Başyücelik Hükümeti İktisat Vekaleti – IX

Sanayi Müsteşarlığı

Sermaye

Geçtiğimiz sayı, bir memlekette millî sanayileşme hamlesinin gerçekleşmesi için gerekli olan şartlardan olmazsa olmaz olan “kültür”ü geniş bir şekilde ele almış ve bu başlık altındaki bahisleri de Büyük Doğu-İbda’nın ortaya koymuş olduğu dokuz prensib ışığında aydınlatmaya çalışmıştık. Hemen kültür bahsinin ardından gelen temel şartları ise kısaca geçmiştik. Bu sayı ise sanayileşme hamlesi için gerekli olan diğer şartlardan biri olan finansman ile devam ediyoruz.

Finansman ve Sermaye

Herhangi bir yatırımın gerçekleştirilmesi için olmazsa olmaz şartlardan biri de gerekli olan sermayenin sağlanmasıdır. Çünkü bina, makine parkuru, ofis malzemesi, personel ve bir sanayi kuruluşunun kurulması yahut geliştirilmesi için gereken diğer tüm unsurlar belli bir maliyeti de beraberinde getirir.

Sanayi Devriminden evvel sermaye ihtiyacı bugünkü gibi değildi elbet. O zamanlar bugünün küçük ve orta ölçekli işletmeleri gibi müesseselerde üretim gerçekleştirilirdi. Usta-çırak ilişkisi üzerinden yürüyen bu üretim şeklinde, bugün olduğu gibi büyük sermayelere ihtiyaç duyulmuyordu. İnsan, diğer tüm unsurlardan daha mühimdi. O dönemlerde sermaye daha ziyade tüccar için gerekliydi. Satın almanın yanı sıra ulaşım maliyetlerinin son derece yüksek olduğu geçmiş dönemde ticaret, elinde sermaye birikimi olan tüccar aileler tarafından gerçekleştirilirdi. Cenevizli ve Venedikli tüccar aileler meşhurdur… Devlet-i Aliyye’nin iktisadî hayatta iaşe prensibini işletiyor olması dolayısıyla, içerideki ticaret için büyük sermaye gerekmiyor, dış ticaret ise genellikle yabancı tüccarlar vasıtasıyla gerçekleştiğinden, millî iktisadî hayatta büyük bir sermaye gereksinimi duyulmuyordu.

15-16. asırdan itibaren Avrupa’da benimsenmeye başlayan merkantilizm prensibi, finansmanın nasıl sağlanacağı meselesini de peşinden getirdi. Devlet-i Aliyye’nin yıkıldığı tarihe kadar iaşe prensibini işletmesi ve ardından kurulan devletlerde servetin uzun yıllar boyunca devlet eliyle taksim etmesi dolayısıyla, 1960’lı yıllara kadar Türkiye başta olmak üzere Osmanlı’nın bakiyesinde finansman meselesi üzerine kafa yorulmadı. Dikkat ederseniz, bir tarafta altı asırdır finans meselelerine kafa yoran Batı, diğer tarafta ise son 45-50 senedir finansman meselesine el atmaya çalışan ve bir yandan da kendi inancı ile Batılı ekonomik sistem arasında sıkışıp kalan biz…

Sermayenin nasıl sağlanacağı ve kullanılacağı ile alâkalı olarak bugün finans kavramı ön plana çıkıyor. Finans denilince banka, tasarruf, kredi, faktöring, borsa, faiz, sigorta gibi kelimeler akla geliyor. Bu kavramlar, Batının, kendi dini ile ekonomiyi birbirinden ayırdığı yıllardan itibaren ortaya çıkan, daha doğrusu bugünkü anlamlarını kazanan kavramlardır. Hâliyle, bu kavramların ve bu kavramlar üzerine bina edilen müesseselerin bir bir İslâm önünde hesaba çekilmesi, gerekli ayıklamalar ve düzenlemeler gerçekleştirildikten sonra da Müslümanların istifadesine sunulması şarttır. “İslâm önünde hesaba çekmek” dendiğinde, İslâm’a Muhatab Anlayış sisteminin hayatın her sahasında olduğu gibi iktisat planında da ne kadar zarurî olduğu kendisini açıkça gösteriyor değil mi?

Başyücelik Devleti Sanayisi İçin Finansman Modeli

Herhangi bir ölçü mevzu bahis olduğunda, insanlar genellikle sınırın hep son haddinde takılıp kalıyorlar. Bunun yerine bir başka bakış açısı geliştirebilirsek, hadleri meydana getiren çizgilerin içinde kalan kısımda da sonsuz bir çalışma alanını olduğunu fark edebiliriz. Dolayısıyla prensiplerden doğan hadler bizim için çalışma ve faaliyet alanımızı daraltan sınırlar değil, bilakis ufku kovalamamıza vesile olacak sıçrama tahtası, dayanaklardır.

***

Başyücelik Devleti’nde iktisadî hayatın şekillenmesinde rol oynayan müşahhas prensiplerden en önemlisi, hiç kuşku yok ki faiz yasağı ve zekât emrinden sonra “sermaye ve mülkiyette tedbircilik” prensibidir.

Avrupa’da, Sanayi Devriminden sonra merkantilizmin liberalizme dönüşmesiyle beraber, gelir dağılımındaki adaletsizlik gün yüzüne çıkmış ve git gide vahşî kapitalizme dönüşen bu seyir, içtimâî planda büyük bir buhranı da peşinden getirmiştir. İktisadî hayatın ahlâk umdesinden çıkması ve hattâ ahlâkı kendi umdesine alması dolayısıyladır ki; ferd ile toplum arasında sürekli toplumun sırtının yere geldiği bir güreş başlamıştır. Ferd ile toplum arasındaki muvazenenin bozulmasındaki en önemli faktörlerden biri olan gelir dağılımındaki adaletsizlik, her geçen gün içtimâî buhranı derinleştirmekte ve ne yazık ki bu meselenin çözümü, Batı’da, ferdin hayvanî kuvvetlerini provoke etmek suretiyle “haz” perdesi ardına gizlenmeye çalışılarak daha da derinleştirilmektedir.

İslâm’ın hayatı şekillendiren hadlerine katî suretle riayet edip, bir yandan da zamanın meselelerine aynı hadler çerçevesinde çözümler arayan İslâm’a Muhatab Anlayış’ı örgüleştirerek zamanın meselelerine tatbik eden Büyük Doğu-İbda, insanlığın gelir dağılımındaki adaletsizlikten kaynaklanan buhranını ortadan kaldırmak için, “sermaye ve mülkiyette tedbircilik” prensibini ortaya koymuştur.

Peki, bu prensibin zamanımızın iktisadî hayatına tatbiki nasıl olacak? Bu soruya vereceğimiz cevab, aynı zamanda Başyücelik Devleti’nde faaliyet gösterecek olan sanayi müesseselerinin sermaye ihtiyacına da çözüm niteliğinde olacaktır diye düşünüyoruz.

***

Tarihî misyonumuz ve gözümüzü diktiğimiz mukaddes hedef icabı Kuzey Kore gibi kapılarımızı dış dünyaya kapatıp, kendi dar çerçevemizde yaşamamız mümkün değil. Ki Kuzey Kore dahi kapılarını tam mânâsıyla dış dünyaya kapatmış değil… Dolayısıyla bugünün global dünyasında, insanî faaliyet şubelerinin her birinde dışarıyla rekabet edecek kurum ve kuruluşlarımız olmak zorunda. Genellikle zannediliyor ki, bir ordu kurulacak ve o ordunun başarısı tek başına yeterli olacak. Oysa ki bugünün dünyasında savaşın üzerinde cereyan ettiği zemin son derece çeşitlenmiş ve zenginleşmiş vaziyette. Hâl böyle olduğu için de devlet yahut devletlerin, ellerindeki bir tek enstrüman ile en iyi solo performansı sergileyebiliyor olması tek başına pek bir anlam ifade etmiyor. Bugün savaş sahalarından en ön plana çıkan zemin bilindiği üzere ekonomi. Askerî faaliyetler ise ekonomik inisiyatifi elde tutan enstrüman hâline gelmiş vaziyette.

Sanayi sınıflarından sınaînin unsurlarından biri olan ağır sanayi, makineyi yapan makineyi yapma ve teknolojik imkânların son haddine kadar eşyaya tatbik edilebilmesi işi, hem ekonomik hem de stratejik bakımdan son derece ehemmiyetli bir mevzu. Buna mukabil, bu sanayi sınıfında yatırım yapabilmek için gerçekten de büyük sermaye kaynaklarına ihtiyaç var. İlk bakışta, Başyücelik Devleti’nin “sermaye ve mülkiyette tebdircilik” prensibiyle aktüel iktisadî hayat arasında sanki tenakuz varmış gibi görülebilir. Oysa ki, bahsimizin başında da ifâde ettiğimiz üzere hadler, belli bir alanı kısıtlarken, aynı zamanda geri kalan alanda alabildiğine geniş bir hürriyet alanını da işaret ederler. Dolayısıyla burada bir çelişkiymiş gibi görünen durum esasında mevcuda eğilip kalmış başların kaldırılıp, ufka şöyle bir göz gezdirilmesiyle beraber rahatlıkla çözüme kavuşturulabilir.

Gelelim aktüel ekonomik şartlara Başyücelik Devleti prensiblerinin tatbik edildiği ekonomide, sermaye veyahut finansman meselesinin nasıl halledilebileceğine…

Söylemeye lüzum var mı bilmiyoruz ama Başyücelik Devleti bir İslam Devleti ve ahalisi de Müslümanlardır. Haliyle böyle bir devlet ve cemiyetin faiz ile uzaktan ya da yakından bir alakası olamaz. Dolayısıyla bankacılık sisteminin faiz karşılığında tasarruf toplayıp, yine faiz karşılığında topladığı tasarrufları satarak yatırımcılar için sermaye sağlaması söz konusu değildir. Sermayenin urlaşmasına müsaade etmeden üretim gerçekleştirebilecek iki modelden bahsedelim.

Bunlardan birincisi, çeşitli küçük ve orta ölçekli işletmelerin organize olarak hep beraber üretim gerçekleştirmesidir. Meselâ otomobil imalâtını ele alalım; bir organize sanayi bölgesi içinde bulunan küçük ve orta ölçekli işletmelerin otomobili meydana getiren parçaları ayrı ayrı üretmesi ve nihayetinde montajını da yapması işi… Böylelikle büyük sermaye ihtiyacı ortadan kalkarken hem de elde edilen gelir tek elde toplanmayıp dağılarak, üretim gerçekleştirilebilir. Bir kaç sayı evvel Ahmet Tabakoğlu hoca ile yapmış olduğumuz söyleşi esnasında, Osmanlı Devleti döneminde, bu şekilde tersanelerde gemi imâl edildiğinden ve hattâ bu sistemin tahmin edilenin çok üzerinde bir performans sergilediğinden bahsetmişti. Demek ki pratikte böyle bir modeli uygulamak mümkündür, yalnız unutmadan sistemin üzerinde işleyeceği ahlâk ve hukuk tesis edilmeden bu gibi modellerin içinde bulunduğumuz şartlarda uygulanmasının söz konusu olmadığını da hatırlatalım.

İkincisi ise biraz daha karmaşık. Kurulacak yeni bir borsa vasıtasıyla, kâr ve zarara ortak olacak şekilde, tasarrufların, devlet denetimine de açık olmak kaydıyla, çeşitli müesseselere yatırım ve kuruluş için sermaye sağlamak üzere toplanması. Bu modelin diğerine göre üstünlüğü, ahalinin elinde biriken tasarrufların da piyasadaki devir daime katılması suretiyle ekonomik hayattaki canlılığın devamlılığını sağlanması olarak ifade edilebilir. Bu modelde sermaye sanki tek elde toplanıyormuş gibi görünse de, esasında sermayeye kişi elinde değil müessese elinde toplanmış oluyor ve devletin müessese sermayesi mülkiyeti üzerindeki müdahalecilik hakkı saklı kalıyor. Sistemin işlemesine hizmet edecek ve istismarının önünü tıkayacak hukukî düzenlemelerin de yapılması suretiyle böyle bir finansman modelinin işletilmesinin diğerine göre daha avantajlı olduğunu düşünüyoruz. Tabiî, geçen sayı ele aldığımız “kültür” şartını unutmamak kaydıyla… Yine bu modelin artılarından bahsedecek olursak; içinde yaşadığımız ekonomik düzen dolayısıyla sermaye senelerdir belli odakların elinde toplanıyor ve ahalinin geri kalanı, bir müessese kurup onlarla rekabet edecek yatırım için gerekli olan sermayeyi bir türlü elde edemiyor. Mevcut sistemde faizle kredi alınabiliyorsa da, yatırımcının mevcut ekonomik imkânları çerçevesinde –ipotek ettirebileceği gayr-ı menkul veya mevduatı nisbetinde- verilen kredi tutarları, üst katmanda yer alan sermaye sınıfları ile rekabet etme imkânını ortadan kaldırıyor. Meselâ herhangi bir yatırımcının, bugün bankadan yahut devlet teşviklerinden veyahut Türkiye’de faaliyet gösteren Kredi Garanti Fonu’na başvurarak, büyük sanayi kuruluşlarından herhangi birisiyle rekabet edecek yatırımı gerçekleştirmesi söz konusu değil. Yatırımcıya keşif yahut buluşu nisbetinde değil de, ipotek ettirebileceği mevcut varlığı nisbetinde kredi verilir ve her ne kadar tam rekabet piyasasından bahsedilse de, esasında, üst katmanda yer alan sanayi kuruluşları, ellerinde urlaşmış olan sermaye dolayısıyla kendi alanlarında tekel olarak kalırlar. Sistem de bu işleyiş şekli dolayısıyla onların tekelliğini muhafaza eder. Başyücelik Devleti’nin temel prensiblerinden biri de “cemiyetçilik”tir ve cemiyet yararına olabilecek yatırımlar için gereken sermayenin sağlanmasında ölçüt asla fikir ve buluş sahibinin ekonomik seviyesi olamaz. “İltifat marifete tabidir.” Başyücelik Devleti’nde cemiyete fayda sağlayabilecek olan yatırımlar, büyüklüklerine göre, bölge müdürlüklerinden başlayarak vekâletlere kadar kurulacak olan “yatırım heyeti” tarafından incelenip, işletmenin kuruluşunda gereken sermayenin de ahaliye hisse satılmak suretiyle karşılanması sağlanabilir. Bu modeli bir misal üzerinden izah edelim:

Başyücelik Devleti’nde yaşayan, elinde sermayesi olmayan, buluş yahut keşif sahibi kişi, buluşu veya keşfiyle beraber İktisat Vekâleti “Yatırım Heyeti”ne gittiğinde, heyet, keşif yahut buluşu cemiyete ve dolayısıyla devlete ve çevreye faydası bakımından daha önce hazırlanmış olan ölçütlere göre değerlendirir. Eğer ki bu buluş yahut keşfi faydalı bulunursa, hızlı bir şekilde fizibilite çalışmasını keşif veya buluş sahibi ile beraber yapar. Bulunan yahut keşfedilen, fizibilite çalışması neticesinde ekonomik olarak elverişliyse derhâl iş planına geçilir. Yapılan iş planına göre gereken sermaye kurulan şirketin hisselerinin halka arz edilmesi yoluyla karşılanır. Gerekli olan personel, bugün faaliyette olan “İşkur”a benzeyen müessesenin kaynaklarından karşılanır. Yönetim kadrosu için de “yatırım heyeti” bünyesinde çalışan bir ekip, yerine personel yetiştirene ve işleri rayına koyana kadar bünyede faaliyet gösterir. Bu ekip her yeni projede daha fazla tecrübe kazanacağından, bir sonraki projeye ve yetişen personele de tecrübe aktararak çağımızın en büyük meselelerinden biri olan zaman ve tecrübe bahsi de böylelikle aşılabilir. Aynı zamanda keşif ve buluş sahibi de işletmenin hissedarıdır ve yönetici pozisyonunda devrin şartları nisbetinde maaş alır. Aldığı maaş ve hissesini satması hâlinde elde edeceği gelirin tasarrufu kendisine aittir.

***

Borsa deyince bugün uygulamada olan borsa ve dayandığı bankacılık sistemi akla gelmesin tabiî… Biraz borsa bahsini açalım isterseniz. Geçtiğimiz ay içinde gerçekleştirilen “İslâmî Ekonomi ve Finans 2015 Sempozyumu”nda söz alan Borsa İstanbul (BİST) Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Talat Ulussever; “Sadece İslâmî kurallara uygun hisse senetlerinin veya sukukların işlem gördüğü bir borsacılık yerine, tüm borsa faaliyetlerinin İslâmî kurallara daha uygun bir yapıda yeniden oluşturulacağı bir mekanizma, bir model geliştirmeliyiz.” dedi. Tabiî bu açıklamanın ardından malum kesimler kıyameti koparttı; “dünyada böyle bir model yok, böyle bir taleb yok, petrol fiyatları düştüğü için Arab ülkelerinden bu borsaya akacak para yok ve en önemlisi bankacılık sektörü ağırlıklı bir borsa söz konusu olduğu için bahsettiğiniz modelde ticarî bankacılığa yer yok” şeklinde muhalefete başladılar. Bankalar adına tetikçilik yapan, faizin kaldırılmasına dair en küçük bir konuşmaya bile tahammülü olmayan bir akademisyen kesim var Türkiye’de. Bu zihniyetin bilhassa akademik kadrolar üzerindeki hâkimiyeti hâlen kırılabilmiş değil ne yazık ki. Sempozum’a dönecek olursak. Borsa İstanbul’un bu sene üçüncüsünü düzenlediği “İslâm Ekonomisi ve Finansı” fikri etrafında organize edilen konferans ve sempozyumlara baktığımızda, bugüne kadar hiç ama hiç ıztırabı bile duyulmayan bir meselenin seslendirilmeye başlamış olması bizim açımızdan son derece müsbet. Buna mukabil genellikle İslâm finansı ve katılım bankacılığı bahisleri etrafında sürdürülen tartışmalara baktığımızda, bugünkü işleyişin aslında ne kadar sakat olduğu ve  bu işleyişten memnun olunmasa da yerine ne konması gerektiğinin hâlen bulunamamış(!) olduğu açıkça görülüyor. Bir diğer taraftan iktisadî hayatın şekillendirilmesi ve sosyal refahın sağlanmasında başlıca faktörün ahlâk olduğu fikri genel anlamıyla kabul görürken, maalesef hâlen İslâm ahlâkını ortaya koyan İslâm’a Muhatab Anlayış sistemi ve bu sistemin tatbik fikrine olan ihtiyacın hâlen tam manasıyla kavranamamış olduğunu söyleyebiliriz. Esasında bu tip meselelerde ıstırabın duyulmaya başlamış olması bile o kadar uzun bir mesafenin kat edildiğini gösterir ki, ne mutlu. Istırabı duyulan eksiklik mutlaka bir şekilde kendisini tamamlamanın yolunu bulacaktır. Bu bakımdan gerçekleştirilen konferans ve sempozyumları son derece müsbet gelişmeler olarak görmek gerekir.

***

Sermayenin nasıl sağlanması gerektiği hususundaki teklifimize geri dönecek olursak, modelimizin ana unsurlarından biri de borsa. Borsa aslı itibarîyle İslâmî bir müessese olsa da, bugünün modern kapitalist iktisadî sistemi içinde faiz ve kumarı bünyesinde barındıran bir kurum hâline dönüşmüş vaziyette. Yüklü sermaye sahiblerinin, küçük sermaye sahiblerinin elindeki tasarrufları meşru(!) bir şekilde çalmasının vesilesi hâline gelmiş olan borsa, bugünkü hâliyle elbette ki bahsimize konu olan keyfiyetten son derece uzak. BİST Yönetim Kurulu Başkanı Talat Ulussever’in de dediği gibi muhakkak İslâmî kurallara uygun bir borsa sistemine geçilmesi gerekiyor, ama nasıl? Benzer bir geçişin yapılmaya çalışıldığı bankacılık sistemine bakacak olursak, rejimin temel dinamikleri yerinde kaldığı sürece böylesi bir değişimin mümkün olmadığı son derece açık. İslâmî bankacılık adı altında, bankacılık sistemi İslâm’a uydurulacağı yerde, İslâm, bankacılık sistemine uygun hâle getirilmeye çalışılıyor. Mezheblerin içtihatları karıştırılmak suretiyle elde edilen aşure gibi bir fıkha dayanarak güya İslâmî bankacılık faaliyeti gerçekleştiriliyor. Tabiî ki böyle olmaz.

Büyük Doğu-İbda’nın her türlü yarım oluşun karşısındaki tavrı mâlum. Aynı şekilde, küfür düzeni içinde, Batılı modern sisteme ait bir şeylerin sırf İslâm sosuna bulanarak İslâmî olmayacağı da aşikar. Her nedense birçok müessesenin İslâmîleştirilmesi için azamî derecede çaba sarf edilirken, değişimin mümkün olmasının kilit noktasında yer alan rejimin, sistemin topyekûn İslâmîleşmesi meselesi göz ardı ediliyor. Çalışmaların asıl istikametini tayin edemeyişinin bize göre temel sebebi, İbda Hikemiyatında geçen “bütün fikrin gerekliliği” bahsinin layıkıyla idrak edilememiş olmasından kaynaklanıyor. Yarım oluşlar peşinde koşarak mevzuların başına “İslâmî” kelimesi getirmekten başka bir menzile varılmayacağı artık anlaşılmalı ve gerçekten gayeye eriştirecek hakiki adımlar atılmalı.

Sermaye başlığımızı toparlayacak olursak:

Ekonomi, sosyal refah bakımından gaye sistem değil, vasıta sistemdir. İşin en başında bunun idrak edilmesi şart. Ayrıca iktisat kavramının tanımında geçen ihtiyaç bahsinin hem ilk hem de son kertesi önce muhtaciyete ve oradan da kulluğa açılan bir kapıdır ki, merkezde ne olması gerektiğini açıkça ihtar eder..

İslâm’ın zamanımızın meselelerine ve şartlarına nasıl tatbik edilmesi gerektiği ile alâkalı olarak bir dünya görüşü, ideoloji, İslâm’a Muhatab Anlayış ve onun tatbik fikrinin artık bir zaruret hâlinde kendisini dayattığının da farkına varılmalı ve bu sistemin yokluğunun diğer yokluklardan daha şiddetli bir şekilde ıstırabının duyulmaya başlanması gerekir. Böyle bir sistem yok mu sanki? Var elbet; fakat yokluğunun şuurunda olmayan, kendi başına bir yerde var olanın mânsını ve kıymetini bilemiyor ne yazık ki.

Bir diğer taraftan, mevcut sistemin dışına çıkarak düşünmeyi öğrenmemiz gerekiyor; çünkü bu sistem kendisini ortadan kaldıracak fikirlerin hayat bulmasına müsaade etmemek üzere kurgulanmış, ve dışarıya çıkarak düşünebilmeyi neredeyse olanaksız kılıyor. Bize düşen de, mümkün olmadığı iddia edilen mümkünü açığa dökebilmek.

Anadolu, doğru şekilde planlandırılırsa bahsettiğimiz kalkınmayı finanse edecek güçtedir. Buna mukabil Başyücelik Devleti’nin “milliyetçilik” prensibi gereği biz kendimizden ibaret bir kalkınmadan değil, bütün İslâm âleminin hep beraber kalkındıracak bir plandan yanayız. Anadolu’da tecessüm edecek hakiki Müslüman bir iradenin İslâm âleminin geri kalanında meydana getireceği heyecanı ve böylesine bir iradenin tecessüm etmesine yönelik beklentinin farkındayız. Dolayısıyla burada kurulacak olan Başyücelik Devleti yalnızca Anadolu’nun değil, Anadolu’dan başlayarak bütün İslâm Âleminin kalkınmasını hedeflemektedir. Biz sömürgeci olmadığımız ve olmayacağımız için, inanıyoruz ki tüm İslâm âlemi Anadolu’da yükselecek manevî ateşe doğru elindeki bütün imkânları seferber ederek pervane gibi koşacaktır. Belki çeşitli İslâm ülkelerindeki iktidarlar çatlak sesler çıkaracaklardır ama yine inanıyoruz ki, kısa vadede bu gibi aksaklıklar gerektiği şekilde giderilecektir.

Artık bu işin “ütopya” diye yaftalanmasının mümkün olmadığı ve ne derece ciddi su götürmez bir hakikat olarak karşımızda duruyor. Dünya görüşünün tam mânâsıyla benimsenmesi ve prensiblerimizin idrak edilmesinden sonra branş sahibi araştırmacıların yapacakları çalışmalar ile son derece zengin alternatifler içeren modeller geliştirilebilir ve bugün pratikte tatbik edilmesini mümkün görmeyenlerin aksine, çeşitlilik içinden tercih yapmakta zorlanabiliriz.

***

Bir sonraki sayıda, sanayileşme hamlesinin gerçekleştirilebilmesi için gerekli olan asgarî şartlardan bir diğeri olan enerji bahsiyle devam edeceğiz…

 

Kaynak: Aylık Dergisi, 133. Sayı, Ekim 2015

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!