Bugün keleşleştirilen kavramların başında gelen “Türk”ün, umumî anlamda “Allah adamları” mânâsına ve kavim dışı edâ ve ahlâk tavrına içtimaî bir isim olduğu “Osmanlı” döneminde, sözkonusu ölçü ve ölçülendirmelerin cemiyetteki pratiğini, 15–16. yüzyılda İstanbul’a gelen ve sonra hatıralarını kitaplaştıran bir İtalyan elçisinin kaleminden -aşağıda- gösterelim… A. Obisini’nin eserinden.
***
Bugün İstanbul’un meşhur “Kapalı Çarşısı”nı gezdim. Burası bütün şarkın en büyük pazarlarından birisidir. Büyük çarşının içindeki Türk tacirlerinde, bu milletin bütün tipik hususiyetlerine rastlamak mümkündür. Dünyanın en tanınmış askerleri olan Türkler’in ticaret hayatında da ordu teşkilâtlarına benzer karakteristikler bulunuyor!
Burada Türk, Ermeni veya Rum komşusunun yanında oturur. Ve gelen geçen müşterilere dikkat eder. Arada sırada, “buyurun çelebi!” der… Dükkânın önünde durursanız, istediğiniz mala, tek bir fiyat ister. Buranın âdetini bilmeyip pazarlığa başlarsanız, pazarlığı kabul etmez ve çubuğunu tüttürmeye başlar. Kendisine bu sükûtunun sebebini sorarsanız, şu cevabı verir:
— “Ben ancak Şeriat’ın tesbit ettiği kârı yaparım. Fazla para almak günahtır ve Allah ihtikârın hesabını sorar!”
Türk, verdiği bir sözden asla dönmez ve başkalarının sözüne de inanır. Bir şeyin doğru olduğuna yemin ediniz kâfidir. Bir defa bir Fransız zabiti, bir kumaş almak için çarşıya gitmiş, bir gün evvel bir arkadaşının aldığı parçanın aynını bir başka tüccardan istemiş, fakat bulamamıştı. Nihayet benzeri kumaşa bir başka dükkân sahibi daha yüksek fiyat istemiş. Zabit, başka bir yerden daha ucuz aldığını söyleyince, dükkân sahibi şu cevabı vermiş:
— “Yemin eder misin?”
Zabit şaşırarak yemin edince, dükkân sahibi kumaşı uzatmış:
— “Dininiz ne olursa olsun, bir insan Allah’ın adını yalan yere anmaz. Al, götür…”
Türk, ezan sesini duyunca, dükkânını bırakır ve camiye gider. İşçiler de işlerini olduğu yerde terkederler. Kimse dükkânını kapamaz. Hırsızlık, dolandırıcılık, Türkler’in bilmediği bir şeydir… Geceleri kilitlenen eve pek rastlamadım. Hemen hemen hepsi bahçeli olan bu evlerdeki hayvanlar, kırlarda otladıktan sonra rastgele evlere girerler. Fakat bunlar üzerinde hakiki sahiplerinden başkası hak iddia etmez.
(Yukarıdaki paragrafın hemen hemen aynı tasvirler, Utopia‘da mevcuttur. Biri gerçek, öbürü hayâli olarak!)
İstanbul’a ilk geldiğim gün başımdan geçen hâdiseyi anlatmak isterim: O gün, bir Bulgar’ın arabasını kiralamıştım. Arabaya benimle arkadaşlarımın çantalardan, bavullardan, halılardan, kürklerden ve şallardan ibaret eşyamız yüklenecekti. Yanımıza genç bir Türk almıştık. Bulgar arabacı geceleyin arabasının öküzlerini boyunduruktan çıkararak aldı, götürdü. Ve arabayı yalnız bıraktı. Kendisine araba ile birlikte bir adamın bırakılmasını ve eşyayı muhafaza etmesini ihtar ettim… Cevap verdi:
— “Ne lüzum var? Eşyanız burada haftalarca kalsa, kimse el sürmez…”
Ben tam itimat edemedim, fakat başkaca çare yoktu. Ertesi günü geldiğim zaman, arabamız, bıraktığımız gibi duruyordu. Yoldan birçok geçenler olduğu hâlde bu kıymetli eşyaya dokunmak kimsenin hatırına gelmemişti. Halbuki biz İtalya’dan gelirken, Venedik bandıralı vapurda iki defa eşyalarımızı çalmışlardı.
Bir başka gün sahilde bir tüccara âit olup, içinde beşlikler bulunan iki bin kuruşluk bir para kesesi patlamış, içindeki paralar dağılmıştı. Bir miktarı da denize düşmüştü. Halk, parayı derhal topladı ve keseye yerleştirdi, sonra bir hamal keseyi sırtlayarak tüccarın evine götürmüştü. Hâdiseyi merakla takip ettim ve ertesi günü, Venedikli olan tüccarı gördüm. Parayı tam olarak aldığını söyledi ve dedi ki:
— “Bu adamlara insan, her şeyini itimat edebilir. Haksızlığı asla kabul etmezler, hırsızlık bilmezler ve haramı reddederler!”
Türkler el ve ev sanatında çok usta insanlardır. Kadınları da çalışırlar. Sırma ve som altundan, gümüşten yapılan işlerde bile tartı yoktur; işçi, “ben bu kadar miktar işledim!” der ve bu doğrudur.
Türkiye’de bütün dinlere mensup muhtelif milletlerden insanlar vardır. Bunlar, tam bir hürriyet içindedirler. Câmiler, kiliseler, havralar, hepsi aynı hükümler içinde idare edilir. Bu kadar misafir seven insanlar görmedim. Kendileri aç kalırlar, misafirlerini doyururlar. Hayvanlara karşı da çok şefkatlidirler. Süt emen kuzuları kesmezler. Bir İngiliz dostum, kayıkla gezerken başının üzerinde uçan martıyı vurmuş. Kayıkçı o kadar kızmış ki, bu dostumdan, kırk fukaraya sadaka verip günahını affettirmek için çalışmak vaadini almayınca karaya çıkarmamış.
Türkler, babalarından kalan evi satmazlar. Topraklarını çok severler. Çiçeğe ve ağaca meraklıdırlar. Namusa ve şerefe saygı gösterirler. Kadı Efendinin huzuruna yalancılık ve dolandırıcılıktan suçlu olarak çıkmak yüzkarasıdır. Böyle bir suçluyu mahalleli, arasında görmek istemez ve selâm vermez!..
Fakir, birisiyle evleneceği zaman kız ise çeyiz, erkekse sermaye verilir. Bunu semtin zenginleri yapar. Yaptıkları iyilikten bahsetmemek, Türklerin şânındandır. Onlar bunu, Allah için yaparlar… Ölülerini unutmazlar ve onların ruhuna dua okurlar. İtibar, zenginliğe ve servete değil, ilme ve faziletedir. Kavgayı sevmezler, zor kızarlar. Fakat mücadeleye başladıkları zaman, iki taraftan birisi yok olmadıkça yatışmazlar. Küçükler, büyükleri çok sayarlar. Büyüklere yapılan hürmetsizlik hiç affedilmez.
“Barbar” dediğimiz Türklerin arasında geçen iki yılımın hatıraları, bu kitapta anlattıklarımdan çok daha fazladır.
Salih Mirzabeyoğlu, Parakutâ’, s. 165–169