Ben–Ben’cilik

Allah, varlığı yokluktan çıkardığı zaman, her canlıya şunu sormuş:

– “Ben kimim?”

Her varlık, kendi hâl lisaniyle, “Sen şanı yüce Rabbimiz’sin!” demiş. Sıra nefse gelince, aynı suale o şu cevabı vermiş:

– “Ben kimim?”

Böylece nefs kâfir olmuş. Her insan, içinde bir kâfir taşıyor. Bazısı o kâfirin hükmüne itaat ediyor, bazısı onu gemlemesini biliyor!

  •  

“Kendinden zuhur diyalektiği”, bir bakıma yukarıdaki hikmetle ilişkilidir. İBDA, el attığı ve kuşattığı her mevzuda, muhatabına şu suali sorar:

– “Ben kimim?”

Muhatabının, her mevzuda, kendi istidadı ve mizacına göre cevablandırması gereken sual budur. “Kişi, üzerinde bulunduğu işin zamanı içindedir” mânâsı mucibince, bu suale cevab verişte kişi kendini ve kendi hüviyetini bulur.

O hâlde el attığımız ve karşımıza çıkan her mevzuda İBDA’nın hükmü ve muradı nedir? Bu mesele, bir yönüyle İBDA’ya nüfuz etme çetinliği yaşamamızı, diğer yönüyle kendi mevzuumuzu bulmamızı sağlar. Nihayet “İBDA’ya şahidlik” bahsini davet eder ki, İslâmî tefekkür dairesinde bundan başka ne bir hak, ne bir vazife vardır.

Bu iş, İBDA’ya karşı nefs–benlik iddia etme davası değildir. “Ben kimim?” sualine, aksiseda gibi, “ben kimim!” kabalığıyla karşı çıkmak, oluş yoluna girmeden o yolu tıkamak olur. Bu kabalık, İslâmî ölçüye mugayir olduğu gibi, fikir meşrebine de aykırıdır. Hegel gibi bir kafa bir mevzuda şöyle bir hüküm verirken, ortalama bir adam da çıksın, “bence şöyledir!” demiş olsun… Cinayet!

İslâm baştanbaşa şahidlik davası ve şahid olmanın hakikatini belirtir. İslâma giriş kelimesi, “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Resûlü’nün hak olduğuna şahidlik ederim” şeklindedir. Buna, “kalb ile tasdik, dil ile ikrar” denir… Fikirde de bu böyledir; dava, “kalb ile tasdik ve dil ile ikrar”dan ibarettir.

  •  

İBDA’dan önce “İslâm’da fikir yoktur” türünden garibanlıklara rastlanırdı. Birisi, tepemizdeki fikrî arayışlara kafasını çevirecek olsa, harama bakmış gibi kınanırdı.

Sonra İBDA’nın rüzgârıyla, bütün mesele dışarı bakmaktır sanarak, dışarı döndüler. Artık Fransa’lardan, Almanya’lardan, Amerika’lardan gelemiyorlar. Bu sefer İslâmı unuttular. Zaten bilmiyorlardı, bilmediklerini unuttular. Şimdi “sivil toplum”, “demokrasi”, “bireysellik” diye geviş getiriyorlar. “Dışa bakış”ın ne olması gerektiğini İBDA Diyalektiği’nden tahsil etmiş olsalardı, mini etek modası çeşidi entipüften cazibelere kapılmazlardı. Hakikaten “içe bakış”tan haberdar olsalardı, dış’ta neyi görmeleri ve neyi görmemeleri gerektiğini zaten bilirlerdi.

Bu, “nefs”tir; “kâfir nefs”tir; “hased nefs”tir… İBDA Diyalektiği’nin çığır açıcı keyfiyetini göremeyenler, nefsinden başka hiçbir şeye tâbi değildir; onların hakikat ölçüsü, bir şeyin onların nefslerinin hoşuna gidip gitmemesidir. İBDA Diyalektiği sayesinde, bu kabil “nefsanî İslâmcılık” yerin dibine battığı gibi, Batı kültür verimleri de İslâm’ın “hammadde ve pazar ihtiyacını” karşılamaya dönük bir maden derekesine indirilmiştir; “sömürgeleşme” süreci tersine çevrilmiştir.

Bu yeni çığıra “yeni emperyalizm ve sömürgecilik çığırı” denilebilirse de, bunun eski –Batılı- emperyalizm ve sömürgecilik çığırıyla arasında sadece kelime benzerliği vardır. Batı emperyalizmi, kendi dışındaki dünyanın öz kaynaklarını sömürürken, vahşî ve yok edici bir tıynete sahibtir. Hâlbuki yeni fikir emperyalizmi, Batı’nın fikir kaynaklarına el atarken, hem kendi kayıb ve “çalınmış” malımızı geri almaya, hem de onları yokluktan, temelsizlikten, hakikatsizlikten kurtarmaya dönüktür. Hikmet müslümanındı, bunu onlar çaldı; şimdi hem geri alınacak, hem de çalanlar da bir nevi onore edilecek!

İBDA Diyalektiği, işte bu çığırı açıyor ve bu imkânı sunuyor. Bu çığır, yepyeni bir medeniyet ve hürriyet çığırına tekabül ediyor. “Fikir emperyalizmi” denmesi, fikirde haşmeti ve kudretine işaret için. Bundan ötürü de herkese şöyle soruyor:

– “Senin mevzuun itibariyle, ben kimim?”

  •  

“Bediiyat” dergisinin geçen sayısındaki soruşturmada bu bahse misâl olabilecek veriler vardı. Meselâ biri şöyle diyordu:

– “Ben Tarkovski’yi beğeniyorum!

İBDA böyle dedi ya, o da beğenecek… İşin prestiji burada… Ne menem bir duygu ki, işin prestijinin burada olduğunun o da farkında ama, kendisi burada değil… Buradan prestiji çalıp, kendine mâletme derdinde… İBDA böyle demeden önce böyle bir “beğeni”si yoktu… İBDA’nın söylediğine bir katkı, bir tasdik, bir şahidlik niyeti de yok… Sadece âlâda görünmek için, Tarkovski’yi beğeniyor…

Ne gördün Tarkovski’den sen?.. Ne anladın?.. İslâmî bir öz gördün de onu mu ifade ediyorsun?.. İBDA Mimarı, Batılı bir yönetmenin sanat keyfiyetini takdir ediyor; takdir ölçülerini de, erişilmez bir tecrid derinliğinde, eserler boyu ortaya koyuyor… İBDA’nın “sanat hikemiyatı” kumaşına, “bediiyyat” gözüne muvafık bir şey görüyor elbet onda… Sen ne görüyorsun, sen ne buluyorsun, sen kim oluyorsun?..

Sen bir sinemacı mısın her şeyden önce, bir sanat tarihçisi mi, bir mütefekkir mi, bir edebiyatçı mı? Hangi sıfatla ve hangi ölçüye göre beğeniyorsun Tarkovski’yi? Eğer bir Müslüman’san, hangi İslâmî hükme bağlıyorsun?

Bütün bunların bir cevabı olmadan, sen Tarkovski’yi beğensen ne olur, beğenmesen ne olur? Orada başlayıp orada biten kuru bir benlik iddiasından, bir âlâda görünme cür’etinden başka nedir bu? İBDA, her mevzuda olduğu gibi, Tarkovski’yi gündeme getirişinde de, muhatabına “Ben kimim?” diye soruyor; sen de çıkıp “Ben kimim?” cevabını (!) verir gibi, “Ben de Tarkovski’yi beğeniyorum!” diyorsun, öyle mi?

Mânâ, mânâ ile anlaşılır. Varlık, varlık ile bilinir. Hiçbir mânâsı olmayan adamların, hiçbir varlık belirtmeyen sözleri, “Ben–bencilik” kapsamına girer!..

  •  

Şiirde de durum aşağı yukarı bu… Şiirde ben-bencilik memleket dolusu bir sefalet belirtiyor… Ortada eli ayağı düzgün bir tane bile “şiir” gösterilemiyorken, meydan yeri sürüsüne bereket “şair” kaynıyor.

Yurdun her köşesinde, belki yüzlerce edebiyat dergisi yayınlanıyor. En ücrâ kasabalarda bile, şiir günleri düzenleniyor. Hemen her Türk genci, biraz hislenir hislenmez, kendini şiire veriyor. Birine gönül verecek olsa, çekilip köşesine şiir yazıyor. Askere gidecek olsa, memleket hasretini şiire tercüme ettiriyor. Yumurtadan çıkan ördek yavruları bir sevkitabiî ile nasıl suya koşarsa, her Türk genci de böyle bir sevkitabiî ile şiire koşuyor.

Bu tablo, insana bir yönüyle gurur veriyor. Günümüzün sıradan insanına şiiri unutturacak o kadar şey varken, bir şey, Türk gencinin şuuraltı derinliklerinde yatan o büyük şiiri asla unutturmuyor. O şiiri, Türk milletinin ruhuna kim, ne zaman ilka etti? Bunun kesin bir cevabı yok elbette; yüzyıllar içinde, en azından şu geçen bin yıllık “Anadolu” maceramız sürecinde oluşmuş olduğu anlaşılıyor.

Hiç kuşku yok ki, günümüzdeki şair bolluğunun bir sebebi bu. Fakat asıl, şiirin keyfiyetçe bu kadar düşmesinin ve şairliğin bunca ucuzlamasının sebebi ne? Hiçbir asker veya sevdalanmış genç, “şair” olmak için şiir yazmaz; kendini kimseye isbatlamak, hattâ şiirini kimseye göstermek istemez. Neredeyse utanır bu yaptığından… Ama piyasadaki “şair” bolluğu; onlar ne utanmaz, ne arlanmaz kimselerdir öyle… Millî ruh derinliğimizdeki şiir tadına ne de zıd üstelik…

Tezad: Kollektif şuuraltındaki şiir yok olmuyor ama, piyasada hemen hiç sahici şiir örneğine rastlanmıyor… Tezad içinde tezad: Piyasada hemen hiç sahici şiir örneğine rastlanmıyor ama, piyasa “şair” bolluğundan geçilmiyor… Tezad içinde tezad içinde tezad: Piyasa şair bolluğundan geçilmiyor ama, her şair kendinden başka şair olmadığına inanıyor…

Netice: Ülkemizde şairin tahtında şiir keyfiyetine en uzak bir “ben-benci” oturuyor!

  •  

Hatırlarsanız, bir zamanlar bir konuşmamızda “Simyacı” adlı eserden bahsetmiştik. Demeye çalışmıştık ki, bizim okumaya yeni başlayan ve bazı meselelere aşinalık kazanmak isteyen gençlerimize faydalı olabilir. Ama bundan daha ileri gidemez. Özellikle, mânâlara mini etek modası ilgisiyle bakan seviyesiz bir anlayış ortalamasında, ona tahammülümüz olamaz…

Faraza şöyle denir orada:

– “Herkesin bir şahsî menkıbesi vardır!

Bu sözü duyanlar heyecana kapılıyor. “Evet, benim de bir şahsî menkıbem var! Evet, benim de!..” Ne var bunda yâni? Ne demek bu? Menkıbe “hayat hikâyesi” demektir ama, ıstılahen evliyânın ve seçilmiş kimselerin hayat hikâyesi demektir. Yukarıdaki söz ise onu umuma mâlediyor ve diyor ki:

– “Kudsiyet havassa mahsus değildir; kudsiyet artık avamındır!”

Kulağa hoş geliyor. Herkes kudsiyet yağmasından bol bol faydalanmak için can atıyor. “Herkesin bir kraliyeti vardır” denmiş olsa, aynı şey: Evet ama, herkesin kraliyetinin herkese dair nesi var?.. Evet ama, herkesin kraliyeti ve kudsiyeti kendine… Evet ama, herkesin menkıbesi olursa, bundan herkes istifade edemeyecek, artık hiç kimse istifade edemeyecek, her şey bir curcunaya dönecek…

Dikkat ederseniz, burada “Hakikat-i Ferdiyye” yoktur; büyüklere saygı, yükseklere itaat yoktur. Burada “birey” olmak, “birey – sürüde tek” kalmak doktrini vardır. Evet, bu bir doktrindir ve âlemi bunun yayılmasından daha fazla kokutan bir şey yoktur.

Meselâ bir tane “mehdi” yoktur; herkes mehdidir. Meselâ “Peygamber” kavramı yoktur artık; Kur’an herkese inmiştir… Meselâ binalarda asansör, merdiven gibi vasıtalar kullanmaya ihtiyaç yoktur; ikinci kat, girişe eşittir… Ama nedense insanlara bu “bireycilik” doktrinini aşılayan ABD, kendisi “birey” olmak istemez; Irak’ın ve Filistin’in Birleşmiş Milletler’de bir kudsiyeti olmasına razı gelmez…

İşte Simyacı, okuyucusuna böyle mânâsız bir telkinde bulunan düz bir mantıkla kaleme alınmıştır.

  •  

“Ben-ben’cilik” hastalığından çıkış yolunu, Rainer Rilke’nin “Sen İstikbâlsin” şiiriyle bitirelim:

Sen istikbâlsin ve BÜYÜK DOĞU

tüm geniş düzlükleri sonsuzluğun

zamanın gecesinden sonraki horoz ötüşü

seher jalesi, sabah duası ve genç kızsın

yabancı adam ve ana ve ölümsün.

Sen kaderi daima yalnızlık içinde yükselmek olan

o kendi kendine değişen suretsin

ağlanmamış, alkışlanmamış dediğimsin

vahşi bir orman gibisin sen, anlatılmaz olan.

Sen bütün nesnelerin en derin özüsün

varlığının sırrını sükûta zarflayan

ve herkese başka türlü görünürsün

karaya gemi gibi, gemiye liman…

AKADEMYA (I. Dönem, Sayı 12, Ağustos 1999)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR