– Bilgi, hem “düşünce faaliyeti”nin ürünü, hem de düşünce faaliyeti için “gerekli olan”dır. Başka bir ifadeyle; düşünme faaliyeti “bilgi” ile mümkün olduğu gibi, bilgi de ancak “düşünme faaliyeti” ile elde edilebilir.
Hangisi önce?.. [1]
– Farzedelim, şurada oturduk, sohbet ediyoruz. “Önümüzde birer bardak çayımız da olsa, ne iyi olurdu?” Sizin içinizden böyle bir duygu geçiyor. Dahası, kendinizi alamayıp bana soruyorsunuz: “Şu ân içeride çay var mıdır acabâ?” Alâkasız bir soru! Çünkü ben, şu ân içeride çay olup olmadığını bilebilmem için, burada oturmuş saatlerdir sizinle sohbet ediyor olmamalıyım. Ya içeriden henüz çıkmış olmalıyım, yahut hemen kalkıp içeri girmeli ve çay olup olmadığına bakmalıyım. Yâni bir faaliyette bulunmalıyım ki, bilgim olsun. Ancak bu takdirde, sorduğunuz soruya “var” veya “yok” şeklinde kesin bir cevab verebilirim. Hâlbuki, birincisini yapmış değilim ve ikincisini de henüz yapmadım. O hâlde şu ân içeride çay olup olmadığını bilmem sözkonusu olamaz. Size cevab veriyorum: “Bilmiyorum, içeri girip bakmak lâzım!..” Düşünce faaliyetinin de, içeri girip çay olup olmadığına bakmak gibi bir şey olduğunu kabul edelim. Öyleyse ne diyeceğiz? Faaliyet bilgiden önce! Bilgi, düşünce faaliyetinin ürünü ve düşünme faaliyetiyle elde edilebiliyor…
Ama durun bir saniye! Sorduğunuz sorunun o kadar da alâkasız olmadığını farkettim birdenbire! Yâni, genel olarak içeride çay olduğuna göre, şu ân da olabilir. İçeri girip bir bakayım… Evet ama, şu ân içeride çay olup olmadığına girip bakmam için, genel olarak içeride çay olup olmadığını bilmem gerekmiyor mu? Eğer genel olarak içeride çay olup olmadığını bilmeseydim, şu ân içeride çay olup olmadığını öğrenmek için bir faaliyette bulunur muydum hiç? Eczahânede sigara satılıp satılmadığını bilmiyorum ama, eczahâneye girip bir paket sigara istiyorum. Deli derler adama! Bıçakla kovalarlar!.. Demek oluyor ki, sorduğunuz soru üzerine ben yerimden kalkıp içeri giriyor ve çay olup olmadığına bakıyorsam, genel olarak içeride çay olup olmadığına dair bir ilk bilgiye zaten sahibimdir. Bana evvelâ bilgi faaliyetin ürünüymüş gibi gelmişti, bu sefer de faaliyetin bilgi ile mümkün olabildiğini görüyorum…
– Birşeyin daha farkındayız ki, bilgi, “bilen” için vardır ve bilgiden bahsedildiği zaman, “bilinen” sözkonusudur. “Bilen”, eğer “bilgisi” olmasaydı, faaliyette bulunamayacaktı. “Bilinene ait” bilgisi olmasaydı, faaliyetle “bilinene ait” bilgiye varma bilgisi de olmayacaktı. Öyleyse, önce “bilinene ait” bilgi; faaliyet buna bağlı…
– Evet, söylediklerimizden çıktı zaten bu!.. Bana içeride çay olup olmadığını sordunuz. Ben de, henüz fiilen içeri girip bakmadan önce, zihnen bir mütalâada, düşünce faaliyetinde bulundum. Nedir? Genel olarak içeride çay olup olmadığını bildiğimi, ama şu ân içeride çay olup olmadığını bilmediğimi gördüm. Öyleyse, benim bir bilgim var: Genel olarak içeride çay olup olmadığına dair bilgi… Bu, benim için var. Meselâ şurada olmayan biri, Ahmed için, Mehmed için yok… Ve genel olarak içeride çay olup olmadığına dair bir bilgim varsa, genel olarak içeride olup olmayan bir çay da vardır. Yâni bu bilgim, genel olarak içeride olup olmayan kahve veya ayran ile ilgili değildir; doğrudan doğruya, içeride olup olmayan çay ile ilgilidir. Ben eğer bu bilgim olmasaydı, şu ân içeride çay olup olmadığına dair bir faaliyette bulunmazdım. Genel olarak içeride olup olmayan çaya dair icmâlî bir bilgim olmasaydı, içeri girip bakarak, şu ân içeride olup olmadığına dair tafsilî bir bilgiye ulaşabileceğimi de bilemezdim. Öyle ya, içeride en azından bir çay ocağı olduğunu ve onda çay olabileceğini bilmeliyim ki, şu ân içeride çay var mı, yok mu, girip bakabileyim… Önce, bende bu icmâlî dediğim genel bilgi vardı; tafsilî bilgimi edinmeye dair faaliyet, bundan doğdu…
– Öte yandan: Faaliyetsiz, “bilinene ait” bilgiye varılabiliyorsa –ki varma faaliyeti gösterir, bu bakımdan “bilinene ait” bilgi mevcutsa demek daha doğru-, faaliyet sözkonusu olmazdı. Öyleyse, “faaliyet” önce ve “bilinene ait” bilgi bunun ürünü.
Soruyu tekrarlıyoruz; hangisi önce?..
– Fakat ilginç bir şey daha var: Ben, genel olarak içeride çay olup olmadığını biliyorum. Peki hiç merak etmiyor musunuz, nereden biliyorum? Hiç içeri girip çıkmamış, hiçbir faaliyette bulunmamış olarak, kendiliğimden mi? Böyle bir şeye inanır mısınız? İnanmazsınız! Mutlaka daha önce içeri girip çıkmış, şu ânda orada olup olmayan çaya dair bir tecrübe sahibi olmuş olmalıyım. Aksi takdirde, yâni bu bilgiyi her türlü faaliyetten önce edinmem hâlinde, benim o bilgiyi kendi kendime vermiş olmam veya düpedüz o bilgiyle doğmuş olmam gerekir. Kendi kendime vermiş olabilir miyim? Hayır ama, bu olsaydı bile, o da bir faaliyetin ürünü sayılacaktı. Çünkü bende “çay diye bir şey”e dair bir bilginin, faaliyetsizce nasıl oluştuğu ve hiç içeri girip çıkmadan içeride ne olduğunu nasıl bildiğim, izahsız kalacaktı. Öyleyse ben, içeride olup olmayan çaya dair bir bilgi ile mi dünyaya geldim? Kesinlikle hayır, çünkü dünyaya geldiğimde, ne içeriden haberim vardı, ne çaydan, ne de içeride çay olup olmadığından… “Öğrenmek hatırlamaktır” diyenler, böyle bir hâlin mümkün olduğunu kasdediyor olamazlar. Muhtemelen, doğduğumda bende çaya dair bir “imaj” olduğunu, içeriye dair bir “imaj” olduğunu, aynı şekilde öğrenmeye dair bir “istidad” olduğunu ve bu istidadla o imajları birleştirebildiğimi kasdetmişlerdir. Bu takdirde, bende mevcud “imajlar”, bir hayat tecrübesiyle, yâni bir bilgilenme faaliyetiyle “bilgi” hâline gelmiştir. Doğduğumda bende bir bilgilenme istidadının ve bilgiye dair bazı imajların olduğunu kabul etsem bile, bunların ancak birtakım faaliyetlerle açığa çıktığını, faaliyetsiz bilgi olmadığını görüyorum. Öyleyse icmâlî bilgi bile, bende başka bir icmâlin tafsilidir; başka bir faaliyetten edinilmiştir, diyebilirim. Zirâ, faaliyetsizce bilgi edinebileceğimi kabul etmek, faaliyet diye bir şeyin olmadığını kabul etmekle aynı şeydir. Kısaca; faaliyet bilgiden önce ama, faaliyetin olabilmesi için de, hiç olmazsa bir bilgilenme istidadına ve bazı bilgi imajlarına ihtiyacım var!..
Şu hâlde, düşünce faaliyeti icmâlî bilgi ile mümkün oluyor ve tafsilî bilgi, düşünce faaliyeti ile elde ediliyor. Hani “icmâl mertebesinde ân, tafsil mertebesinde zaman” derler ya… Bir ân içinde biliyorum, ama zaman içinde bir faaliyet neticesinde öğrenebiliyorum. Hâlbuki, fenomenoloji, işte bu “icmâlî bilgi” dediğimiz şeyi kabul etmez; doğrudan doğruya “faaliyet”ten başlar ve faaliyetten önceki her türlü bilgi, tecrübe ve inancı “parantez”e alır. “Faaliyet mahiyetten önce gelir ve mahiyeti tâyin eder” diyen Varoluşçuluk da aynı prensibten doğmuştur.
– “Bilinen”, “bilen” için mümkün olduğuna göre, bilenin “mahiyeti” sözkonusu… Sonra da bilinenin “mahiyeti”.
– İşler bir parça karıştı sanki! Aslında belki de karışmadı da, bilgi meselesini, “bilen” ve “bilinen” arasındaki ilgi bakımından ele almadan işin içinden çıkamayacağımızı erkenden farkettik… Nasıl ki, içeride çay olup olmadığına dair bilgi, içeride çay olup olmadığını bilebilecek olan için mümkündür. Değil mi ki ben, içeride çay olup olmadığını bilebilecek biri olarak, içeride çay olup olmadığını bilemeyecek olan birinden ayrılırım; Ahmed’e veya Mehmed’e burada yer yoktur. Aynı şekilde, içeride çay olup olmadığına dair bilgim, içeride olup olmayan çaya dair bir bilgidir; burada da, kahveye veya ayrana yer yoktur. Buna göre, içeride çay olup olmadığını bilen ben, “içeride çay olup olmadığını bilen kimse”yim; içeride çay olup olmadığını bilemeyen kimse değilim. Kezâ, içeride olup olmadığını bildiğim çay da, “içeride olup olmadığı bilinen şey”dir; içeride olup olmadığı bilinemeyen şey değildir. Sanırım, “bilen”in ve “bilinen”in mahiyeti ortaya çıktı. Herhâlde bu mahiyetlerin, doğuştan gelen istidad ve imajlarla ilgisi vardır; öyle olmasaydı, ne bilgi, ne de faaliyet sözkonusu olurdu.
– “Bilgi” faaliyetten önce varsa, bilenin “kendinde bilgi”sidir.
– Şimdi yeniden başa dönelim: Şurada oturmuş sohbet ediyoruz. “Önümüzde birer bardak çayımız da olsa, ne iyi olurdu?” Sizin içinizden böyle bir duygu geçiyor. Dahası, kendinizi tutamayıp bana soruyorsunuz da: “Şu ân içeride çay var mı?” Ben ise, burada oturmuş sohbet eden ve henüz hiçbir faaliyette bulunmamış olan biri olarak, genel olarak içeride çay olup olmadığını biliyorum ama, şu ân içeride çay olup olmadığını bilmiyorum. Mevzu karışmasın ve anlaşılır olsun diye, işin derinine inmiyoruz; felsefecilerin dedikleri gibi, “şimdi ve burada olan”dan hareket ediyoruz. Böylece, evvelce benim icmâlî dediğim, genel dediğim bilginin, şimdi yeni bir isimlendirme ile, “kendinde bilgim” olduğu anlaşılıyor. Çünkü o, faaliyetten önceydi.
– “Bilgi”, faaliyetin ürünü ise, meydana çıkarılmış, yani “keşfedilmiş” bilgidir.
– Aynı misâle göre, benim şu ân içeride çay olup olmadığına dair bilgi sahibi olabilmem için, içeriye girip bakmam gerekirdi. Evvelce buna da tafsilî bilgi adını vermiştim. Şimdi yine yeni bir isimlendirme ile, içeri girip bakarak, bir faaliyet sonucunda öğrendiğim bu bilgiye “keşfedilmiş bilgi” diyeceğiz.
– “Bilen”in mahiyetinin ne olduğu, onun “kendi için” bilgisidir.
– Bizde doğuştan gelen bazı imajlar ve bir bilgilenme istidadı olduğundan bahsetmiştik. Felsefecilerin bunlara “kategoriler” demesine ve onları nasıl tesbit etmesine girmeyelim isterseniz; meseleyi dolaylandırmış oluruz. Fakat mahiyet problemini kendimizce nasıl halletmiş olduğumuzu unutmadıysak, kendi mahiyetimi şöylece tâyinimi de anlarız: “Ben, içeride çay olup olmadığını bilen biriyim!..” Günlük konuşmada bu türlü bir ifadenin genellikle kendini beğenmişliğe veya bazan da kendini isbat kaygusuna dayanmasını hiç umursamayarak, bu mahiyet tarifinin üzerinde duralım:
Bana, içeride çay olup olmadığını sorduğunuzda, size yetkinlikle bir cevab verebiliyorsam, bunun sebebi, “içeride çay olup olmadığını bilen biri” olmamdır. Eğer ben içeride çay olup olmadığını sade bilseydim, ama içeride çay olup olmadığını bilen biri olduğumu bilmeseydim, o zaman size içeride çay olup olmadığını söyleyemezdim. Ne bileyim, “kendini bilmez” şaşkın biri olsaydım yahut bildiğimi unutmuş olsaydım, o zaman içeride çay olup olmadığını hiç bilmeyen biri ile eşit hâle gelirdim. Demek ki ben, bilgimi, bilen olma mahiyetime borçluyum. İşte bu mahiyetim de, benim “kendi için bilgim”dir.
– “Kendi için bilgi”, faaliyetten önce varsa, bilenin “kendi için kendinde” bilgisidir.
– İyi ama, ben bu mahiyet bilgisine bir faaliyetle mi, yoksa bir faaliyet olmaksızın mı ulaştım? İçeride çay olup olmadığını bilen biri olmamı, içeri girip bakarak mı, kendi içime girip anlayarak mı, nasıl farkettim? Bu bilgi, bende her zaman hazır hâlde mevcud mudur, yoksa bir hazırlığın –ki, hazırlamak bir faaliyettir- ürünü olarak mı onu elde ederim? Eğer içeride çay olup olmadığını bilen biri olmaklığımı, içeri girip bakmadan, hattâ kendi içime de bakıp anlamadan, şuurumda hazır bir hâlde biliyorsam, o takdirde ona “kendi için kendinde bilgim” derim. Yâni siz bana içeride çay olup olmadığını sorduğunuz ânda, ben içeride çay olup olmadığını bilen biri olduğumu biliyorsam –ki o zaman genellikle keşfedilmiş bilgiye hacet kalmayacaktır-, kendi için kendinde bilgi sahibi olduğumdan, size derhal cevab verebilirim.
– “Kendi için bilgi”, faaliyetin ürünü ise, meydana çıkarılmış, “kendi içinde keşfedilmiş” bilgidir.
– Diğer taraftan, işin bir “iç faaliyet”e dönük yüzü de vardır. Bana içeride çay olup olmadığını soruyorsunuz ve ben de içeride çay olup olmadığını bilen biri olup olmadığımı bilmiyorum. Bunu nasıl bilebilirim? “Kıyas”; yâni muhakeme bir yoldur. “Hatırlama” bir başka yoldur; bunun içinde “hatırlatılma” da vardır. Bunlar hep iç faaliyettir. Meselâ kıyas yoluyla ben, “az önce içeri girdiğimde çaya bakmış olduğuma göre, şu ân içeride çay olup olmadığını biliyorum” sonucuna varabilirim. Hatırlama yoluyla da, bir gafletten silkinebilir, bir unutkanlıktan sıyrılabilir, bir tedai ile uyanabilir ve aslında içeride çay olup olmadığını bilen biri olduğumu hafızamda tazeleyebilirim. Bunlara da, hakkıyla, “kendi içinde keşfedilmiş bilgi” derim.
– “Bilen”in mahiyetini –şimdilik- fonksiyonlarıyla tarif edersek; insan, “duygu”, “düşünce” ve “iradî faaliyet”in terkibidir.
– Hah, enteresan! Bilenin mahiyeti hakkında şimdiye kadar nasıl bir tarif veriyorduk: “İçeride çay olup olmadığını bilen kimse”… Hâlbuki, bunun nasıl mümkün olabildiği üzerinde hiç durmadık. Oysa insan sırf bir “bilen” değildir; otomatik bir süje… Belki daha çok, “bir bilen olabilme istidadı” veya “bilebilme imkânına sahib olan”dır. Peki, bu imkânını nasıl kullanır? Nasıl bilebilirim? Birinden, içeride çay olup olmadığını işitmiş olabilirim; “duygu faaliyeti”… (Burada “duygu” kelimesini iç duygu değil, ‘zahirî beş hasse’ mânâsına alıyoruz.) Muhakeme yoluyla, içeride çay olduğuna hükmetmiş olabilirim; düşünce faaliyeti… Veya, içeri girip bakmış, içeride çay olup olmadığını bizzat görmüş olabilirim; irade faaliyeti… Ben bunu bu şekilde misâllendirdim ama, İslâm tasavvufundaki “ayn’el-yakîn” mertebesinin duygu faaliyetine, “ilm’el-yakîn” mertebesinin düşünce faaliyetine, “hakk’al-yakîn” mertebesinin de irade faaliyetine delâlet ettiğini düşünmek, bize bu hususta her şeyden fazla yardımcı olabilir. Ki, bir bilen olmamın, bu üç fonksiyondan biri altına girmeyecek başka bir imkânı da yoktur. Şu hâlde insan, duygu, düşünce ve irade faaliyetinin bir terkibidir.
– “Bilgi”, duygu faaliyeti, düşünce faaliyeti ve iradî faaliyetle kuşatılmış ve zaptedilmiş olandır. Ötesi, “imkân” ve “ihtimal” olarak kuşatılabilir ve kuşatılamazdır.
– Burası daha da enteresan! Kabak tadı vermeyeceğini umarak, aynı misâl üzerinden gidelim. Diyelim ki, içeride çay olduğunu, birisinden işittiğim için biliyorum. Ama bu işittiğim ve bildiğimi söylediğim şeye aslında aklım bir türlü yatmıyor; zirâ, az evvel bittiği için, şu ân içeride çay olması aklen mümkün değil… Bu takdirde, duygu faaliyetinin bana verdiği ve benim bildiğimi sandığım şey, gerçekte bilmediğim, bilip bilmediğimden tam olarak emin olmadığım şeydir… Bununla beraber, içeride çay olduğunu işittiğimi, bir de aklımla yalanlamadığımı farzedelim. Hem içeride çay olduğunu birisi söyledi, hem de az evvel bittiğini görmedim ve içeride çay olduğunu bildiğimi sanıyorum. Kalkıp gidiyorum, bakıyorum, içeride çay yok… Ne oldu? Bildiğimi sandığım şeyi, bu sefer aklım değil, irade faaliyetim yalanladı.
Oysa ki, bilgim, bu üç faaliyet tarafından kuşatılmış olsaydı, o zaman onu gerçek bir bilgi olmaktan hiçbir şey çıkaramayacaktı. İçeride çay olduğunu işitseydim, işittiğimden aklımla şübheye düşmeseydim, üstelik bir bardak doldurup içseydim, içeride çay olup olmadığını kesinlikle bildiğimi söyleyebilirdim. Ancak bu üç faaliyetle kuşatıldığı ve zabtedildiğinde bilgim, gerçek bir bilgi oluyor… Gerçi, bunun her zaman böyle olacağını da söyleyemeyiz. Faraza, şu ân içeride çay olup olmadığını bilmiyorum. Ama birazdan içeri girip öğrenebilirim; veya hiç öğrenemeyebilirim… Bende, içeride çay olup olmadığını öğrenmenin imkânı vardır veya yoktur. Bilgi bilinmezden devşirilir ama, devşirilme imkân ve ihtimâli varsa… Yoksa, yok!
– “Bilen”, bilinene ait bilgiye, faaliyetle varıyorsa, “münasebet–ilişki” sözkonusudur.
– Gelelim, bilen ve bilinen arasındaki ilişki meselesine… Bilgi, ister içeride çay olup olmadığının bilgisi olsun, ister içeride çay olup olmadığını bilmeme dair bilgim olsun, mesele şuradadır ki, onu ben kendimde hazır mı buluyorum, yoksa bir faaliyetle mi ediniyorum? Eğer hazır bulmuyorsam, onu bir duygu, bir düşünce, bir irade faaliyeti neticesinde elde ediyorsam –ki, az evvel gerçek bilginin bu faaliyetlerce zabtedilmesi gereğini belirttik-, o zaman “içeride çay olup olmadığını bilen” ile, “içeride olup olmadığı bilinen” arasında, ister istemez bir ilişki sözkonusudur.
– İlişkiden bahsedildiğinde, faaliyetin “şekli” ve “muhtevası” sözkonusu olur.
– Şekil ve muhtevâ meselesi, güç bir mesele gibi göründü bana… Evvelâ şekil ve muhtevânın ne olduğunu doğru anlamak ihtiyacındayız. Ne diyorduk? Benimle, içeride olup olmayan çay arasında bir bilgilenme faaliyeti… Nasıl bilgilenmiş olabilirim? Ya muhakeme yoluyla içeride çay olup olmadığına hükmetmişimdir, ya birisinden işitmişimdir, veya kendi gözlerimle görmüşümdür… Öyle zannediyorum ki, bu cevablar, bilgilenme faaliyetimin şeklini gösterir. Sanırım bunlara da daha evvel “düşünce faaliyeti”, “duygu faaliyeti”ve “irade faaliyeti” demiş olmamız, işin muhtevâ kısmını da açıklayacaktır… Tutalım ki, içeride çay olup olmadığını muhakeme “şeklinde” faaliyetimle bildim; o zaman faaliyetimin düşünce “muhtevâsında” olduğunu söyleyebilirim herhâlde!
– “Bilinen” ve “bilen” arasındaki ilişki, “bilen”in temel faaliyetleri olarak, duygu faaliyeti, düşünce faaliyeti ve iradi faaliyetini gösterir. Bütün faaliyetler bu ayırım ve bunlara bağlı şubeler içinde yer alır.
– Yukarıda İslâm tasavvufundan aldığımız kavramları bu fasılda tekrar gözden geçirebiliriz. Bu takdirde misâlimiz hafif bir değişime uğrayacak ama, özü zedelenmeyecek… Şöyle ki, içeride çay olup olmadığını muhakeme yoluyla veya birisinden işiterek bilmeme “ilm-el yakîn”, bizzat görme yoluyla bilmeme “ayn-el-yakîn”, gidip o çaydan alıp içme yoluyla bilmeme –ki, en emin bilgi budur- ise, “hakk’al yakîn” diyoruz. Dikkat edilirse, burada bir mertebe daha atladık ve çay içmeyi de bir bilgi nevii olarak ele aldık. Ama ne olursa olsun, netice olarak farkındayız ki, bilgilenme faaliyetimizin tesbit ettiğimiz muhtevâ özellikleri değişmiyor: Ya beş hasse (duygu) plânında, ya akıl ve muhakeme (düşünce) plânında veyahut istemek ve yapmak (irade) plânında bilgilenebiliyoruz. Faaliyet şeklimiz, çeşitli misâllerde değişse ve artıp eksilse bile, faaliyetlerimizin bu üç temel muhtevâsı değişmiyor ve aynı kalıyor.
– Faaliyetler, “irade–istek”in sonucudur; “istek–arzu”, faaliyetlerin sebebi.
– Ama dahası var: Bu saydığımız duygu, düşünce ve irade faaliyeti veya onlara dair sayılabilecek şekiller, neticede gelir, bir tek muhtevâ faaliyete dayanır: O da, irade faaliyeti… Öyle ya, eğer ben bilmeye dair bir faaliyette bulunuyorsam, bu benim bilme isteğimin sonucudur; yahut benim bilme isteğim, bilme faaliyetinde bulunmamın sebebidir. Eğer bende içeride çay olup olmadığını bilme isteği olmasaydı, ben içeride çay olup olmadığını düşünmeyecek, gidip bakmayacak, yahut alıp içmeyecektim. Hattâ birisinden “gayrıihtiyarî–istemeden” işitsem veya durup dururken ansızın hatırlasam bile, omuz silkecek, onu bir bilgi olarak karşıma almayacak, yâni bilmeye dair bir faaliyette bulunmayacaktım. İnsan istemeye istemeye öğrense bile, öğrendiğini bir bilgi olarak karşısına aldığı her seferinde, bunun bir bilme isteğinden ileri geldiğini anlar. İşitmek veya ansızın hatırlamak ihtiyara bağlı birer faaliyet olmasa bile, işittiğini veya hatırladığını bilmek, muhakkak ihtiyarîdir, isteğe bağlıdır. Bunu daha güzel fenomenoloji ile anlayabiliriz: İhtiyarî olmayan faaliyetler, fenomenolojinin de kapsamı dışında, “tesadüf” ve “tabiîlik” kategorisindedir; şuura aid değildirler… Şuura dönük bir bakış, tenkidî bakış (refleksiyon) olmadan, bunlar faaliyet sayılamazlar. “Faaliyet” deyince, mutlaka bir yönelme, hedefleme, şuura alma ve kısacası “irade” sözkonusudur.
– “Bilinen”, iradenin faaliyet sebebi…
– Söylediklerimizden çıkıyor aslında bu… Şu ân içeride çay olup olmadığını bilmek istiyorum. “Şu ân içeride olup olmayan çay” olmasaydı, şu ân içeride çay olup olmadığını bilmek ister miydim hiç? Öyle ya, içeride olup olmayan bir çay, yâni “bilinen” sözkonusu olmasaydı, ben şu ân içeride çay olup olmadığını düşünmeyecek, birine sormayacak, yahut gidip bakmayacaktım. Hani İslâm tasavvufunda “bilinen ve bulunan aranır” derler ya; o hesab… Ben, şu ân içeride çay olup olmadığını bilmek istiyorsam, bu yönde bir irade gösteriyorsam, hiç olmazsa içeride çay olup olamayacağını “biliyorum” demektir. Bilinene dair böyle bir bilgim olmasaydı, faaliyetle bilinene dair bir bilgiye ulaşabilme bilgim de olmayacaktı. Demek ki, iradenin faaliyetinin sebebi, “bilinen”; yâni nesne…
– “Bilinen”, iradenin yönelişinin –faaliyetinin- gayesi…
– İrade faaliyeti, bir “sebeblilik” (determinizm) prensibi bakımından ele alınır, bir de “gayelilik” (finalizm) prensibi bakımından… Felsefecilerin materyalist takımı birincisini esas alır, idealist takımı ikincisini… Bazıları “neden?” (de quoi) sorusunun birinci prensibe, “niçin?” (pourquoi) sorusunun ikinci prensibe müteallik olduğunu söylerler… Hikemiyat’ta ise her ikisinin de haklı ve geçerli olduğu yerler vardır. Ebeveyn nasıl çocuk için bir “sebeb” telâkki ediliyorsa, çocuk da ebeveyn için bir “gaye” addedilebilir. İçeride çay olması, çay içmek istememin sebebi olabileceği gibi (determinizm), çay içmek isteğim olmasaydı, içeride olup olmayan çayın da –en azından benim için- sözkonusu olmayacağı (finalizm) düşünülebilir. Yukarıdaki pasajda birinci tür münasebeti ele aldık; bu sefer ise bilen ile bilinen arasında bir ikinci tür münasebet açığa çıktı.
Şunu bilmek gerekir ki, “gaye” fikri her ne kadar günlük hayatın ayrılmaz bir parçası kabul edilirse de, akıl genellikle determinist izahlardan hoşlanır ve finalizm ona “paradoks” görünür. Bu yüzden, finalistler, genellikle ruhu mühimseyenler ve dünya görüşlerine “idealizm” adını verenlerdir. Finalizm, “sebeb” fikrini aştığı için, her türlü “inanç” için de bir temel teşkil eder. Meselâ şu doktorun “okuduğu için doktor olduğu” düşünülürse, onda inanç mefhumuna hiç yer verilmeyebilir; ama “doktor olmak için okuduğu” düşünülürse, olacak olana şuurunda yer verdiği için, o bir “inançlı” sayılır. Olacak olana şuurda yer vermek ise, “bilinen”in, iradenin yönelişinin gayesi olmasını pek güzel açıklar.
– “Bilinen”, keşfedilmiş bilgi olarak bilende, “kendi için bilgi” ve “kendi dışında bilgi” olarak ikiye ayrılır; “bilen”in, “kendinde bilgi”sini de gözönüne alırsak, ikisi “iç”e dönük olmak üzere bilgiler bu üç ayırım içinde yer alır. Bütün bilgiler bu üç temel ayırımın mevzuu ve şubeleri içinde…
– Benim keşfedilmiş bilgim neydi? Bir faaliyetle edindiğim, şu ân içeride çay olup olmadığına dair bilgi… Genel olarak içeride çay olup olmadığının bilgisi ise bende bir faaliyet sonucu olmayıp, “kendinde bilgi”mdi… Şimdiye kadar keşfedilmiş bilgim üzerinde çok konuştuk ama, henüz onun şeklini de, muhtevâsını da tâyin etmedik. Yâni ben, şu ân içeride çay olup olmadığına dair bilgime kendi içimde bir faaliyetle, yâni düşünce yoluyla ulaştıysam, o takdirde ona “kendi için bilgi” adını vermeliyim. Yok eğer, şu ân içeride çay olup olmadığını, içe doğru değil de dışa doğru bir faaliyetle keşfettiysem, meselâ birine sorduysam yahut bizzat gidip baktıysam, o takdirde de ona “kendi dışında bilgi” adını vermeliyim. Böylece, “kendinde bilgi”mle beraber, üç çeşit bilgi farketmiş oluyorum; bunlardan ilk ikisi içe dönük –ama biri faaliyetle, diğeri faaliyetsiz elde edilmiş-, diğeri dışa dönük… Bütün bilgiler de bu üç temel ayrımın mevzuu ve şubeleri içinde; nasıl ki, “kendinde bilgi”mi, daha evvel mahiyet bilgim olarak vasıflandırmıştım…
Mahiyet deyince, aklıma fenomenoloji geliyor yine: Eğer burada, benim yerimde bir fenomenolog olsaydı, benim “kendi için bilgi”me immanent bilgi, “kendi dışında bilgi”me ise transandent bilgi adını verirdi. Ve derdi ki: Kendi için bilgi, şuurun bilgisidir, mahiyete yöneliktir, tecrübe dışıdır, irreeldir, mutlaktır; ve fenomenoloji onu hedefler… Kendi dışında bilgi ise, nesne bilgisidir, hâdiselere ilişkindir, tecrübeyle edinilir, reeldir, izafîdir; ve fenomenoloji onun üzerinden adımlar… Buna göre fenomenoloji, “kendi için bilgi”den “kendinde bilgi”ye ulaşmayı hedefleyen ve “kendi dışında bilgi”yi dışarıda bırakan bir şuur disiplini olmuş olur…
– Bilginin bu üç temel ayırımında, “kendinde bilgi”nin faaliyet gerektirmediğini gözönüne alırsak; faaliyetler “dış”a ve “iç”e doğru iki “yön” arzeder. Bütün faaliyetler bu temel iki yönün mevzuu ve şubeleri içinde…
– Yukarıdaki mütalâamızı bir de şöyle değerlendirelim: İçeride çay olup olmadığını biliyorum (kendinde bilgi), içeride çay olup olmadığını bildiğimi biliyorum (kendi için bilgi) ve içeride çay olup olmadığını bildiğimi başkasından öğreniyorum (kendi dışında bilgi)… Birinci çeşit bilgimi ben, hiçbir faaliyetsiz, kendimde hazır olarak biliyorum. İkinci çeşit bilgimi de ya yine faaliyetsiz (kendi için kendinde bilgi) veya kendi içe dönük bakışımla (kendi içinde keşfedilmiş bilgi) hâlinde biliyorum ki, bunlardan birincisi, bir faaliyete bağlı olmadığı için “kendinde bilgi” çeşidine dahildir; ikincisi, içe dönük faaliyetle edinilir. Üçüncü çeşit bilgiye gelince, onu ya bileni bilerek (sorup öğrenerek) veya nereden öğreneceğimi bilerek (bizzat gidip bakarak), yâni her iki hâlde de dışa dönük bir faaliyetle elde ettiğim için, ikinci çeşit bir faaliyet ortaya çıkmış oluyor. Hâsılı, bildiğimi ya içe dönük bir faaliyetle biliyorum, ya dışa dönük bir faaliyetle biliyorum. Daha evvel duygu, düşünce ve irade faaliyeti olarak fonksiyonlarına ayırarak incelediğim olanca faaliyetlerimin de, bu iki temel yönün mevzuu ve şubeleri içinde olduğunu görüyorum…
– “Faaliyet”, iradenin davranışını, yani “iradî davranış”ı gösterir…
– Daha evvel bir parça bunun üzerinde durmuştuk. İstemeden faaliyet olmaz; faaliyet mutlaka bir faaliyet isteğinin sonucudur… Faaliyet sadece istek değil, aynı zamanda davranış da olduğundan; irade, Hikemiyat’ta “davranışlarımızı tayin eden genel prensip” diye tarif edilir. Yâni irade, öyle bir şeydir ki, tam da düşüncelerimizin aksiyona döküldüğü ve arzularımızın davranış olduğu yerde bulunur. Davranışlarımızı tâyin eden genel prensibe, yâni aksiyon üzerinden tüten aksiyon fikrine “irade” denir. Her ne kadar lûgatte, istemek, arzu etmek kavramlarıyla müşterek bir hizâ teşkil ederse de, pasif bir istek, davranışa yönelik olmayan bir arzu “irade” sayılmaz. Bir faaliyet mutlaka iradenin davranışını gösterdiğine göre, irade de mutlaka davranışa dönük ve faaliyet doğurucudur. Şurada miskin miskin yatarak, ne içeride çay olup olmadığını öğrenebilirim, ne de çay arzumu giderebilirim; istediğim kadar bilmek ve içmek isteyeyim… İradenin “irade” olması için mutlaka “eylem hâlinde” ortaya çıkması gerekir ki, ancak o zaman muradıma nâil olabilirim… Pasif bir irade, çoğu zaman iradenin kırılmasıyla sonuçlanır.
Tembelliğini ve korkularını yenemeyen, ama sözde İslâmî düzen “isteyen” sözde İslâmcıları hatırlayalım; bir müddet sonra İslâmî düzen “isteğinden” de vazgeçmiş ve küfür düzeni içinde hayvanlar gibi yaşayıp gidici bir derekeye düşmüş olmaları tesadüf müdür acaba? Hayır; çünkü, irade–istek’in olup olmadığını gösteren tek şey, faaliyettir, eylemdir.
– “Bilinen”e doğru faaliyetle, yani “keşif”le kazanılan bilgi, “aktif bilgi”dir. Kendinde bilgi ise, “pasif bilgi”…
– Sanırım, bu anlattıklarımızdan sonra, küçük bir perspektif değişikliği ile bu bahsi kolaylayabiliriz. Kendinde bilgi, yâni hafıza depomun karanlıklarında âtıl vaziyette bekleyen bilgim “pasif bilgi”dir; kendi için bilgim ve kendi dışında bilgim ise, ister düşünce faaliyetiyle, ister duygu faaliyetiyle ulaşılmış olsun, “aktif bilgi” dir. Demek ki, bir bilgiyi pasif veya aktif kılan, onu kendi irreel gerçekliğimden mi, yoksa reel gerçeklikten mi edindiğim değil, onu şuurumda hazır vaziyete getirmiş olup olmamamdır. Genel olarak içeride çay olup olmadığının bilgisi şuurumda pasif hâldedir ve şu ân içeride çay olup olmadığını bilmeme faydası yoktur; ama şu ân içeride çay olup olmadığını ister hatırlayarak bileyim, ister başkasına sorarak, isterse bizzat gidip bakarak, bu bilgi aktiftir; çünkü onu içeride olup olmayan çaya doğru bir faaliyetle kazandım… Kısacası, aktif bilgi, faaliyetle kazanılan bilgidir; pasif bilgi ise, faaliyetsizce olan…
– Faaliyetle “dışlaştırılmış” ve “dışlaştırılmamış” bilgi, -ki dışlaştırılması mümkün olmayanı da kapsar-, “aktif bilgi” ve “pasif bilgi”dir.
– Aynı şeyi bir de ters açıdan düşünelim: Yukarıda faaliyetle bilgiyi açıklamıştık, bu sefer de bilgiyle faaliyeti açıklayacağız… Evvelâ “dışlaştırma” kavramına açıklık getirmeliyiz. Şu ân içeride çay olup olmadığını biliyorum ve bu bilgiyle bir faaliyette bulunuyorum. Ne gibi? Efendim, “şu ân içeride çay var mıdır acaba?” sorunuza cevab veriyorum, birisinden çay istiyorum, bizzat içeri girip bir bardak çay alıyorum. Yâni, bu bilgim, bende bir faaliyete yol açıyor; ve faaliyetle bu bilgimi “dışlaştırmış” oluyorum… Ama dikkat edersek, kendinde bilgimin bende böyle bir faaliyete yol açması mümkün değildir; çünkü ben onun şuurunda değilim ki, onunla bir faaliyette bulunabileyim, onu “dışlaştırabileyim”… Ama gerek kendi için bilgim, gerekse kendi dışında bilgim, sözkonusu faaliyetlere yol açabilir, “dışlaştırılabilir”; bu yüzden onlar aktif bilgidir… Öyleyse, bende bir aktif bilgiden söz ettiğimiz her yerde, bunun bir “dışlaştırılmış bilgi” olduğunu söyleyebiliriz; ama pasif bilgiden söz ettiğimiz her yerde de bunun bir “dışlaştırılmamış bilgi” olduğuna inanabiliriz.
Öte yandan, dışlaştırılmamış bilgi, dışlaştırılması mümkün olmayan bilgi de olabilir. Meselâ ben genel olarak içeride çay olup olmadığını biliyorumdur da, bunu saklanması gereken bir sır olarak gördüğümden veya hatırlamamı gerektirecek bir vesileyle karşılaşmadığımdan, daha iyisi bu bilgiyle bir faaliyette bulunmam mümkün olmadığından, o bende daima pasif kalmaya mahkûm olduğundan, dışlaştırılmasına imkân yoktur. Demek ki, “dışlaştırılması mümkün olmayan bilgi”, hiçbir zaman bir faaliyet gerektirmeyen veya gerektirdiği faaliyet hiçbir zaman gerçekleştirilemeyecek olan bilgidir. Bunu siz isterseniz, aksiyon ruhuna yabancı allâmelerin bilgisine de benzetebilirsiniz; çünkü onların bilgisi, bir fikre, bir şuura, bir eyleme dönüşmemiş, onun “irade”den yana nasibi olmamıştır. Onun için, onlara “kitab yüklü merkeb” denir.
– “Kendinde bilgi”ye doğru faaliyet mümkün oluyor ise, “kendinde bilgi”, “kendi için bilgi” faaliyetinin hem sebebi, hem de gayesidir.
– Kendinde bilgiye dair faaliyet mümkün oluyorsa… Bakalım: Benim hiçbir faaliyete bağlı olmayarak kendimde bulduğum, genel olarak içeride çay olup olmadığına dair o “pasif” bilgime doğru herhangi bir faaliyet sözkonusu olabiliyor mu, olamıyor mu? Bazı durumlarda bunu söyleyemesem bile, misâlimiz üzerinde rahatlıkla söyleyebildiğimi görüyorum; hiç yoktan, onu düşünebiliyorum… Düşünebiliyorsam, onun üzerine bir faaliyette bulunuyorum. Faaliyette bulunabildiğim, onu kendi içinde keşfedebildiğim için de, ona “kendi için bilgi” adını veriyorum… Şöyle alalım: Bana içeride çay olup olmadığını soruyorsunuz; size cevab verebilmem için, bende olması gereken bilgi çeşidi, “kendi için bilgi”dir; içeride çay olup olmadığını bildiğimi bilmeliyim ki, size cevab verebileyim… O zaman ne yapıyorum: İçeride çay olup olmadığına dair pasif bilgime yönelerek, içeride çay olup olmadığını bildiğime dair aktif bir bilgi sahibi olmaya çalışıyorum. Yâni, kendi için bilgi faaliyetim, kendinde bilgimi hedefliyor, gayesi o olmuş oluyor. Ama diğer taraftan, bende o pasif bilgi olmasaydı, bir faaliyetle onu keşfetmem, aktif hâle getirmem de sözkonusu olmayacaktı; bu takdirde de, kendi için bilgi faaliyetimin sebebi, kendinde bilgim oluyor…
– Buna göre; “kendi için bilgi”, “kendinde bilgi”nin hem neticesi ve hem de gayesidir.
– Ne diyorduk: İçeride çay olup olmadığını bilmem, benim kendinde bilgimdir; içeride çay olup olmadığını “bildiğimi” bilmemse, kendi için bilgim… Şimdi bakalım: İçeride çay olup olmadığını bilmeseydim, içeride çay olup olmadığını bildiğimi bilebilir miydim? Hayır! Demek ki, kendi için bilgim, kendinde bilgimin neticesidir. Bununla beraber, içeride çay olup olmadığını biliyorsam, içeride çay olup olmadığını bildiğimi bilmek içindir. O zaman da, kendi için bilgim, kendinde bilgimin gayesidir…
– Aynı şekilde; “kendinde bilgi”, “kendi için bilgi”nin, hem neticesi ve hem de gayesidir.
– Aynı zamanda bunun tersi de doğrudur: İçeride çay olup olmadığını biliyorsam, içeride çay olup olmadığını bildiğimi bildiğim içindir; ve eğer içeride çay olup olmadığını biliyorsam, içeride çay olup olmadığını bildiğimi bilmek içindir. Birincide, kendinde bilgi, kendi için bilginin neticesi, ikincide gayesi oldu. Öyle olmasaydı, “neyi niçin bildiğini bilmemenin faydasız bilgi oluşu” duvarına toslardık ki, bize bu yakışmaz…
– “Kendi için bilgi”, “kendinde bilgi”nin hem sebebi ve hem de neticesidir.
– Ama burada bırakmıyor ve devam ediyoruz. İçeride çay olup olmadığını biliyor muyum? Biliyorum. Neden biliyorum? İçeride çay olup olmadığını bildiğimi bildiğimden ötürü. Peki içeride çay olup olmadığını biliyorum de ne oluyor? İçeride çay olup olmadığını bildiğimi bilmiş oluyorum. Sebebi de o, neticesi de…
– “Kendinde bilgi” ise, “kendi için bilgi”nin, hem sebebi ve hem de neticesidir.
– Bunun da tersi aynı şekilde doğrudur: İçeride çay olup olmadığını bildiğimi biliyorsam, içeride çay olup olmadığını bildiğimden ötürüdür; ve içeride çay olup olmadığını bildiğimi bilince, içeride çay olup olmadığını bilmiş olurum.
– “Kendi için bilgi”, “kendinde bilgi”nin hem gayesi ve hem de sebebidir.
– İçeride çay olup olmadığını bilmem, içeride çay olup olmadığını bildiğimi bilmek içindir; ve içeride çay olup olmadığını bilmemin sebebi, içeride çay olup olmadığını bildiğimi bilmemdir…
– “Kendinde bilgi”, “kendi için bilgi”nin hem gayesi ve hem de sebebidir.
– Aynı şekilde, içeride çay olup olmadığını bildiğimi bilmem, içeride çay olup olmadığını bilmek içindir ve içeride çay olup olmadığını bildiğimi biliyorsam, bunun sebebi, içeride çay olup olmadığını bilmemdir.
– Sebep, gaye ve netice olarak, “kendi için” ve “kendinde bilgi”; ruhun bilgisi… Ruhun ruhla sezilişi hâlinde ruh.
– Burada bir lâhza duralım ve bir müddetten beri ne yapmakta olduğumuzu gözden geçirelim. Şunu yapmaktayız: Kendinde bilgim ve kendi için bilgimi, karşılıklı olarak, netice ve gaye, sebeb ve netice, gaye ve sebeb bakımından ele alıyoruz ve nihayet bu pasif ve aktif bilgimin birbirinin neticesi ve gayesi, sebebi ve neticesi, gayesi ve sebebi olduğunu görüyoruz. Bu, günlük akla lüzumsuz gibi görünen sebeb, netice ve gaye kombinezonundan doğma kategorilerin, tefekkürde ne büyük ayrılıklar ve kavgalar meydana getirdiğini bir bilseniz… Efendim, sebeb ve netice münasebetinden “illiyet” prensibi doğar da, netice ve gaye münasebetinden “fayda” esası husûle gelir; yok şu bakımdan “ahlâk” telâkkisi şöyle olur da, bu bakımdan böyle olur… Neyse, varsın ne olursa olsun, şimdi bizim bunlar üzerinde duracak vaktimiz yok. Biz esasen bütün bunlardan şunu anlamış oluyoruz ki, biri bende aktif, diğeri bende pasif bulunan bu iki bilgi çeşidinin, sebeb ve netice, gaye ve sebeb, gaye ve netice bakımından incelenişi, her ikisi de ruhumun bilgisi olduğunu gösteriyor. Belki aktif olanına (kendi için bilgi), şuurda bulunan; pasif olanına (kendinde bilgi) ise şuuraltında bulunan diyebiliriz.
Ama daha iyisi, bunlara böyle kendi kafamızdan kavramlar üreterek yaklaşmak yerine, Hikemiyat’ın bu husustaki prensibini bilmek ve mütalâamızı ona göre yürütmek olabilir… İBDA Mimarı, ruhumuzun biri “şuur”, diğeri “hürriyet” olan iki kanadı olduğunu söyler; bizim gelişigüzel şuuraltı dememize o, “hürriyet” der. Ama “hürriyet” deyince yanlış anlamayalım. Öyle ki, bir vakitler bizler gibi hapiste kalan maddeciler, “hürriyet” mefhumundan şunu anlarlardı: “Bir avuç gökyüzü”… Hâlbuki biz aynı mefhumu düşününce aynı neticeye varmıyoruz; biz hürriyet deyince uçsuz bucaksız bir gökyüzü görüyoruz ki, ona nisbetle şuur “bir avuç yeryüzü”… Maddeciliğin tam tersi, ruhçu görüş bu: Ruhun hürriyet kanadı, tabiatta uçsuz bucaksız gökyüzüne ve şuur kanadı, tabiatta bir avuç yeryüzüne teşbih edilebilir… Fakat bu yeryüzü ve gökyüzü de hakikaten biribiriyle bağdaşmaz tezadlar değil, akılda mevcud tezadlardır, aklın kendi tezadlarıdır bizce; aralarında “antagonist çelişki” yok, “spesifik çelişki” vardır. Nitekim, İBDA Mimarı, “ruhun ruhla sezilişi ve kendi kendinin ispatı halinde hürriyet” der, lütfen buraya dikkat, “şuurun kendi özünü isteyişidir”… Yâni, “kendinde bilgi”nin “kendi için bilgi” ile sezilişi ve kendi kendinin isbatı hâlinde “kendinde bilgi”; “kendi için bilgi”nin kendi özünü isteyişidir… Veya “uçsuz bucaksız gökyüzü”nün “bir avuç yeryüzü” ile sezilişi ve kendi kendinin isbatı hâlinde “uçsuz bucaksız gökyüzü”, “bir avuç yeryüzü”nün kendi özünü isteyişidir… Şu hâlde, içeride çay olup olmadığını bilsem de, içeride çay olup olmadığını bildiğimi bilsem de, sebeb, gaye ve netice olarak kendi ruhumu bilmiş olmuyor muyum?
– “Ruh”, hem “bilen” ve hem de “bilinen”…
– Yanılmıyorsam, öyle oluyorum. İçeride çay olup olmadığını bilirken, “bilen”im; içeride çay olup olmadığını bildiğimi bilirken, “bilineni bilen”im. Peki “bilinen” ne? O da içeride çay olup olmadığını bilmem değil mi? Buna göre, bilen de, bilinen de “ben”im. Yâni ruhum. Yâni, hem hürriyet hem şuurum; hem kaçan tavşan, hem kovalayan tazıyım “ben”…
– Ruhun ruhla sezilişi hâlinde “bilen”in “bilinen”den devşirdiği bilginin ötesi, “imkân” ve “ihtimâl”dir; meçhuldür.
– Galiba bir parça ileri gittik… Örnekler, bizi hakikatin kendisi sandığımız örnekler mezarlığına götürdü… İçeride çay olup olmadığını bildiğime dair bilgimin, içeride çay olup olmadığına dair bilgimden devşirdiğinden ötesinin, aslında benim için meçhul olduğunu unuttuk… Gerçekten içeride çay olup olmadığını bilmem, benim için mümkün mü? İçeride çay olup olmadığı, bilinebilecek olan bir şey mi? Diyelim ki, bu ikisine de “evet” cevabı veriyoruz; bunu bilebilme imkânına sahibim ve bunun bilinebilme ihtimâli var… Peki ama, örnek bir parça değişince, sözkonusu olan, “içeride olup olmayan çay” değil de, meselâ “Mars’ta olup olmayan hayat” olunca, niçin onu bilebilme imkânına sahib değilim ve onun bilinebilme ihtimâli olduğunu söyleyemiyorum? Çünkü o benim şuurumun “nesneleştirme gücü” sınırına girmiyor da ondan… Mars’ta hayat olup olmadığı bilgisini bir “nesne–bilinen” olarak karşıma alamıyorum, yâni onu “kendinde bilgi”m hâlinde kendimde bulamıyorum; o yüzden onu “kendi için bilgi”m hâline de getiremiyor, basitçe “bilemiyorum”. Ama hiç mi bilemeyeceğim? Mars’ta hayat olup olmadığı hiç mi bilinemeyecek? O kadarını bilmiyorum… Bugün, dün bilmediğim neler biliyorum ve bugün dün bilinmeyen neler bilinebiliyor… O hâlde bu şimdilik bir “meçhul-bilinmez”dir ve bilinebilme “ihtimâli” vardır; ki varsa, benim de bilebileme imkânım olur.
– “Kendinde bilgi” ve “kendi için bilgi” olarak ruh, kendisinin hem sebebi, hem faaliyeti ve hem de gayesidir. “Bilen”in, “bilinen”den devşirdiği bilginin ötesi, “imkân” ve “ihtimal” olarak, alınacak -bilinecek- yoldur.
– Şu hâlde, “içeride çay olup olmadığını bilen olarak ruhum” (ruhumun hürriyet buudu) ve “içeride çay olup olmadığını bildiğini bilen olarak ruhum” (ruhumun şuur buudu), kendinde bilgisinden devşirdiği kendi için bilgisiyle, kendisinin sebebidir; çünkü bir “hürriyet”im olmasaydı, bir “şuurum” da olmayacaktı… Aynı şekilde, kendisinin faaliyetidir; çünkü kendi kendinin isbatı hâlinde hürriyetim, şuurumun kendi özünü dileyen faaliyetidir… Yine, kendisinin gayesidir de; hürriyetim, şuurumun kendi özünü dileyişinin, yâni gayesinin tâ kendisidir… Öyleyse, “içeride çay olup olmadığını bildiğini bilen olarak ruhum”un, kendinin sebebi, faaliyeti ve gayesi hâlinde, “içeride çay olup olmadığını bilen olarak ruhum”dan devşirdiği, benim ben üzerindeki “nesneleştirme gücüm”ün alacağı yoldan ibarettir; bundan ötesi de imkân ve ihtimal yönüyle “alınacak yol”, “nesneleştirilecek şey” olarak kalır.
– Ruh bilgisi, hem “bilen”, hem de “bilinen” ve “bilinecek” olarak, hem “bilgi” ve hem de “bilgisizlik”tir; bilgisizlik bilgisi ve bilgide bilgisizlik…
– Bir “bilen” olarak ruhum, genel olarak içeride çay olup olmadığını bildiğini biliyor. Bir “bilinen” olarak ruhumsa, genel olarak içeride çay olup olmadığını biliyor. Ama bir “bilinmez–bilinecek” olarak ruhum, şu ân içeride çay olup olmadığını bilmiyor; yahut, daha doğru ifade etmem gerekirse, “bilmediğini biliyor.” Mars’ta hayat var mı? Bilmiyorum! Bilmediğini nereden biliyorsun? Bilmediğimi bildiğimden… Demek ki, bir şey “biliyorsun”; bilmediğini biliyorsun… Binaenaleyh, genel olarak içeride çay olup olmadığını bildiğimi biliyorsam (kendi için bilgi) ve şu ân içeride çay olup olmadığını da bilmediğimi biliyorsam (kendi dışında bilgi), şuurumda iki türlü bilgi vardır: Bilginin bilgisi ve bilgisizliğin bilgisi… Ama içeride çay olup olmadığını bilen (kendinde bilgi) olarak da, bildiğini bilmediği için, “bilgide bilgisizlik” içindedir… Öyleyse sadece kendi için bilgi olarak ruhum, bir “bilginin bilgisi”ne sahibtir ve ancak bu takdirde ona “şuur” adını verebilirim… Oysa kendi dışında bilgi olarak bir “bilgisizlik bilgisi”ne sahibtir ve kendinde bilgi olarak da bir “bilgide bilgisizlik” içindedir; burası ise onun “hürriyet” adını alacağı yerdir… Buna göre ruhum, bir “bilginin bilgisi”ne sahib olduğu, yâni “şuur” hâlinde bulunduğu her yerde, aslında şu iki şeye sahibtir: Bir “bilgide bilgisizlik” ve bir “bilgisizlik bilgisi”… Bunlardan başka bir şeye sahib değildir. O zaman ruhun bilgisi de, hem bir “bilgisizlik bilgisi”, hem de bir “bilgide bilgisizlik” olarak, hem bir “bilgi”den, hem de bir “bilgisizlik”ten ibarettir… İyi ama, bu sonuç, aslında pek de bir şey bilmediğimi ortaya çıkarmıyor mu? Madem ki bilgim, bir “bilgisizliğin bilgisi” ve bilgisizliğim de bir “bilginin bilgisizliği”, o hâlde durumum, “bildiğim bir şey varsa, pek de bir şey bilmediğimdir” itirafını gerektirmiyor mu?..
– “Ruhun bilgisi”, ruhun sezişinden ibarettir.
– İBDA Mimarı der ki, “Bilgi için üç şey gereklidir: Bilen, bilinen ve ışık unsuru”… Buradaki ışık unsurunu “düşünce faaliyeti” olarak alabiliriz sanıyorum. Böylece, bilgi için, bilen (süje) ve bilinen (obje)den başka, bir de düşünce faaliyetine (cogito) ihtiyaç var diyebiliriz. Fakat az evvel bilen ve bilinen arasında tesbit ettiğimiz zaafı hatırlayınca, bilgi için en temel unsurun “düşünce faaliyeti” olduğuna mı kanaat getireceğiz acaba? “Düşünüyorum, o hâlde varım” mı diyeceğiz? Peki, varlık için bir inanç temeli sunan düşünce faaliyeti, bilgi için de aynı ölçüde cömert davranacak mı dersiniz? Sanmıyorum… İçeride çay olup olmadığını tam olarak bilemiyorsam ve içeride olup olup olmayan çay da tam olarak bilinemiyorsa, düşünce faaliyeti bu iki zaafı birden kapatmaya yarayabilir mi? Bu, tam da filozoflarla dalga geçen ayaktakımının onlara yakıştıracağı cinsten bir “vehim” olurdu doğrusu… Düşünce faaliyeti, eğer ne bilen tam biliyorsa, ne de bilinen tam biliniyorsa, bir “vehim” olmaktan öteye geçemezdi. Hâlbuki, bunun böyle olacağını bize söyleyen de bir “düşünce faaliyeti” değil mi? Evet ama, herhangi bir düşünce faaliyeti değil, “doğru düşünce faaliyeti”; bu faaliyete yol açan, “doğru düşünce”… Öyleyse, varlık bakımından “düşünüyorum o hâlde varım” diyebildiğimiz gibi, bilgi bakımından “düşünüyorum, o hâlde biliyorum” diyemeyiz; “doğru düşünceye sahibim, o hâlde biliyorum” diyebiliriz… Işık unsurumuz, “doğru düşünce” olmalı… “Doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyeti de olmaz” der Hikemiyat: “Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamayacağı gibi, ‘doğru düşünce’ olmasaydı, ‘doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz’ düşüncesi de olmayacak, varılanın ‘doğru’ olup olmadığının bilinememesi bir yana, ne ‘düşünce’ ve ne de ‘doğru’ diye birşeyden söz edilemeyecekti…” [2] Yâni doğru düşünce olmasaydı, “bilgi” de olmayacaktı… Demek ki, her şeyden önce doğru düşünceye sahib olmak gerekiyor ki, bilenin “bilen” olduğu bilgisini, bilinenin “bilinen” olduğu bilgisini ve bunlara bağlı olarak bilen ile bilinen arasındaki “bilgi” doğrusunu temin edebilsin… “Bilen ruh” ve “bilinen ruh”tan başka, bir de “bileni bildiren ruh”… Ruhta, böyle bir üçlü birlik olmalı ki, bilgi mümkün hâle gelebilsin…
Neticede şöyle bir fikir ileri sürülebilir sanıyorum: Doğru düşünce bilinemeyeceğinden –bilinebilseydi, bileni bildiren olmazdı- ancak sezilebileceğinden, ruhun bilgisi de, ancak ruhun sezişinden ibaret olabilir!
AKADEMYA (I. Dönem, Sayı 3, Temmuz 1996)
Dipnotlar:
1) Mülâkat soruları, Salih Mirzabeyoğlu’nun KÜLTÜR DAVAMIZ –Temel Meseleler- isimli eserinin 3. basımının 93–96 sahifelerinden iktibas edilmiştir.
2) Salih Mirzabeyoğlu, BÜTÜN FİKRİN GEREKLİLİĞİ –İktidar, Siyaset, Hareket-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1990, s. 125.