Durun, durun. Açın gözünüzü, kulak verin sessiz dilime, şuur kaybınızı haber veren palyaçonuzum ben. Çelişkilerinizin patronu, hislerinizi kovalayan bekçi, nabzınızı tutan gözlemci, bulanık aklınızın okuyucusu, sahipsiz eşyanızın satıcısı, mekânınızın felaket tellalıyım. Dahası ruhunuzun dengesizliğini görenim. Şaşkın insanlığınızın beden dili, önünüze koyamadığınız şapkanın başı, kolay bakamayacağınız ayna, o hissiz suratınızın ifşacısıyım.
Bin türlü halinizi objektife tutanım. İtiraf edemediğiniz gerçekleri görüntüleyenim. Ben, sizin şahsınızda modern dünyanın aptal figürü, öz şahsımda sizin gibi aptalları figürleştirenim. Makineye esir hayatınızın temposuna kahkahalar basan, topal ruhunuzun röntgencisiyim. Günlük ve ömürlük alışkanlıklarınızın yıkıcısı, çaresizliğinizin çarkçıbaşısıyım. Madem halinizi itiraf edemiyorsunuz; o halde kayıtsızlığınızın buz gibi alaycısıyım. Ben “Şarlo!.” tüm çelişkileri ve çarpıklıklarıyla hissizliğinizi kör gözlerinize sokan çığırtkan pandomimci!
Şahsiyet ve Yorum
20. yy’ın fırtınalı zamanlarından geçmiş bir adam Charlie Chaplin. “Şarlo”nun sinemasından anladığım kadarını yukarıda ifade kavuşturmaya çalıştım. Film makarası açılırken seyircisine telkin ettiklerine dikkat kesilince, belki işittiğimizde anlayamayacağımız çok şeyi anlayarak anlatıyor.
3 yaşında babasız, bir müddet sonra ise kliniğe kapatılan anasından uzak büyüyen kaldırım çocuğu Şarlo. Onun eserleriyle karşılaşma şansımı çocukken, televizyonun tek kanal, ekranların siyah-beyaz olduğu zamanlar yakaladım, sevdim. Yıllar sonra ne çok ince, ne çok soylu fikirleri varmış; onu öğrendim. Şarlo’yla sinemayı sevmeye başlamışım? Ondaki telkin ve eleştiri dehasını, fikir, sanat ve aksiyon adamı Üstad Necip Fazıl’ın işaret ve yorumuyla daha etraflı gördüm!
Sinema sadece izlenmez, düşündürürmüş. Sinemada aranan marifet, taşıyıcı, sunucu ve yorumcu olmasını bilen gözle hakiki tadını verebilir. Bunu anlamak, büyülenmeye eş. Orada telkin, yani yorumun büyüsüne katılan idrakin de katılımı yaşanıyor. Seyirci esere katıldıkça kazanılır.
Şimdilerde, ne yazık ki ses ve renk efektine boğulan sinemaya genelde katlandığımız söylenebilir. Çünkü o artık küresel plânda vahşi kapitalizmin oyuncak-eğlence malzemesi üreten sektörlerin işi. Sanat ve kültür propagandası onların hegemonyasında. Her hafta onlarca film “tüketici”sine sunuluyor. Hangi birine vakit ayıracağız? O halde daha seçici olmak durumundayız. Dünyada seyreden sanat faaliyetinin yönü ve mahiyeti bakımından… Bir dönem en azından fragmanlara bakardım. Zaman zaman sinema dergilerinden takip ederdim. Film ve fikir arasındaki mesafenin mahiyeti şuurlardan kaçırıldı. Sinema sanat ve felsefesi üzerine eleştiri yazıları oldukça sınırlı. Türkiye’de kültür ve sanat politikasında yaşanan kaos ve belirsizlik sinemayı da, ona olan ilgiyi de yere sermiş durumda…
Bir süre önce bir şikâyette bulunan yönetmen Semih Kaplanoğlu, “Yaklaşık 2 bin sinemanın bin 800’ü bir grubun elinde. Benim bu filmim ancak 40 salona girebildi” demişti. Bundan yüzyıl önce aynı problemi Şarlo da yaşamış. Amerika’ya adım attığı I. Dünya Savaşı ortasında, II. Dünya Savaşı sonuna kadar uzun süre yapımcılarla, daha sonra ortak olduğu farklı yapımcıların anlamsız bulduğu müdahaleleriyle, yapımcı olduktan sonra da siyasi otoriteyle boğuşmuş. Hem yönetmen, hem yapımcı, hem oyuncu olarak bağımsız yorumunu koruma gayretinde görüyoruz Şarlo’yu.. .
İkisi de müzikhollerde ve tiyatrolarda çalışan profesyonel sanatçılar olan ebeveyninin evliliği uzun sürmemiş, o daha çocuk yaştayken boşanmışlar. Annesinin ve kendisinden 4 yaş büyük olan üvey abisi Sydney Chaplin’in yanında kalan Şalo, Londra’nın fakir mahallelerinde büyümüş. 5 yaşındayken annesiyle birlikte şarkılı sahneler yaşamış. Bir gün, sahne adı Lily Harley olan annesi sesini kaybetmiş ve aile için zor dönemler başlamış. Baba alkolik, aileye sahip çıkmamış. Ve bu duruma daha fazla dayanamayan anne bir kliniğe yatırılmış. Şarlo’nun babasının hiçbir zaman oğluna sahip çıkmadığı biliniyor. 1901’de alkol bağımlılığından ölmüş. Ağabeyiyle dönem dönem bakımevlerinde ve sokaklarda kalan Şarlo, özellikle abisinden ayrı kaldığı bakımevi sürecinde derin izler kapmış.
Şarlo, sinema vasıtasıyla çağının insanını düşündüren nadir aktörlerden biri olarak, dünyadan habersiz en basit insandan, “küçük dağları ben yarattım” havasındaki burjuva tipine kadar kavrayışı yüksek bir sosyal gözlemci ve analizcidir. Sevildiği kadar öfke de toplamıştır. Sinemanın sessiz ustası Şarlo, yine de muhatabına anlayacağı dilden mesajını ulaştırmasını başarmış biridir. Denilebilir ki Şarlo, beyaz perdesini temiz tutmaya çalışan, yaşadığı acı tecrübelerle şahsiyetinde kemikleşen ilkelerini çiğnetmeyen biri olarak tanınmıştır. Onu eserlerinden tanımak hakikaten ayrı bir zevk.
Şarlo’yu ele alan yazılardan birinde şöyle bir cümleye rastlamıştım: “Slapstick” yani vücut dilinin ön planda olduğu, oyuncuların yaptığı hareketlerle izleyiciyi güldürmeye çalışan bir komedi türü olan hareket komedisinin başarılı oyuncularından olan Chaplin, sinema dünyasına yeni bir bakış açısı getirmiştir.”
Oldukça basit, Şarlo’nun komediden öte ileri sürdüğü düşünceleri kezzap gibi kazıyan bu tanımlamayla bu yazının son bölümünde paylaşacağım Şarlo’nun görüşleriyle karşılaştırabilirsiniz.
Şarlo ve Toplum
Şarlo, fakir bir ailenin sefalet görmüş çocuğu olsa da, 19. Yy’dan 20. Yy’a uzanan modern çağın tüm çılgınlıklarına, çarpıklıklarına şahit, her iki yüzyıldan da şekiller süzebilmiş, bunları belgesel mahiyette film karelerine oturtmuş, göçlerle altüst olan I. Dünya Savaşı İngiltere’sinin, II. Dünya Savaşı Amerikasının yutamadığı bir mustarib çocuk… Çocukluğunda eksikliğini htiği his ve hayalleri filmlerine yansıtarak teselli bulduğunu yeri geldiğinde söylemesini bilmiş.
Londra çocuğu Şarlo, 19. yy’ın ikinci yarısının neslini şekillendiren, Victorya İngiltere’sinin tutuculuğuyla öne çıkan toplumunda delikanlılığını yaşamıştır. Filmlerinden de anlaşılıyor ki, yaşadığı sürece toplumunda yaşanan bunalıma itirazlarla birlikte sabretmiş bir Avrupalıdır. Sanıldığı kadar Amerikan olmayıp, Avrupa estetik ve kültüründen aldığı her neyse, sinemasına yansıtabilmiş usta bir eleştirici. Eleştirilerini tereddütsüz, neşter gibi çalmış Batı kamuoyunun başına. Bununla birlikte itibarına hücum eden türlü magazin haberlerinden yılmamış, işine bakmıştır.
Şarlo, sanayi devriminin sarsıcı değişikliklerini karşılamada güçlük çeken, çektikçe absürtleşen toplumundaki değişim ve moda seline kıvrak zekasıyla direnen, objektif tenkit potansiyeliyle ondaki bunalım ve çelişkileri kavrayan bir yönetmen. Hissiz makine çağının karakteri Şarlo şöyle diyor: “Gülüşlerim, acılarımı örtmeye çalışan ağır işçilerdir.”
Filmlerinin komedi yönüne gelince… Esasen gülmede bir tür teslim oluş vardır. Oyunun, gösterinin, güldüren şeyin nesine teslim olunduğu o an anlaşılmayabilir. Dikkat testindeyizdir?
Şarlo, siyasi eleştiri ve yorumlar da yapmaktan çekinmeyen karakteriyle tüm dünyada muteber karşılanmıştır. O, sanatına başladığında Holivut diye bir şey yoktu. Holivut devleşince de kimse onu ürkütemedi. Ancak “gösteri dünyası”, savaşlarla alt-üst olan, kültür şoklarına giren ve yozlaşan Avrupa’nın bunalan insanına, sığınacak eğlence dozunu çoktan ayarlamaya başlamıştı bile. Bu çılgın yuvarlanışa karşı yüksek kültürü ve gözlem gücüyle çizgisini korudu Şarlo. Kendisini komünist diye damgalayan Amerikalıları kafasına takmadı. Mesela Altına Hücum adlı filmi, Alaska’da insanların akın akın gittiği altın arama macerasını işler. Filmin başkarakteriyle, hırsından gözü dönmüş Amerikan halkının haline ayna tutar. Şarlo, dağ başında bir adamla bulunduğu o kulübede, açlıktan tabağına koyduğu botu yemeye çalışırken, karşısındaki kişiyi dev bir piliç gibi hayal etmektedir. Altın peşinde kamçılanan insan hırsının güttüğü hayalin absürtlüğü “gülmekten öldürüyor” olsa da, muhakemeyi müthiş sarsıcıdır.
1928’de, gelişen teknolojiyle birlikte insan sesi sinemaya girer. Uzun yıllar tartışılacak olan ses unsuru, sinemada bir nevi pandomim icra eden Şarlo tarafından şiddetle reddedilir. Sinemada ses, yalnız Şarlo değil, birçok sinemacı tarafından da tercih edilmemiştir. “İngilizce konuşabilirim” diyor Şarlo, “ama bundan sadece İngilizce bilen anlar. Oysa benim filmlerimden herkes anlar” demiş ve bu bahse noktayı koymuştur.
Bu noktada dönemin sanayi ve teknolojisindeki ilerlemeyi dikkate almakta fayda var:
1880’de 50 bin Amerikalının telefon sahibi olduğu tespit edilmiş. 1883’te ısıtıcılar, ızgaralar, fırınlar vs. toplum hayatına girmiş. 1910’da çamaşır makineleri, bulaşık makineleri, ev süpürgeleri Viyana’da sergilenmiş. Bir dönemin lüksü sayılan “beyaz eşya” vs, bugün dünyanın her yanına yayılmış fabrikalarda seri biçimde üretiliyor.
Sonra ne olmuş? Efendim, insan ve toplum yapısı, devrin hayatının mânâsı, insan zihnini meşgul eden belli başlı meseleler sinemayı da etkisi altına almaya başlamış. Sinema, teknolojinin de büyüsüyle perdedeki asil görevinden kovulmaya, böylece daha karmaşık dramlara şahit olmaya başlamışız. Ekranımız eşya dolmuş, bollaştıkça kolaylaşacağı sanılan hayattan bu defa hurdalık taşmaya başlamış, kendimize, ailemize vakit ayıramayacak hale gelmişiz.
Avrupa’da insan ve toplum hakkında ütopik mesajlar veren sosyalist görüşler Batı kapitalizmini eleştiriye başlarken, özde bu dalgaya şartlanan komünizm Rus toplumunda heyula haline getirilince, komünizme zıt kutup olmaya soyunan Amerikan medyası ve Holivut tarafından inanılmaz biçimde etkilenmiş. Şarlo da “komünizm öcüsü”nden payını almıştır. Bu nokta Şarlo’nun filmleirne bakmakta fayda var. Son olarak, belli tarihlerde kaydedilmiş Şarlo’nun röportajlarından ve açıklamalarından birkaç cümle paylaşmak istiyorum.
Şarlo’dan Kritik Cümleler
Şarlo tipini nerden bulduğum çok soruldu. Yanıtım hep aynı: Londra sokaklarında gördüğüm binlerce adamın senteziydi o… (1918)
Bütün filmlerimin dayandığı düşünce şudur: Çevremde olup biten, benim ya da başkalarının başına gelen tüm tersliklere karşın ciddiyeti elden bırakmamaya (umutsuzca) çalışırım. Bir de başıma ne gelirse gelsin, o her zamanki, olağan küçük ‘gentleman’ görünümünü sürdürmek isterim. En olmayacak anlarda sopamı yakalamam, kravatıma ya da melon şapkama çekidüzen vermem ondandır. Şapkamı düzeltirken kafam çatlamış, orası önemli değil… (1918)
İnsanların içgüdülerinde şu iki nokta dikkatimi çekti: Biri zenginliğin cezalandırılmasından hoşlanmaları, öbürü perdedeki ya da sahnedeki bir oyuncuyla aynı duyguları kolaylıkla paylaşabilmeleri. İnsanların onda dokuzu yoksul olduğundan ve bilinçaltlarında, zengin olan onda biri kıskandıklarından filmlerimde hep olmayacak şeyler zenginlerin başına gelir. Örneğin, filmde çok şık bir hanımın yakasından içeri buz parçası atıldığında seyirci güler. Hem buzun verdiği ürpertiyi bildiği için, hem de olay bir zenginin yani bunu hak etmiş birinin başına geldiği için. Yoksul bir kadının elbisesinden içeri atılsaydı buz, seyirci yine aynı duyguyu paylaşabilir, ancak asla gülemezdi. (1918)
Gülmek ya da güldürmek için önerdiğim yöntemler her zaman başarılı olmayabilir. Ancak, seyirciyi türlü bayağılıklar ve kabalıklarla güldürmektense, hiç güldürmemeyi yeğlerim. Gülmek, güldürmek de bir düşünce ürünü olmalıdır. Seyirciyi güldürmenin gizli, saklı ya da tılsımlı bir yanı yoktur. Benim tek gizim, gözlerimi her an açık, aklımı zinde tutmaktır. Sürekli olarak insanı inceledim. Çünkü insanı tanımadan mesleğimde hiçbir şey yapamazdım. Tüm başarının temelinde insanı tanımak yatar. (1918)
Annem olmasaydı, böylesine bir pandomim sanatçısı olamazdım. O, gördüğüm en iyi pandomimciydi. Bütün gün camın önünde durur, yolda olup biteni izlerdi. Ve ben onu seyrederek, yalnız duyguları ellerimle yüzümle yansıtmayı değil, aynı zamanda insanları incelemeyi de öğrendim… İşte annemin bana öğretebildiği en değerli şey bu izleme, inceleme gücüydü. (1919)
Canlandırdığım tip giderek değişti, değişiyor da. Şimdi, eskisine oranla daha trajik. Saçma sapan tavırlardan arındı. Daha bir akılcı oldu ve daha organik bir bütünlüğe kavuştu… Şarlo, şimdi daha az maske, daha çok yaşayan insan… (1928)
Sesli sinema mı? Nefret ediyorum… Sesli sinema dünyanın en eski sanatını berbat etti. Yani pandomim sanatını. Sessizliğin o sonsuz güzelliğini bozdu… (1928)
Sinemayla tiyatro arasında hiçbir bağ yoktur. Tersini savunanlar yanılıyor. Sinema da tiyatro da kendilerine özgü sanatlardır. ‘Altına Hücum’ filminde bir yastığı paramparça ettim. Bembeyaz kuş tüyleri siyah perdenin üzerinde uçuşuyordu. Bu etkiyi tiyatroda başarmak olanaksızdır. Öte yandan sahnenin kendi gerçeği, hayatı vardır; kelimeler sahneye ne ekleyebilir? (1928)
Dünyanın en güzel sesine de sahip olsam filmlerimde sessiz kalacağım. Pandomim, duyguları kelimelerden çok daha iyi yansıtır. Üstelik, pandomimin sözden üstünlüğü de evrenselliğinden gelir. Çinli çocuklar Hintli çocuklar, hepsi ben, kolaylıkla anlıyor… Çince ya da Hintçe bile konuşsam, beni bundan daha iyi anlayacaklarını sanmıyorum… (1931)
Ben Charlie Chaplin, Hollywood’un can çekişmekte olduğunu ilan ederim. Artık Hollywood’un bir sanat olan ve olması gereken sinemayla hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Hollywood’da yapılan tek iş kilometrelerce ve kilometrelerce film harcamaktır. Ve burada yalnız ve yalnız para babalarının sözü geçer. Hayır sakın bir devrimci ya da Bostonlu bir gazetecinin yazdığı gibi sabotajcı olduğumu sanmayın. Anlaşılan büyük bir suç işledim: Vatan sevgimin ya da dünya görüşümün sınır tanımadığını söyledim. Sınır tanımamam politika için olduğu kadar, sinema için de geçerlidir. (1947)
Aylık Dergisi 164. Sayı