Hikâye
“Olmak, ne olmak, nasıl olmak sorularının cevabı kendi kendimizden de gizli olsa, herkes olacağının tohumunu içinde barındıran bir telaş, heyecan, heves içinde.”
Salih Mirzabeyoğlu
LA CHAİNE-ZİNCİR
Her şey nasıl başlamıştı? Ha, evet. Tarihini bile tam olarak hatırlıyorum. Doğrusu, bunu bana böyle hatırlatan, günlüklerim oldu. 1 Aralık 2005… Dokuz gün sonra gördüğüm rüyâ, hâlâ harfi harfine hatırımda:
– “Bir kâğıtta üç tane telefon numarası yazılı… ‘Canân’ yazıyor ve Canân’ın iki numarası… ‘Vesile’ yazıyor ve bir telefon numarası daha.”
Onu 1 Aralık’ta gördüğümü -ki rüyâlara, ruhlarımızın bilinmezden bir şeyler devşirdiği “aralık” olarak da bakabiliriz sanırım-, 10 Aralık’ta fark ediyorum.
İsmi, Vesile!
BİR NOT…
– “Senin ismin ne?”
– “Falanca! Ya senin ki?”
– “Canân!”
– “Canân ne mânâya geliyor?”
– “ ‘Sevgili’ demek, bir de Allah’ın bir ismi.”
“Burcun ne?”, falan ve filân! Onun cana yakın tarafları içinde, en beğendiğim yanı girişkenliğiydi. Bu tip insanları seviyorum. Ben onun ‘Falanca’ ağabeyi, o benim ‘prenses kardeşim, Canân’ım’. Vesile’nin yanında, belki de ‘sevgili’ diye işaret Canân’ın ismi…
Canân-sevgili, sevgili-Vesile. “Sevgili” Vesiledir de.
MUCİZE
– “Et le miracle ca complire – Ve harika meydana geldi!”
Böyle olmadı. En azından ben böyle zannetmiştim. Şimdi düşünüyorum da, en başından beri onun etkisiyle savrulup duruyormuşum. Çoğu vakit böyle olur, farketmeyiz.
Çocukluğumdan beridir –ki yirmi sekizimdeyim- hep bir mucize bekledim… İşte şimdi kapı açılacak ve… Bilmiyorum. Bir şey… Şöyle her şeyi baştan ayağa tersine döndüren, insanların akıllarını kullanamaz hâle getiren –sanki aklımı kullanabiliyormuşum gibi!- bir şey…
Bir hareket, bir hayâl kadar berrak bir şey; ne bileyim, hayatımızı alt-üst edecek, kaldığımız yerden devam edemeyeceğimiz, bizi apıştıran, elimizi kolumuzu bağlayan, dillerimizi lâl eden…
Aslında, neyi beklediğimi bilmediğimden, karşılaşıp karşılaşmadığımı da bilmiyormuşum. Ümidimi yitirmedim. Zamanla öğrendim ki, o ‘mucize’ denen hârikalar üstü hârika şey gelir sizi bulur da, siz onu fark etmezsiniz.
(Arşimed)’in, “Evreka!-Buldum!” deyişinde neyi bulduğunun izâhı, belirli kurallarla açıklanabilir olarak kafasında bir ‘var’dır herhâlde. Aynısını (Kolomb) için söyleyebilir miyiz? Vardığı yerin “orası” olduğunu o vakit biliyor muydu acaba?
Bir akşam, masamın üzerindeki kitabın sayfalarından bir sayfayı rastgele açıp gözüme görünen ilk satırları okumaya koyuldum:
– “Dedi ki; ‘Aşkı seç, aşkı ki, sen de seçilmiş bir insan olasın… Sana en sağlam fikri aşk verir!’ ”
Gerçekten aşkı seçip seçmediğimi bilmiyorum; bir âşık olmayı becerebildiğimi de. Ama onu seçtim; Vesile’yi. Ondan başka bir şey düşünemediğimi gördüğüm zaman (Tarkovski) gibi mırıldandım:
– “Aşkı bilmiyorum, aşkın ne olduğunu değil, onu nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum!”
KARŞILAŞMA – 1 ARALIK 2005 PERŞEMBE
“Mim… 40… Sonradan dönmek üzere bırakmak… Mim koymak… Cennet?”
Böyle yazmışım bu tarihli günlüğüme. Nereden bilebilirdim ki, mim koyduğum bu noktaya geri döndüğümde ona âit bir sürü hâtırânın başımda dönüp duracağını?
Filânca hatırlı tanıdığın vasıtasıyla gittiğim için iş başvurum hemencecik kabul edildi. Ne de olsa şef Kemâl Bey yollamıştı; hem de ‘akrabam’ kaydıyla.
(Dostoyevski)den (Balzak)a, (Marsel Prust)tan ‘ruhu görür’ (Borges)’e, (Kamü)den Evliya Çelebi’ye, yüksekliğine bir türlü alışamadığım (Rembo)dan (Bodler)e ve Necib Fazıl’a kadar ne biliyorsam -Şair’in “Ne okudun, ne öğrendin, ne bildinse berhava!” deyişini anlayamamanın kibri içinde- siyah montumun iç cebine boca edip, ‘işbaşı’ yaptım.
İçimde fırtınalar kopuyordu, bilmem yüzümden okunuyor muydu?
Yetiş ey hayâl dünyası, yetiş düşüncenin kudreti!
(Prust)’un müfekkireyi bir nevî zırha benzetmesi ne kadar şâhânedir. Hayâl dünyasının bir fanusa benzer o iklimi, fildişinden dünyaların düşünce kudreti, tam da, konfeksiyon atölyelerinde ihtiyaç duyacağınız, sığınacağınız yerlerdir. Aksi hâlde, Gog’un kendisini kaptırdığı anaforun içinde kaybolabilirsiniz.
– “Çay paydosu!”
Nihâyet! İşte kalabalıklar her zamanki bildik hareketleriyle ilerliyorlar gidecekleri yere. ‘Tek yalpalayan ben miydim?’ Beş dakika sonra kendimi yemekhânede çay ve sigara içerken buluyorum. Bir de arkadaş edinmişim; ne çabuk. Karşımdaki çocuk bir şeyler anlatıyor ya, farkında değilim. Her nasılsa dalmışım; ama mümkün mü dalmamak?
Sağ çaprazımdaki masada, “bir melek”.
BİR MELEK
Bir misâldir o.
Onu çoğu geceler uğraştıran birçok yüzün içinde, apayrı bir tabloda sakladığı, deyimi yerindeyse bakmaktan çekindiği bir yüz; bir nişan… Nişâne.
(V), birçok yüzün artık seyredile seyredile kendisi olduğu, bakanın o olduğunu gördüğü vakit kaçırdığı, kaçırıp da yandığı.
Yandığı; yanamadığı, kanamadığı, kaçamadığı… Sonra? (Van Gog)un dediği gibi, “Sonrası ne, kim bilir!” Bakamadığı…
Bir örümcek… Ona öyle musallat olmuş ki, Roma’nın yolları nasıl her yolu kendine çıkartıyorsa -Nizam!- o da öyle.
Hangi mutluluğa erse yahud pişmanlığa, hep (V)ye çatıyor. İncecik ağlarını öyle atmış ki, ne vakit bir karabasan görse, bir umacı masalı dinlese, geceleyin belli belirsiz bir endişe duysa, penceresine bir canavar dadansa, sevinse, saadetten korksa, velhâsıl, yâni ne olursa olsun, hep bu ince ağların içinde buluyor kendini.
(Bodler)in “Bense hükmedeceğim dehşetle!” deyişinin dehşeti gibi bir gücün, bu ağın hiçbir zaman bırakmayacağını vehmediyor. Kurtulmak isteyen kim?
Ve vehimleri sırasında -içinde bile-, bu ağın kendisini çekip çevirdiğini görmesiyle bir başka kuruntuya kapılıyor:
“Yoksa baştan aşağı hepsi birer vehim mi?”
Bir hayâl. Ama nasıl bir hayâl?
“Gerçek” dediğimiz ne, “hayâl” dediğimiz ne?
Ama yok. Şair’in dediğiyle o, “Kaskatı bir vakıâ-realite!”
Bir gün, (V)nin bir hâtırâsında kurduğu hayâli, kendimin hayâl ettiği üzerinde yakaladım kendimi… Hayâlin de böylesi.
Kaldı ki ve kim bilir, asıl hayâl – hayâl kuvveti, bir başkasının hayâli içinde hayâl kurabilmektir belki de.
Ne diyordu (Borges)?
– “Bir adamın rüyâsı, herkesin hafızasının bir parçası olur!”
Bana rüyâmda söylediği gibi, bir sandıktır o. Anahtarı kimde bilinmez. İçinde ne vardır çözülmez.
Kamburumsu kapağı öyle bir yokuştur ki, git git, çık çık, bitmez.
İşte bu kapaktan yokuş yahud yokuştan kapak, koskoca bir dağdır. “Kaf”tır adı.
Oysa dağları delmeye Ferhad olmak gerek, Leylâ’yı sevmeye delilik, Zühre’yi çözmeye Tahir’lik gerek. Aslı’nı bulmaya da Kerem’lik. (Jülyet)’tir o; ama (Romeo) nerede?
(V), A la recherce du temps perdu – Geçmiş zamanın peşindedir.
(V), bir melek midir?
Ah, Dostoyevski’nin dediğiyle:
– “C’etaut plus qu’un ange pour moi! – Benim için melekten de öte!”
Vesile…
Kime vesiledir, kendi bilmez Vesile.
“YANLIŞ BİR ADIM ATMAK”
Fransızca ile içli dışlı olmaya başladığım zamanlardı. Bir ara, boş vermişliğimin acısı içimde, bir şey söyleyen herkesi ve kalabalıkların uğultusunu Fransızca duyacak-zannedecek kadar adamıştım kendimi öğrenmeye.
Yeni bir dile âşina olmaya çalışmak… Sanki yeni bir kimseye, yeni bir işyerine, yeni bir dünyaya, nihâyetinde, âşina olmaya bile âşina olmaya çalışıyordum. Onun bana söylediği birçok şeyi niçin Fransızca duyduğumu ve neden onu anlatmaya çalışırken bazı Fransızca tâbir ve kelimelere ihtiyaç duyduğumu şimdi daha iyi anlıyorum. Onun ve Fransız dilinin şuuraltıma işleyişi, hemen hemen aynı vakitlere rastlar.
O gün yemekhâneden çıktım ve sanki hiç bir şey olmamış gibi hayatıma devam ettim.
Büyük hata!
Şimdi farkediyorum da; -şu mucize hakkında söylediklerimi düşünün!- bir şey, herhangi bir şey gelir ve hayatımızın içine, ruhumuza katışır da biz, yine de hiçbir değişiklik yokmuş gibi davranırız.
“Alışkanlıklarımızın esiriyiz” laflarına – bildik tekerlemelere girmeyeyim şimdi. İster sersemlik deyin, ister başka bir isim bulun, bildiğim; bizlerin bir sürü gerçek hakkında mâlumat sahibi olduğumuz ve bunu umursamadığımız. Ne bileyim, bildiklerimizi bünyeleştiremiyoruz belki.
Bir yerlerde bir kopukluk olduğu kesin.
Hiç bulunmamam gereken bir yere doğru gitmek için, önümden geçen minibüsü durdurdum. Gelsindi yolculuk. Yarım saatlik mesafeyi buyurun bir buçuk saatte katedin. İşte, bomboş bir koltuk. Arkada oturan adamın yanındakine söyledikleri:
– “Ne olsun işte, koşturup duruyoruz. Hayat!”
Camdan dışarıyı seyrederken düşünmeye dalmışım şu ‘Hayat’ı… Ne düşündüm, ne kadar düşündüm, hatırlamıyorum… Minibüsçü “Yeter bu kadar felsefe; kafamız şişti, in aşağı!” demedi belki ama, ineceğim yere geldiğim için indim. Burası neresi? Şirinevler… Ne demişti babam?
– “Dertlerinin bitmesini istiyorsan, önce Şirinevler’e, sonra da Cibali Derûnu’na gitmelisin!”
“Rüyâ işte!” dememeli.
Demedim.
AKŞAM
Babamın sesine uymayıp, “Cibali Derûnu” yerine Bağcılar’a gittim. Ah! Sadece bir yanlış yapın siz, gerisi katlanarak gelecektir.
Kardeşim Hasan’la birlikte iki gün önce davet edildiğim eve gittim. Gitmez olaydım.
“Bienvenu”yü Türkçe olarak söyledi:
– “Hoşgeldin!”
“Gelmez olaydım”ı “hoşbulduk”a çevirip de söyledim. Ocağın ondördüydü. Günlerden cumartesi, milenyumdan altı yıl sonra bir akşam…
Sofraya oturuldu, yemekler yenildi. Kızın annesi tarafından evin reisi kahvehaneye gönderildi ve zât-ı âlîleri yatmaya çekildi. Biraz sonra üç kişi kaldık odanın içersinde; ben, kardeşim Hasan ve o! Evin büyük kızı, bendenizden üç ay küçük psikolog Doktor Mine hanım…
HATIRLAMALAR
“Hatırlamalar” yâhut hâtırâlar. Aslında ona ait ilk hatırladığım, onyedi-onsekiz yaşlarıma âit bir zaman diliminde. Hafızamı zorluyorum ama, öncesine ait bir (imaj)a rastlayamıyorum. Şöyle sisler arasındaki bir bayram günü belki?
Ah, evet. Bir şeylerin ikram edilişi ve “filân”lar. İyice düşündüğüm vakit, onun mahcub yüz ifadesini bulanık bir şekilde seçebildim. Bir de, onu benzettiğim (aktrist)e âit rüyâlarım.
Onu hep (falanca)’nın suretinde görürüm. Topu topu üç–dört rüyâ! O kadar. Bir de filânca mekânda iken ardından bakışımı hatırlıyorum. Hayret. Ona âit bir hâtırâmda bile, hatırımda dipdiri duran o değil de, onun ardından bakışım. Kendim?
Oysa onun bana daha evvel anlattığı bir şey var ki, tâ çocukluğumuza ait bir hâtırâ:
Dondurma yiyecekmişiz. Dondurmacıya “Benim dondurmam sadece beyaz olsun” demişim. Bu söylediğimi ‘seçici biri – şahsiyetli’ filân diye yorumlamış içinden. Nerede, nerelere dikkat. Sisler içinde, şekillenmeyen ama az da olsa hislerimle hatırladığım, belki de o anlattıktan sonra üzerine giydirmeye çalıştığım hislerle bürülü, basit, kaba bir hâtırâ. Bir piknik havası kokan ve bana ağaçları, yeşilliklerle bezenmiş bir mekânı hatırlatan, fakat bir türlü tam olarak hatırlamadığım bir vak’a. Onun hafızasına mıhlı, bende ise “yok” denecek kadar izleri olan bir “var”.
Aslında hikâyenin devamını bildiğime göre, şimdiden hükmü vereyim; belki okuyucu için mânâsız gelecek ama söylemeliyim; demek ki, işin sonuna bakıldığında, çocuk sâfiyeti ile verdiği “doğru(!)” hükmü sonradan yalanlıyor ve şimdi bana “şahsiyetsiz” demek istiyor. Böyle olunca da, şahsiyetini şahsiyetsiz bir kimsede bütünlemek yolunda yaptığı her iş, her davranış, bana, onun renksiz şahsiyetinden izler, ipuçları veriyor. Onunla bir savaş hâlinde değilim; en azından onu küçültmek, küçük düşürmek sevdasında falan. Fakat şu var ki, hâdiseler olup bittikten sonra değerlendirildiğinde gördüğüm, objektif olarak bakmaya çalıştığım ve sonunda bana gözüken manzara bu.
Yapabileceğim bir şey yok. Bu tabiî olarak boyunuzun bir başkasından uzun olması gibi bir şey; sizden daha kısa olanın komplekse girdiği yerde elinizden gelen ne olabilir ve onu nasıl teselli edebilirsiniz ki? Falanca zamanda filânca kişi ile bir mekânda bir fotoğraf çekilirsiniz ve o ân’dan belki beş sene sonra o fotoğrafa dikkatlice baktığınızda, o gün farketmediğiniz bir şeyi bugün, şimdi, şu ân’da fark etmek gibi bir şey bu. Bunun üzerinde olmaya çalışıyorum.
Sıkıntılı bir hâldeyim. Çay ve sigara içiyorum. Onun benden bahsedişini dinliyorum. Bütün dikkatimle onu dinlemekteyim:
“Çamlıca’daydık. Dondurma yiyecektik ve sen dondurmacıya ‘Benim dondurmam sadece beyaz olsun’ dedin. Ben de kendi kendime ‘seçici birisi’ diye düşündüm” dedi. Kendimden bahsedilmesinden herkes gibi memnunum. Sol tarafımıza düşen bir masadaki kıza dikkat ediyorum. Kim acaba? Soruyorum, tanımıyor. Eski bir tanıdık mı?
Tanıdıklarım hep eskidi zaten.
Konuşma sürüyor. Benden bahsediyor. Kendisinden bahsedilmesinin insanın hoşuna gidebileceğini düşünüyorum bu esnâda. Bu düşüncem de hoşuma gidiyor. Firuzköy’de bir kediyi nasıl sevdiğimi anlatıyor ve o ân’da kendini bana yakın gördüğünü. Bunları söylerken bir ân duruyor ve literatürde sözün kuvvetini arttırmak için susulması gibi susuyor. Sonradan bu sahneyi düşündüğümde, –hesabta sevinç gözyaşları akıtırken–, onun ne kadar yapmacık bir tavra büründüğünü nasıl kavrayamadığımı anlamamanın ezikliğini yaşadığım ve ‘sevda işleri’nde Prens Mişkin’in ucuz bir kopyası olduğum, neredeyse ‘safoş’ denilecek kadar samîmî bulunduğum doğrudur.
Konuşuyor… Tam bu esnâda bir şeyin farkına varıyor ve onu düşünüyorum. Dinler gibiyim fakat, farkına vardığım ‘şey’ üzerindeyim. Kadınlar hakkında, onların tabiatlarına dair…
GECE
Saat sabahın dördü olmuş. Hasan yanımdaki çekyatta uyuyakaldı-kalmış. Kim bilir bu saate kadar nelerden bahsettim ve ne kadar saçmaladım. Şimdiki aklım ile o geceyi düşünüyorum da, bir insanın kendini incitmesi için kendine hiç kıymet vermeyen bir kimseye bir sürü zaafını anlatması ve bunu farketmesiyle duyduğu hisler sarıyor beni.
“Bir kahve yapayım bâri.”
Bâri! Dilim, damağım kurudu. Şu kanalı da değiştirsek artık. Müziğin yavanlığından kamaştım.
Bir yandan güneş doğarken bir yandan kahveler içildi ve sıra fal bakmaya geldi. Kadınca numaralara girecekken, birden karşısındakinin zekâsından(!) ürkmüş olacak ki, fala bakıldı ama bir şey görülemedi.
Zor-şer sabah oldu. Şükür.
Sabahleyin ailecek(!) kahvaltı ve ardından “İstanbul sokakları”… ‘Kör olası çöpçüler’in hiçbir şey süpürmediği sokaklarımız. Hasan’ın ‘işim var’ bahânesiyle şaşırıp kaldığı bu beraberliğin berabere olanlarını beraberce bırakıp kayboldu. Nedense, nasılsa aşırı bir hevesle ‘Gülhâne’ yolu tutuldu?
Önünden geçtiğimiz bir kırtasiyeden yükselip de kulaklarımızı tırmalayan ses, bana, Candan Erçetin’ in sesiyle seslendi:
– “Hata! Büyük hata!”
Yağmur ve fırtınanın altında ben tiril tiril titrer ve yüreğim meçhul bir sebebin ağırlığı altında inlerken, martılara baktım. Denizi seyrettim. Âdettendir deyip birkaç kelime savurayım havaya dedim ama, “Sus! Sus!” emrivakilerine râm olup susuverdim.
Gördüğüm, o ân’ı hafızasına boylu boyunca sermeye çalışan ve uzun zamandır beklediğine kavuşmuş birisinin tavırlarıyla aynıdır; fakat bu söylediğim benim kuruntumdan öte bir şey de olmayabilir, bilemem.
Dediğim gibi; “Ah, sadece bir yanlış yapın siz, gerisi katlanarak gelecektir!” Geldi de.
Hesâbı ödemesi iyi oldu. Maalesef, ancak iki kişiye yetecek yol param vardı cebimde; hem de 25 kuruş eksiği ile. Katlanarak gelecek hataların ortasında dururken, uzaktan uzağa bir şiir çalındı kulağıma: “Cep delik, cepken delik / Kol delik, mintan delik / Yen delik, kaftan delik / Kevgir misin be kardeşlik!”
BOCALAYIP DURMAK
Her zamanki vakitte evden çıkıyorsunuz. Dikkat ediyorsunuz ki; yeşil hırkasıyla birine her gün otobüs durağında –yani artık her neredeyse- rastlıyorsunuz. Ara sıra göz göze geliyorsunuz. O sizi tanımaz, siz onu. Hiç konuşmuşluğunuz da yok.
Bu ‘göz göze’ gelişler, aranızda bir bağdır artık; belki de hiç dile getirilmemiş, kimseye söylenmemiş, kendinize bile.
Şimdi bu duruma karşılık, bir başkasıyla aynı göz göze gelişler “yeşil hırkalı kıza” ihanet midir?
Evet.
Şu uğursuz saydığım günün ardından böyle düşündüm sabahleyin uyanınca. Sırtımda -görünmez- iki kanat evden çıktım. (Aznavur)un mu, (Nina Saymın)ın mı olduğunu kestiremediğim bir ses duydum kapıyı kapatırken:
– “Ne me quıtte pas! – Beni terk etme!”
Neredeyse bütün gün doğru dürüst bir şey düşünemediğim, öğle yemeğinde çok az bir şey yediğim, sigara ve çaya ara vermediğim o gün, ne yazık ki bir rüyâ görmediğim doğrudur.
Bir şey düşünememenin iyiye mi, kötüye mi olduğunu yormamakla beraber, bundan rahatsız olmadığım da yalan değildir.
Akşam biraz çıkıp dolaşayım, zaten karmakarışık ruh hâlimi dolaştıkça düğüm hâline getireyim diye evden çıkacaktım ama, âni bir kararla vazgeçip kardeşimle buluştum.
“Haydi, Mahmut ağabeyimlere gidelim!” isteğini ben de isteyince, iki arzu bir oldu, kanatlandık İkitelli’ye doğru. Kâh bulutlar altında, kâh onların üstünde.
ŞÜBHE
Mahmut ağabeyimlere vardığımızda, beni beklenmedik bir hâdise karşıladı misafir odasının mora çalan koltuk takımları üzerinde:
Psychologue – İnsan ruhunu tanıyan(!) Mine hanım.
(Alkapon)un uzun yıllar yakalanamamasının sırrını açıkladığı sözleri geldi hatırıma neredendir–nedendir hâlâ bilmem:
– “Tesadüfe inanmam. Sabahleyin hiç tanımadığım birisini muhitimde görürsem, yüzüne dikkatle bakarım. Aynı kimseyi öğleden sonra görürsem, müthiş derecede kuşkulanırım. Aynı yüze akşamleyin rastlarsam – tesadüf edersem, hiç tereddütsüz silahımı çeker vururum!”
Gayri ihtiyârî elimin belime gitmesi ve belimde İtalyan işi bir yedialtmışbeş olmamasının hikâyeye renk katmak için şimdi uydurulmuş olduğunu kabul etmekle birlikte, içimde bir şübhe duyduğumu da inkâr edemem.
Ağabeyimin mütebessim çehresi altında, bir kedi edâsı ile kıvrılıp sobanın arkasına oturdum. ‘Merhaba’lar, ‘Nasılsınız’lar, vesâire. Hasan imdadıma yetişti ve (Tom Veyts)in sesi misafir odasının mavi duvarları dâhil bütün odayı sardı.
“Little of drop poision” isimli parça, ruhumu mest etmeye yetti. Bu şarkıya bayıldığımı savurdum havaya. Ahmet Kayavârî o ağır sesine kendimi bırakmışken, Mine Hanım İngilizcesi ile kendini beğendirme çabasına girmiş, şarkıyı dilimize tercüme ediyordu:
– “Orada benim sevdiğim bir kasaba var. Duvarlarında çok güzel resimler vardır. Falanca evden sola döndüğünüzde sevdiğimin evini görürsünüz. Benim –şirin– küçük kasabam.”
Müzik setine eğilmiş, elinde kalem kâğıt not ediyor. Bu şarkının tam bir tercümesini bana getirmek için söz veriyor. Söz vermek?
Ha, bir de (Dayana Roz)un bir parçasından bahsetmesi var. Sonradan bulup dinlediğim, hiç beğenmediğim; bu kadar uyuşmazlık içinde “uyuşmuş” olmamın normal olduğuna karar verip kendime haksızlıktan vazgeçtiğim bazı ânlar da yok değildir hani.
Sofra kuruluyor. Çeşit çeşit güzel yemek.
Yemek esnâsında (Ridik Günlükleri) isimli bir film seyrediliyor. Doktorumuz evdeki herkesin daha önce bu filmi seyrettiğinden habersiz, “daha önce seyrettiğini” savunuyor. Biz de “A! Ne kadar da popüler!” bakışı fırlatıyoruz hep beraber. Lütfen.
Filmde, az sonra kahramanların bulunduğu gezegen yüzyıllar boyu sürecek bir karanlığa gömülecek; tıpkı bizim gezegenimiz gibi.
Evden çıkışta, bir ânda onunla başbaşa buluyorum kendimi. Ona daha evvel yazdığım mektubtan bahsediyoruz ve benim bir film üzerine yazdığım yazıdan. Bir doktor arkadaşının benim yazdıklarıma hayran kaldığını ve mutlaka benimle tanışmak istediğini söylüyor. Mektubumun başına çiziktirdiğim (Rembo)nun şiirini beğenmiş. Her şey “fikrî birtakım alışveriş” diye başlamıştı ama, şimdi işler biraz karıştı. Meğer (Rembo)nun şiirini bir teklif addetmişNe bir şey düşünecek, ne bir laf edeceğim;
Ama sonsuz bir sevgi dolduracak içimi.
Göçebeler gibi uzaklara gideceğim;
Mes’ud, sanki yanımda bir kadın varmış gibi
‘Varmış gibi!’ Bence çok açık bir mısrâ!
Sizin için özel bir şiir değildi o. Nasıl bir girizgâh yaparım diye düşünürken, öylesine çiziktirdiğim. Bazen en alâkasız bir şeyi bile onu nasıl görmek istersek öyle görürüz ya!
Talihsiz cavalier–kavalye ben, içimde birçok şübhe, yürüyordum. Açık bir kafeye rastlayınca içeri girdik. Herhâlde böyle oluyordu bu işler; yani bir usûlü varsa bu tip beraberliklerin, bir yere oturulup burçlar filân soruluyordu. Durumumun ‘zorakiliği’ bir yana, ister istemez yazılı bir nüshası bulunmayan bu kuralların basamaklarını adımlıyordum. Oysa (Dostoyevski) romanlarında, karakterlerin bazı hâdiselere doğru akışlarını hep “çok romansı” bulmuşumdur. Aynı şeyleri yaşarken, şimdi onun romancılığını daha iyi anlıyorum – keşke anlamasaymışım.
Çaya mukabil, sıcak şokola! Biraz (Dostoyevski)den bahsettik – bahsettim. Ardından bir zamanlar okuduğum bir kitabtan, (Con Berger)inkinden.
“Ben senin zannettiğin gibi biri değilim.” dedi. Hoş, içimden geçene cevab verdiğini kim söyledi ki? Ve ben, onu ‘nasıl ve ne?’ zannediyordum ki? Ardından bir şey daha söyledi:
– “Senin zannettiğin kadar serbest birisi değilim!”
Saate baktım, yirmi üç otuz!
Onu sevmediğimi biliyor, fakat niçin beraber olduğumun izâhını bir türlü kendime yapamıyordum. Bu izâhı yaptığım zaman bir daha görüşmeyeceğimi de biliyordum. O sevmediğim ama ‘fikr-i sâbit’im gibi bir şey oluverdi bir ânda. Nasıl olduğunu anlayamadım. Geçmişler olsun… “Dönülmez akşamın ufkunda” mıydım?
– “Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına!”
Bilmiyorum. Bildiğim, tam da bir meleğe rastlamışken hâdiselerin bu şekil ve biçimde gelişmesi, elimi kolumu bağlayıvermişti. Bağlı olmadığımdan kopamıyor, bağlı olduğuma varamıyordum. Ah…
Neye yarar ah etmek?
Artık neye yarardı tesadüf edişim bir meleğe? ‘İstemediğimiz’lerle hayat sürmeye alışkın bir millettin ferdiydim. Sevmediğimi istemek, istemediğim gibi göründüğümü sevmek zorunda kalmıştım. İçimde mevsimin derin kasveti ve tarif edemediğim bir keder, metro istasyonuna doğru yürürken ardımdan seslendi Edith Piaf:
– “Cet air qui m’obséde jour et nuit – Bu hava, kafama takılan gece gündüz.”
Bir Doğulu hissiyatıyla tercümeyi tercüme ettim:
– “Bu hava, başıma musallat olan gece gündüz.”
“Padam. Padam. Padam.” Kalb atışları…
Farsçada ‘Kuş tuzağı’ demekmiş “Pa–dam”…
FEMME FATALE
“Bilgi” denen mefhumun ayağa düşmesi şöyle güzel candan muhabbetlere izin vermediğinden, kıyıdan, köşeden, şuradan, buradan okumaya koyuldum.
Doğu’daki üstadlar benim gibi “iki arada bir derede” kalmışlara birçok şey söylüyorlardı, esasında bu konuları aşmış olduklarından dolayı, bir ‘sır’ vermediler.
Durmadan ‘bir şey’ den bahsediyorlardı; çoğunu işitmedim, duyduğumu anlamadım.
Serde Şark kültürü vardı ama, ‘ser’ dediğim sır olmuş, içim bana el olmuş meğer. Akşamleyin okuduklarımı sabahleyin mırıldanırken buldum kendimi yatakta. Kül tablasını devirmiş, kitabımı düşürmüş ve ilk gençliğimi kaybetmiş olarak kalktım ayağa.
“Ey birisini seven kimse! Allah’ın sana nasıl bir nimet verdiğini bilseydin keşke.” diye söylene söylene çıktım evden. Mahsus açık bıraktığım radyodan seslendi Candan Erçetin:
– “Tu n’est pas un ange! – Sen bir melek değilsin!”
İşyerinin servis aracını beklerken, yalnızlığın o kadar da korkulacak bir şey olmadığını düşündüm; tâ ki insan bataklıklara düşmekten kendini koruyabilsin ve sabretmeyi öğrenebilsindi.
İşyerinin servis aracı, varış, işbaşı…
Abartısız iddia ediyorum ki; bu (confection) atölyelerinde çalışan sayısız gençten birçoğu, her sabah bir heyecan ile yatağından kalkar ve neredeyse kahvaltı bile yapmak istemeden hızla kendilerini işyerlerinin yoluna atarlar. Bütün o oflamalar-puflamalar bir gerçeği –sevdikleri kızı– gizlemek içindir.
Ama ne yapsalardı?
Sabahın bilmem kaçından akşamın bilmem kaçına kadar hiç de haketmedikleri bir ücret karşılığı çalıştıkları işyerlerinin aşkıyla yanıp tutuşmaları beklenemezdi hâliyle? Bunun böyle olduğunu birkaç arkadaşımdan dinlemişimdir ve şahsen şimdi yaşıyordum da.
Bir meleğin çekimiyle kalkıyor, aynı cazibenin kuvvetiyle evden çıkıyor ve seve seve, koşa koşa çalışmaya gidiyordum.
Ah! Mine’l aşk – Aşk yüzünden.
İlk gençlik yıllarımdan beridir hep bu ânı beklemişimdir. Yani bir yıldırımı, bir sendeleme ânını. Heyhat…
Siz şu hâle bakın ki, beklediğim Le Miracle–Mucize öyle tepeden inme değil de, nasıl ifade edeyim, bir Le Mirage–Serab gibi, hayâlvârî bir şekilde süzülüp önce ruhuma nüfuz etti ve sonra not ettiğim rüyâlarımda kendini açık ediverdi. Bir hediye gibi ötelerden.. ‘Gibi’si mi var?
Her şeye rağmen, onun ruhuma bu kadar tesir edebileceğini bilmiyordum. Hoş, bütün bunları nereden bilebilirdi ki benim kıvamını arayan talihli yüreğim? Bir kürek cezasına çarptırıldığını sanan kalbim, bilmem ne zamandır gel–git’ler arasında çırpınıp durmuştu. Kalbimin devâsını arar bu çırpınışları, sonunda, “keşke hiçbir şey bilmeseydim” dedirtmişti dilime. Keşke…
(Niçe)nin “Kadınına mı gidiyorsun? Kamçını da almayı unutma!” deyişini, (Niçe)yi anladıkları gibi yarımyamalak anlayanlara güvenemezdim. Güvenmedim de! Kendi başıma onun söylediklerini kavramakta güçlük çektim.
Ve (Bodler)e rastladım. Ama ne rastlayış. Femme fatale – kaçınılmaz kadın’a dâir ne varsa çözemeden can vermiş bu talihsiz şair, dehâsını sevgilisinin ayaklarının altına seriyordu. Çözemedikleri bir neticeyi işaretliyorken, kendi kendime mırıldandım:
– “Ne kadar da boş, yavan bir hayat sürüyorum. Kendimi bir nokta kadar, silik bir nokta kadar görüyorum.”
Fransızların “Entellektüellerin entelektüeli” diye adlandırdıkları (Andre Suare)nin Don Juan hakkında yazdıkları, beni bu mevzuda her zaman teskin etmiştir. Şöyle diyor:
– “Mesele yatak ve yavru yapmak meselesi değil, bütün bir dünya inşâ etmektir.”
Dilimin ucuna kadar gelip de doğru kelimeleri bulamadığım, bulduğum zaman ‘yanlış anlaşılır’ diye söyleyemediğim cümle buydu işte. Buna rağmen yine söyleyemiyorum, ancak (Andre Suare) ile dillendiriyorum. Galiba en çok (Sirano)ya benziyordu hâlim; şu farkla ki, ona engel olan uzun burnuydu, bana ise (Sirano)nun burnu kadar büyük bir engel olan Mine.
İşte şimdi, tam da sevdiğimi bulmuşken, onunla aynı mekân içindeyken hem de, bir duvara yaslanmış, onu şimdiki gözümle görebilmeme ‘vesile’ olmuş kimseyi düşünüyorum.
…
Kaynak: Fatih Turplu, Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 1, Eylül-Aralık 2010, s. 252-261