‘Yasama-Teşrî’ Nedir?

“Hukuk ahlâkın pıhtılaşmış” hâli ya…

Pıhtılaşmış: Teşekkül etmiş, şekillenmiş…

Kanun da, hukukun genel kurallar hâlinde şekillenmesi, uyulması zorunlu kaideler hâline getirilmesi…

İşte “Yasama-Teşrî” kanun yapma demek…

Hukuku kanunlaştırma…

Hukukla kanun arasında teori-pratik ilişkisi ve hiyerarşisi var…

Kanunla Yargı arasında da…

O zaman zincir şöyle oluşuyor:

Hukuk şekline dönüşen ahlâk, Yasama faaliyeti neticesinde kanunlaşıyor ve Yargı eliyle tatbik ediliyor, yani Yargı uyulması mecburi kurallar şekline dönüşen ahlâka uyulup uyulmadığını denetleyip, uygunsuzlukları tesbit ederek zorla tashihine dair karara dünüştürüyor…

İcra ise “karar-hüküm”leri gerekirse devlet gücünü kullanarak yerine getiriyor; pratikte adaletin tecelli etmesini sağlıyor…

Böylece devletin temel üç fonksiyonu olan “Yasama-Teşrî”, “Yargı-Adliye” ve “Yürütme-İcra” aynı ahlâkın birbirine bağlı ama farklı pratikleri hâlinde ortaya çıkıyor… Ve devlet çatısı altında “bir”leşiyor…

Bu tablodan “devlet”in ahlâkın içtimaî alan üzerinde “pıhtılaşmış-teşekkül etmiş-şekillenmiş” hâli olarak ortaya çıkışını seyredebiliyoruz…

“Başyücelik Devleti”(1) ise “İslâm ahlâkı”nın içtimaî alan üzerinde nasıl teşekkül edebileceğine dair bir proje ve tek proje…

İslâmı kafalarının darlığına mahkûm etmeye kalkan kaba softa-ham yobaz ile İslâmı onlar gibi görüp göstermek isteyen küfür yobazlarının aklının asla alamayacağı kadar geniş, zengin ve güzel bir proje…

Bu yazıda bu projenin “Yasama” bölümünü ele alıp, biraz da mukayeseli olarak incelemeye çalışacağız…

‘En İyiler’ Kimlerdir?

“Seçkinler”, “aristokratlar”, “elit” kelimelerini kullanmak isterdik ama bu kelimelere yüklenen “soy-sop”, “maddî anlamda zenginlik” gibi sınırlanmış mânâlar buna mani oldu…

En iyiler bir toplumun “seçkin”leridir; ama bundan, kabul gören anlamda kuru bir nesep bağı ve hasbelkader elde edilmiş maddî zenginlik sahiplerini değil, doğrudan doğruya asil ruhlu ve zengin ruhlu olanları kastediyoruz. Bunlar bilinen anlamda nesep asaletine de sahip olabilirler veya maddî anlamda zengin de olabilirler hiç mahzuru yok; bilakis bu durum ruh zenginliklerini tezyin eden ayrı bir güzellik kabul olunabilir… Ama temel ölçü ruh asaletidir: Böyle bir insan, soylu bir sülaleye mensup olmasa da veya maddî anlamda fakir olsa da ne gam…

“En iyiler” bir toplumun aristokrat ruhlularıdır: En iyi ahlâklıları, en akıllıları, ilim-irfan hazinesi en zengin olanları, en fedakârları, en yeteneklileri, en merhametlileri, en âdilleri, en şefkatlileri, iradesi en güçlü olanları, muhakemesi en doğru olanları, anlayışı en geniş olanları, kısaca bütün iyi vasıfları nefsinde cemedebilmiş olanları…

Rejimlerin adı her ne olursa olsun her toplum Yasama yetkisini bir tek kişi veya küçük bir azınlığa vermek zorundadır: Eşyanın tabiatı bu…

Monarşilerde Yasama yetkisi tek bir kişi (monark) tarafından kullanılır. Bu kişi o toplumun en iyisi olmadı mı vay o toplumun hâline…

Oligarşi veya Cumhuriyetlerde ise bu yetki, çok küçük bir azınlıktadır (komite veya meclis) Yasama yetkisi. Bu azınlık da toplumun “en iyileri” değilse vay o toplumun iyilerine: Artık ipler puştun eline geçmiştir…

Hiçbir akıl sahibi, Yasama yetkisi bir toplumun “en kötüleri”nin elinde olsun gibi bir halt edemeyeceğine göre: “Niçin en iyiler?” sorusunun cevabı apaçık…

Rejimlere ‘İyi’ veya ‘Kötü’ Sıfatı Veren Şey Nedir?

Rejimler dayandıkları dünya görüşlerine nisbetle onların pratiği olduklarına göre, bu konuda öncelikle bakılması gereken şey, o rejimlerin ardındaki dünya görüşlerinin “iyi” olup olmadıklarıdır…

Dünya görüşlerinin “iyi” olup olmadıkları ise o görüşlerin istinat ettiği temel prensiplerin “doğru” olup olmadığına bağlıdır…

“Doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyeti olamayacağı”na göre geldik “mutlak fikrin gerekliliği”ne…

Demek ki dünya görüşleri mutlak fikre uygunluğunca “doğru”…

Buna bağlı olarak rejimler de bağlı oldukları dünya görüşlerinin doğruluğu kadar “iyi”…

Bu konuda temel çatışma buradan çıkıyor: Herşeyin özünde “mutlak fikir” olmalı, bütün insan faaliyetlerinin temel kriteri “mutlak fikir” olmalı diyenlerle, bu temel kriterin “insan aklı” olması gerektiğini öne sürenler…

İnsan aklının başını çarptığı en sert kaya ise “bütün fikrin kurulamazlığı”dır: Mutlak fikir yoksa, bütün fikir kurulamaz…

Mutlak fikrin olmadığı yerde “doğru”nun kriteri olmaz: Herkesin doğrusu kendine!..

İnsan sayısınca “doğru”nun olduğu yerde ise, kimin “doğru”sunun topluma hâkim olacağını “insan aklı”ndan çok, insanın “kuvvet”i belirler: “Kim en güçlüyse en doğru odur” gibi akıllara sezâ bir netice çıkar ortaya ki; bugün, rejimlerin adı ne olursa olsun “insan aklı”ndan kaynaklanan bütün rejimlerin insanları içine ittikleri bataklık budur. Totaliter rejimlerde çırılçıplak görünen bu kaba güç, Cumhuriyetlerde ve Demokrasilerde demagoji ve kurnazlıkla kamufle edilmiş olarak “doğru”yu belirleyen temel etken olarak aynen duruyor…

Bizim kemalist-laik ulema ile ne idüğü belirsiz “sivil” ulema ise, işin bu “hayatî” noktasını görmezlikten gelip meseleyi totaliter rejimlerin öcülüğü ve Cumhuriyetlerin fazileti üzerine fındık kabuğunu doldurmayacak geyik muhabbetleriyle çorbaya çeviriyor…

Bir rejimin Monarşi olması onun “kötü” olmasını gerektirmediği gibi, Cumhuriyet olması da “iyi” olmasının alameti değildir: Neye göre iyi? Neye göre kötü?

Âdil bir Monarşi olabileceği gibi, totaliter Cumhuriyet ve Demokrasiler de mümkündür…

Monarşi, Oligarşi veya Cumhuriyet, köklerini “mutlak doğru”ya bağlayabildikleri ölçüde “doğru”, doğru oldukları ölçüde de “iyi”…

“Başyücelik Devleti” projesi ise bu üçü dışında yepyeni bir model… Ve ana kaynağı mutlak fikir, ana kriteri “mutlak doğru”: “Doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyeti olmaz”dı ya; işte “Başyücelik Devleti”, “doğru düşünce”ye kendini nisbet eden bir “doğru düşünce faaliyeti”. Haydi aklını “insan aklı” ile bozmuş olanlar için bir tüyo verelim: Başyücelik Devleti de neticede “insan aklı” ürünü… Ama biliyorsunuz “akıl” var “akılcık” var, bu proje insan soyunda nadir bulunan türden “üstün akıl” ürünü, “akılcık”larınızın yetmediği yerde kabahati bu modelde aramayın da, mümkünse akıllarınıza iyi bir rektifiye çektirin; tabiî rektifiye kabul edecek hâlleri varsa…

“İnsan aklı” temel referanslı bütün rejimlerin kumdan kaleler gibi bir bir yıkıldığı tarihî bir dönemeçte sayın Salih Mirzabeyoğlu bütün dünyaya yepyeni bir model teklif ediyor: “Başyücelik Devleti”… Şimdi ona bakalım…

Başyücelik Devletinde Yasama-I:

‘Ana Kaynak’

Başyücelik Devleti’nde herşeyin olduğu gibi Yasama faaliyetinin de ana kaynağı İslâmdır…

 “İdeolocya Örgüsü”nden takip edelim:

 -“İnsan ve cemiyetin iç ve dış hayatını, bütün derinliği, sonsuzluğu, güzelliği ve doğruluğuyle tekeffül eden tek nizamın İslâmiyet olduğuna inanıyoruz!”

-“İslâm Şeriatinin, ham yobazdaki kuru ve nefsanî idrak dışında ve kendi öz saffet ve asliyet ve tamamiyeti içinde hiçbir tecezzi ve muvazaa kabul etmez bir bütün olduğuna inanıyoruz!”(2)

-“İslâm, en ileri bir cemiyet ve cemiyetçilik telakkîsinin bütün ruh ve hakikatine biricik kaynaktır.”(3)

 “Başyücelik Devleti”nden:

 -“İslâm, devlete, ruhun uzviyete yapışık olması gibi sımsıkı bağlıdır; asla ayrılmaz ve onsuz uzviyet düşünülemez.”

-“Akıl erer mi ki, bütün kâinatı kucaklayan İslâm, insan topluluğunun maddî ve manevî yekûn kıymeti olan devleti, sınırları dışında bıraksın?”

-“İslâm’da devlet, Hakk’ın fertlere biçtiği hakları dağıtmak bakımından kölelerin en zayıfı, yine Hakk’ın fert üzerindeki haklarını toplamak bakımından da ağaların en kuvvetlisidir.”(4).

Yine “İdeolocya Örgüsü”nden:

 -“İslâmın dışı Şeriat, içi Tasavvuf… O’nu, kâinatın yüzüsuyu hürmetine yaratıldığı Allah Sevgilisini, üzerinde bütün hilkat mimârisinin ışıldadığı bir saray farzedecek olursanız, Şeriat o sarayın dışı, Tasavvuf da içidir. Bütün ölçüler ve geçitler dışarıda, varış ve erişler de içeride…”(5).

“Ana Kaynak”, Başyücelik Devleti projesinin Yasama birimlerine ve onların faaliyetlerine bir yandan vaz’ettiği temel prensiplerle kaynaklık ederken, diğer yandan Yasama faaliyetlerinin genel çerçevesini de çizmektedir: Başyücelik Devleti Yasama organlarından İslâmın lâfzına ve ruhuna aykırı tek bir kanun veya emir çıkamaz…

Başyücelik Devleti Yasama organları insan ve toplum meseleleri hakkında Allah ve Resûlü tarafından bizzat kanunlaştırılmış hususlar ile İcma ile sabit olmuş konular dışında ihtiyaç duyulan her türlü kanunî düzenlemeyi yapma hakkına sahiptir…

Hemen söylemek lâzımdır ki, Başyücelik Devleti’nin ve dolayısiyle bu devletin Yasama organlarının sımsıkı perçinli olduğu “ana kaynak” olarak belirtilen “İslâm”, İslâmı kendi küçüklük ve güdüklüklerine mahkûm eden binbir sapık kolun anladığı ve anlattığı akla veya nefse uydurulmuş İslâm değil, Allah Resûlünden Büyük Doğu-İbda fikriyatı’na dümdüz bir hat hâlinde gelen “doğru yol-ehli sünnet”in temsil ve vasfettiği İslâmdır.

 -“Topluluk hakikati”nin dağıldığı ve sapık kolların yelpazevârî açıldığı, modalaştığı ve bir cümbüş havası içinde tepindiği ikinci ve üçüncü asırlar, “Sünnet ve Cemaat Ehli” caddesinde yolun bütün ölçülerini âbideleştiren iki zafer tâkına şahit oldu. Biri, İslâmî itikat esaslarıyla beraber iş ve amel kanunlarını istikametlendiren “dört geçitli”, diğeri, doğrudan doğruya imân ve itikat yönlerini perçinleyen “iki geçitli”, biri “iş ve amelde”, öbürü “imân ve itikatta” iki tâk… / İş ve amelde: Hanefî, Malikî, Şafiî ve Hanbelî mezhepleri… / İman ve itikatta: Maturudî ve Eş’arî yolları… / Bunlar “Doğru Yol”un hudut bekçisi karakollarını temsil ve “Sünnet ve Cemaat Ehli” zabıtasını teşkil ederler; bütün yönlerin mizâna vurulacağı dayanak noktaları…”(6).

 -“Metodoloji-usuliyet”, en eskileri ve temel müçtehid İmam-ı Azam’dan gelen ve hepsine birden hâkim olan: Kitap, sünnet, icmâ-ı ümmet ve kıyas… Kitap: Kur’an… Sünnet: Allah Resûlünün her sözü, her emri, her hareketi… İcmâ-ı ümmet: Ümmet’in, yâni ÜMMETLİK VASFINA EN LÂYIK VE EN ÜSTÜN DERECEDEKİ SAHABÎLER’in, üzerinde birleştikleri toplu hükümler… Kıyas: Bellibaşlı üstün vasıflardan din âlimlerinin NİSBET YOLU ile buluşları… Dereceler yukarıya doğru birbirinde erir ve nihayet tek MUTLAK’ta toplanır: Allahın Kitabı ve yanıbaşında Peygamberin Sünneti… / İşte SÜNNET VE CEMAAT EHLİ YOLU, bu kahramanların binbir fesat çizgisi arasında düpedüz meydana çıkardığı caddedir; ve bu caddede “iş ve amel”i itikat üzerinde yükseltenler, kendisinden sonra “İmân ve itikat”ı iş ve amel üzerinde yükseltecek MİMARLARIN DA ÇEKİRDEĞİNİ GETİRMİŞ olarak, dış cephenin en büyük mühendisleridir.”(7)

Başyücelik Devleti’nde Yasama-II:

‘Temel Prensipler’

Başyücelik Devleti’nin Yasama organları faaliyetlerini sürdürürken Büyük Doğu-İbda fikriyatının ana kaynağa bağlı olarak ortaya koyduğu 9 temel prensibe uymaya titizlikle gayret gösterirler…

Bu prensipler şunlardır: Ruhçuluk, keyfiyetçilik, şahsiyetçilik, ahlâkçılık, milliyetçilik, sermaye ve mülkiyette tedbircilik, cemiyetçilik, mizancılık, müdahalecilik…

Büyük Doğu-İbda kütüphanesi boyunca izah olunan bu “temel prensiplere aykırı hiçbir kanun veya emir Başyücelik Devleti yasama organlarından çıkamaz…”(8).

Başyücelik Devleti’nde Yasama-III:

Organlar

Başyücelik Devleti’nin Yasama faaliyeti yapan iki organı vardır:

YÜCELER KURULTAYI ve BAŞYÜCE…

YÜCELER KURUTAYI: “Büyük Doğu” mefkûresinde, cemiyet iradesini temsil adına, dünyanın her yerinde örnekleri bilinen millet meclisleri yerine, bir “Yüceler Kurultayı” vardır. / “Yüceler Kurultayı”, milletin; dinde, fikirde, sanatta, ilimde, siyasette, müspet bilgilerde, ticarette, askerlikte, idarede, işde, hulâsa insan kafasının arayıcı hamlelerini ve idrak çilelerini plânlaştıran her sahada, eser, keşif, görüş, terkip ve dava sahibi aksiyoncu güzidelerinden örülüdür. / “Yüceler Kurultayı”nın mânâsı, milleti, en ileri düşünenlerin ve en iyi yapanların kadrosunda özleştirmektir. / “Yüceler Kurultayı”nın mânâsı, milleti, -doktor hâkimiyeti altındaki hasta gibi- sâf ve mücerret idrak ıstırabı çeken ruh ve dimağ işçilerinin hâkimiyeti yolundan, hak ve hakikatin hâkimiyeti altında tutmaktır. / Bir millet kadrosunda gerçek aydınlar otoritesi diye vasıflandırılabilecek “Yüceler Kurultayı”, hâkimiyeti, ister fert ve ister zümre olarak kendi nefsaniyeti ve enaniyeti olmayan üstün yaradılışlar elinde, hak ve hakikate mahkûmiyetten başka bir şey değildir. “Yüceler Kurultayı” gerçekte hâkimlerin değil, mahkûmların çerçevesidir.”(9)

BAŞYÜCE: “Başyüce”, kaba ve umumî mânâsıyla herhangi bir devlet reisi değil, derin ve girift, içtimaî bir remzdir. Bir timsal… / Bütün selâhiyetler beşerî haddin en üstünüyle eline teslim edilmiş kâmil ferdin, Allah’ı, vicdanı ve milleti arasında terkibleştirmeye memur bulunduğu kâmil ahenk uğrunda, öz nefsini selâhiyetsizlikte son mertebeye indirmesi… “Başyüce”nin heykelleştirdiği remz, işte bu mânânın temsilciliği ve şahıslandırıcılığıdır. / “Başyüce”, milletini tek şahıs içinde yekûnlaştıran baş örnek… Onun içindir ki, hak ve hakikate karşı bu yekûna eş, kendi öz nefsine karşı da bu yekûnun en ufak parçasından daha küçük… / “Başyüce”nin kendi öz lisanından başka her edası ve işi, “ben milletimin görünürde en ahlâklı, en bilgili ve en akıllı ferdiyim!” diye ilân edecektir.”(10)

Başyücelik Devleti’nde Yasama-IV:

Organların Teşekkülü

-“Yüceler Kurultayı”nı ilk defa bir “Müessisler Meclisi” meydana getirir. Ondan sonra kurultay âzası, kendilerini şahıs şahıs kuşatan ve en küçük uygunsuzlukta tasfiyeye uğratan sebepler dışında, ebedî olarak yerinde kalır. Dinç ihtiyarlık engel teşkil etmez. / “Yüceler Kurultayı” temelleştikten sonra kendi kadrosu içinde “Başyüce”yi seçer. / Kurultayın seçtiği “Başyüce”, devlet reisidir; devletin ismi de “Başyücelik Devleti”dir. / “Başyüce”, 5 yıl için seçilir. / “Yüceler Kurultayı”, ölüm, ağır hastalık, çekilme isteği, çekilmeye davet gibi hâllerle ayrılan âzası yerine derhâl yenilerini bizzat ilân ve intihab eder. / “Yüceler Kurultayı”, vatan ileri gelenlerinden en lâyıklarına “Yüceler Kurultayı’na namzed” ünvanı altında bir derece verir. En büyük kıymet ve mükâfat olan bu derecenin sahibi, hiçbir temsil hakkı olmaksızın, derecesine her ân liyakat belirtmekte devam eder. Bu dereceye en küçük bir liyakatsizlik, sahibini, “Yüceler Kurultayı’na namzet”likten düşürür. “Yüceler Kurultayı”, yeni âzasını bu namzetler arasından seçer. / “Yüceler Kurultayı”nın âzası, eksiksiz ve fazlasız 101’dir ve bu âzadan herbiri bütün vatanı temsil mevkiindedir.”(11)

Başyücelik Devleti’nde Yasama-V:

Yasama Organlarına Seçilme Şartları

-“Yüceler Kurultayı”nın âzası, en aşağı 40, en yukarı 65 yaşında ve maddî ve mânevî kâmil sıhhat içinde olur. Bütün hususî hayatı, her türlü faaliyeti, her ân hayat ve hadiselere karşı verdiği imtihanlarla, kendi kendisini millet ve Kurultay’ın tam ve mutlak müşahade ve murakabesi altında tutar. Bağlı olduğu imân kutbunun, fikirde ve ahlâkta tam ve katî samimiyet ve hâlisiyetini canlandırır. Vecd ve aşk içinde yaşar. Davasından başka hiçbir hasis fert ve nefs hayatı sürmez. Meslekî politika zenaatinin ve her türlü menfaat ve tesirin üstünde kalır. / “Yüceler Kurultayı”na ait zatî vasıflar manzumesi, en ince teferruatına ve en hurda tahsilâtına kadar sımsıkı örülmüştür. “Yüceler Kurultayı”, âzası içinden üstün vasıflarını düşüren, yahut yerli yerinde bekleten değil, hattâ daha ilerletmeyen ve yükseltmeyen her ferdi derhal tasfiye edici nâmütenahî ince bir dikkat ve hassasiyet ölçüsüne sahiptir.”(12)

-“Yüceler Kurultayı” (..) kendi kadrosu içinde “Başyüce”yi seçer. / “Başyüce”, 5 yıl için seçilir. / “Yüceler Kurultayı”, beş yıl için seçtiği “Başyüce”yi tekrar intihab edebilir. / Tekrar seçilmeyen “Başyüce”, yaş haddini aşmamış bulunuyorsa, “Yüceler Kurultayı”ndaki yerine avdet eder.”(13).

Başyücelik Devletinde Yasama-VI:

Organların İşleyişi ve İlişkisi

-“Millet meclislerinde olduğu gibi, topluluğun bütün irade ve karar mihrakı, “Yüceler Kurultayı”dır. “Yüceler Kurultayı”nın her ölçüsü kanundur; ve her kanunu, tezatsız bir ideolocya bütününün tatbikî hükümleri hâlinde bir ana manzumeye ve onun da perçinli olduğu aslî mihraka bağlıdır.”(14).

 -“Başyüce”, “Yüceler Kurultayı”nın her şubede lif lif örülmüş kanunlar manzumesine aykırı emir veremez ve vermez; fakat her emri, kanunu tamamlayıcı ve belirtici ayrı bir kanundur. Kanunun birşey söylemediği yerde “Başyüce”nin emri, kat’idir.”(15).

 -“Bütün kuvvet tevazünü, her temsil kutbu aynı kök-ideolocyaya bağlı olarak, “Başyüce” ile “Yüceler Kurultayı” arasındadır. “Yüceler Kurultayı”, “Başyüce”de, kendi mânevî şahsiyetinin öz eliyle seçilmiş icra ve temsil birliğini; ve “Başyüce”, “Yüceler Kurultayı”nda kendi icra ve temsil birliğinin, üstün güzîdelerden mürekkep, murakabe ve muhasebe kadrosunu bulur. / Öyle ki, “Yüceler Kurultayı”, havaî kitle reylerinin kemmiyet dalgalanışındaki hikmetsizliğe zıt olarak, daima kendi kendini tekmil ve inşâya ve daima hak ve hakikate memur, giderken; onun ve devletin kafası olan “Başyüce”, yine onun seçiminden gelerek, hak ve hakikatin millet üstü mânâsıyla hak iradesine bağlı cephesini en ince ahenk içinde telif eder. / “Yüceler Kurultayı” vicdan; ve “Başyüce” irade… / Böylece, hak ve hakikatin muhtaç olduğu birbirini murakabe ve muhasebe edici iki ana merkez doğmuş olur; ve bu iki ana merkezin iş ve fikir kaynaşmasından doğacak olan vahdet, demokrasilerin varamadığı ve varamayacağı nizamlı hürriyetle, demokrasilere zıd ve bütün şekillerin başaramadığı ve başaramayacağı hür disiplini, sağ ve sol kanatlardan hiçbirini incitmeden elinde tutar.”(16)

Başyücelik Devleti’nde Yasama-VII:

Organların Denetimi

-“Başyüce”, “Yüceler Kurultayı”nı, her defa giren ve çıkan âzasıyla tasdik edecektir. “Başyüce”, “Yüceler Kurultayı”nın fert fert dağınık ve zümre hâlinde toplu ruhunu, milet adına ona karşı murakabe ve müdafaa hâlinde olacak ve hükmü “Yüceler Kurultayı”na bırakacaktır. / Buna karşılık “Başyüce”, bütün hayat, faaliyet ve işiyle “Yüceler Kurultayı”nın murakabe ve hakikati müdafaasına hedeftir. / Şöyle anlamak lâzımdır ki, her şey herkesi aşan bir hak ve hakikat mizânı önünde, daima o hak ve hakikat adına birbirine hâkim ve mahkûm, birbirine şahit ve murakıp, mefkûrevî bir âhenk tertibini işletebilmekten ibaret… / Kendisi ve kendisini murakabe eden yine kendisi olarak, bir insanda iki cephe veya iki cephede bir insan…”(17)

-“Yüceler Kurultayı”, “Başyüce”yi beklenmedik menfi ve zıt şartlar altında görürse, onu, en aşağı yüzde 75’i bulması gereken bir ekseriyet kararıyla devirip, bu takdirde nihaî irade tecellî edinceye kadar arasından birini “Başyüce” ilân etmek hakkına maliktir.”(18)

-“Başyüce”, “Yüceler Kurultayı”nı doğrudan doğruya feshetmek hakkına malik değildir. Ancak “Yüceler Kurultayı”nda beklenmedik menfi ve zıd temayüllerin kümelendiği ve bütün kadroyu kuşatmaya başladığı bir fesat takdirinde, derhal milletten, kendisiyle “Yüceler Kurultayı” arasında hakem kararı isteyebilir. Bunu isteyebilmesi için, “Yüceler Kurultayı”nın, en aşağı yüzde kırk nisbetinde kendisiyle beraber olması lâzımdır. Milletin “Başyüce” lehinde vereceği hüküm, “Yüceler Kurultayı”nı, yalnız “Başyüce” tarafını tutuş nisbetinden ibaret bırakır; gerisi derhal tasfiyeye uğramış olur ve bu kısım, sonra kendini ikmal eder. Milletin “Başyüce” aleyhinde vereceği hükümse onu hemen düşürür ve yeni bir devlet reisi seçimine yol açar.”(19)

Başyücelik Devleti’nde Yasama-VIII:

Makam Sahiplerinin Denetimi

-“Başyüce”den itibaren “Yüceler Kurultayı” âzasına ve topyekûn hükümet kadrosuna kadar hiçbir ferdin, kanun muvacehesinde mesuliyetsizlik ve şahsî masuniyet gibi bir imtiyazı yoktur. Meselâ, sokağa tükürmek, “Yüceler Kurultayı”ndan çıkacak bir zevk ve terbiye yasasına göre suçsa, zâbıta, bunu yapacak bir “Başyüce” ile bir “Yüce”yi, bir hükûmet reisini veya bir çöpçüyü bir tutar.”(20)

Başyücelik Devletinde Yasama-IX:

Tahlil ve Mukayese -Ana Kaynak-

Ana kaynağını, temel referansını “İslam” olarak işaretleyen Başyücelik Devleti modeli, “insan aklı” temel referanslı modellere göre daha başlangıçta büyük bir avantaj sağlıyor: Doğruluğunun denetlenmesi ve yanlışlığının işaretlenmesini sağlayan “kurucu akıl” dışında mutlak ölçülerden oluşan sağlam bir “kriter-miyar” sağlıyor…

Kendini İslâma nisbet eden Büyük Doğu-İbda fikriyatı İslâmın yeni zaman ve mekan şartlarındaki “tatbik fikri”ni “her örgüsü tezatsız bir dünya görüşü” hâlinde örgüleştirirken, kendini bu dünya görüşüne nisbet eden “Başyücelik Devleti” projesi, bu dünya görüşünün sosyal ve siyasî zeminde şekillenmesini (teşekkülünü) sağlıyor; böylece 1923 yılında Osmanlı pratiğinin ortadan kalkmasıyla sosyal ve siyasî zeminden çekilen İslâm’ın yeniden bu zemine dönmesinin fikrî alt yapısı tamamlanmış oluyor… Yani kendini “ana kaynak”a nisbet eden bu proje, aynı zamanda “ana kaynak”ın yeryüzüne dönüşünün ana manivelası fonksiyonunu icra ediyor…

Rejimler konusunda temel çatışmanın, bu rejimlerin temel referansının “ilâhî akıl” mı, yoksa “beşerî akıl-insan aklı” mı olmalı noktasında çıktığını yukarıda işaretlemiş ve 20. yüzyılın “insan aklı”nı temel referans alan bütün rejimlerin çöktüğü bir tarih dönemi olduğunu belirtmiştik.

Şimdi şu “insan aklı” mevzuuna biraz daha yakından bakalım:

-“Akıl, icad edici olmaktan çok, uyum sağlayan denetleyici bir güçtür. Sırf mantıkî bir alanda bile, yeni olana ilk ulaşan akıl değil, kavrayıştır. Gerçeğe saygı ve “gerçek ne?” sorusu bile, düşünceyi itici sebebi göstericidir… Sezgi davası!.. Ruhîlik!..”(21)

Akıl, icad edici değil de uyum sağlayan denetleyici bir güçse herhangi bir konuda temel prensipler ortaya koyması, dolayısiyle de temel referans olması mümkün değildir… Bu hâliyle “akıl” temel prensiplere uygunluğu ve uyumu denetleyen bir alet olarak kullanılabilir…

-“Akıl, ruhun lisânı ve basiretin tercümanıdır; basiret dedikleri, ruhun özü, akıl da onun lisânı derecesindedir…”(22)

“Lisân ve tercüman” özelliği ile de aklın temel referans olamayacağı, temel referansa lisan ve tercüman olabileceği açık…

-“Batı medeniyetinin kötülüğü tesadüfî değildir; yahut asıl prensiplerine göre yaşamakta kusur eden, sırf beşer zaafından da ileri gelmiş değildir… Eksik olan, bizzat asıl prensiplerdir; Batı medeniyeti, teoride de pratikte de kötüdür.”(23)

Sayın Mirzabeyoğlu’nun “müslüman olmuş bir Amerikalı hanım bilgin”den naklettiği yukarıdaki satırlar meseleyi yoruma ihtiyaç bırakmayacak kadar açık ve vazıh teşhis ve tesbit ediyor.

-“Çağımızda yaygın bir uygulama alanı bulan sistemlerin yanlışlıkları da, sistem adına yapılan yanlış uygulamadan değil, sınırlı tecrübe ve müşahade verilerinden elde edilen bilgilerle kurulu düşünce sistemleriyle “mutlak prensiplerin” elde edilemeyişinden ileri gelmektedir; çünkü hâdiseler mânâlarını kendilerine sorulan suallere göre vermekte ve değişik bir şuur, zihin ve anlayış tarafından kritik edildiğinde, değişik neticelere ulaşılmaktadır.”(24)

Ve:

-“Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamayacağı ve doğrunun değişik şuur, zihin ve anlayışa göre değişmesi temel tesbiti içinde, ya hiç başvuramayacağımız, başvuracak sistemin olmaması durumuyla karşılaşıyoruz, yâni hayatın akışına seyirci kalacağız; veya insan üstü fikrin objektifinden hâdiseye, eşyaya, insana bakarak ona göre yorumlayacağız ki, bu nokta tek ümidi göstericidir… Ya her idrakın aradığının mutlak içinde doğrusunu gösterici “İslâm-Mutlak Fikir” veya hiçbiri.”(25)

Ve:

-” ‘Bütün Fikir’den hareketle unsurlararası münasebetlerin anlaşılabilmesi gerçeği ortada iken, “Mutlak Bilgi” yerine genel bilgilerden hareketle kurulmuş olan sistemin mânâsı, malûm benzetmeyle, “insana göre elbise yerine, insanı elbiseye uydurma” çabasıdır: İçinde yaşanılan toplumun terkibinin dışında bir terkibe ulaşma çabasında, her şeyin etrafında bütünleşeceği tümden gelinen nokta, yâni “genel bilgilerle kurulmuş teori”, doğruluğu kesin olan değil, doğrulanması arzulanan, tümevarımı bu varsayıma göre zorlayıcı inanç noktasıdır…”(26)

Şimdi de kendisi pek bir şey önermese de, Batı’nın “Akıl”, “Akılcılık”, “Bilim”, “Bilimsellik”, “Nesnel”, “Nesnellik” gibi temel referans ve kavramlarının geçersizliğini alaycı bir ton ile gösteren son dönem filozoflarından Paul Feyerabend’e gelelim:

-“Şimdi sağda solda ‘Çağdaş kültür’ün ‘bunalım’da olduğunu duyuyoruz. Dediklerine bakılırsa ‘(Çağdaş kültür) insan ve dünya hakkındaki geleneksel hümanist görüşlerle, bilimin değerden yoksun mekanik tasvirleri arasında ortaya çıkan derin bir çelişkiyle’ ikiye ayrıldığı gibi, beşerî bilimler, felsefe, sanat ve toplumsal düşünce de bir ‘kültürel başıbozukluk’ (cacophony), veya ‘felsefî illet’ tarafından için için kemirilmektedir. Bazı eleştirmenler öyle uç boyutlarda bir parçalanma hissediyorlar ki, meselâ Jürgen Habermas yakınlarda ‘neue Unübersichtlichkeit’dan, yani ‘yeni bir dökümlenemezlik’ hâlinin ortaya çıktığından sözediyor; kamusal hayatı bir sel gibi kaplamış üslûplar, teoriler, bakış açıları ortasında insanın kendine bir yol bulması imkânsızlaşmıştır.”(27)

-” ‘Çağdaş kültür’ün ya da ‘dünya kültürünün bunalımı’ndan bahsettiklerine bakmayın, demek istedikleri Batı akademik ve sanatsal hayatıdır. Ama Batı iktisadı, bilimi ve teknolojisinin yaygınlaşmasından ibaret olan şu Batılı ‘ilerleme’ ve ‘kalkınma’nın düzenli olarak genişlemesi ile kıyaslandığında sözü edilen profesörler arası ağız dalaşları veya Batı sanatındaki akrobatlıklar (contortions) solda sıfır kalır. Kapitalist toplumlar olduğu kadar sosyalist toplumları da karakterize eden uluslararası bir olgudur bu; ideolojik, politik ve ırksal farklardan bağımsızdır ve giderek daha çok sayıda halk ve kültürü etkisi altına almaktadır. Burada bizim entellektüellerimiz arasında dönen tartışma ve anlaşmazlıkların esamesi okunmuyor. Burada dayatılan, ihraç edilen ve yeniden dayatılan şey, güçlü grup ve kurumların entellektüel, politik desteğini ardına almış tektip görüşler ve pratikler manzumesidir. Bugün Batılı hayat tarzları dünyanın en ücra köşelerine bile girmiş ve daha 20-30 yıl öncesine kadar onların varlığından habersiz halkların âdet ve alışkanlıklarını değişikliğe uğratmıştır. Kültürel farklar ortadan kayboluyor, yerel zenaatlar, gelenekler ve kurumlar yerlerini Batılı nesneler, gelenekler ve örgütlenme biçimlerine bırakıyor.”(28)

-“François Jacob’un özlü deyişiyle, ‘Bir örneklik ve donukluk tehdidi altındayız’. Bizzat Batı uygarlığı bile sahip olduğu zenginliği öylesine yitiriyor ki 18 Nisan 1983 tarihli International Herald Tribune’de Amerikalı bir yazar şöyle demek durumunda kalıyor: ‘Aynılık bir sis gibi ülkenin (ABD) üzerine çöküyor.’ Bizim kültür eleştirmenlerini çok rahatsız eden o çatışmalar bu devasa doğal, toplumsal ve teknolojik tektipleşme eğiliminin yanında iyiden iyiye silikleşiyor / Bu eğilim, şimdiye kadar ona destek vermiş tarafların değerleri açısından bakıldığında bile hayırlı sayılamaz. Ekolojik sorunlar var. Dünya ölçekli, belgelerle ortaya konmuş, ne olduğu iyice belli ve birçok insanın kendi kişisel deneyimiyle yakından bildiği sorunlar (..) Açlık, hastalık ve yoksulluk gibi birçok sözüm ona ‘Üçüncü Dünya sorunu’ Batı uygarlığının önlenemez yükselişinin çare bulmaktan çok sebep olduğu sorunlar görünümünde. Bu eğilimin MANEVİ ETKİLERİ bu kadar göze çarpmıyor, ama hiç de daha az acılı oldukları söylenemez. Bir çok toplum için bilgi edinmek hayatın bir parçasıydı; edinilen bilgi bir işe yarıyor, kişi ve grupların kaygılarını yansıtıyordu. Yerel öncelik ve sorunlarından kopartılmış ‘nesnel’ bilgi, okuryazarlık ve okulun getirdiği dayatmalar varoluşu epistemik dayanaklarından yoksun bıraktı, onu kısırlaştırıp anlamsızlaştırdı. Bunun başını çeken de yine, okulu hayattan ayıran ve hayatı skolastik kurallara tâbi kılan Batı olmuştur.”(29)

 -“Batı uygarlığının savunulmasında önemli bir rol oynayan ikinci düşünce Akıl (büyük ‘A’ ile) veya Akılcılık düşüncesidir. Tıpkı nesnellik nosyonu gibi bunun da maddî ve formel biçimleri vardır. Maddî anlamda akılcı olmak, belli görüşlerden uzak durup belli görüşlerin yanında yer almak anlamına gelir. İlk Hıristiyanlar arasındaki kimi entellektüeller için Bilinircilik renkli hiyerarşisi ve kaydettiği ayrıksı gelişmeleriyle akıldışılığın doruğuydu. Bugünse akıldışı davranmak, meselâ astrolojiye, yaratılışçılığa veya farklı gruplar için zekânın irsî olduğuna inanmak anlamına geliyor. Formel anlamda akılcı olmak da yine belli bir usûlü savunmak, takip etmek demek. Burnu büyük deneyci, deneyin açıkça öyle olmadığını gösterdiği görüşlere inanmaya devam etmeyi akıldışı bulurken, burnu büyük teorisyen her kanıt tıkırtısında kulakları dikip temel ilkeleri gözden geçirenlerin akıldışı tutumunu gülümsemeyle seyreder. Bu örnekler gösteriyor ki, ‘bu akılcıdır’ veya ‘bu akıldışıdır’ gibi ifadelerin araştırmayı etkilemesine izin vermenin bize pek bir faydası yoktur. Bu nosyonlar muğlaktır ve hiçbir zaman tam bir açıklığa kavuşturulmamışlardır; dahası onları uygulama sahasına aktarmaya kalksaydık karşımıza umulanın tersi sonuçlar çıkabilirdi: ‘Akıldışı’ usûller bizi sık sık (onları ‘akıldışı’ olarak niteleyenlerin düşündüğü anlamda) başarıya götürürken ‘akılcı’ usûller muazzam sorunlara yol açabiliyor (..) Hattâ daha da ileri giderek, Akıl ve Akılcılığın tanrı, kral ve tiranların ve onların amansız yasalarının sahip olduğu türden bir hâle (aura) ile kuşatıldığını ve yine onlarla aynı türden birer iktidar odağı olduğunu söyleyebiliriz. İçerik gitmiştir; ama hâle kalmış ve onların iktidarlarını sürdürmektedir. / İçeriğin olmaması korkunç bir avantajdır; belirli grupların kendilerine ‘akılcı’ demesine, çok bilinen başarıların Aklın eseri olduğunu iddia etmesine ve bu şekilde kazandığı gücü çıkarlarına aykırı gelişmeleri bastırmakta kullanmasına imkân verir. Söylemeye bile gerek yok ki bahis konusu iddiaların büyük bir kısmı düzmecedir.”(30)

-“.. Aklın bir diğer armağanı olduğu iddia edilen Aydınlanma ise bir gerçeklik değil, bir slogandır. ‘Aydınlanma’, der Kant ‘insanın kendi başına sardığı bir belâdan, toyluğundan kurtuluşudur’. Toyluk insanın başka birisinin yönlendirmesi olmadan kendi aklını kullanamamasıdır. Eğer toyluğun sebebi akıl noksanlığı değil bir kararlılık noksanlığı ise bu, onun kendi başına sardığı bir belâ demektir. Bugün bu anlamda bir aydınlanmayı zor buluruz. Yurttaşlar dayanaklarını kendi bağımsız düşüncelerinden değil uzmanlardan alıyor. Şimdi ‘akılcı’ olmanın anlamı bu. Birey, aile, kasaba ve kentlerin hayatlarının giderek artan bir bölümü uzmanlar tarafından teslim alınıyor. Çok yakında insanlar, ‘sen psikolog musun kardeşim?’ itirazını göğüslemeden ‘canım sıkılıyor’ bile diyemeyecekler. ‘Eğer’ diye yazıyordu kaç zaman önce Kant, ‘benim yerime anlayan bir kitabım, benim yerime vicdan taşıyan bir papazım, ne yiyeceğime karar veren bir hekimim vb. varsa, benim zahmete girmeme ne gerek var? Düşünmem filan gerekmez, biraz para verdin mi başkaları bu sıkıcı işi benim yerime hemen üstlenecektir’.”(31)

-“.. Kültürel çeşitlilik serbest ve sınır konmamış araştırma anlamında bilime ters düşmez, ancak ‘akılcılık’ veya ‘bilimsel hümanizm’ gibi felsefelere ve kendi Nuh nebiden kalma inançlarını kabul ettirmek için, donuk ve çarpık bir bilim imgesinden medet uman ve kimi zaman Akıl da denilen bir faile (agency) ters düşer. Ama akılcılığın tanımlanabilir, belli bir muhtevası yoktur. Ve şu anda tek yaptığı, bir örneklik yönündeki o genel itkiye bir kalite havası kazandırmaktır. Aklı bu itkiden kurtarmanın ve şerefi Akılcılıkla kurduğu bu ortaklık tarafından bütünüyle lekelendiği için de, ona elveda demenin zamanıdır.”(32)

-“Buraya kadar anlattıklarım hikâyenin bir yönü: Bir çok şey Akılla değil, Akla rağmen başarılmıştır. Öteki yönü de şu: Akıl da yapacağını yapmıştır. Başarıları çarpıtmış, normal sınırlarının ötesine uzatmıştır, dolayısıyla, kendi adı altında üreyen aşırılıklardan en azından kısmen sorumlu olduğu söylenmelidir.”(33)

-“.. Tarihin karmaşıklığı karşısında kafası allak bulak olmuş bazı düşünürler akla uğurlar olsun deyip yerine onun bir karikatürünü koymuşlardır; geleneğe unut gitsin diyemediklerinden (ve halkla ilişkiler konusunu da ihmal etmek istemediklerinden) bu karikatüre akıl (veya benim kullandığım terminolojiyle büyük ‘A’ ile Akıl) demeye devam ettiler. Karmaşıklıktan hoşlanmayan felsefeciler arasında, dünya hakimiyeti yönündeki mücadelelerine bir parça kalite kazandırmakta sakınca görmeyen politikacılar (teknoloji uzmanları, bankerler, vb.) arasında Aklın büyük bir süksesi vardır. Geriye kalanlar, yani pratik olarak hepimiz içinse bir felaket demektir. Artık ona elveda diyelim.”(34)

Paul Feyerabend’den iktibası bir hayli uzun tutmamızın sebebi, bizim laik dinozor ulema için “gâvur”un söylediği her sözün “nas” hükmünde olmasındandır. Yoksa Büyük Doğu-İbda kütüphanesi boyunca aklın ne olup olmadığı en ince detaylarına kadar sorgulanıp tesbit ve teşhis edilerek kıymet hükmüne bağlanmıştır. Feyerabend’den yaptığımız (34) numaralı iktibas Sayın Mirzabeyoğlu’nun “Akılsız akılcılar” tabirinin bir Batılı tarafından nasıl tasdik edildiğini göstermesi bakımından ilginçtir. Aynı iktibas bizdeki en mongol, en dinozor tiplerin niçin laik-kemalist ve ille de Batıcı olduklarının cevabını veriyor: Adamların kafasında akıl namına hiçbirşey yok…

Temel referans olarak “insan aklı”nı aldıklarını iddia eden bugün Batı’ya hâkim ve onlar eliyle bütün dünya halklarına zorla dayatılan müflis rejimler karşısında bizzat “insan aklını” da yerli yerine oturtarak, insanlığın önüne yepyeni bir kurtuluş ufku açan “Başyücelik Devleti” projesinin mukayesesini bu bölümdeki iktibaslar boyunca izleyebilirsiniz.

Başyücelik Devleti’nde Yasama-X:

Tahlil ve Mukayese -Organlar-

Başyücelik Devleti’nde Yasama faaliyeti çift organ tarafından yerine getirilmektedir: Yüceler Kurultayı ve Başyüce…

Yüceler Kurultayı temel Yasama faaliyetlerini yürüten, dünya görüşünün hukuk sistemini ihtiyaca göre kaideleştiren, kanunlaştıran organdır. Bu hâliyle de Cumhuriyet ve Demokrasilerdeki millet meclislerinin (ve senato)nun yerini almaktadır…

Yüceler Kurultayı’nın Batı tipi Meclis ve Senatolardan farkı, teşkil tarzı ile üyelerinin vasıflarında yatmaktadır: Batı tipi meclislerde meclis üyeleri genel seçimle işbaşına gelirler ve seçilme şartları belli bir yaşı doldurmuş olmak ile okur-yazar olmak (Senatolarda genellikle üniversite mezunu olmak) ve yüzkızartıcı suçlardan hüküm giymemiş olmak gibi çok basit ve genel vasıflardan oluşmaktadır. Halbuki Yüceler Kurultayı kendi üyesini kendi seçen bir seçim mekanizmasına sahiptir ve üyelerinde yukarıda belirttiğimiz çok üstün ve seçkin vasıflar aramaktadır… Bu hâliyle Yüceler Kurultayı toplumun en seçkin aydınlarından oluşan bir aristokratlar meclisi hüviyetindedir…

Bir toplumun kurallarını o toplumun “en iyileri-güzideleri” koymalı ise ki, bunun aksi akla da mantığa da eşyanın tabiatına da aykırıdır: Başyücelik Devleti projesi Başyüceler Meclisi müessesesinin hem seçim tarzı ve seçilmek için yeterlilik vasıfları itibarıyla, hem de bu meclisin kendini yenileme ve idame tarzı ile mükemmel bir sistem kurmuştur…

Batı tipi Meclislerin hem teşekkül tarzı, hem de yenilenme mekanizması itibarıyla toplumun en iyilerini değil, en güçlülerini, en demagoglarını, en popülist (halka en çok yağ çeken)lerini bir araya toplamakta ve “en iyi”leri, bazı tesadüf ve zaruret (vitrin-imaj) zaruretleri haricinde bu çatı altına asla sokmamaktadır… Seçilenler ise, genellikle dört yılda bir yapılan genel seçim baskısı yüzünden istemeseler bile popülist politikalar izlemektedir…

Başyücelik Devleti’nde siyasî parti ve genel seçim olmadığı için, ne bütün Demokrasilerde çıkar ve güç odakları organizasyonları hâline dönüşmüş siyasî partiler rezaleti, ne popülist vaad ve icraatlar, ne yalan dolan, Yüceler Kurultayı çatısı altına girememektedir: Böylece o toplumda kuralları gerçekten “en iyiler” koymakta ve bu kurallar toplumun gerçek ihtiyaçları ve selameti için konulmaktadır… Üstelik de Yüceler Kurultayı üyelerinin herhangi bir dokunulmazlık zırhı veya imtiyazı olmadığı için, kendi koydukları kurallara öncelikle kendilerinin uymaları sağlanmaktadır…

Yüceler Kurultayı’nın seçkin aydınları, seçmen baskısı olmadığı için iş takipçiliği, seçmene diyet borcu ödeme gibi baskılardan uzak, asıl işlerini yapma imkânı elde etmektedir…

Yüceler Kurultayı’nın teşkilinde bunca titizliğe rağmen insanoğlunun mayasında bulunan “kötülük istidadı” sebebiyle ortaya çıkabilecek ferdî “kötülükler” tasfiye mekanizması ile anında bertaraf edilirken, umumîleşme istidadındaki “kötülükler” için ise halkın hakemliğine başvuracak bir referandum yolu daima açık tutulmaktadır. Böylece hem Yüceler Kurultayı’nın kendini yenilemesinde oluşturulan “namzedlik” sistemi ve hem de bu referandum yoluyla Yasama faaliyetinin halka açık olması sağlanmaktadır: Böylece genel seçim ve siyasî partilerin olmaması popülizmin yolunu tıkarken “namzedlik” ve referandum yoluyla sistemin kendini halktan tecrit etmesinin de yolu tıkanmakta, halkla Yasama faaliyetinin “iyi yürütülmesi” gereği arasında harika bir denge sağlanmaktadır. Bu denge Demokrasilerin hayal bile edemediği, arayıp da bulamadığı, tarif dahi edemediği müthiş bir dengedir.

Bu vasıflarıyla Yüceler Kurultayı, Yasama faaliyetlerinin temelinde bulunması gereken “hak-doğru”yu tayin ve tesbit için, hem ehil hem de popülizmden uzak olarak çalışma imkânı elde ederken, çalışma salonunun duvarındaki temel ölçü “hakimiyet hakkındır”a tam riayet içinde olma imkânı elde ederken; Cumhuriyet ve Demokrasiler, “egemenlik halkın”dır ölçüsüyle “doğru çoğunluğun dediğidir” gibi yanlış bir ilkenin batağından asla kurtulamamaktadırlar: Yasama faaliyetlerinin “doğru” olması esassa; bu esasa Cumhuriyet ve Demokrasilerin Yasama sistemleriyle ulaşmak mümkün değildir. Başyücelik modelinde ise ulaşmak hem çok kolay, hem de ulaşamamak çok zordur…

Cumhuriyet ve Demokrasilerde meclis üyelerinin sorumluluğu, bir daha seçilememe şeklinde “siyasî” bir karşılık bulurken, Yüceler Kurultayı üyelerinin sorumluluğu derhal tasfiyeyle sonuçlanmakta ve böylece toplum için çok hayatî bir fonksiyon icra eden Yasama organı üyelerindeki her türlü olumsuzluğun ânında giderilmesi imkânı sağlanmaktadır.

Başyücelik Devleti modelinde Başyüce’ye tâli bir Yasama fonksiyonu yüklenmesi ise, hayatın dinamizmi karşısında daha statik bir yapıda olan kanunlarla, toplumun yeni ihtiyaçlarına ânında çare bulma gibi katalizör bir Yasama alanı açmaktadır: Böylece kanunların hayatın zorunlu olarak gerisinde kalan statik yapısının açtığı boşlukların hemen o ân doldurulması sağlanırken, Yasama faaliyetlerinin istediği titizlik sebebiyle “kanunlaştırma faaliyetinin zaman alması” ile “kanun ihtiyacının beklemeye tahammülü olmaması” gerçeği arasındaki boşluk Başyüce’nin “emir”leriyle derhal doldurulmaktadır…

Demokrasi ve Cumhuriyetlerin “Kanun Hükmünde Kararname”lerle mahçup bir edâ ile doldurmaya çalıştıkları ama çoğu zaman dolduramadıkları bu boşluk Başyüce’ye yüklenen Yasama görevi yoluyla Başyücelik Devleti’nde mükemmel bir şekilde doldurulurken; Başyüce’nin bir toplumun “en iyisi” olduğu gerçeği de gözönüne alınarak, Kanun Hükmündeki Kararnameler’deki bu “hakkı kötüye kullanma” riskinin minimum düzeye indiğini hemen tesbit edebiliriz.

Yüceler Kurultayı’nın kendini yenileme mekanizması ile Başyüce’nin 5 yıl için seçilmesi, Başyücelik Devleti modelinin totaliter bir karakterde olmadığını göstermektedir.

Gerek Başyüce ve gerekse Yüceler Kurultayı âzalarında aranan vasıflar, Başyücelik Devleti modelinin bugüne kadar örneği görülen Oligarşik karakterli rejimlerden farklı olduğunu da göstermektedir: Başyücelik Devleti modeli bir güçlüler Oligarşisi değil, bir “Aydınlar Aristokrasisi”dir. Ve hiçbir keyfiliğe açık kapı bırakmamaktadır…

Başyücelik Devleti’nin Yasama organları da dahil her makam ve mevkii bu makamlara gelenlere çok ağır görevler yüklemekte ama imtiyazlar sağlamamaktadır; böylece de Batı tipi rejimlerde görülen yağma ve talan düzenine bütün kapıları kapatmaktadır. Bu modelde her makam ve mevki, kaymak yeme yeri değil, fedakârlık ve gerçek hizmet yeridir…

Bu model gerçek ilim ve fikir ehli tarafından derinliğine ve genişliğine tahlil ve mukayese edildikçe ayrıntılarındaki güzellik ve üstünlükler daha net ortaya çıkacaktır…

Bu inceleme mütevazi bir başlangıç addedilmelidir…

 

Dipnotlar:

1- Geniş Bilgi için bkz. Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti /-Yeni Dünya Düzeni-, İbda Yayınevi, İstanbul 1995

2- Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınevi, 4. Baskı, İstanbul, s. 95

3- A.g.e. s. 106

4- Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti, s. 179

5- NFK, İdeolocya Örgüsü, s. 126

6- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği /-Kurtuluş Yolu-, İbda Yayınevi, 3 Basım, İstanbul 1995, s. 138

7- A.g.e, s. 139

8- Geniş Bilgi için İdeolocya Örgüsü, Kültür Davamız, Başyücelik Devleti isimli eserlerle, Taraf Dergisi’nde yayınlanan Murad Salih’in “İçtimaî Sistemimizin Temel Esasları” başlıklı yazı dizisi ile Tahkim Dergisi’nde yayınlanan Selim Gürselgil’in mevzu ile alâkalı yazısı.

9- Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti, s. 188-189

10- A.g.e. s. 194-195

11- A.g.e. s. 194-195

12- A.g.e. s. 189-190

13- A.g.e. s. 190-197

14- A.g.e. s. 190

15- A.g.e. s. 195

16- A.g.e. s. 191-192

17- A.g.e. s. 191-193

18- A.g.e. s. 193

19- A.g.e. s. 193-194

20- A.g.e. s. 194

21- Salih Mirzabeyoğlu, Yağmurcu /-Gerçekliğin Peşinde-, İbda Yayınevi, İstanbul 1996, s. 100

22- A.g.e. s. 249

23- Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti, s. 130

24- A.g.e. s. 131

25- A.g.e. s. 131

26- A.g.e. s. 131

27- Paul Feyerabend, Akla Veda, (çeviren: Ertuğrul Başer), Ayrıntı Yayınevi, İstanbul, s. 10

28- A.g.e. s. 11-12

29- A.g.e. s. 12-13

30- A.g.e. s. 20- 21- 22

31- A.g.e. s. 22

32- A.g.e. s. 24

33- A.g.e. s. 24

34- A.g.e. s. 29

 

Kaynak: Av. Harun Yüksel, Akademya I. Dönem 2. Sayı, Nisan 1996.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!