“Aklî” yasalar doğru oldukları için değil, yasa oldukları için yürürlüktedir.
(Montaigne)
Anayasa; günümüz dünyasında, siyasî ve hukukî mânâları olan bir kelime, bir kavram… Halk dilindeki mânâsı ise; “Halkın nasıl idare edileceğini ve cezalandırılacağını belirten yasalar kitabı”.
Anayasa kavramı siyasî ve hukukî mânâda ilk önce 1789 Fransız İhtilali ile Literatüre yerleşmeye başlamıştır. Gerekçesi de basit: Yönetenler halkı keyfi olarak değil, hata ettikleri anda veya yanlış yaptıkları zaman hesap verecekleri kurallarla yönetsinler.
Anayasa hukukî Literatürde şöyle ifade edilir: “Anayasa dendiğinde, her şeyden önce, bir devletin kuruluşunu, örgütlenişini, iktidarın el değiştirmesini ve bireylerin hak ve özgürlüklerini düzenleyen kurallar bütünü anlaşılıyor. Bugün kullandığımız anlamda devlet iktidarının sınırlanmasının hukukî belgesi, ya da devlet tüzel kişiliğinin statüsü olması açısından anayasa, yazılı bir belge olarak 18. yüzyılda önce 1787’de ABD’de, sonra da Kıt’a Avrupasında ilk kez Fransa’da 1791 yılında ortaya çıkıyor.” (1)
YASALAR VE YUNAN DÜŞÜNCESİ
Devletin yapısını ve idarecilerin iktidarını “yasalara” göre düzenleme ve sınırlama ihtiyacı aslında tâ Yunan Düşüncesinden beri aydınların kafasını meşgul etmiştir.
Yunan Düşüncesinin oluştuğu devir; İdealist düşünceler ile Materyalist düşüncelerin birbirleri ile kıyasıya çatıştıkları bir devirdir. İdealizm; yani akıl ötesi-metafizik gerçekçilik yahut hayatın ve düşüncenin kaynağını maddenin ve aklın ötesinde, mânâ âleminde aramak kavgası veren iki ünlü filozof vardır… Sokrat ve Eflatun Biri hoca, diğeri de onun talebesi olan bu iki filozof, hayatın kaynağını, gayesini ve olması gereken ilkelerini her maddenin ve aklın ötesinde aramışlardır… Metafizik -fizik ötesi- bir anlayışla kaleme aldığı “Devlet” adlı eserinde Eflatun; olması gereken “Toplum ve Devlet” modelinin yapısının, kağıt üzerinde yazılı olan ve insan aklının ürünü olan yasalara göre değil, İdeler aleminin insanlara vermiş olduğu “fazilet ve adalet” şuuruna göre inşâ edilebileceğini anlatıyor. Eflatun’a göre “Devlet” toplumsal sözleşme ile kurulmuş bir kurum değil, aksine toplumsal bir organizmadır. İnsan ve toplum olmanın şartı olarak “bütüncül” bir varlıktır.
İdealizmin karşısında bulunan Materyalizmin bayraktarlığını ise sofistler, Aristo, Heredot, Heraklitos vb. gibi filozoflar yapmıştır. Bunlar “Kainatın” kaynağının madde olduğunu, dolayısıyla toplumu yöneten yasaların, insan aklının “fizikî” kanunlardan çıkardığı yasalara göre olması gerektiği düşüncesini savunurlar. Meselâ, tarihçi Heredot “bizim yasalardan başka efendimiz yoktur” derken; Yunan sitelerindeki tiranlıkların hakimiyetlerinin “aklî-akılcı” yasalarla sınırlandırılmasını ifade etmiştir. Heredot’a göre anarşi ve despotik idare ancak üstün bir hakem durumunda bulunan; genel, soyut ve sürekli kurallarla, yani aklî yasalarla önlenebilir.
Yunan Düşüncesinde gerek sofistler, gerek Aristo, devletin bir “Toplumsal Sözleşme” sonucu kurulduğunu ve dolayısıyla idarenin de yasalara göre olacağını varsaymışlar.
Meselâ sofistler, insanların tabiat karşısında zayıf bir durumda olduklarından dolayı; hayatlarını devam ettirebilmek için bir araya gelerek, aralarında iş bölümüne dayalı bir toplumsal sözleşme yapıp toplumu oluşturdukları iddiasındadırlar. Aynı anlayış aşağıdaki ifadelerde belirtildiği gibi günümüze kadar filozofları etkileyecektir.
– “XVII. ve XVIII. yüzyılın düşünürlerinin önemli bir kısmı da devletin kökeni konusunda aynı şeyi söyleyecek. Bunların arasında bazıları bu sözleşmeyi demokrasinin temeli sayacak. Daha az sayıda düşünür ise monarşiyi bu temele dayandırmak için çaba harcayacaktır.
Sofistlere göre insanlar çıkarlarına uygun düşen bir sözleşmeyle, birlikte yaşama yükümlülüğü altına giriyor. Bütün insanların doğa karşısında aynı derecede güçsüz olduğu varsayımından bakan sofistler sözleşmeyi yapanların, başka bir deyişle devleti kuranların eşit haklara sahip oldukları sonucuna varıyorlar. Böyle olunca toplum hayatının nimetlerinden hepsinin aynı ölçüde yararlanması gerek. İnsanların arasındaki tek ayrılık, topluluğu sürdürmek için her birinin ayrı bir iş görmesi, her birinin ayrı bir görevi yerine getirmesidir.” (2)
Sofistlerin bir kısmı da devletin oluşmasında toplumsal sözleşmeyi kabul etmiyorlar. Bu gruptakilere göre “Devlet: Güçlülerin zayıflar üzerindeki uygulama ve hakimiyetlerinden meydana gelmiştir.” Yani güçlüler zayıflara kendi iktidarlarını ve kurallarını zorla kabul ettirerek devleti oluşturmuşlardır.
Birinci grup sofistlerin toplumun ve devletin oluşumunda “pragmatik-faydacı” anlayışı benimsemiş olmalarının getirdiği eksiklik ve iktidarın ne olduğu ve nasıl kullanılacağını açıklayamadan halkı iktidara ortak etmekle işin içinden sıyrılmak düşüncesi teorilerini çürük bırakmaktadır. Sofistlerdeki bu anlayış aynen J. Jack Rousseau’da tekrar dirilecektir.
Biz, devletin ve toplumun herhangi bir “toplumsal sözleşme” veya kuvvet kullanma sonucu oluşmadığını ve bu teorilerin eksik yönlerini ileride açıklayacağız.
Yasalara tapan ama bütün insanlara ve topluma “adil” olarak uygulanacak yasaların ne olması gerektiğini bulamayan ve kuru akıl esintisiyle saf adaletin getirilebileceğine inanan ünlü Yunanlı materyalist filozof Aristo… Aristo tipik bir kurallar ve yasalar aşığıdır. Ona göre toplum ve devlet; daha önceden var olan veya toplumsal akılla yapılacak yasalara göre idare edilmelidir. Saf akıldan çıkan bu yasalar öyle kuvvetli olmalı ki, en bilge idareci bile bu yasalardan vazgeçememeli.
Aristo bir idarenin iyi yahut kötü olmasının ölçüsünü “Kamu çıkarı-Genel çıkar”a göre tespit ediyor. Eğer genel çıkar -kamu çıkarı- kısaca halk, toplum memnunsa o idare iyi, eğer memnun değilse kötüdür.
Aristo “Kamu çıkarı-Genel çıkar” kavramıyla toplumu insan sürüsünden oluşmuş bir varlık olarak düşünmüştür.
Aristo’nun “Kamu çıkarı-Genel çıkar” kavramıyla idare edilen bütün insanların ferdî çıkarları mı, yoksa ortak çıkarları mı ifade ediliyor sorusu bir yana; eğer ortak çıkar ifade ediliyorsa, halkın bir kısmının katılmadığı, reddettiği uygulamalar idarenin iyi mi, yoksa kötü mü olduğunu tespit eden “kamu çıkarı” ölçüsüne tezat teşkil etmiyor mu?
Mutlak fikre nispet edilmediği sürece; ister teamül hukuku, ister kamu çıkarı, isterse “yazılı yasalar”; “insana göre elbise yerine, insanı elbiseye uydurma çabasıdır.” İşte bu anlayış olmadığı içindir ki, bütün yasalar ve uygulamalar, insanı ve toplumu ifade etmekten uzak, birbirlerine zıt ve zulmün kaynağı haline gelen anlayış ve inançtırlar.
Gerek Yunan Düşüncesi, gerek bugünkü Batı Düşüncesi ve gerekse İslâm dışı diğer inançlara bağlı düşünceler “yasaların ne olması gerektiği” sorununun kaynağına inememeleri ve hayat ölçülerini kendi aklî-nefsî ölçülerine göre tespit etmeleri sonucu, -ki, iyi, doğru ve güzelin ölçülerinin olmadığı yerde, herkesin hakikati kendisine- esas olarak, gözle görünen, müşahhas olan dış dünyayı -Âlemi almışlardır. Kimi zaman toplum; kimi zaman sınıflar; kimi zaman Allah adına -daha çok tanrı adına dense yeridir- kral, papa; kimi zaman kilisenin kuralları; kimi zaman saf mânâsıyla devlet (Pozitif Kamu Hukuku); kimi zaman millî hakimiyet; Demokrasi v.s… Yani “olması gereken” anlayışı değil, “biz yaptık, oldu” düşüncesi hüküm sürmüştür… Neye göre “yasalar” düşüncesi değil, yazılmış yasalara göre; hak, adalet, insan ve toplum düzeni tarif edilmiştir.
Kısaca “Saf Aklın” ürünü olan yasalar Montaigne’nin de belirttiği gibi “doğru oldukları için değil, yasa oldukları için yürürlüktedirler.”
KİLİSE VE ORTA ÇAĞ
Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle başlayan Orta Çağ ve bu çağın tek hakimi olan Kilise… Roma Devleti’nin M.S. 4. yüzyılda Hristiyanlığı resmî din olarak tanımasıyla başlayan yükselme devri, Kilisenin kendisini Roma Hukukuna göre şekillendirip müesseseleştirmesiyle bütün İmparatorluk dahiline dal budak salmış ve zamanla Avrupa’nın (Roma ve daha sonraki imparatorlukların) tek hâkimi olmuştur.
Kilise bu yükselişini Avrupa’nın Roma’ya olan sevgi ve özlemine borçludur… Bu özlemi ve sevgiyi çok iyi kullanmış ve kendini Roma İmparatorluğunun devamı ilan etmiştir.
Roma Hukukunun yaşatılıp günümüze kadar getirilmesinde en büyük rol Kilisenindir. Çünkü Kilise hukuku İlahî bir hukuk değil, Rasyonel mantığın bir ürünü olan Roma Hukukundan ilham alınarak oluşturulmuş bir hukuktur. Meşhur bir söz vardır: “Kilise Roma Hukukuna göre yaşar.”
Orta Çağ’da önce Batı Roma İmparatorluğu, daha sonra da Roma-Germen İmparatorluğu’nun çöküşüyle beraber Avrupa toplum yapısı parçalanmış ve küçük birimlere ayrılmaya başlamıştır. Bu birimler zamanla Derebeyliklere dönüşmüş ve feodalite denen müessese oluşmaya başlamıştır. Feodalite Kilisenin hâkimiyetini kabul etmiş ve onun emrinde hâkimiyetini kabul ettirmiştir.
Aristo mantık zincirlerine göre şekillenmiş ve köhnemiş Roma Hukuk kurallarının şerh edilmesiyle yaşamaya çalışan Kilise, bütün bu çalışmalar insan ve toplum meselelerini çözmeye yetmeyince, hâkimiyetini devam ettirebilmek için zulüm ve baskıyı meşru görmeye başlamıştır.
Kilise ve Feodaller bir alt-üst münasebeti içerisinde iktidarlarını devam ettirirken, Rönesansla beraber Avrupa toplum yapısında yeni bir canlanma ve değişim meydana gelmiştir. Önceleri, manevî sembollerle kendini göstermeye başlayan san’at, sahip olduğu bu ışığı iktisadî düşünce, dinî düşünce, coğrafî keşifler ve askerî düşünce üzerine yansıtmaya başlamış ve Avrupa’da yeni müesseselerin oluşumuna sebep olmuştur. Reform hareketleri ile beraber, özellikle Kilisenin Hristiyanlar üzerindeki uygulamaları sorgulanmaya başlanmış ve zulme karşı isyan etme fikri yeşermeye başlamıştır. Doğu’da, Avrupa’nın ortasına kadar uzanmış Osmanlı Devletinin kültür ve tekniğinin Avrupa’ya yansıması, krallıkların gelişmiş silahlarla derebeylikleri yıkıp ülke bütününe hâkim olmalarını sağlamıştır. Avrupa içerisinde derebeyliklerin yıkılmasıyla beraber oluşmaya ve büyümeye başlayan “Burjuva” sınıfı, ülke bütünlüğünün sağlanması ve iktidarın merkezîleşmesiyle hem gümrük duvarlarından kurtulmuş, hem de merkantalist-korumacı uygulamalar sayesinde “Millî Burjuvalar” haline dönüşmüş ve bu Millî Burjuvazi, ilmî düşünce ve kâşiflerle işbirliği yapınca hem ilmî keşifler hızlanmış, hem de coğrafî keşifler vuku bulmuş… Ve böylece kölelik ve Kapitalizmin temeli atılmaya başlanmıştır.
Krallıklara bağlı orduların keşfedilen yerleri işgali, denizcilerin köle ticaretleri ve buldukları madenleri kendi ülkelerine taşımaları, burjuvaların da bu kaynakları üretime dönüştürmesiyle Denizaşırı Avrupa imparatorlukları oluşmuş ve servet birikimi gelişmiştir. Bütün bunlardan daha da önemlisi, Martin Luther ve Calvin ile başlayan Reform hareketleri Katolik Kilisesine karşı isyana dönüşmüş, yeni yeni Hristiyan mezhepleri ortaya çıkmış, -protestanlık ve Calvinism gibi- bu mezhepler de hem krallar, hem burjuvalar, hem de fikir adamları tarafından kabul görmüştür. Krallar bu mezhepleri Kilisenin iktidarını parçaladığı ve kendi iktidarlarını sağlamlaştırdığı için kabul etmişler, burjuvalar protestanlığı faize ve servet birikimine engel olmadığı ve hayatın liberalleşmesini sağladığı için kabul etmişler, fikir ve san’at adamları ise Kilisenin engizisyon vahşetinden kurtulmak ve fikir ve eserlerini sunmada daha özgür olduğu için kabul etmişlerdir.
Özellikle İngiliz, Germen ve çevre krallıkların Protestanlık’ı ve Kalvinizm’i resmî mezhep kabul etmeleriyle Katolik Kilisesinin Avrupa’daki iktidarı hemen hemen tesirsiz hâle gelmiştir. Fransa’da önce Katolikler ve Katolik krallar protestanlara büyük zulümler yapmışlar, daha sonra iktidarı ele geçiren protestanlar Katoliklere karşı zulümlere başlamışlardır.
Aşağıda alıntısını yaptığımız yazıda Prof. Dr. İdris Küçükömer; Avrupa’nın Orta Çağ’daki gelişmelerini özellikle “Burjuvalar” açısından nasıl anlatmış:
– “Kilise’nin ekonomik hayata müdahalesi azaltılmalı idi. Faiz meselesi önce protestanlık harekatı ile büyük ölçüde çözülüyordu. Protestanlık feodaliteye, özellikle Katolik kilisesine karşı burjuva ideolojisi olarak çıkıyordu. Gelişen yeni güçlerin, burjuvaların, işçilerin ve bu arada köylülerin egemenlere karşı mücadeleleri bir sapma olarak mezhep kavgalarına dönüşüyordu. Dinî Reform hareketi gelişmişti. Din ve mezhep farkları artık insanlar arasında bir ayrıma sebep olmamalıydı. Teokratik Egemenliğe karşı “Laiklik” ilkesi ortaya çıkacaktı.
Orta Çağ’ın sonlarında meydana çıkan köylü isyanlarını, şehirler ve burjuvalar destekleyecekti. Çünkü bu isyanlar, daha önce de değindiğimiz gibi, ya Katolik kilisesine karşı ya da feodallerin bütün mallarının ellerinden alınmasıyla feodaliteye karşıydılar. Ve bunları bir programa da bağlamış oluyorlardı.
Rönesans, gelişen burjuvazinin bireyci, laik görüşlerinin sanat dünyasındaki gelişimi oldu. Bireycilik, hümanizma hareketi içinde savunuldu.
İnsanların (aslında ülke çapında politik yetkileri olmayan burjuvaların), kralın, feodallerin ve ruhbanın yanında, bazı politik hakları olmalıydı. Özellikle vergilerin konma kararlarının alındığı kurumlarda, parlamento ya da genel meclislerde kararları etkileyebilmeliydiler. Bunun için söz ve düşünce özgürlüğü olmalı; ekonomi, eğitim, din, aile meselelerinde fert serbest olmalıydı. Kısaca daha sonra insan hakları diye adlandırılacak bazı hakları bulunmalıydı. Ve devlet bu haklara dokunmamalıydı. Bunun için de burjuvaların politikayı etkileyebilmek üzere rey hakkı olmalıydı. Toplum içinde devlete gereği gibi katılmadan olamıyorlardı. Devlete tam katılmalıydılar. Belediye meclislerinde bulunmak yetmezdi. Ekonomik özgürlüğün sonucu olarak mülkiyet hakkı üzerinde durulacak ve bunu gasbedilmeyen doğal bir hak olduğu ileri sürülecekti. Aslında bunun gerisinde bir azınlığın (burjuvanın) giderek büyüyecek mülkiyeti korunmak Bunun için gerekli bir “sözleşme”nin yolları aranıyordu.
Aslında bunlarda, Hobbes, Locke gibi politika felsefesi düşünürlerinin, liberal politika teorisindeki deyişle Civil toplum yaratma çabalarının kökleri bulunmaktadır.
Burjuvalar bunları kolayca elde edemeyeceklerdi. Merkantilist düzenin gelişme dönemine ancak kral ile feodaller ve kilise, şehirler ile köyler arasındaki çelişkilerden yararlanarak girdiler. Bunu başarmak için kralı, diğer feodallere ve kiliseye karşı malî olarak desteklediler. Bu yoldan krallık merkezileşti. Krallığın toplarıyla bazen şatoları dâhi yıkılan feodaller, tam denilebilecek bağımsızlıklarını kaybetti. Papalığın krallar üzerindeki gücü kırıldı. Böylece bir yandan burjuvalar için kısmen geniş iç pazar sağlanırken, öte yandan da teokratik milli devletler ya da krallıklar kuruldu. (İngiltere, Fransa, İspanya krallıkları gibi).” (3)
Yalnızca üretim araçları ve Kapitalist sınıf-Emekçi sınıf çatışmasını gaye edinerek kaleme alınmış yukarıdaki yazıda Orta Çağ Avrupa’sının geçirdiği sosyal değişimler anlatılmış.
Avrupa’da ilk değişim rüzgarları daha önce de söylediğimiz gibi, din -Hristiyanlık- adına yeni bir din anlayışıyla başlamış ve bu anlayış zamanla Hümanist anlayışın gelişmesine sebep olmuş, önceleri Katolik Kilisesinin, sonraları da Kralların Allah adına halka zulüm yapmaya dönüşen idarelerine karşı, idarenin halk-millet adına olması gerektiği ve rahiplerin idareden uzaklaştırılması, kralların da yasalarla sınırlanması ihtiyacını doğurmuştur. İdarenin yasalarla sınırlanması gerektiği anlayışı ideolojik bağlamda “laiklik” kavramının yerleşmesine sebep olmuştur.
Ülke bütünlüğünü sağlayan ve millî birliği oluşturan kralların Tanrı -Allah- adına bütün ülkenin ve bütün tebaanın başı ve sahibi sayılması, krala karşı özel mülkiyeti koruyacak bir otorite ve yasanın olmaması, diğer taraftan karşı mezheplerdeki insanlara reva görülen zulümler; artık idare anlayışının ve şeklinin değişmesi-değiştirilmesi gerektiği düşüncesine vardırmıştı, kralların ülkesindeki aydınları, burjuvaları ve köylüleri…
Mesela 16. yüzyılda yaşamış Fransız düşünürleri olan “Monarkomaklar”; kralın yetkisini sınırlayacak ve onu bir üst yasaya tabi kılacak bir anlayışı öne sürüyorlardı.
Monarkomaklara göre Fransa Krallığı mutlak değildir ve rejim, karma bir rejimdir, aristokratlar ve “Etats Generaux-Parlamento”lar krala karşı gelebilirler. Rahiplerden, soylulardan ve zenginler(hukukî yönden ayrıcalıksız olan halkın ayrıcalık hakkına sahip olanlar)dan oluşan ve bir danışma niteliğinde olan Etats Generaux’ların yetkilerini arttırmak için zaten uzun zamandan beri mücadele veriliyordu.
– “Monarkomaklara göre: Kralı Tanrı seçer, ancak Tanrı’nın iradesini oylarıyla halk belli eder, halkın sesi Tanrı’nın sesidir. (Vox poli, Vox Dei). Demek ki kral ancak halkın verdiği vekalete dayanarak, devlet iktidarını kullanabilir. Üstelik de bu hakkı yalnızca Etats Generaux’ların toplantı halinde olmadığı zamanlarda kullanabilecek. Fransa Krallarının, bu görüşü hiçbir zaman kabul etmediklerini söylemeye gerek yok.
Monarkomaklar krala karşı çıkına yetkisini bir yandan da soylulara, yüksek memurlara tanıyorlar; bunlar eski feodaller ve merkezî devlete karşı olan kimseler çoğunlukla. Bir çoğu da Protestan. Monarkomaklar kralın zulmüne karşı direnç gösterme peşindeler. Krala karşı koymak imkanını Orta Çağ’ın kralla vatandaşları arasında zımnî bir “sözleşme” olduğu görüşüne dayandırmak istiyorlar. (4)
XVI. yüzyıl ve XVII. yüzyılda Monarşik devletlerin hâkim bulunduğu Avrupa’da “Toplum sözleşmesi, Millî-halk egemenliği ve yasalar” gibi kavramlar aydınların ve toplumların diline yerleşiyor. Bu iki asırda Greko-Latin medeniyetinin kaynakları ve kavramları tekrar gözden geçiriliyor, onlara yeni mânâlar yükleniyor, yeni sentezler yapılıyor ve Yunan Düşüncesi ile Roma Devlet düzeni yeni bir çehre-makyaj ile canlandırılıyordu…
Fransız Kralının savcısı olan Jean Bodin Millî Egemenlik kavramını ortaya çıkarıyor, İngiliz filozoflar Thomas Hobbes ve John Locke “Toplum Sözleşmesi” kavramı ile “devletin oluşumunu” açıklamaya çalışıyorlardı. Bu yüzyılın ilgi çekici bir yanı da “Toplumsal Sözleşme” kavramı ile “Mülkiyetin dokunulmaz bir hak” olduğu düşüncesinin zihinlere iyice yerleşmesi olmuştur.
Mülkiyetin özel ve dokunulmaz bir hak olduğu görüşünü savunan savcı Bodin “aile ile devlet”, “devlet ile egemenlik” arasında çözülmez bir bağ oluşturuyordu.
Bodin; ailenin ve özel mülkiyetin dokunulmazlığını ısrarla savunmuş, aileyi devletin küçük bir modeli olarak görmüştür. Ama devletin egemenliğe sahip olması dolayısıyla onu diğer topluluklardan daha müstesna bir yere oturtmuştur. Bodin’e göre “egemenlik yeryüzünde hiçbir kısıntıya ve denetime sığınmadan emir verebilme ve uygulama yetkisidir.” Yani her çeşit denetimin dışında kalan bir iktidar Latince’de “Majestas” denilen bu üstün iktidar devlet bütünlüğünün çimentosu oluyor.
Egemenliğin öğelerinin sürekli, mutlak ve bölünmez oluşu… Süreklidir, çünkü değişen hükümetlerle hiçbir ilgisi yoktur. Zaman içinde hep aynı kalır. Mutlaktır, “salt”tır; çünkü hiçbir şarta tâbi olmadan emirler verebilmek ve hiç bir iradeden emir almamaktır, egemenlik. Bodin’e göre egemenlik başka hiç bir iradeden emir almadan yasa yapmak, yahut kaldırmak iktidarıdır… Egemenlik bölünmezdir. Devlet içinde egemenliği kullanan, yasa yapan veya yasayı kaldıran çeşitli yetkili organlar olamaz.
Böylece Millî devletin kralı artık ne Papa’dan, ne de Roma-Cermen İmparatoru gibi herhangi bir imparatordan emir almayacaktır.
Milli devlet, devlet olduğu için egemendir. Egemenliğin en belirgin özelliği ise daha önce de belirttiğimiz gibi başkasından emir almamaktır. Bu durumda acaba kralı yahut daha doğru bir deyişle egemenliğin sahibini -çünkü başka yönetim biçimlerini de kabul ediyor Bodin- durduracak başka bir güç yok mu? Varsa bile bunlar insan yapısı güçler değil. Egemenliği kullananı ancak “Tanrı” adına “Doğa” sınırlayabilir. Tanrı’nın buyruklarına ve insanın yarattığı hukuktan üstün olan doğal hukuka uyulmalıdır.” (5)
Evet! Bodin Millî devlette Mutlak Monarşiyi savunuyor. Meselâ Johannes Althusius yaşadığı dönemde mezhep savaşları içerisinde bulunan Almanya’da “Devletin varlığını” toplumsal sözleşme teorisiyle açıklıyor. Ona göre devlet, insanların oluşturduğu sözleşme ile ortaya çıkmış oluyor. Aristo’dan etkilenmiş. Kurumların bir araya gelip -sözleşmesiyle- “devlet” oluşuyor. Egemen olan devlet bir monark tarafından yönetilecek. Monark yönetme yetkisini halktan alacak. Sözünde durmaz ise halk monarkı yerinden alacak… Demokrasinin adı konmadan savunulduğu bir düşünce tipi de “Monarşik Demokrasi.”
17. yüzyıl filozoflarından olan Thomas Hobbes sahip olduğu materyalist dünya görüşü anlayışıyla toplumun ve devletin oluşumunu “faydacı-sözleşme teorisi” ile açıklıyor. Hobbes’a göre toplum doğal halinde ve doğa tarafından yönlendirilen arzularına göre yaşamaktaydı. Ancak bu doğal hayat bir cehennem hayatı gibiydi. Sürekli birbirleriyle savaş hâlinde olan insanlar sonuçta birbirlerinin “Kurt”u haline gelmişlerdi.
Hobbes’a göre herkes eşit ve tam özgür olunca, ortam kaos-kargaşa hâlindedir. Dolayısıyla insanları bu cehennemden kurtarmak, onların arzularını düzene sokmak ve medeniyeti ilerletmek için insanlara korku ve dehşet verecek bir egemen güç lâzım. Bu güç de, kendi aralarında yaptıkları bir sözleşme ile sunî bir güç olarak “Leviathan” meydana çıkıyor. Herkes özgürlüklerini sınırlıyor ve haklarının bir kısmını bu egemen güce devrediyor.
Leviathan’ın getirdiği düzende; insanlar arasındaki daha rahat ve daha iyi yaşamak için yapılan mücadeleler, konulan kurallar sayesinde kargaşa çıkmasına meydan vermiyor.
“Hobbes’a göre, doğa halinde yaşayan insan ile toplumsal düzen içinde yaşayan insan arasında güdüleri ve amaçları açsından hiçbir fark yoktur. Yalnız doğa halindeki çatışma yüzünden arzuların ve isteklerin gerçekleşme imkânı yoktur. Ancak egemen gücün sağladığı düzen sayesinde müreffeh yaşamak mümkün olur. İşle bunun için doğa halinden toplumsal yaşama geçilir, yine işte bunun için egemen güce boyun eğilir.” (6)
Diğer bir İngiliz filozofu olan John Locke, devletin ve toplumun oluşumunu şiddete dayalı olmayan tabii yaşam halindeyken yapılan “toplumsal sözleşmeye” bağlıyor.
Locke’a göre “doğal” bütün insanlar barış içerisinde yaşarken, bazı akıl dışı kimseler diğer insanları rahatsız etmeye, onların huzurunu kaçırmaya başlıyor. İşte bundan dolayı bütün insanlar bir araya gelip bir sözleşme yapıyorlar ve bu sözleşmeyle yönetici güce kendi güvenliklerini sağlama ve sözleşme şartlarının yerine getirilmesi görevini veriyorlar. Bunun yanında mülkiyet hakkını, yapılan sözleşme ile devlete-yöneten güce kabul ettiriyorlar… Böylece “doğal” toplum halinden “sivil toplum” haline geçilmiş olunuyor.
John Locke görüşlerini şöyle ifade ediyor: “Belirttiğimiz gibi, eğer insan doğa halinde özgürse, en güçlü olanla eşit ve kimsenin boyunduruğu altında olmadan sahip olduğu şeylerin ve kişiliğinin mutlak efendisi ise, neden bu özgürlükten vazgeçer? Neden bu krallığı terk eder ve kendisini başka bir gücün yönelimine sokar? Bu sorulara verilecek cevap açıktır: Doğa halinde insanın sahip olduğu haklar güven altında değildir, başkalarının saldırılarına açıktır… İşte bu güvensizlik insanda (doğa halini) terk etmek arzusunu yaratır… Yaşamlarını, özgürlüklerini ve emlâkını -ki ben bunlara genel olarak mülkiyet diyorum- korumak isteyen insanların birleşerek toplumu oluşturmaları nedensiz değildir.” (7)
Görüldüğü gibi Yunan Düşüncesi’nden beri, Batı Dünyasında “toplumun ve devletin oluşumu” hakkındaki düşünceler genellikle pragmatist-faydacı (Materyalist anlayışın bir ürünü) düşüncelerdir.
Gerek Hobbes, gerekse Locke sofistlerin toplumun ve devletin oluşumu hakkındaki görüşlerini, inançlarını benimsemişler ve yeni bir senteze varmışlardır.
Bütün bu görüşlerin esas çıkmaz noktalarını inceleyecek olursak:
1) İnsanların “doğa hâli yaşamlarını” yasasız kuralsız bir çağ olarak kabul etmeleri. Özgürlük konusunda özellikle Hobbes’un öne sürdüğü “Tam özgürlük ve eşitlik” meselesi insan için mümkün değildir. Çünkü bu âlemde insan için mutlak özgürlük asla mümkün değildir. Tam özgürlüğün olduğu yerde, asla eşitlik yoktur.
2) Toplumun refah içinde, rahat yaşamak gayesiyle oluştuğunu benimsemeleri.
3) Devletin ve toplumun oluşumunu açıklarken ”sözleşmenin” hangi ölçülere göre hazırlandığı -ki, devlet öncesi “doğal hayat”, yasasız ve kuralsa bir hayattı- kabul etmeyenleri hangi gücün zorladığı ve egemenliğin kime, niçin ve nasıl verildiği meselelerini açıklayamamış olmalarıdır.
Biz, mensup olduğumuz Büyük Doğu-İBDA dünya görüşü ve şuuruyla olayları, fikirleri ve fertleri değerlendireceğimize göre tabii ki Mutlak Fikir dışındaki her oluşumu, yanlışlarını göstererek ve doğruyu sunarak reddetme durumundayız.
Bakınız İBDA Mimarı Sayın Salih Mirzabeyoğlu, “Hukukun” ve “Toplumun” oluşumunu nasıl ifade etmiş -ileride ”Devletin” gerekliliğini ve oluşumunu da yazacağız-:
“Hâkim: Gelelim başka bir görüş tarzına… Hakikati olan bir dava: Her toplumda, o toplumun kuruluşu ile birlikte, hukuk düzeni de kendiliğinden ortaya çıkar!..
Hakîm: Toplum, adeta biyolojik bir organizma gibi kendi hukukunu ifraz eder!..
Hâkim: Evet; insanlar arasındaki dayanışma ve iş bölümünün meydana getirdiği toplum vakıası, buna zarar verecek olanı engellemek ve düzeni geliştirmek gayesini tabii olarak bünyesinde taşımaktadır ki, bu durumda hukuk kaidesi sosyal dayanışmadan doğmaktadır… Her fiilî toplum, aynı zamanda bir hukuk toplumudur da!..” (8)
Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı gibi, insanlar toplum halinde yaşamışlar ve hukuk da toplumla birlikte var. Yoksa toplum öncesi birbirinden habersiz, aralarında herhangi bir münasebet olmayan bir sürü halinde yaşamı değillerdir.
İnsanların yaşadığı her yerde ve her zaman o insanların -ister ferdî, ister topluluk halinde olsun- hayatını düzenleyen kurallar ve yaptırımlar vardır.
Batı düşüncesi tarafından ortaya atılan “Doğal Yaşam” fikri, insanları adeta kelle sayısından ibaret bir sürü halinde görüyor. Sanki “doğal yaşam” dedikleri dönemde insanların birbirleriyle hiç ilişkileri olmamış, hiçbir suç işlenmemiş ve ceza verilmemiş, hiçbir otorite okmuş, her şey kuralsız, yasasız ve otoritesiz yaptırımsız bir şekilde tıkırında yürüyor. Her nasılsa sonradan insanlar “kaos”tan (neye göre kaos; yasasız, otoritesiz bir toplum “kaos”un ne olduğunu değerlendirecek bir ölçüye sahip değil ki, yaşadığı ânın kaos mu; yoksa düzen-sistem mi olduğuna karar verebilsin?) kurtulmak istiyor ve yasa-hukuk, düzen ve otorite ihtiyacı hissediyorlar.
Hiçbir kuralın, yasanın olmadığı ve otorite yaptırım gücünün esamesinin bile okunmadığı bir “andan” bütün bunların varolduğu bir zamânâ geçiyorlar. Yasalar yok, hukuk yok, en önemlisi böyle bir ölçü yok -zaten yasalar ve iktidar kavramlarını kabul etseler neye göre ve niçin yasalar ve iktidar sorusuna da cevap vermek zorunda kalacaklar ki, bu da kendi çıkış tezleri olan materyalist-faydacı görüşlerini çökertecek- hemen sözleşme ve hukuk kuralları oluşturuluyor ve otorite nedir bilinmezken, birdenbire otorite-devletin tebaası oluveriyorlar.
“Toplumun ve Devletin” oluşumunu toplumsal sözleşmeye bağlayan teorilerin en büyük yanlışlarından biri de “Devlet ve oluşumu” hakkındaki düşünceleridir. Birbirinden ayrılamaz bir bütünlük arzeden insan-toplum-otorite (devlet) üçgeninde, İslâm’a muhatap anlayışla Devleti ve insanı açıklayan İBDA Mimarı Sayın Mirzabeyoğlu bakınız ne diyor:
İNSAN VE DEVLET
Israrla üzerinde durduğumuz gibi, insanları sosyal faaliyetlere iten sebep temelde “ruhî çaba”ya dayanır; insanları sosyal münasebetlere iten sebebin kaynağı… O halde, en büyük sosyal kuruluş olan “devlet”, gerek doğuş ve gerekse mahiyet olarak izahını, ancak insanın özünün göz önünde tutulmasıyla bulur. Hemen belirtelim ki, devlet “genişliğine insan aksiyonunun en büyük kuruluşu” olarak, en büyük ahlâkî oluşumu, “en yüksek ahlâk fikrini” temsil eder.
Biz, sebepte de, neticede de, gayede de, hedefte de, bütün insan faaliyetlerini toplayıcı mihrak noktası olarak “kişinin kendi öz nefsiyle savaşı”nı gördüğümüze göre, “devlet”, genişliğine insan oluş ve kuruluşlarının bütününü kuşatıcı, en büyük insanî aksiyonu temsil eden bir müessese; teessüs etmiş ahlâk fikridir. Yerleşik toplum düzeni ve rejimi ise, temsil ettiği devletin “ahlâkî karakteri”dir.
Devlet, müessese olarak, “olsun mu, olmasın mı?” şeklinde bir tercih mevzuu değil, insanın sosyal olma özelliğinin aksi mümkün olmayan neticesidir… En ilkel bir kabile nizamı ve hiyerarşisi bile, en küçük model olarak bu mânâyı gösterir. Bu yaklaşım, ahlâkın “oluş” ve “kuruluş”ları ile toplum bütününü kuşatıcı anlamını da kapsamaktadır; devlet ve onun karakteri halinde “düzen ve rejim”, kabul edilmiş bir ahlâkı belirtir. Hukukî, siyasî, iktisadi vesair sosyal ilişki şeklinde her davranış; bir “ahlâkî” davranıştır. Sosyal yapı ve müesseseler içindeki birleştirici yapı ve müessese şeklindeki bu rolü ile ahlâk, devleti bütün müesseselerinin kesinlikle kendisine uygun olmasını gerektirirken, aynı zamanda bunların gayesi olması gerektiğini de işaretler.
Görüldüğü gibi, yaptığımız iş, devletin doğuşu, mahiyeti, fonksiyonu ve meselelerin iç içe bir bütün olarak “bir dünya görüşü”ne nisbet edilerek açıklanması gereği bakımından, iktidar, kaynağı, rolü, “bütün sosyal ve siyasî müesseselerin tutarlı bir bütün olarak izahı” şeklinde, işi tekerlemeden kurtarmak… “Bütün Fikrin Gerekliliği” isimli eserimizde üzerinde durduğumuz “iktidarın kaynağı ve niteliği” hakkındaki görüşler, gerçekte “devletin doğuşu” ve “devletin niteliği” mevzuundan ayrı düşünülemez; bu bakımdan orada, devletin açıklanmasında izlenen “dışımızdaki” yollara da değindik.
Büyük Doğu Mimarı’nın ifadesiyle devlet:
– “İnsan kalabalıklarının maddi ve manevi yekun kıymeti ve toplum iradesi…” (9)
Son söz olarak, meselenin “bizce”sini çok daha geniş planda ve aslıyla bilmek isteyenlere, bahsi, eserler boyu izlemek üzere Büyük Doğu-İBDA külliyatını tavsiye ediyor ve şimdilik noktayı koyuyoruz.
KAYNAKLAR
1- Erdoğan Teziç. ANAYASA HUKUKU. Beta Yay. Sh. 133.
2- Murat Sarıca. 100 SORUDA SİYASI DÜŞÜNCE TARİHİ. Gerçek Yay. Sh. 14.
3- İdris Küçükömer. BATILILAŞMA. Bağlam Yay. Sh. 23-24.
4- Murat Sarıca. 100 SORUDA SİYASI DÜŞÜNCE TARİHİ. Gerçek Yay. Sh. 58.
5- A.g.e. Sh. 60.
6- İlkay Sunar. DÜŞÜN VE TOPLUM. Birey ve Top lum Yay. Sh. 67.
7- A.g.e. Sh. 81.
8- Salih Mirzabeyoğlu. HUKUK EDEBİYATI. İbda Yay. Sh. 75.
9- Salih Mirzabeyoğlu. KÜLTÜR DAVAMIZ İbda Yay. Sh. 139-140-141.
Akademya Dergisi, I. Dönem, 1. Sayı, Ocak 1996. (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)