rızalarıyla diledikleri gibi taksim edebilirler. Bir erkek kardeş kendine düşen miras payının tamamını kızkardeşine ivazsız olarak bağışlayabilir, isterlerse eşit olarak paylaşırlar. Miras taksim kuralları, “ihtilaf” hâlinde uygulanır. Kızkardeşin mirasta erkek kardeşlere göre yarı hisse alması, İslâmın davranış kuralları bütününün uygulandığı bir toplumda bütün içinde değerlendirilebilir. Böyle bir toplum da terekenin oluşmasında erkek kardeşlerin katkılarının kızkardeşten fazla olma ihtimalinden başlayarak, bir yığın sosyal, iktisadî, psikolojik sebep ve ihtimal içiçe değerlendirilerek “âdil” olup olmadığı söylenebilir. Bütün bunlar yapılmadan ve kızkardeşinden yarım hisse fazla alan erkek kardeşin kızkardeşine ihtiyaç hâlinde ömür boyu bakma mükellefiyeti getirildiği nazara alınmadan kadınlara haksızlık yapıldığını söylemek çok ucuz bir eleştiridir. Üstelik de bu kadın düşmanı(!) Şeriat; Çağdaş Medenî(!) Kanunların herhalde kadından saymadıklarından olacak, mirasta unuttukları anneye de miras hissesi verdiği gerçeği ortada dururken. Mirasta yarım hisse alan kızkardeşin evleninceye kadar “barınma, giyinme ve iaşe, eğitim” giderlerinin erkek kardeşleri tarafından ve evlendikten sonra da kocası tarafından karşılanması erkeklere bir mükellefiyet olarak yüklenmişken, karı-koca arasında mal ayrılığı rejimini kabul etmiş bir sistem; kadının ekonomik durumu müsait olsa bile aile bütçesine hiçbir katkı yapma mükellefiyeti getirmemişken, maddî durumu müsait değilse çalışarak aile bütçesine katkıda bulunma mükellefiyeti getirmemişken; yani kadını iktisadî mükellefiyetlerden azade tutan ve bütün iktisadî mükellefiyetleri erkeğe yüklemiş bir sistem mi kadınlara; şayet erkek kardeşleri varsa; şayet bir tereke intikal ettiyse; ve şayet bu tereke rızaen taksim edilemediyse; bunun taksimi sırasında erkek kardeşlere göre yarı hisse vererek kadın düşmanlığı yapmaktadır? Sahi mi? Söylediğinize siz inanıyor musunuz? İnanıyorsanız ağzınızdan çıkanı kulağınız işitiyor mu?

Şâhitlik mevzuu: Şâhitlik bir “hak” değil bir “mükellefiyet”tir. Bir davranış kuralları sistemi “hak”larla “imtiyaz” sağlar, “mükellefiyetler”le değil. Bir erkeğin şâhitliğinin iki kadına eş sayılması erkeklere bir imtiyaz mı sağlamaktadır? Ortada bir “hak” yoktur ki “imtiyaz” sözkonusu olsun… Hukuk sistemi yalnızca bir kadının gördüğü bir müşahhas hadisede “kadın”ı şâhitlik görevine çağırmadığı, bu görevden muaf tuttuğu için haksızlık etmemekte, aksine bir mükellefiyeti ortadan kaldırarak imtiyaz sağlamaktadır.

Boşanma mevzuu: İslâm toplumlarının ailesi o kadar çok yer ve yönden tahkim edilmiştir ki, bu toplumda ailenin yeri ve önemini anlamadan, bir erkeğin söyleyebileceği en zor sözün “boş ol” olduğunu anlamak mümkün değildir. Bunun şâhidi 1400 yıllık İslâm toplumları pratiğidir: En az boşanma bu toplumlarda gerçekleşmiştir. Bu da göstermektedir ki, İslâm davranış kuralları sistemi içinde boşanma “erkeğin” keyfine terkedilmiş bir durum, bir hak ve imtiyaz değildir. İslâm davranış kuralları sistemi bir ailenin idamesinde kadına “sadakat” dışında bellibaşlı bir “vazife” yüklemezken, ailenin bütün mükellefiyetlerini erkeğe yüklemiştir. Buna karşılık da boşanmada önceliği erkeğe vermiştir. Ama bu demek değildir ki kadının boşanma hakkı yoktur. Belli şartlar gerçekleştiğinde kadın mahkemeden boşanma talep edebilir ve en önemlisi de, daha nikâh akdi akdolunurken “boşanma hakkı”nın kendisine de verilmesini bir şart olarak öne sürebilir…

Ne diyordu Hayek “.. bir kültürün özgül yönlerinin ancak o kültürün bağlamı içinde eleştirel olarak incelenebileceği… (…) Bu nedenle, bütünün bir parçasını daima, yalnızca bu bütüne göre inceleyebiliriz ve bu da tümüyle yeniden kuramayacağımız ve büyük kısmını incelenmemiş (bir halde) kabul etmek zorunda olduğumuz bir bütündür. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Biz belirli bir bütünün parçalarını her zaman onarabiliriz, ama onu hiçbir zaman tümüyle yeniden tasarlayamayız.”

Yani uğruna kara çalmaya çalıştığınız Batı kökenli davranış sistemleri de neticede birer “bütün”dürler ve her “bütün” gibi, tarihî süreç içinde varolmuşlardır yani bu anlamda “çağdaş” olan hiçbir şey yoktur; o tarihî bütünün çağdaş problemlere uygulanıp uygulanamayacağı, çağdaş durumlara uygun çözümler üretebilip üretemeyecekleri tartışılabilir. Çağdaş sandığınız davranış kuralları sistemlerinin “büyük kısmı”nı “incelenme”den kabul etmek zorunda olduğunuzu, kendinizi sorgularsanız siz de görürsünüz.

Bir kuralın bir somut durumda “âdil” sonuç veriyor görünmesi, o kuralın bütün durumlarda âdil sonuçlar vereceğini göstermeyeceği gibi, belli bir bütün içinde o somut durumun “âdil” sonucuna bakıldığında, o sonuç hiç de âdil olmayabilir. Çünkü hiçbir tek sonuç “kendisiyle başlayıp biten” bir hadise değildir. Kendisinden sonra zincirleme etkileri olacak ve bu zincirleme etkiler için de sayısız sonuçlar doğuracak bir durumdur ve o an için “âdil” görünen bu somut durum çözümünün, ileriye doğru zincirleme adaletsizliklere sebep olması hiç de ihtimal dışı değildir. O yüzden de sistemler tek tek kurallarıyla değil bütünüyle değerlendirilirler ve tek kurallar da bütün sisteme uygun olup olmadığıyla değerlendirilirler.

İnsanî bir eylem tek bir insanın iradî kararıyla ortaya çıkıyorsa da, hem o eylem için oluşan “irade”nin oluşma süreci o insan dışında birçok çevre faktörünün bir araya gelmesiyle gelişiyor, hem de iradenin eylem hâline dönüşmesi yine o tek insanın dışındaki birçok faktörün bir araya gelmesiyle oluyor. Her eylem en azından hukuka aykırı olmamak bakımından “hukukî” bir özellik taşıyor. Gayesi “adalet” olan hukukun; her insan eyleminin iradî kararının oluşmasından itibaren sonuçlanmasına ve bu sonucun zaman içinde ileriye doğru hem o eylemi yapan hem de onun dışındakiler için doğuracağı zincirleme etkilere kadar, tek tek bilerek ve öngörerek değerlendirme yapmadan kural ve karar hâline dönüştürmesi, “adalet”i gerçekleşmesi imkânsız bir tesadüf hâline dönüştürüyor. Çünkü böyle bir bilgiye “kısmî bilgi” ile ulaşılamaz, “küllî bilgi” gerekir… Bu ise, “insan” çapını aşan bir durumdur ve ne akıl, ne sezgi, ne de tecrübe ile ulaşılamayacağı aşikârdır. O zaman da insan aklını temel alan bütün ahlâk ve hukuk sistemleri, dünyayı bir laboratuvar ve insanı da kobay yerine koymakta ve deneme-yanılma metoduyla “adalet”e ulaşmaya çalışmaktadırlar: Ne hakla? Her insan önemli ise ve her insanın “adalet” istemeye hakkı varsa, bu metodla asla bulunamayacağı belli olan bir “adalet” için insan hayatlarını tecrübe tahtası yapma yetkisini, bu hukuk ve ahlâk teorisyenlerine kim verdi?

Nereye geldik?

“Mutlak âdil” bir ahlâk ve hukuk sistemi için “küllî bilgi” gerekli…

“Mutlak fikir” gerekli…

“Bütün fikir” gerekli…

Ve bütün bunlar insan tâkat ve çapını aşıyor…

En güzel ahlâk Allah’ın ahlâkıdır ve bu ahlâkı kul planında nefsinde örnekleştiren Allah Resûlü…

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim”… diyen kimse, “güzel ahlâk”ın yeryüzündeki mümessili de o!..

“Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak” vazifesini insanlara o bildirdi…

O “güzel ahlâk”a dayanan “hukuk”u o vaz’etti ve tatbik etti: Yeryüzünde “adalet”in hem temsilcisi, hem de tatbikçisi o oldu ve insanlar “adalet”i nasıl gerçekleştireceğini O’nun bildirdiklerinden ve yaptıklarından öğrendi…

O yüzdendir ki, O’nun adaletiyle mümeyyiz olmuş ve “adalet timsâli” sıfatını haklı olarak elde etmiş Hz. Ömer, Allah Resûlü’ne müracaat ederek hukukî meselesini hallettirmek isteyen bir Yahudinin, O’nun hükmünü beğenmeyip kendisine müracaat etmesi karşısında, “Meselenin çözümü için Allah Resûlü’ne başvurdun mu?” diye sordu… “Başvurdum” cevabını aldı ve “Öyleyse bana niye geldin? Yoksa O’nun hükmünü beğenmedin mi?” dedi… Yahudiden “Evet” cevabını alınca da, hiç tereddüt etmeden cezasını verdi…

“Mutlak adalet”in yeryüzündeki “mutlak tatbikçi”sinin hükmü tabiî olarak ve mutlaka “âdil”dir ve “adalet timsâli” bunu farkettiği için “Farûk” ve “adalet timsâli” oldu…

‘Yargı’nın Kanun, Kanunun Hukuk, Hukukun Ahlâkla İlgisi İçinde

Kavramların hiyerarşisi böyle: Yargı faaliyeti kanunun, kanun hukukun, hukuksa ahlâkın “pıhtılaşmış-şekil almış-şekillenmiş-formel” hâli olduğuna göre…

Yargı faaliyeti; müesseselerinin kuruluşundan, bu müesseselerin işleyişine, bu işleyiş sonucu ortaya çıkan “hüküm”lere kadar, bu kavramlar hiyerarşisi içinde değerlendirilmelidir. Herbiri kitaplık çapta incelenmesi gereken bu kavramlara bu incelemenin dar kapsamı içinde yeri geldikçe değindik…

Hayek’in “âdil davranış kuralları” olarak nitelediği, ahlâk ve hukuku birlikte kapsayan bu kavramın insan aklı tarafından bütünüyle kurulmasının mümkün olmadığını; bunun sisteminin mümkün olabilmesi için insanın “küllî bilgi”, “küllî akıl” sahibi olması gerektiğini; halbuki insan aklı ve bilgisinin “kısmî” olduğunu; bununsa, bizi Sayın Mirzabeyoğlu’nun “bütün fikrin kurulamazlığı” tesbitine getirdiğini gördük…

Peki Başyücelik Devleti Yargı Sistemi oluşurken bu kavramlar zinciri nasıl oluşuyor?

En güzel ahlâk: Allah’ın ahlâkı; çünkü Allah, “küllî bilgi”, “küllî akıl” sahibi ve “herşeye kaadir” olan mutlak kudret sahibi…

Allah, bu güzel ahlâkını peygamberleri eliyle insanlara bildiriyor…

Yani?

Sayın Mirzabeyoğlu’nun “Peygamberler olmasaydı, medeniyet olmazdı” hükmünü mevzuuna tatbik edersek: Peygamberler olmasaydı “güzel ahlâk” da olmazdı…

Peygamberler bu ahlâkın yalnızca “bildiricisi” değil, aynı zamanda “mutlak tatbikçi”si… Allah’ın ahlâkı peygamberlerin “tatbiki”nde şekillenerek görünür hâle geliyor: Emsal teşkil ediyor…

Bu ahlâk yine bazı peygamberler eliyle “hukuk” hâline geliyor ve “tatbik” ediliyor… Yani bu peygamberler aynı zamanda bu hukukun da “mutlak tatbikçisi”dir…

Yani “peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” hükmünü doğrudan hukuk için de söyleyebiliriz: Peygamberler olmasaydı hukuk olmazdı…

Allah “Mutlak Âdil”dir… Hukukun gayesi adaletse, en âdil hukuk tabiî ki “Mutlak  dil”in peygamberleri eliyle vaz’ettiği, onların “mutlak tatbiki içinde” görünür hâle gelen hukuktur…

İşte Başyücelik Devleti Yasama Organı (Yüceler Kurultayı), bu ahlâk ve bu hukuku temel referans alarak, günün ihtiyacı olan kanunları vaz’ederek, bu ahlâk ve bu hukuku o kanunlarda görünür hâle getirecektir; misyonu, memuriyeti, vazifesi ve varlık sebebi budur…

Başyücelik Devleti’nin bütün müesseseleri bu ahlâk ve hukukun çizdiği çerçeve içinde oluşturulacak ve bu çerçeve içinde işleyecektir: Bu çerçeve dışında kalma veya bu çerçeve dışına çıkma hak ve imtiyazı en büyüğünden en küçüğüne kadar hiçbir devlet müessesesi, makamı, mevkii veya memurunda yoktur. Yani Başyücelik Devleti bütün kurum, kuruluş ve şahıslarıyla bu ahlâk ve hukuku öncelikle nefslerine tatbik ve nefslerinde pırıldatmak zorundadırlar: İşte hukuk devleti bu…

Başyücelik Devleti Kaza (Yargı) Teşkilatı, başta resmî kurum, kuruluş ve şahıslar olmak üzere bütün toplumun davranışlarının kanunlara uygun olup olmadığını denetleyecek ve uygunsuzlukları “karar-hüküm”leriyle tesbit edecek, bu tesbitin gereğini “İcra-Yürütme” organına emredecektir… Bu “emirlerin” yerine getirilip getirilmediğinin de takipçisi olacak ve emrin yerine getirilmesinde ihmal, kasıt veya kusuru görülenlerin de kanunlar çerçevesinde “had”dini bildirecektir…

Yukarıdaki paragrafta söylediklerimizden, “Kaza-Yargı”nın Yürütme ile ne kadar içiçe olduğunu görmek mümkün: Yargı bir icra kuvveti değil, denetim kuvvetidir ve hükümlerin infazı Yürütme-İcra organına ait bir vazifedir. Bu yüzden de “İcra-Yürütme” kuvveti ile “Kaza-Yargı” kuvveti arasındaki ilişki çok hassas bir ilişkidir; ve bu kuvvetlerin müesseseleri kurulurken “Kuvvetler Ayrılığı” mantığı içinde iki kuvvete tam bağımsızlık sağlamak, Yargının fonksiyonlarını yapamaz hâle gelmesiyle neticelenebilir: Somut örnek isteyenler TC’deki uygulamaya bakabilirler; Yargıdan kopuk ve bağımsız bir Yürütme, giderek kendini Yargı yerine ikame eğilimi içine ne kadar kolayca girebilmektedir!.. Hakkında gıyabi tutuklama kararı bulunan bir polis müdürü, elini kolunu sallaya sallaya resmî korumalarıyla birlikte ortalıkta pervasızca dolaşabilmektedir… Bu müdürü kim yakalayacaktır? Gıyabi tutuklama kararı veren mahkemenin hâkimleri mi? Bu polis müdürünü yakalaması gereken İcra birimleri niçin yakalamamaktadır? Tatbik edilemeyen bir mahkeme kararıyla adalet sağlanabilir mi? Yine Susurluk hadisesiyle kamuoyunca bilinmeye başlanan TC’nin bazı organlarının, Yargı denetiminden muaf hâlleriyle, bırakın hukuk devletini, kanun devleti bile olmak mümkün mü? Sultanbeyli’ye görevi dışında ve varolan yasaları çiğneyerek Heykel diken ve cadde adını değiştiren üniformalı Yürütme ajanı ile Sincan ilçesinde tanklarla gösteri yapan meslekdaşı, onlarca kanunu ihlal ettikleri hâlde, TC’nin Kaza-Yargı organları niçin bütün bu kanun ihlalleri olmamış gibi davranmaktadır? Eli silahlı veya üniformalı oldukları için kendilerinde kanunların dışına çıkma hak ve imtiyazı vehmeden; ve bu hak ve imtiyazı fiilen elde eden Yürütme ajanlarının bulunduğu bir ülkede, Yargı-Yürütme ilişkisi doğru kurulmuş sayılabilir mi? Bu çarpıklık hak-kuvvet ilişkisini, kuvvetten yana kurarak bütün topluma “ne kadar kuvvetliysen o kadar haklısın” anlayışını sirayet ettirmeyecek midir? “Silah” kanunların dışına çıkma imtiyazı oldu mu? Resmî silahlı güçlerin dışında sivil grup veya kişilerin silahlanarak haklılaşmak peşine düşmelerinin yolu nasıl kesilecektir? Bunun yolu kesilemezse toplumda nizam nasıl sağlanacaktır? Gücü gücü yetene bir kaostan bu tatbikatla kurtulmak mümkün müdür? Bir Genel Kurmay Başkanı, elindeki, kendisine emanet edilmiş silahlı güce dayanarak, emrinde olması gereken Yasama ve Yürütme organlarına posta atmaya başlarsa, emrindeki silahlı grupların kendisine posta atmalarının da yolunu bu örnekle açmış olmakta değil midir? Böyle kötü bir örnek sergiledikten sonra kendi kurumu içinde disiplini nasıl sağlayacaktır? Kafası kızan alt rütbedeki şahıslar tank top yürütmeye, bunu halka çevirmeye başlarlarsa bunun sonu bakkala borcunu sildirmek, kızdığı komşuyu sindirmek, servisini beğenmediği garsonun alnına silah dayamak şeklinde ortaya çıkacak silah sahibi üniformalıların, ferdî veya toplu kanun ihlallerine kadar dayanmayacak mıdır? Bunu öngörmek için ille de kâhin olmak mı gerekmektedir? Aynı şekilde işkenceye müsaade ve müsamaha eden bir polis müdürü, iş keyfî yargısız infazlara vardığında ne diyebilir? Cinayet de, işkence de, suimuamele de neticede kanun ihlalidir ve kanun ihlallerinin sonuçlarının az vahim veya çok vahim olması burada önemli değildir. Zira devlet ajanlarına üniformalı veya silahlı olmaları sebebiyle kanun dışına çıkma imtiyazı verdiğinden, vatandaşa “lan!” diye hitabedenle, kıstırıp öldüren memurun davranışlarının ikisi de aslında “çok vahimdir”… Kendini kurtarmak için yalan söyleyen, delilleri değiştiren veya yokeden bir İçişleri Bakanı, emrindeki memurların aynı şeyleri yapmasına gözyummak zorunda kalacağı pis bir süreci de başlatmış değil midir?

Bu somut ve kötüden de öte “vahim” örneklerin ne kadar çoğaltılabileceği izahtan varestedir. Buradan şuraya gelmek istiyoruz: Yargı-Yürütme ilişkisi kurulurken Yürütmeyi tam olarak Yargı denetimine ve zapt u raptı altına almak gerekmektedir. Yoksa Yargı varlığı lüzumsuz, olmasa da olur göstermelik bir kuvvet hâline çok kısa sürede gelir ve bundan tabiî ki adalet değil, zulüm ve vahşet çıkar: Bütün pervasızlığıyla kaba kuvvet çıkar…

Buradan şuraya geliyoruz…

“Kuvvetler Birliği” tatbikatının mahzurlarını haklı olarak gidermek için çare arayan Batı, çareyi “Kuvvetler Ayrılığı”nda bulduğunu zannetmiştir ama, “Kuvvetler Ayrılığı” da beraberinde kuvvetlerin istiklâli ve çatışması problemini getirmiştir. Yukarıdaki somut örnekler Kuvvetler Ayrılığının kuvvetleri nasıl müstakil ve başına buyruk hâle getirdiğini açıkça göstermektedir… Zaten problem, Kuvvetler Ayrılığı veya Birliğinde değil bu kuvvetlerin tanzim ve işleyişindeki temel prensiplerde, “iktidarın kaynağı” meselesindedir. Bu konuya kısaca “Başyücelik Devleti’nde Yürütme” başlıklı incelememizde değinmiştik.(15) Yine o makalemizde Başyücelik Devleti’nde kuvvetlerin tanzim edilişinde Kuvvetler Ayırımı-Birliği şematiğinden farklı yeni bir şematik teklif edildiğini, bunun da iki kutuplu bir yapılanma olduğunu, bu kutuplardan birinin Yasama, diğerinin de Yürütme-Yargı olduğunu belirtmiştik…

Bu bölümde izaha çalıştığımız gibi, Yargı ile Yasamanın içiçeliği sözkonusudur. Yargı, manevî bir kuvvettir. Maddî kuvvet, “Yürütme”nin elindedir. Yargı kuvvetinin hükümlerinin tatbiki, Yürütmenin bu “maddî-fizikî” kuvveti eliyle olur… Tatbik edilemeyen bir hükümle adaletin sağlanamayacağı açıktır. Maddî kuvveti elinde tutan Yürütmenin, bu kuvvete dayanarak Yargıya baskı yapması da hem mümkün hem de bir dizi kötü örnek hâlinde yaşanarak görülen bir hadisedir… Öyleyse Yargı-Yürütme, hem birbirlerine çok yakın durmalı hem de Yürütme, elindeki maddî kuvvete dayanarak Yargıya baskı yapamamalıdır… “Kuvvetler Ayrılığı” bu noktada Yargıyı pratik kuvvetten mahrum etmektedir. Yürütme, Yargıdan tamamen bağımsız oldu mu bu bağımsızlık, işi Yargının hükümlerini tatbiki savsaklamaktan başlayarak, ona kafa tutmaya, takmamaya vardıran, tehlikeli bir sürecin de önünü açmaktadır. İşte Başyücelik Devleti projesi bu meseleyi yepyeni bir formülle çözmektedir…

Başyücelik Devleti’nde Yürütme-Yargı İlişkisi

“Bizde mahkeme, en alt seviyesinden en üst kademesine kadar Başyüce (devlet reisi) adına kaza icra eyler. / Bu öyle bir kaza icrasıdır ki, devlet reisine nispeti, sadece onun temsil ettiği fikirler ve ölçüler manzumesine sembol olması bakımındandır ve aynı Başyüce, kendi nasbettiği hâkim karşısında, şahsiyle, en aşağı fertten daha zâiftir.”(16)

Başyücelik Devleti’nde Başyüce’nin, Yürütmenin fiilen başında olduğunu biliyoruz, bu başkanlığın orduyu da kapsadığı malûm… Yani Başyüce hem siyasî, hem idarî, hem de askerî üniteleriyle Yürütme Cihazının fiilî başkanıdır… Siyasî ve idarî işler için hükûmet, askerî işler içinse Başbuğ ve Başkurmaylık doğrudan Başyücenin vekili sıfatıyla işgörür.(17)

Hükûmet ve Başkurmaylık ve Başbuğluğun Başyüce’ye nisbeti, hukukî anlamda tam bir “vekâlet” ilişkisidir. Asil vekile her an emir, talimat verebilir, dilediği ân onu azledebilir, dilediği işi asaleten yapabilir… Gerek hükûmetin, gerekse Başkurmaylık ve Başbuğluğun Başyüce’ye karşı hiçbir istiklâli yoktur…

Başyücelik Devleti’nde mahkemeler Başyüce adına Kaza icra ederler, hüküm Başyüce adına verilir ama buradaki ilişki, Başyüce’nin Yürütme organlarıyla ilişkisinde olduğu gibi “vekâlet” ilişkisi değildir…

Ya nedir?

Başyüce ile “Yargı-Kaza” arasındaki ilişki, hukukî tabiriyle “yetki devri” ilişkisidir. Hâkimi nasbeden veya nasbını onaylayan Başyüce, bu işlemiyle uhdesindeki “Kaza” yetkisini, kendisini de yargılayacak kadar tam ve geniş olarak devreder ve bu yetkiyi, kendiliğinden bir daha geri alamaz. Herhalde hâkimlerin nasbı, tayini, azli ve denetimi oluşturulacak bağımsız bir kurul tarafından mahkemelerin bağımsızlığını ve hâkim teminatını sağlayacak çok titiz ve hassas bir metodla sağlanacaktır… Burada asıl prensip, Başyücelik Kaza Cihazının üzerinde onun bağımsızlığını zedeleyecek hiçbir kişi veya kuruluşun hiçbir hâl ve şartta bulunmamasını sağlamaktır…

Kesinlikle hür ve müstakil mahkemeler ve yalnızca kanunlar ve vicdanı ile hükmeden hakimler: Olması istenen budur…

Yukarıda Başyüce ile Yargı arasındaki ilişkiyi “yetki devri” olarak nitelerken, Başyüce’nin uhdesinde bulunan “Kaza yetkisi”ni mahkemelere devrettiğinden sözettik. Bu tabir Başyüce’nin Kaza yetkisine de sahip bulunduğunu göstermektedir… Gerçekten de tarihî pratik buna uygun misallerle doludur. Kuvvetler Ayrılığı teorisi insanlık tarihine nisbetle çok yeni bir teoridir. Ve bu teorinin pratiğe geçişinden önce, bütün sistemlerde uygulanan, Kuvvetler Birliği esaslarıdır. Bu esaslar ise siyasî iktidarı Yasama, Yürütme ve Yargı unsurlarıyla bir bütün hâlinde görmekte ve uygulamaktadır. Uygulamadaki ufak tefek nüanslar bir yana, bütün kuvvet siyasî iktidarı elinde tutan tek kişide topludur ve bu kişi, bu kuvvet kullanımını pratiğin ihtiyaçlarına göre “vekâlet” ilişkisi çerçevesinde görevlendireceği şahıslara da kullandırabilmektedir. “Kuvvetler Ayrılığı Teorisi” bu uygulamanın mahzurlarını gidermek düşüncesiyle geliştirilmiştir. Başyücelik Devleti Teorisi ise yeni bir Kuvvetler Ayrılığı modeli geliştirerek, “Kuvvetler Ayrılığı” uygulamasının mahzurlarını bertaraf etmektedir.

Bu yeni model bir taraftan Kuvvetler Ayrılığının doğurduğu “kuvvetlerin bağımsızlığı” sonucu ortaya çıkan “kuvvetler çatışması ve sürtüşmesini” giderirken, diğer yandan Yargının “bağımsızlığını” kesin olarak teminat altına almış ve Yürütmeyi bütün unsurlarıyla birlikte Yargının denetimine açmış ve Yargı hükümlerinin infazında Yürütmeyi Yargının emrine vermiştir. Başyücelik Devleti’nde, Yargıya kapalı hiçbir alan olmadığı gibi, Yargı denetiminden muaf hiçbir kişi veya müessese yoktur… Bütün bu temel esasları belirttikten sonra şu soruya gelmek istiyoruz: Acaba Başyüce uhdesinde bulunan Yargı yetkisini doğrudan kullanabilir mi?

Ayrı bir inceleme konusu yapılması gereken bu konunun sadece araştırmacıların dikkatini çekmek için altını çizerken, şahsî fikrimiz olarak kısaca şunları söylemeden geçemeyeceğiz: Bizce Başyüce’nin istisnaî olarak Yargı yetkisini doğrudan kullanmasında hiçbir mahzur yoktur. Ancak bu ‘istisna’nın Yasama organı tarafından kanunla ve tek tek belirlenerek verilmesi ve temyiz yolunun açık olması gerekir… Bu istisnaî yetki hangi hâllere münhasır olabilir? Başyüce’nin vekâlet ilişkisiyle yetki verdiği ve görevlendirdiği hükûmet üyeleri ile Başkurmaylık ve Başbuğluk üst düzey personeli (Başkurmay ve kuvvet komutanları) için sözkonusu olabilir ve Başyüce’ye “seçimlik hak” olarak verilebilir; yani Başyüce bu kişiler hakkında dilerse doğrudan yargılama yapabilir ve hüküm verebilir, dilerse konuyu yetkili Yargı organlarına havale edebilir. Ve böyle bir yetki, toplumda fiilî en büyük gücü elinde tutan Yürütme Cihazının denetlenmesi meselesinde, “adaletin çabuklaştırılması” yönünden çok faydalı bir usuldür de…

 

Başyücelik Devleti’nde Kaza Teşkilatı

Mevzuun teorik tarafı bir hayli uzadığından, pratik ve şematik tarafını İdeolocya Örgüsü ve “Başyücelik Devleti” isimli eserlere havale ederek, kısaca ele almaya çalışacağız…

“İslâm inkılâbında Şer’î mahkeme diye bir teşekkül yok, sadece ve düpedüz mahkeme vardır.”(18)

Bu mahkemeler ceza, hukuk ve idare olarak üç ana ihtisas dalına ayrılabilir. Şayet istinaf mahkemeleri, temyiz mahkemesiyle mahallî mahkemeler arasındaki inceleme mahkemeleri olarak kurulursa, temyiz mahkemesi “içtihad” mahkemesi fonksiyonu ifa edebilir. Ama herhalde TC’nin bugünkü yanlış yapılanması içindeki gibi bir askerî mahkemeler tuhaflığı olamaz… TC’nin bugünkü askerî mahkemeler yapılanması, devlet içinde devlet görüntüsü arzetmekte ve askerî unsurların Yargı tarafından tam olarak denetlenmesine asla geçit vermemektedir. “Askerî hukuk” ve “Askerî ticaret mahkemeleri” de kuruldu mu; bu bağımsız devlet görüntüsü tamamlanacaktır… Emir-komuta zinciri içinde “adalet”in tecelli edeceğine inanan bir tek akl-ı selim sahibi hukukçu düşünülemez… Bu yüzden de doğrudan doğruya asker kişilerin askerî suçlarına münhasır, askerî disiplin mahkemeleri ile savaş suçlarına ilişkin “divân-ı harp”ler oluşturmak pratiğin doğurduğu bir ihtiyaçken, bunları, hukukun diğer sahalarına ve hele yüksek mahkemelere kadar sirayet ettirmek, devlet içinde devletten bağımsız özerk bir askerî alan açmak demektir; bu durum da herhalde devletin âhenk ve işleyişini sağlayıp kolaylaştırıcı bir unsur değildir. “Tabiî hâkim” ilkesi, pratiğin ihtiyaçlarından ortaya çıkmış bir ilkedir ve Başyücelik Devleti’nde bu ilkeye herhalde titizlikle riayet olunacaktır. Sınırlı yetkili askerî mahkemelerin temyizi de sivil yüksek mahkemeler içinde oluşturulacak ihtisas dairelerinde ve “tabiî hâkim” ilkesine uygun olarak görülmelidir.

 

Başyücelik Devleti’nde Hâkimler

“İslâm inkılâbının hâkimleri, mihrakını mukaddes ölçüler manzumesinde merkezleştiren ulvî ve HER TESİRDEN MÜSTAKİL hükümlerin tatbikçileri; savcılar da, aynı emirlerin âmme hakları çerçevesinde takipçileri olarak, güzideler güzidesi birer memuriyet sınıfını temsil ederler ve kendilerine teslim olunan emanetin nezaketi derecesinde mes’uliyet belirtirler. Herhangi bir hâkimin eline, ihtiyacı her neyse aydan aya çekmesi ile dilediği rakamla doldurması için devlet hazinesine karşı açık ve sınırsız bir çek karnesi verilip, böylece o hâkim dahi en ince bir hüküm altında tutulurken, maddî ve manevî tek pulu irtikâp edecek kaza mümessili hakkında da, beşerî tâkat ve tahammülün son mertebesindeki ceza tatbik edilir.”(19)

Bu iktibastan da görüleceği üzere Başyücelik Devleti’nin hâkimleri siyasî baskılara karşı tam olarak korunmuş, iktisadî ihtiyaçlarının tamamı karşılanmış, maddeten kimseye muhtaç olmayacak bir hâle getirilmiştir: Kendilerinden tek istenen şey, kanunların ve vicdanlarının sesini dinleyerek kararlarında adaleti tecelli ettirmeleridir. Başyücelik Devleti için “adalet” bu kadar mühim… Bu kadar mühim bir vazife tevdi edilen hâkimler, bu vazifelerini icra ederken rüşvetdi, hatırdı, gönüldü, torpildi, emirdi, rica idi gibi sebeplerle kararlarında adaletten gayrını yazarlarsa, cezaların da en büyüğüne müstehaktırlar ve bu ceza diğer hâkimler tarafından ânında hüküm altına alınır… Kanunlar ve hür vicdanlarıyla verdikleri hiçbir karar için muahaze edilemeyecek olan hâkimler, kararlarında isabetsizlik hâlinde doğacak zararlar devlet tarafından tazmin olunarak, bu yanlışlık bir ölçüde böylece giderilirken; bu kararlara düşecek rüşvet, hatır, gönül, torpil gibi unsurların gölgesi ispatlandı mı yerleri derhal sanık sandalyesidir ve tabiî, hâkim teminatı bakımından hâkimlerin yargılanması bu teminatı zedelemeyecek bir usule bağlanacaktır. Hâkimlerin nasbı, tayini, terfiî ve azli, yine “hâkim teminatını” titizlikle koruyacak ayrı bir prosedüre bağlanacaktır.

Bu hâkimlerin yetiştirilmesi, taşıması gereken vasıflar ve seçilmeleri de, çok titiz bir süreç ve usullerin geliştirilmesini gerektirmektedir.

“Amme hakları takipçileri” olan savcılar da, hâkim statüsüne yakın bir statüde ve hâkim teminatına uygun teminatlara sahip olacaklardır.

 

Başyücelik Devleti Yargısında Savunma

Savunma hakkı Başyücelik Yargısının tabiî ve ayrılmaz bir parçasıdır… Ve ortadan kaldırılamaz, engellenemez, kısıtlanamaz bir hak olarak Başyücelik adliyesine yolu düşen herkese ait mutlak bir haktır.

Bunun tabiî sonucu olarak da profesyonel savunma mesleği olan avukatlık… Dileyen herkes savunması için bir avukat tayin edebilir. Avukat tutma imkânı olmayanlara diledikleri takdirde davanın mağdur veya sanığı olmasına bakılmaksızın mahkemece bir avukat temin edilir…

Ancak Başyücelik Devleti’nin avukatı da tıpkı hâkim ve savcıları gibi, gayesi adaletin tecellisi olan bir hukuk uzmanıdır. TC’nin her yönüyle kötü Yargı pratiğinin heykelleştirdiği; tek gayesi her ne pahasına olursa olsun ve bir an önce “köşeyi dönmek” olan “üçkâğıtçı” ve sefil avukat tipinin yerine, “az kazansam da vicdanım rahat olsun, yeter ki adaletin tecellisine katkıda bulunayım” diye düşünecek idealist uzman hukukçusu olacaktır. O olduğu ölçüde makbul ve mûteber, o vasıfları taşımadığı zaman da, Baro’nun kapısının önüne konuluverecek olan… Böyle avukatların yetiştirilmesi ve seçimi de hâkim ve savcıların yetiştirilmesi ve seçimi sürecine denk bir usul ve esaslara bağlı kalınarak gerçekleştirilebilir…

Kurtarıcı formül şudur: “Tatbik ettiği kanuna inanan hâkim… Kendisini hâkime inandıran kanun… Aldığı dâvanın hak olmasına bağlı avukat… ‘Kanunun kestiği parmak acımaz’ bilen mahkûm… Bunlar oldu mu adalet tamamdır.”(20)

Başyücelik Devleti hâkimleri, nasıl azamî maddî ihtiyaçları dahi düşünülerek ihtiyaçtan azade kılındıysa, Başyücelik Devleti avukatlarının da asgari maddî ihtiyaçları bir şekilde karşılanarak, inanmadıkları dâvaları almamaları sağlanabilir. Meselâ avukatlara ödenecek bu asgari aylık destek, avukat tutmaya muktedir olmayanların dâvalarına girmelerinin karşılığında mahsup edilebilir…

 

Netice Olarak Başyücelik Devleti’nde Yargı

Devletlerin ancak “adalet”le ayakta durabilecekleri, binlerce yıllık insan tecrübesinden süzülmüş olarak herkesin bildiği bir bedahattir…

Başyücelik Devleti’nde Yargı kuvveti, Son Peygamber’in vaz’ettiği temel esaslar dairesinde ve Hz. Âdem’den bu yana yaşanan insanî tecrübenin verileri gözardı edilmeden, çok hassas ve titiz bir çalışma sonunda, fikir planında “tamam” hâle getirilmiş bir sistem bütünlüğünde yerli yerine oturtulmuştur. Teklif edilen şey, değişmez esasların değişen şartlara adaptasyonu olarak yepyeni bir modeldir… Bu modelin uygulamaya geçiş süreci bu sürecin altından kalkabilecek ehliyet ve dirayette ilim ve teknik adamlarını beklemektedir. Biz bir başlangıç yaptık, dilimizin döndüğünce bu modelin ana çizgilerini göstermeye çalıştık; ilim, irfan ve ihlâs sahibi ehliyetli kişilerin şuurlarına dokunabildik, vicdanlarına bir kıvılcım düşürebildikse tamamdır…

Bir TC hukukçusu olarak, şahsî kanaatimizin bu bâbda bir kıymet-i harbiyesi varsa onu da kısaca arzedelim: Böyle bir Yargı sisteminde hukukçu olduğumuzu rüyâmızda görsek bile bahtiyar oluruz; böyle bir Yargı sistemi içinde bırakın hukukçu olmayı mübâşir bile olsak bunu şeref sayarız; böyle bir Kaza Sistemi teminatı içinde yaşayabilsek, kişi olarak huzurlu, emniyetli, memnun ve mesut oluruz… Daha ne diyelim?..

 

Dipnotlar:

1- Prof. Dr. İlhan Özay, Günışığında Yönetim, Filiz Kitabevi, İstanbul 1992, s. 25-26

2- Salih Mirzabeyoğlu, Hukuk Edebiyatı /-Nizam ve İdare Ruhu-, İbda Yayınevi, İstanbul 1989, s. 41-43

3- A.g.e. s. 43-44

4- A.g.e. s. 44

5- A.g.e. s. 44

6- A.g.e. s. 45

7- Geniş Bilgi İçin Bkz. İdeolocya Örgüsü; Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Yayınevi, 4.Basım, İstanbul 1976, s. 347-365

8- Bkz. Akademya, Sayı: 2

9- Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınevi, 4.Basım, İstanbul 1976, s. 284

10- Friedrich A. Hayek, Kanun Yasama Faaliyeti ve Özgürlük, (çeviren: Mustafa Erdoğan), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1995

11- A.g.e. s. 46

12- A.g.e. s. 47

13- A.g.e. s. 46-47

14- A.g.e. s. 47

15- Bkz. Akademya, Sayı: 3

16- Necip Fazıl Kısakürek, a.g.e. s. 233-234

17- Bkz. a.g.e. s. 263-264

18- A.g.e. s. 230

19- A.g.e. s. 231

20- A.g.e. s. 489

Kaynak: Av. Harun Yüksel, Akademya I. Dönem 6. Sayı, Nisan 1997.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İlginizi Çekebilir