Batılı Üretsin Biz Okuyalım İzleyelim Kullanalım Olmaz

Şuuraltı Psikolojisi ve Hipnoz Uzmanı Mehmet Başkak: “BATILI ÜRETSİN, BİZ OKUYALIM, İZLEYELİM, KULLANALIM OLMAZ”

Röportaj: TURAN DEMİR

TAKDİM

Akademya yazarı ve Âyine sanat-edebiyat dergisinin yazar ve idarecilerinden Turan Demir’in, şuuraltı psikolojisi ve hipnoz uzmanı Mehmet Başkak’la yaptığı aşağıda okuyacağınız röportaj, hem Âyine, hem Akademya, hem de Aylık dergileri adına gerçekleştirdi. Röportajın bir bölümü Aylık dergisi Nisan 2013 sayısında yayınlandı, tam metni ise Akademya ve Âyine dergilerinde yayınlanıyor.

Mehmet Başkak, Malatya’da doğdu. Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Psikoloji üzerine yüksek lisans yaptı. Öğretmenlik, eğitim danışmanlığı, yöneticilik ve işletmeciliğin yanında, “Endüstriyel Psikoloji”, “Davranış Değiştirme ve Geliştirme” ve “İletişim” alanlarında ek formasyonlar kazandı. Aynı şekilde, “Yönetici ve Çalışan Psikolojisi”, “Kaliteli İnsan İlişkileri”, “Etkili Sunum Teknikleri”, “Güzel Konuşma Sanatı”, “İknanın Psikolojisi”, “Liderlik ve Yöneticilik”, “Yetişkinlerde Davranış Değiştirme ve Geliştirme”, “Şuuraltı Psikolojisi” ve “İlmî Hipnoz” gibi konularda uygulamaya dönük çalışmalar, eğitimler, seminerler ve konferanslar gerçekleştirdi.

Şuuraltı Psikolojisi üzerine uluslararası nitelikte bir formasyona sahib olan Başkak, başta doktor ve psikologlar olmak üzere, diğer mesleklerden yüzlerce yetişkine şuuraltı konusunda eğitimler vererek, birçok uzmanın, danışmanın ve terapistin yetişmesine katkı sağladı. Yanısıra, dört yıl gazetecilik yaptı; çeşitli yayın organlarında şiir ve makaleleri yayınlandı.

2009 yılında yayınlanan “DERİN SIÇRAYIŞ HİPNOZ –Davranış Değiştirmenin Hipnotik İlkeleri-” adlı eseri, alanında birçok bakımdan “orijinal” kabul edildi. Şuuraltı Psikolojisi ve Şuuraltı Değişim Stratejileri gibi sıradışı sahaların ülkemizde yaygınlaşmasının, fert ve kurumlar tarafından öğrenilmesinin öncülüğünü yapmaktadır.

***

Hocam, şu soruyla başlamak istiyorum; sinemada kullanıldığını bildiğimiz 25. Kare tekniği ve bir yöntem olarak kullanılagelen “subliminal-şuuraltı-bilinçaltı” mesajlar ve bunların yanında bir de Rus Virüsü 666 tekniği mevcut. Özellikle Rus Virüsü 666 tekniği hakkında ilginç bir pasaj aktarmak istiyorum izninizle: “Bu virüs bir bilgisayardaki görüntünün 25 karesinde bir beliriyor. Renk, titreşim ve kalıpların bilgisayar kullanıcısını transa soktuğu biliniyor. Görüntünün bilinçaltında algılanması, bir kalp krizini hafifletmek ya da bilgisayar kullanıcısının algılarını yönetmek ya da değiştirmek için kullanılabilir. Bu aynı sistem, herhangi bir televizyon ya da görsel yayında da kullanılabilir.” İnsan ve bu teknikler arasındaki ilişkiler üzerinde durur musunuz?

– Sevgili dostum. İnsan herşeyden etkilenen bir varlık. Bizler beş duyunun imkânlarıyla dünyayı algılıyor, beynimizde yorumluyor ve buna göre anlamlı yahut anlamsız görünen tepkiler oluşturuyoruz. Davranışlarımız, maruz kaldığımız koşullarla, bilgilerle, oluşan duygularla beslenip şekilleniyor.

Sinemadan önce insanların masal ve hikaye dinlediği zamanlardan, bilgi transferinin işitsel algıya yoğunlaştığı radyolu zamanlara kadar, insanlar dinlediklerinden etkileniyor, hayâl güçlerini böylece besleyip tepkilerini de buna göre şekillendiriyorlardı. Bununla birlikte görsel algı hep ağırlığını korumuş ve insanlar gördükleri olaylardan daha çok etkilenegelmişlerdir. Sinemanın icadıyla beraber insanın algı zemini dengini de bulmuş oldu. Öğrenme teorilerinin nerdeyse tamamımın ortak noktaları tek başına sinemayla hayata geçmiş oldu. Verilmek istenen mesaj, sinema perdesinde bir yaşantıya dönüştürülüyordu. Bu, insan zihninin çok sevip, hemen benimsediği bir şey; bilinçaltının uzmanlık alanı zaten. Çünkü derin uykularımızdaki rüyaların senarisiti, yapımcısı, yönetmeni, oyuncusu da tek başına bilinçaltıdır zaten.

Bu sebeple, sinemanın anavatanı bilinçaltıdır. Sinema ekranı, yaşama paralel bir gerçeklikle vücuda gelsin yahut gelmesin, bilinçaltına yönelik tesiri en yüksek dil sinema dilidir. Hipnoz yahut hipnotik iletişimin özü de budur. İnsan davranışlarının bütün sebeplerinin kayıtlı olduğu o muazzam bilinçaltı süreçle iletişim kurma imkanı verir ve hipnozun tek özelliği budur zaten.

Sinemanın varoluşunda, yapısında, bünyesinde, insanları belli bir görüntünün çerçevesine odaklamak yatar. İnsanlar bir salona oturur ve bir iki saat perdeye bakar. Işıklar kapalıdır, hiçkimse konuşmaz, telefonlar sessizdedir ve sadece perdeye odaklanırıız. Bu koşullar da, bizim profesyonel anlamda uyguladığımız hipnozun mantığı ile eşdeğer…

Klasik hipnozda meselâ –şimdi çok daha gelişmiş sistemler mevcut- bundan yaklaşık 100-150 yıl önce, insanları tek bir noktaya odaklayarak hipnotik trans sağlanırdı. Şimdi böyle düşündüğünüz zaman, yüzlerce insanın bir sinemaya toplanıp bir ekrana odaklanması, klasik hipnoz yaklaşımına paralel bir yaklaşımdır. Bir süre bir noktaya odaklanırsanız, dış dünyaya karşı algınız zayıflar, odaklandığınız noktadaki akışa dikkatiniz yoğunlaşır ve siz dış dünyaya kapalı ve ekrandaki mesajlara tam açık hâle gelirsiniz. Hipnoz da aynı mantıkla çalışır ve ekrandaki yaşantı, gözleri kapatılan insanın hayâlinde oluşturulur. Bu sebeple, sinema ile hipnozun ne alâkası var diyen biri, sinema hakkında çok şey bilebilir; ama bunu söylerse hipnoz hakkındaki bilgisizliğini ortaya koymuş olur.

İşte o odaklanmış olduğunuz ekran, bir hareketler, bir renkler, bir anlamlar ve bir mesajlar yumağından oluşuyorsa, ELBETTE Kİ BU ODAKLANMANIZ SİZLERİ O ODAKLANDIĞINIZ NOKTADAKİ GİZLİ YA DA AÇIK MESAJLARA AÇIK HÂLE GETİRİR. Belli bir noktaya odaklanmanın hipnoz için bir zemin oluşturduğunu düşünürseniz, bu dediklerim daha iyi anlaşılır. ZİHİN KONTROLÜ kavramı çerçevesinden bakılırsa, oradaki mesajların çeşitli tekniklerle işlenmesi ve tekrarı, verilmek istenen mesajın insanda daha etkili olmasını sağlar. Özü itibariyle hipnotik bir zeminde, kendine mahsus hipnotik bir dili olan sinema, izleyenleri tesir altına alıp yönlendirme gücü en yüksek sistemdir; bu gücü ise hipnotik imkânlarından kaynaklanır.

Böyle genel bir girişten sonra şunları da eklemeliyim; sinemanın etki sahasının bu kadar geniş olmasını, sinemanın, hipnoz tekniğinin temel mantığını kullanarak izleyenleri hipnotik trans zeminine çekmesinde aramak lâzım. Ayrıca sinemadaki bu etki, insan zihni üzerinde yapılan araştırmalar ve bilinçaltı teorisinin gelişimi ile beraber insanın nelerden etkilendiğine dair bilgilerin çoğalmasında ve sinemanın bunlardan faydalanması sonucunda da aranabilir. İnsan algısı nelerden etkilenir ve bilinçaltı -bilinçten ayrı olarak- neleri dikkate alır, neleri önemser… Bunların keşfi ile beraber sinema dili de bu keşiflerden yüksek oranda istifade etmiş oldu. Tüm bu keşifler sinema dilini etkiledi.

Sorunuza dönmek istiyorum. 666 yahut 25. Kare yahut başka uygulamalar, hipnotik esaslara göre düzenlenmiş ve kişilere mesajı en etkili şekilde vermeyi amaçlayan gizli ya da açık hipnotik iletişim unsurlarıdır.

– Hollywood filmlerindeki “ritm”in insanı mihraksız bir sallantı içine sürüklediğini ve bu mihraksız ritmin insanda çoğu şeyi öldürdüğünü düşünüyoruz. Örneğin; aksiyon ve korku filmlerinin insanın “hayret” melekesini dumura uğratması gibi… Bu tür filmlerdeki patlama sahneleri, ölüm sahneleri, âni çıkışlar, ruhu bir noktada sabitleyen müzik ritmi vs… Ritmin insanı hipnoza sokmada kullanımı dışında, hipnoza sokarken ritmin tarzı insanın algısı üzerinde etkili midir? Yani ritmin kendisi de bir mesaj mıdır?

– Sinema perdesi… Ki bu “perde” sözcüğünün akıbetiyle ilgili de ilginç bir noktadayız. Gençlerle yaptığım sohbetlerde yahut seminerlerde “sinema perdesi” şeklindeki bir kullanımın havada kaldığını gözlemledim. Yani, YENİ NESİL PERDEYE YABANCI ARTIK, ONLAR “SİNEMA EKRANI” DİYOR. Nasıl ki perdeden ekrana bir dönüşüm geçirdiysek; ritim de benzer bir dönüşüm geçirdi diye düşünüyorum.

Yaşamın her alanında insanın doğaya müdahalesi, doğanın varlığını nasıl ki tehdit eder hâle geldiyse ve modern insan nasıl doğal olandan ziyade “doğala özdeş” bir yaşamı normalleştirdiyse… Yani her şeyimiz naylon, domates denilen şey endüstriyel bir ürün meselâ… Bu durumdan elbetteki ritim duygusu da etkilenecekti. Hayatın akışına uygun bir ritme, algılar yabancı artık… İnsan doğasını zorlayan bir ritimle koşuşturuyoruz sağa sola ve bu ritme uygun müzik, yaşadığı tempoya uygun ve bu ritme maruz kaldıkça duyarsızlaşıyor.

Psikolojide sistematik duyarsızlaştırma denilen bir terapi tekniği vardır, alıştıra alıştıra maruz bırakırsınız ve kişi artık o olguya karşı duyarsızlaşır. Sizin sorduğunuz üzere, sürekli aksiyon, sürekli saldırı, cinayet vs ile oluşturulan bir tempo, insanı bunlara karşı duyarsızlaştıracak ve bunları normal görecek hâle getirecektir.

Ritmin kendisi, tek başına hâlet-i ruhiyeye tesir eden bir mesajdır da… Birden bire kopan bir gürültünün duyanları dehşete düşürmesi, ansızın patlayan bir sesin bizde korkuya yolaçması böyle bir etkidir. Sinema bu özelliği haizdir ve yönetmenin arzu ettiği amaca uygun kullanılma gücüne de…

– 25. Kare ve sinemada kullanılan gizli iletişim unsurları üzerinde biraz daha dursak?

– 25. Kare çıplak gözle görülmez. Biraz daha net anlaşılması için, bilinç ve bilinçaltından bahsetmek gerekir.

Bilinç, şu ânda farkında olduklarımı idare ediyor; Turan’la konuşuyorum, dışarıdan bir siren sesi geliyor vs… Bilinçaltı ise, ellerimi niçin böyle hareket ettirdiğimden tutun, mimiklerimi niçin böyle kullandığıma, nefes alışverişime kadar herşeyi kaydeder. Hattâ daha ilginci şu; biz ana rahmine düştüğümüz ândan itibaren görsel işitsel ne varsa bilinçaltı tarafından kaydedilir. Bilinçaltının bu faaliyeti emanetimizi teslim edinceye kadar devam eder. Bilinç ise 6-7 yaşlarında oluşmaya başlar. O zaman bilincin alanı çok dardır diyebilirz. Bilinçaltının alanı ise, o ân bilincin alanı dışındaki herşeydir diyebiliriz.

İşte bahsetmiş olduğumuz 25. Kare tekniğinin amacı, insanları yönlendirme maksatlı olarak, bilinçaltını hedef almaktadır. 25. Kare o kadar hızlı geçer ki, bilinç farkedemez, ama bilinçaltı ânında farkeder, hisseder ve etkilenebilir.

Filmin her yerine bu tekniği kullanarak resimler yerleştirdiğinizi düşünün; bu, insanları hemen etkiler diye bir tez ileri sürmek yanlıştır. AMA İKNA EŞİĞİ DÜŞÜK OLANLAR, BUNU BİR DUYGU OLARAK HEMEN HİSSEDERLER. HATIRLAMAZLAR, BİLMEZLER AMA O DUYGUYU HİSSEDERLER.

Hattâ 25. Kare tekniği ile ilgili ABD’deki bir reklam çalışmasından bahsedilir; bir filmde çıplak gözle farkedilmeyen 25. kareye patlamış mısır, kupkuru bir çöl resmi ve yanında da Coca Cola gösterilir. Düzenli olarak tekrar edilir tabiî ki… Sinema aralarında Coca Cola satın alanların sayısının, 25. karenin kullanılmadığı aynı filmdeki zamana oranla daha fazla olduğu görülmüştür.

25.Kare tekniğinin hedefi, insanın tepkilerinin oluştuğu zemin olan bilinçaltıdır ve belli koşullarda, bir etkiye sahiptir.

Gerçi, mesele kitleleri etkilemekse, sinemanın, 25. Kare tekniğine çok da ihtiyacı yok. Sinema tarihinden bir olay hatırladım şimdi. Bir filmde –şu ân ismini hatırlayamadım- başrol oyuncusu öfke ile kalkıp gömleğini giyer, fakat atlet giymeden gömlek giyer. Bu filmle birlikte atletsiz gömlek giymenin moda olduğunu yazmıştı gazeteler. Yönetmenin bunu yapmaktaki maksadı belki âcil durumu vurgulamaktı, ama atlet giymemek olarak da algılanmıştı. Bu bilinçaltı esaslı bir algıdır.

Bu örnekleri niçin anlatıyorum? 25. Kare tekniğinde amaç, insanları kontrol altına almak adına bilinçaltlarını etkilemek. Bu tekniği kullanmadan da birçok şey yapılıyor. Bu teknik, işin efsaneleşmiş tarafı. Az evvel anlattğım gibi, filmin kurgulanılış ve veriliş tarzı, hattâ ikinci plandaymış gibi görünen gölgedeki bir görüntü bile tesir yapıyor.

Şimdi burada bir deney yapalım isterseniz. (Mehmet Başkak, eline bir kağıt alıyor ve bir cümle yazıp bizlere gösteriyor. Cümle, “olay seksenlerde geçiyor” cümlesi. Ve “seksenlerde” kelimesindeki seks kelimesi biraz daha koyu yazılmış. ) İşte bilinçaltı bu farkı algılıyor. İllâ 25. Kare’yi kullanmanız gerekmiyor.

Subliminal mesajlarda, özellikle “seks” ile ilgili mesajlar kullanılır. Bunun sebebi, hemen hemen tüm toplumlarda, seks ile ilgili olan şeylere bilinçaltı tarafından ayrı bir hassasiyet gösterilmesi, bilinçaltının bu tür mesajlardan çabuk etkilenmesidir. Şuuraltı, yasaklanan şeylere daha da öncelik verir.

Şuraya dikkat kesilmenizi istiyorum; kısa bir film yapıyor ve “olay seksenlerde geçiyor” cümlesini filmin girişinde veriyoruz. Bu hemen etkisini göstermez. MESAJI TEKRAR TEKRAR VERİRSENİZ, BU MESAJ ARTIK TELKİN ETKİSİ OLUŞTURMAYA BAŞLAR. YANİ FİLM YOLUYLA TELKİN… İKNA EŞİĞİ DÜŞÜK İNSANLAR, BU TEKRARLARDAN ETKİLENİR. BİZ KALABALIKLARDAN BAHSEDİYORUZ. KALABALIĞIN İKNA EŞİĞİ DAHA DÜŞÜKTÜR. KALABALIĞIN DİKKATİ DAHA ZAYIFTIR VE ETKİYE DAHA AÇIKTIR.

Fight Club filminde bu tarz subliminal mesajlar oldukça çok kullanılmıştır. Filmlerdeki sanal reklam uygulaması da bu türdendir, bilinçaltı iknaya yöneliktir.

Şöyle de bir rivayet vardır; Amerika’nın, Irak’a saldırmasından iki yıl evvel, Iraklıların radyodan dinlemiş oldukları müziklerin altına “direnmeniz faydasız, direnmeniz faydasız” şeklinde subliminal mesajlar gömdüğü söylenir. Belki sadece rivayettir.

– Ayhan Songar Beyin yazmış olduğu “Bilimler Bilimi Sibernetik” isimli kitabından aklımda kalan bir paragrafı aktarmak istiyorum. Şöyle: “Bir pilotun havada iken tam uçağın önünde bir patlama olur, bu patlama esnasında bilinç devre dışı kalır ve kişi herhangi bir harekette bulunur. Kişinin bilinci devre dışı iken yapmış olduğu bu hareketlerin prensibi nedir?”. Hocam, burada şunu diyebilir miyiz: Bilinç devre dışı iken yapılan davranışların prensibinin keşfi ile beraber, insanların davranışlarını da kontrol edebilir miyiz, yine bu kontrolde hipnoz ve tabiî ki sinemanın rolü nedir? Bilinç devre dışı iken yapılan davranışları açıklayan tek teori şuuraltı teorisi midir?

– Bilincin yüzde yüz devre dışı olması demek, kişinin tam uyuduğuna, bayıldığına ya da öldüğüne işaret eder. Bilinç hep açıktır fakat pasif duruma geçtiği hâl trans durumlarıdır. Bahsettiğiniz örnekte, şokla oluşan bir trans durumu söz konusudur ve bilinç pasif konumdadır. Bu anlamda bilinç devre dışı iken, tepkiler bilinçaltında kayıtlı olan evvelki benzer durumlar referans alınarak otomatik yapılır ya da o ân dışarıdan bir yönlendirme varsa, bu yönlendirme de tepkiyi belirleyebilir.

İnsanların davranışı, direkt olarak, kısa süreliğine yönlendirilebilir. Davranışı tamamen yönlendirmek, uzun süreli bir proje meselesidir. ABD’yi dünyanın lideri ve demokrasi kahramanı olarak lanse edip sevimli gösterme, oy verme davranışını etkileme, kapalı alanlarda sigara içenlere tepki davranışını oluşturma çalışmaları gibi uzun vadeli projeler… Bu mânâda davranışlar yönlendirilebilir ya da kontrol edilebilir. Bunun dışında, bir ferdin kendi tercihleri söz konusu olduğunda, gayri iradî bir saikle, hipnozla, hipnotik sinemayla ya da bir başka yöntemle insanları katil yapamazsınız meselâ…

– Gog isimli bir romanda geçen “ben borç yığını bir cüsseden mi ibaretim?” sözünü bu mevzu ile irtibatlandırırsak, biz şuuraltımıza zerkedilenlerin-verilenlerin esareti altında yaşayan ve böylece hürriyeti elinden alınmış varlıklar mıyız?

– Burada şunun üzerinde durmak lâzım Turan Bey; Allah insana bir irade vermiştir, öyle ki, kendisine inanıp inanmamak bile bizim irademize, tercihimize bağlı. Böyle bir irade… Hür irade… İnsan ne kadar hipnoz altında bırakılmış olsa da, kimse ona zorla bir şey yaptıramaz! Bir televizyon programında bana “bir insan suikastçi yapılabilir mi?” şeklinde bir soru yöneltilince, ben şöyle cevap vermiştim; kendi isteğiyle olursa evet! Yani adam öldürmeyi vatan için yapıldığında normal gören biri, hipnoz ve sinema dilinin katkısı ile çok rahat eğitilebilir ve mükemmel bir suikastçi olarak yetiştirilebilir. Sokakta Memati, Polat Alemdar modunda gezen yüzlerce delikanlı, filmin etkisiyle, vatan için olduğuna inandığında olmayacak şeyleri yapabilmeye hazır bir psikolojiye sahip insanlardır.

– Garip bir soru olacak belki ama sormak istiyorum; şuuraltının bir süzgeci var mıdır?

– Şimdi, insanda bilinç ve bilinçaltı vardır. Ama zannedilmesin ki beyinde böyle bölgeler mevcut. Bu kavramlar o kadar sık tekrarlanıyor ki, insanlar beyinde böylesi bölgelerin olduğunu düşünüyor. Zihinsel süreçleri ifade etmek için kullanılan kavramlar sadece…

Şu ân olan bir hadise için doğru veya yanlış hükmünü koyan, bilinçtir. Karar veren, bilinçtir. Bu adam iyi, bu adam kötü, bu yasaya uygun, bu değildir diyen, iki artı iki dört eder diyen, bilinçtir. Bilinçaltı ise, 7 yaşındaki bir çocuk gibidir ve her türlü etkiye açıktır. Bilincin bir yönü vardır. O da şu: Şuuraltının yanında bir bekçi gibidir. Bilinç, herşeyin bilinçaltına direkt girmesini engeller. Bilinç, insanın inandığını; toplumdan ve aileden almış olduğunu; okuduğunu, değer yargılarının süzgecinden geçirerek bekçilik vazifesi yapar. İşte bundan dolayı irade ön planda. Her elini kolunu sallayan şey, bilincin süzgecinden geçmeden şuuraltı üzerinde tesirli olamıyor.

Bir de işin şöyle bir tarafı var: Şuuraltı birşeyi öğrendiyse, bilincin onu değiştirmeye gücü yetmez. İstediğiniz kadar paketlerin üzerine kanserli adam resmi koyun. Bilinçaltı düzeyde öğrenilen sigara içme davranışını paketteki resimle, zararlıdır demekle değiştiremezsiniz. Bir gün sigara terapisi için gelen bir göğüs kalp cerrahı bana şunları söyledi: “Ben bir hastayı ameliyat ederken, ciğerlerinin ne hâlde olduklarını görüyorum. Bu hâldeyken mola verip sigara içmeye gidiyorum. Son çare olarak hipnozu gördüm.” Şimdi soruyorum: Bilinç mi daha güçlü, bilinçaltı mı? Yukarıdaki örnekten de bunu anlayabiliriz; bilinç sigaranın zararlı olduğunu biliyor ve akciğer kanserli hastanın ameliyatında, ciğerlerin ne hâlde olduğunu anlıyor. Ama şuuraltı bir defa öğrenmişse, bilinç aciz kalıyor.

Onun için, biz, davranış değiştirme çalışmalarımızda, bilinci pasif hâle getirerek tüm çalışmalarımızı şuuraltı üzerinde yapıyoruz.

İşte hipnoz ile sinemanın kesiştiği noktalardan biri; bir noktaya odaklanıldığında bilinç tembelleşiyor ve bu sebeple şuuraltı telkine açık hâle geliyor…

– Hocam, bu minvalde, Salih Mirzabeyoğlu’nun “İNSAN –Erkek ve Kadın-” adlı eserinden bir pasaj okumak istiyorum, müsaadenizle…

– Tabiî ki…

– “Jung’un ŞUURALTI görüşü, Freud’unkinden daha zengin ve esrarlıdır. Freud, sadece ferdî bir şuuraltının varlığını kabul ediyor. Jung ise, müşterek veya FERD ÜSTÜ bir şuuraltının bulunduğunu söylüyor. Freud, bilindiği gibi, ruh dünyasını şuurlu ve şuursuz olmak üzere ikiye ayırıyor. Jung, bu ikiliği üçleştiriyor: Şuurun ve şuuraltının yanında, müşterek şuuraltına yer veriyor. Jung’a nazaran şuuraltı, bütün insan ruhunun en önemli unsurudur. Burada, tabiatına sembolik icadlarıyla şuurun hiçbir şekilde yaklaşamayacağı imkânları belirten, insiyaklar kuvvetini andıran dinamik bir faaliyet kendini gösterir. Şuuraltında, yüceltilmiş bütün ruhî kapsamlar, unutulan ve ihmâl edilen herşey ve bunların yanında milyonlarca tecrübeyle sağlanmış bir bilgelik yer alır. Şuuraltı, geleceği tâyin etmek amacıyla sürekli bir şekilde malzemeler hazırlar, kombinezonlar yapar. Bunlar, her zaman gördüğümüz kombinezonlardan, incelik ve şümûl bakımından daha üstün olurlar. ŞUUR, ŞUURALTININ GECİKMİŞ BİR FİLİZİDİR.”

Hocam, burada sormak istediğim soru şu: Şuur, şuuraltının gecikmiş bir filizi ise, bizim bilinç dediğimiz şey, tabiri caizse, şuuraltının dışa doğru kabuk tutmuş hâli midir? Hattâ Bergson’un bir sözünü hatırlıyorum; ben dediğimiz şeyi su üzerindeki kabuklara benzetiyor. Eğer gerçekten böyle ise, şuur süzgeci ne anlam ifade eder?

Hemen devamındaki sorum ise şu; Jung ve Freud’un kıyaslanması üzerinde durur musunuz?

– İlk önce şunu belirtmeliyim: Freud çok zekidir, lâkin çok iyi sıçramakla beraber ancak kendi burnunun dibine düşmüştür. Jung’un size yakın gelmesinin sebebi, bir tanrıya inanması ve yaklaşımlarında bunun etkili olması olabilir. Freud, 120 yıllık modern psikolojinin tanrısı gibi görülür. Ve daha ziyade edebî bir metin hüviyetindeki teorisi, her nasılsa bilimsel kabul edilmiştir, Yunan mitolojisini tırtıklayarak oluşturduğu yargıları bilim diye yutturmayı başarmıştır. Bu arada “bilinçaltı” kavramını Freud’a borçluyuz, elbette ki başka katkıları da var, ama getirmiş olduğu katkılar Jung’a nisbetle çok sınırlıdır.

Şunu diyebiliriz: İnsanı tanrısından koparan bir anlayış, gerçeğe ancak bu kadar yaklaşabilir. Ruhu inkâr eden bir psikoloji anlayışı, ruhu olan bir insanı anlamaya ancak bu kadar yaklaşabilir. Allah’ı tanımayan biri, Allah’a iman eden birinin ruhuna ancak bu kadar yaklaşabilir. Kısır ve fakir yaklaşımlar diye düşünüyorum.

Benim hipnoz çalışmalarımda elde etmiş olduğum birçok veri de Jung’un anlayşı ile paralellik gösterir.

İnsan, kendinden ibaret bir varlık değildir. Yine biz, anne ve babamızın oluşturmuş olduğu bir evrenden ibaret değiliz. Aynı şekilde, insan; anne, baba, mahalle, toplum ve şehirden ibaret de değildir. Bir insan Amerika’da olan bir olaydan etkilenir fakat sadece bunlardan ibaret değildir. İnsan hem ferdî geçmişinden, hem de toplumunun geçmişinden etkilenir.

Şimdilerde bilim camiası, “genetik hafıza”dan bahsetmekte. Nasıl ki bir hastalık ailenin fertlerinden fertlerine geçiyor, bilginin ve deneyimlerin de gen hafızalarında saklı olması tezi Jung’un arketip ve kollektif şuuraltı tezleri ile örtüşüyor. Nasıl ki Turan’ın saç rengi veya Melih’in göz rengi, boyu posu, dedelerinin ve geçmiş veya şimdiki aile fertlerinin sülbünden gelmişse, dedelerinin bilgi birikimi, deneyimleri, hayata karşı tutumları da bu şekilde gelmiş olabilir. İşte bilinç şu ânı algıladığı için, bu tür şeyler şuuraltının derinliklerinde saklı. ANCAK ŞOK DURUMLARINDA, HAYATÎ DURUMLARDA ORTAYA ÇIKABİLİYOR YA DA HİPNOZ GİBİ ÇOK SIRADIŞI BİR YOL KULLANMAK GEREKİYOR.

Evet sevgili dostlarım. Bir insan, yaşadığı zamandan, bulunmuş olduğu toplumdan ve kendi kendisinden asla ibaret değildir. Tarihi ile beraber gelen birikimi DNA’sında bir yerlerde taşıyor. Bu mânâda biz, herbirimiz, kâinatın demosuyuz ve tüm geçmişin bir demosuyuz diye düşünebiliriz.

– Bu arada, kitabınızdan biraz bahsetmek istiyorum. Kitabınızda en fazla beğendiğim yerlerden biri, “kendi kültürümüze bağlı bir hipnoz dilinin oluşturulması”na dair teziniz.

– Evet, bu çok önemli. Az önce bahsettiğim gibi, psikoloji teorisinin en önemli ayağını Oedipus Kompleksi üzerine bina eden freudyen bir yaklaşım var. Hâlihazırda bile hâkim anlayış bu. Gerçi son zamanlarda neofreudyenler, bunların böyle olmadığını yorumladılar, değiştirdiler, yok böyle değil, dediler.

Aslında böylesi bir tutum içine girmeleri, gelen eleştiriler önünde duramamaları ile ilgili… Bir bebeğin, annesini seksüel bir güdü ile emdiğini söyleyen ve terapi anlayışını bu düzeyde bir yaklaşımla oluşturup uygulayan bir terapi yaklaşımı var. ŞİMDİ SİZ FREUD’U YALAMIŞ YUTMUŞ BİR İNSANI GETİRİN, ANADOLU DEĞERLERİ İLE YOĞRULMUŞ, MECZOLMUŞ BİR İNSANI TERAPİ İÇİN KARŞISINA OTURTUN, TERAPİST DE, TERAPİSİ DE ÂCİZ KALIR. Çünkü biz, annenin ilahî bir şefkat ve merhametle bebeği emzirdiğini, bebeğin ise Allah’ın kendisinde kodladığı bir takım güdülerle anneyi bildiğini ve annesini şefkat ve sevgi ile beslenmek maksadıyla emdiğini biliyoruz. Buna inanıyoruz ve bu evrensel bir değerdir.

Batılı, kendi toplumunun ihtiyacına göre bir edebiyat; kendi toplumunun ihtiyacına göre bir sinema; kendi toplumunun ihtiyaçlarına, problemlerine, sıkıntılarına göre bir psikoloji anlayışı geliştirir. Öyleyse burada o psikoloji anlayışını dayatmak, o sinema anlayışını dayatmak, ciddi bir sıkıntı oluşturmaktadır.

Bu, yıllardır dayatılan bir şey ve toplumumuzun sorun, sıkıntı ve ihtiyaçlarına cevap vermemektedir. Dolayısıyla, YENİ BİR PSİKOLOJİK ANLAYIŞ DİLİNE İHTİYAÇ VARDIR. SADECE HİPNOZ DEĞİL, AYNI ZAMANDA SİNEMA, FELSEFE VE DAHA BİLMEM NEREDE, KENDİ KÜLTÜRÜMÜZE VE İNANÇLARIMIZA BAĞLI YENİ ANLAYIŞLARA İHTİYAÇ VARDIR. Esasen, “insan”a kendi bakış açımız doğrultusunda yaklaşımlarda bulunup, insanın söz konusu olduğu her alanda buna göre bir dil ve kültür oluşturmalıyız.

Mesele hipnoz ise, bağımızın koptuğu yahut koparıldığı, hâlihazırda Batıyı ayakta tutan ve Batının hallaç pamuğuna çevirmiş olduğu uygarlığımızın zengin sofrası ile kopmuş olan bağlarımızı tekrar birleştirmeliyiz. Mesele hipnoz ise, o zengin sofrada hipnozun ilkeleri de var.

Yukarıda bahsetmiş olduğumuz gibi, bu topraklarda yaşayan insanlarımız, genlerinden dolayı, büyük bir birikime sahip. Öyleyse, bir sıkıntısına, bir sorununa çözüm bulmak adına psikoloğa giden bir vatandaşımıza Batılı bir anlayış doğrultusunda, ithal bir yaklaşımla yaklaşan bir terapi, zaman kaybından başka bir şey olmayacaktır. Ama o vatandaşımıza kendi genlerinin âşina olduğu, kendi kültürel dokusunun âşina olduğu bir sistemle yaklaşılırsa, bu kabul görecek ve yerini bulacaktır.

Eğer Anadolu’nun şahlanışı, dirilişi ve silkelenerek yeniden şahlanması isteniyorsa, KÖTÜ HİPNOZDAN kurtulmalı ve bu toprakların değerlerinden, inançlarından süzerek yepyeni anlayışlar geliştirmeli. Sözkonusu hipnozsa, hipnozda da böyle bir anlayış geliştirilmeli. Ben bunların savunucusuyum. Hem eğitimlerde böyle bir hipnoz anlayışı ile eğitim veriyorum, hem de böyle bir anlayışla terapi görmek isteyen insanımıza yaklaşıyorum.

– Biz yetim kalmış bir medeniyetin çocukları gibi, boynu bükük, sokaklarda geziyoruz. Ne Batıya aidiz ne de köklerimizi biliyoruz. Böylesi bir berzahta kıvranıyoruz. İşte bu ruh hâliyle kitabınızı okurken şu cümlenizi görünce ürperdim: “Düşünüyorum o hâlde varım değil, inanıyorum o hâlde varım.” Bu cümlenin doğruluğu yanlışlığı bir tarafa, varolan, bize dayatılan ve beynimizi iğdiş eden anlayışa karşı bir başkaldırı çığlığı olarak algıladım ve gözyaşlarımı zor tuttum. Yakın zamanda Nevzat Tarhan Beyin “Mesnevî Terapi” ismiyle bir eseri çıktı. Kitabın ismi bile içimizin kıpırdamasına yetti. Okumadığım niçin muhtevası hakkında bir şey diyemeyeceğim.

– Mesnevî demişken… Yıllar önce, hipnoz uzmanı Batılı bir terapistin kitabını okumuş ve oradaki ilginç bir hikâyeyi not almıştım. Sonradan İbni Sina’nın “Şifa” adlı eserini okuduğumda çok şaşırdım; yıllar önce okuyup etkilendiğim o bölüm, yaklaşık bin yıl önce yaşamış olan İbni Sina’nın anlatmış olduğu ile neredeyse aynıydı. Adam Doğudan almış, okumuş, özümsemiş ve kendi sistemini kurmuş. Biz sabahtan akşama kadar bir hazinenin üzerinde oturuyor ve ağzımızı açıp Batıdan medet umuyoruz. YAPSINLAR İZLEYELİM, YAZSINLAR OKUYALIM, İCAT ETSİNLER KULLANALIM, ÜRETSİNLER TÜKETELİM.

İşte yaklaşık 200-300 yıldır böyle edilgen bir durumdayız, bu hâle inandırılmışız ve hâlihazırda bu telkin devam ediyor. “Batı üstündür”, bir düşünce meselesi değil, inanç meselesidir. Tek başına “biz Batıdan üstündük” düşüncesi, bizim varolmamıza yetmiyor; Batıdan zayıf olduğumuza inandırıldığımız için, bu inanç, bizim zayıflığımızı besliyor. Az önce Descartes’ten verdiğin örneğe bir de bu açıdan bakmalı: “Düşünüyorum o hâlde varım değil; inanıyorum o hâlde varım; NASIL İNANIYORSAM ÖYLE VARIM.”

Ne zaman ki “biz Batıdan üstündük; büyük bir hazinemiz ve uygarlığımız var ve yeniden dirilebiliriz” düşüncesine inanırsak, işte o zaman varoluruz. İşte “inanıyorsak varız”ın temelinde bu var. Bunun dışında ne düşünsek boş, azizim. Ne düşünsek boş! Sadece düşünüyorsak, bu sadece bir kuru bilgi yığını oluyor. Ama ne zaman ki hissederiz, işte o zaman bu, kalbî, şuuraltına dönük, yani eyleme ve fiiliyata dönük bir bilgi olur. Eyleme dönük bir fikir, sadece düşünce ile değil, kalp ile birleşmişse –ki şuuraltının anavatanı kalptir- işte o zaman fiiliyata, eyleme döner.

İşte ben böyle inanmış bir neslin çoğalması için dua ediyor, böyle bir nesille beraber büyük bir şahlanışın gerçekleşeceğini düşünüyorum. Yoksa ithal bir sinema, ithal bir hipnoz, tek kelime ile İTHAL BİR HAYAT TARZI İLE DEĞİL!

– Hocam mevzuu bir de teknoloji açısından ele almak istiyorum. Uzaktan elektromanyetik dalgalarla hipnoz meselesine gelmek istiyorum. İnsan hipnoz altında iken, beynin hipnoz ile ilgili bölümü, belli frekans aralığında elektromanyetik dalgalar yayar. Eğer makinelerle o frekans aralığı tekrar tutturulursa insan hipnoza alınabilir. Bu aletler, makinalar nerelerde kullanılıyor. Türkiye’deki durumları nedir?

– Türkiye’nin normal hipnozdan haberi yok, nerede kaldı ki teknoloji temelli hipnoz… Meselâ, benim kendi şahsî web sitemde “hipnoz” kelimesini kullanmam yasaklandı. Her ne olursa olsun, yüzünü Batıya çeviren hâkim kültür, nedense hipnoz sözkonusu olunca kılını kıpırdatmıyor. Türkiye Cumhuriyeti anayasasında hipnoz ile ilgili tek kelime geçmez. Ama II. Dünya Savaşı’nın yaralarının yeni yeni sarılmaya başlandığı 1950’li yıllarda, hipnoz Amerika tarafından resmen kabul edilir. Ruslar Amerikalılardan önce, İngilizler ise aynı yıllarda resmî olarak kabul etmiş. Hem askerî alanda, hem istihbarat alanında, hem sağlık ve hem de eğitim alanında kullanıyorlar.

Olimpiyatlara dikkatli bakın. Madalyaların yarısını Ruslar ve Amerikalılar alır. Niçin? Üstün ırk mı onlar? Üstün insan mı onlar? Onların, normal antrenör yanında, aynı zamanda mental antrenör, yani hipnozdan anlayan ve sporcuları bu şekilde zihinsel açıdan eğitebilen antrenörleri var. İnsanları hipnotik trans altında eğitiyorlar. Meselâ Ruslar, dil eğitimini hipnozla yapar. Tüm KGB ajanlarına bir yabancı dili, istedikleri aksanla 2-2,5 ayda öğrettiler yıllarca. İstihbarat alanında kullanılıyor. Ve bu doğal hipnoz. Benim gibi hipnozu bilen uzmanlarla bu işi yapıyor ve uzman yetiştiriyorlar. BİR DE BU İŞİ İNSANA BAĞIMLI OLMADAN YAPMANIN PEŞİNE DÜŞMÜŞLER. ÇÜNKÜ FAYDASINI GÖRMÜŞLER.

Oysa bizim ülkemizde Türk Hipnozu kavramına vurgu yapan, her platformda bunun üzerinde duran ve Batı hipnoz birikimini özümseyerek Türkiye’de uygulamaya sokan biri olarak, benim çekmediğim sıkıntı kalmadı. Kendi sitemde hipnoz kelimesine ceza verilmesi meselâ. Mahkemeden üç senede zor beraat ettim. Aynı zamanda, “hipnoz yapmasında bir sakınca yoktur” şeklinde bir beraatımız da olmasına rağmen, hipnoz kelimesini kendi web sitemde dahi kullanamayan biriyim.

– Hocam, hipnoz, bilim çevrelerini rahatsız eden bir olgu. Takdir edersiniz.

– Evet! Benim psikoloji alanında yüksek lisansım var. Okula kayıt yaptırdığımda, bölüm başkanı psikoloji profesörü hocam, “buraya hipnozu bulaştırma!” diyor bana. Niçin diye sorunca da, “bilimsel değil!” diyor. Hipnozu bir saniye merak etse, öykündüğü Batıda konuyla alâkalı binlerce bilimsel araştırma olduğunu da görecek. Maalesef birçok ruh sağlığı uzmanının hipnoz hakkındaki bilgisi, sokaktaki sıradan insanın bilgisi düzeyinde…

– Hocam, meselâ Aytunç Altındal da bir televizyon programında, Rusya’nın üst seviye bir KGB yetkilisinin ağzından şunları aktarıyor: “Bizim devlet adamlarımızın şuuraltları dış tehditlere karşı koruma altına alınmıştır. Bunları aktardıktan sonra ekliyor Aytunç Bey; “bizimkilerin korumaları da bellerinde silah, falan”…

– Evet, genç dostum. Ben de bunlardan bahsediyorum. Türkiye’de doğal hipnoza o kadar yasak var. Senin bahsetmiş olduğun toplumu manipüle etmeye dönük kullanılan teknolojiler ise gizli tutuluyor. Radyo dalgaları ile beynin belli bölgelerini etkileme üzerine çeşitli teoriler ve bu konuda yapılan çalışmalar da var. Hattâ bunlardan ilkel olanları tıp alanında kullanılıyor. Biorezonans isimli bir alet var, hipnoz uzmanının yaptığının benzerini yapmaya dönük tasarlanmış. Bu alet en ilkel olanı. Bu alet ile birkaç seanstan sonra sigarayı bırakan insanlar biliyorum. AYRICA BU EN İLKEL OLANI VE PİYASAYA AÇIKLANANI. MAALESEF BU TEKNOLOJİ HAKKINDA ÇOK AZ BİLGİ VAR. KIRINTILAR VAR MAALESEF.

– Hocam, tıp alanında hipnozun kullanımını ve kitabınızda geçen cin bahsini anlatır mısınız?

– Biz bir reklam şirketi ile görüşüyoruz. Metinlerini ve broşürlerini biz hazırlayacağız; bilinçaltı teori açısından etkili midir, değil midir diye. Ben ömrümü kötü hipnozu bozmaya yönelik yaşıyorum. “Hak gelir ve batıl zail olur.” İyi hipnoz gelir, kötü hipnoz zail olur.

Tıpta kullanımı ise şöyle: Batıda, özellikle Amerika’da, bunlar yasa ile güvence altına alınmıştır. Kimlerin HİPNOZ EĞİTİMİ vereceği kadar, bu sertifikanın nasıl verileceği de belirlenmiştir. Hipnoz müthiş bir davranış değiştirme yöntemidir. Psikolojik kökenli sorunların neredeyse tamamında etkin bir yöntemdir. Aynı şekilde, sancısız doğum, diş çekme, kanser ile ilgili konularda da, bazen ana yöntem, bazen destek unsuru olarak kullanılır. Amerika, Avustralya ve İngiltere gibi ülkelerde tıp alanında kullanılması yıllardır resmî olarak kabul görmüştür.

– Hocam, bizdeki dil öğretimi de komik. 20 yılda, bir dili öğrenemiyoruz.

– Bizdeki dil eğitimi, öğretmemeye yönelik sanki. Eğitim sistemindeki bu saçmalıktan dolayı, İngilizce konusunda ciddi bir aşağılık kompleksi oluşturmaya yarıyor sadece. Bizde bu aralar büyük bir kaos daha var; hipnoz ile İngilizce eğitimi ilanlarından bahsediyorum.

İnsanlarımızın, hem dil öğrenmeye, hem de hipnoza büyük bir merakı var. Bu ilgiyi sömürmek ve kazanç hâline getirmek için piyasada bir sürü insan var. Bize de böyle bir teklif geldi; “hipnozla İngilizce öğretelim ve hipnoz ayağını siz oluşturun” diye. Projeye baktık ve tamamen insanları “söğüşlemeye” dönük bir proje olduğunu gördük. Geçici öğretme illüzyonu üzerine kurulu bir proje. Evet öğretiyor ama kısa süre sonra uçup giden bir esnaf ingilizcesi sadece. İngilizceyi öğretmek değil ki bu. Bir iki haftada da bu olur ancak. KGB ajanları 2-2,5 ayda öğreniyorlar; bu doğru. Ama bu süre zarfında dışarıdan soyutlanıyorlar, 2,5 ay kesintisiz hipnotik öğrenme tekniklerine maruz kalıyorlar vs. Bizdeki gibi 5-7 günde değil. Hattâ aksanıyla beraber öğrenirsin ama bunun için gerekli şartlar var. Zaten bir iş piyasaya düşmüşse; bilirsiniz piyasa kelimesi kötüdür.

– Hocam, son olarak, merak ettiğim bir şeyi soracağım: Kitabınızda “kelimelerin akustiği” diye bir tanımlama geçiyor. Bunu biraz açar mısınız?

– Ben, HER KELİMENİN BİR CANLI OLDUĞUNU DÜŞÜNÜRÜM. Ve hipnoz, dili kullanma sanatıdır aynı zamanda ve iletişimin zirvesidir. HER KELİMENİN BİR RUHU VARDIR. Eskiler derler ki: “Kötü bir olayı birisine anlatmaktan imtina ediyorsa…” Bakın, burada “imtina” kelimesi ile “kaçınma” kelimesinin akustiği arasında fark vardır. İmtina kelimesi, temkinli olma ruhu da oluşturmaktadır. Böyle bir hissiyat uyandırmaktadır. Kaçınmada sadece bir korku, imtinada ise aynı zamanda bir tedbir, bir kontrolü elinde tutma hissiyatı oluşturmaktadır. Eskiler, kötü bir olayı birisine anlatmamaktan bahsederken, “şuyuu vukuundan beter” şeklinde bir söz kullanırlarmış. Yani söylenmesi, o vakıanın meydana gelmesinden daha kötü. Çünkü her kelimenin bir enerjisi vardır. Bu sebeple, sağ ayağını atarken “Bismillah” deyince işlerinin iyi gideceğine inanırsın. Çünkü bu kelimenin ayrı bir enerjisi vardır.

Her kelime, kendi enerjisini ve ritmini barındırır. İşte kelimenin bu ritmi, telaffuz edilince dışarıya bu enerjisini yayar. Japon bilim adamı Emoto’nun su üzerinde yapmış olduğu deneyler, sanki benim söylemiş olduklarımı kanıtlar mahiyette. Bu adam, suya çeşitli kelimeler söylüyor ve suyu şoklayarak moleküllerinin dizilişini fotoğraflıyor. Farklı farklı dillerde bunu dile getiriyor ve moleküllerin farklı farklı dizildiğini görüyor. Peki su tüm dilleri biliyor mu yoksa her kelimenin kendi enerjisi, ritmi mi var? Tabiî ki her kelimenin kendine özgü bir akustiği var.

– Hocam, şu cin olayını da anlatmadan geçmeyelim…

– Evet. Bana bir hanımefendiyi getirmişlerdi, normalde çok nezih bir insan olmasına rağmen, bazen her ne oluyorsa, yüz ifadesi ve ses tonu birden tamamen değişiyor, sanki bir başkası içinde varmış gibi öfkeli ve küfürbaz konuşuyordu. Halk arasında içine cin girmiş dedikleri hadise…

O zamanlar pek bir şey bilmiyordum bu konuda ve bu olay üzerine araştırmaya koyuldum. Araştırmalarımda, papazların da, hocaların da cin çıkardığını gördüm. Şimdi Kur’ân hak ve muhakkak tesiri vardır. İncil ise bize göre tahrif edilmiş, muharref bir kitap. Hak olan bir şeyin yaptığını batıl olan da yapıyor. Öyleyse bunun okunan metinle alâkası yok diye düşünerek bu yönde yoğunlaştım ve hadisenin cinlerin insana musallat olmasıyla ilgili olmadığını gördüm. Cinci hocaları da cinci papazları da çok gözlemledim. Sonradan hipnoterapi ile bu rahatsızlığın çözümlenebildiği sonucuna ulaştım. Hipnoz bu konuda çok etkindir. Kimsenin içine cin girdiği yok. Bu, “çoğul kimlik bozukluğu” denilen psikolojik bir rahatsızlık ve hipnoz ile düzeltilebiliyor.

– Hocam, son olarak ne söylemek istersiniz?

– Sevgili dostum. Âyine, bir edebiyat ve sinema dergisi. Edebiyat ve sinemanın buluştuğu ortak zemin ise dildir. Sinema, insanlara hitap etmenin, görsel malzeme ve metin tarafından ortaya konulmuş şekli. Hipnoz ise, dili kullanmak, edebî bir birikim, insana birşeyler iletmek, bir mesaj vermek anlamında, hem genel mânâda edebiyatta ve hem de sinemada kullanılıyor. Özellikle sinemada, bilinçli olarak hipnotik teknikler kullanılıyor. Birisi diyebilir ki; “hipnozun bir edebiyat ve sinema dergisi ile ne alâkası var?”. İşte böyle soracak bir adamın bu röportajı okuması lâzım. Çünkü edebiyat ve sinema hipnotik bir tesir gücüne sahip ve kullandıkları dil hipnotik… Bu sebeple, yaklaşımınız ve aydınlık bakışınız için teşekkür ediyorum.

– Asıl biz teşekkür ederiz

Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 4, Ağustos-Ekim 2013.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Siccîl-1423

Angkor-Wat

Mülteci Dosta Mektub