İbda Diyalektiği’nin akademik seviyede uygulanışını göstermek, İbdacı gençliğin en mühim görevlerinden olarak istidadlılarını bekliyor. Diyalektiğin çeşitli ilim ve sanat dalları üzerinde pıhtılaşması mânâsına gelecek bu uygulama, aynı zamanda “toplumun genel fikir çerçevesine Büyük Doğu-İbda’yı yerleştirme” aziz misyonuna denk geliyor. Zira akademik seviye, günlük hayatta olduğu tarzda bizzat “pratik” ifadesi içinde olmasa bile, “teknik” vasfıyla vasıflandırılmayı gerektirdiğinden, fikrin pratiğe geçirilmesinde bir merhale, dolayısiyle “pratik”tir. Mücerred fikir, akademik seviyede “pratik” hâline gelmeden günlük hayattan beklediği karşılığı göremez ve “toplumun genel fikir çerçevesine” sindirilemez. Yâni akademik seviye, burada, âlimin buluşuyla mühendisin bu buluşu işçisine uygulatışı arasında “aracı” görevi görür ve tabiatiyle, “teori” ile “pratik” arasında “teknik” vasfını taşır.
Mânâların daha anlaşılır olması için, İBDA Mimarı’nın kaleminden derleyerek küçük bir lûgatçe çıkaralım…
Teori: Bir mevzuda bir araya getirilmiş düzenli bilgilerin bütünü…
İlim: Kanunlarını mücerret tefekkürden alıp onları bir takım görünür nisbetler içinde kalıplaştırma… Tefekküre nisbetle “teknik”…
Teknik: Uygulanmış ilim… Varlığı kavramak için, yapma varlık… Teorik bilginin uygulanışı…
Ve usul: Bir ilim veya tekniğin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi gereken başlangıç bilgileri, “esas”a götüren yol olarak “metod” karşılığı… [1]
Öyleyse, İbda Diyalektiği’nin akademik seviyede uygulanışını göstermek, “teorik” olduğu kadar “pratik” de bir görevdir. Bir taraftan esasa götüren yol –usûl- üzerine mütalâada bulunurken, bir taraftan mühendislik –teknik- vazifesini görmek, bir taraftan da mühendis yetiştirici –ilim- bir misyona talib olmak şeklinde iç içe geçmiş birtakım özellikleri bir arada kuşanmayı gerektiren bir iştir. Demek ki Akademya, İbda Diyalektiği’nin toplumun genel fikir çerçevesine yerleştirilmesi davasında, sözünü ettiğimiz tarzda özelliklerin peşinen mükellefiyeti altındadır.
‘TOPLULUK HAKİKATİ’ VE BİZ
“Topluluk hakikati”, ferdde toplu mânânın, birtakım iniş mertebeleri neticesinde topluma yayılmasıyla açığa çıkar. İBDA Mimarı, “Tilki Günlüğü”nde şöyle der: “Toplum ferdin uzayan gölgesidir.” Nasıl ki, bugünün toplumunun hakikati, bir mel’unda toplu mânânın, birtakım iniş mertebeleri neticesinde, “bugünün toplumu” olarak belirişidir. Aynı şekilde, bu mânâya dahil olmayan bizlerin de ifadecisi olmaya çalıştığımız dahil olmayış mânâsı, Büyük Doğu-İbda’da toplu mânânın, bizim mertebemizde gerçekleşmesi olacaktır. İbda Diyalektiği bakımından “NİSBET YANSIMASI” demek olan bu mânâ, “topluluk hakikati” içinde akademik seviyeyi temsil iddiasıyla ortaya çıkan bizlerin, “üste göre usûl, alta göre esas” teşkil edecek bir misyonun hakkını vermemizi gerektirir. Bu, en yalın ifadesiyle, Akademya’nın “olması gereken” davasıdır.
Fakat burada bir yanlış anlamaya da meydan vermemek gerekir: Burada “biz” derken, burada ilk bakışta gözünüze çarpacak şu ve bu köşe kapmışlar zümresini değil, istikbâldeki mânâsıyla “biz” keyfiyetini kasdediyoruz. Nasıl ki, dün GİAB (Genç İbdacı Aydınlar Birliği) Plâtformu olarak kendini gösteren “biz”, bugün Akademya olarak zuhur eden “biz” değiliz; aynı keyfiyetin, daha büyük ve daha gelişmiş bir kadro hâlinde ifadecileriyiz. Bunun gibi, her kim ve nerede bu keyfiyeti yaşatmak için bir adım atıyorsa, o da bu misyonun mükellefi olarak, “biz”dendir; “karşılıklı eleştiri yaparak ilerleme” ve “dayanışmalı fikir oluşumu” prensiblerine tâbidir. İbda Diyalektiği, burada bize olduğu gibi orada ona da “topluluk hakikati”ne dair bir şuur verecek ve burada bize olduğu gibi orada ona da şu sözleri yüksek sesle okuma hakkı tanıyacaktır:
– “Hiç kimse karşımıza geçip de, geniş mânâsıyla ‘dış oluş’ tezahürü olarak görmediğimiz şeyin kendisinde mevcut olduğunu iddia edemez; geniş mânâsıyla ‘yapmak’… Anlıyorsun değil mi?.. Bizzat imâna bağlı keyfiyet, kemmiyet ihtiyacını doğuruyor; görünmek için kemmiyete ihtiyaç var!.. Ama keyfiyet olmadı mı, (geniş mânâsıyla) eser dediğin, içi boş kabuk; fikir, davranış, teşkilât, şu, bu, kendi kendinden ibaret bönlük, kofluk ve çirkinlik ifâdesi… ‘Dış oluş’ görünüşü, kimin ne olduğunu ele veriyor, vesikalandırıyor!..” [2]
Bunun davasındayız. Beleşçilik yok! Herkes kendi “dış oluş” tezahürünü göstersin ki, Akademya’nın kadrosu olmaya kim lâyık, kim değil ortaya çıksın… Bu “dış oluş” tezahürünü göstermeyen, yâni keyfiyetini “iş ve eser” hâlinde ortaya koymayan ise, bize ahkâm kesmesin… Zirâ o, şu mânânın doğuşuna engelcidir:
– “… kütler topluluğu değil, birbirinin şahsiyet aynasında kendi hakikatini bulanlar topluluğu…” [3]
“Topluluk hakikati”nin ne olduğu… Bu hakikatin gerçekleşmesi içinse, burada bir başka noktaya dikkat çekmek istiyoruz: “Dayanışmalı fikir oluşumu” prensibi… “Necip Fazıl’la Başbaşa” eseri içinde bir prensib olarak zikredilen bu hususu, biz Akademya mücadelemize stratejik olarak tatbik edebileceğimizi sanıyoruz. Bilindiği gibi prensib, “esasa götüren yol üzerindeki hareket noktalarını gösteren ve faaliyetleri yönlendiren kaziye” şeklinde tarif olunur. O hâlde, bize birisi “biz”i soracak olduğunda, kendimizi bu stratejik prensibe dayanarak açıklayabiliriz:
– “Olmuş, ermiş ve yetişmiş görünme değil, ‘dayanışmalı fikir oluşumu’ prensibine göre, karşılıklı eleştiri yaparak yolumuzu aydınlatacak kadro olma, bulma ve yetiştirmenin davası.” [4]
Dayanışma… Sosyolojinin Batı’da kurucularından Durkheim’a göre, toplumlarda iki tip dayanışma (tesanüd) sözkonusu olabilir: Mekanik dayanışma ve organik dayanışma… Birinci tip dayanışma, ilkel toplumlarda görülen, toplum içi işbölümü ve fonksiyonelleşmenin oluşmadığı, “birlik ruhu”nun kuru bir iyi niyetle –bazen de kötü niyetle- açıklanabileceği beraberliklerde geçerlidir. İkinci tip dayanışma ise, toplumu meydana getiren ferdlerin bir bütün ve organizma âhengi içinde iş görerek, her birinin kendi toplum gayesinde fonksiyonelleşmesiyle açığa çıkar. Nasıl ki, bir vücudun uzuvları uzuv sayısı kadar mideden ibaret değilse ve her uzuv kendi vücud gayesinde bir işe yaramak üzere olgunlaşmışsa, aynı şekilde ideâl birlik ve dayanışma da sadece bir iyi niyet yahut suiistimâl biraradalığı olmayıp, ferdler arasında fonksiyonel bir işbölümü ve bir organizma bütünlüğünün sözkonusu olduğu yerde geçerlidir. Nitekim, “Mü’minler bir vücudun uzuvları gibidir” mealindeki Hadis-i Şerif, mekanik tesanüdçülüğe değil, organik dayanışmaya işaret ediyor gibidir.
İşin bir diğer yönü de, bir vücudun uzuvlarının, ancak “kalb hakikati-topluluk hakikati”ne nisbetle müşterek bir hizâ teşkil edici olup, meselâ mide ile karaciğerin birbirini tasdikine ihtiyacı olmamasıdır. Elbette mide ile karaciğer birbirinden müteessir olurlar, birinin görevini yapmamasının diğerine de sirayeti sözkonusudur; ama nihayet herbiri “topluluk hakikati”ni kendi iniş mertebesinde gerçekleştirmeye talib uzuvlar olduklarından, birbirlerine karşı değil, “topluluk hakikati-kalb hakikati”ne karşı sorumludurlar. İşte “dayanışmalı fikir oluşumu”, dilimiz döndüğü ve gücümüz yettiğince, “içe doğru olma ve dışa doğru oldurma” esprisi içinde, budur.
‘MÂLEDİCİLİK’ GÖREVİ VE BİZ
Bu bahse, “topluluk hakikati”ne dair bir diğer terkibî hükmün ışığı altında girelim:
– “İslâm, topyekûn kâinat ve insan meselelerinin mutlak olarak hâllini kapsayan bir sistemdir… Ve, daha insan ve toplum meselelerinin ne olduğunu başlık olarak bile bilmeden, onun kemmiyet ve keyfiyet mânâsıyla ‘topluluk hakikati’ sağlanamaz. Bu mânânın olmadığı yerde de, insanların bir araya gelip ‘İslâm toplumu’ yaftası takınmaları, İslâm’ı temsil etmez… Bütün bir kâinat ve tarih muhasebesi içinde gösterdiğimiz, buraya kadar değindiğimiz meselelerde de çeşitli yönlerden işaretlediğimiz gibi, maraz, ‘İslâma muhatap anlayış’ın uçmasıdır… Gerekli olan ve temin edilmesi gereken husus bu!..” [5]
Burada şu mânâları heceleyelim:
Büyük Doğu, “beş asırlık tarih dilimimizle birlikte içinde bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan ve ideâli aramayla toprağa bağlanma arasında bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıztırabını İslâm’ın hakikatine nisbetle heykelleştiren” hüviyeti itibariyle, topyekün insan ve kâinat meselelerinin halline dönük İslâma Muhatab Anlayış’ı yenileyici, yenilemeye dönük metodu getirici bir mihraktır. İBDA ise bu davanın diyalektiğini ve inzibatlığını resmeden, onu gayeye süren, “yürüyen hakikat” hâlinde topyekün kâinat ve insan meseleleri üstünde tatbikini ölçülendiren biricik sistem… Bu birbirini bütünleyen çifte kanat süzülüşüdür ki, İslâma Muhatab Anlayış’ın yenilenmesini ve yeniliğin teminini bize göstermiş ve “Kurtuluş Yolu- Fırka-i Naciye” olarak meydan yerine dikilmiştir. Bize bu yola tâbi olmak ve yolumuzu onunla bulmaktan başka ne kalıyor:
– “‘Kurtuluş Yolu’ terkibi hakkında, şu hususa dikkat çekelim: İşin bir yönü doğrudan doğruya imân ve amel yolunun sapık kollardan tefriki meselelerini, diğer yönü de bu ‘sünnet ve cemaat ehli’ diye çerçevelenen yolun maksadına uygun olarak insan ve toplum meselelerinin halline dair ‘dünya görüşü-sistem’ anlayışımızın tatbiki ve en geniş anlamıyla mücadele ölçülendirmelerini kapsar…” [6]
Bir taraftan İslâm’ın aslına nüfuz, yâni Sünnet ve Cemaat Ehli mezhebinin etrafında biriken zamane bid’at ve hurafeleriyle mücadele davası; diğer taraftan da Batı Tefekkürü olarak önümüze çıkan heyulanın Büyük Doğu-İbda ideolojik ölçülendirmelerine nisbetle hesaba çekilmesi ve bu ölçülendirmelerin çeşitli sahalara teorik ve pratik uygulanışı… Daha doğrusu şu:
– “Toprak, su, hava, güneş, ısı, mevsim şartlarının nisbet yekûnu içinde zahir olan tohum-yerden biten nebat misâli, dindeki gizliliklerin açık edilmesini gerektiren zamanın icabına mahsus ve çözüm için kendini empoze eden meseleler… Bu meseleler ‘ibadet, ukubât ve muamelât’a dair İÇTİHAD gerektiren işler ve bunların mukadder oluşları sınıfına girebileceği gibi, LEDÜNNÎ mahiyette de olabilir… Ledünnî ilim, Allah’tan ilham yoluyla mânâlar kavramak işi… İbadet, ukubât ve muamelâta dair ŞER’İ meselelerde olduğu gibi, LEDÜNNÎ mahiyetteki meselelerde de, her mevzu, kendi ‘usul, esas ve kurallarıyla’ ele alınabilir… Bu hakikate binaen, Şer’i olmayan mevzuların dindeki ölçü ve ölçülendirmelere nisbeti, her mevzuun kendine mahsus keyfiyetine göredir…” [7]
Zamanın icabına mahsus ve çözüm için kendini empoze eden meselelere sırtımızı dönerek “İslâm toplumu” olamayız; bu meseleleri daha mesele olarak bile tanımadan, tutup altlarına ilgili-ilgisiz birkaç âyet ve hadis kondurmayla “İslâm toplumu” olamayız… Her mevzuu bir “kendinden zuhur alanı” bilmek ve her mevzuda “kendinden zuhur diyalektiği”nin hükmünü yürütmek, akademik seviyede bu işi yapmak, umulur ki, “dindeki gizliliklerin açık edilmesi” gibi bir kıymet ifade etsin ve “İslâm toplumu” olabilmenin zeminini hazırlasın… Biliyoruz ki, “Yeni İslâm toplumu”nu ve nihayet “Yeni İslâm medeniyeti”ni temin için, bize “topluluk hakikati”nin ne olduğunu gösteren Büyük Doğu- İbda dünya görüşü dışındaki her anlayış, kuru bir iyi niyet, düpedüz kötü niyet, boş bir gevezelik, saçma sapan ahmaklık veya kıymetsiz bir cür’et sayılır…
İşte, güneşin doğmadan önce sıcaklığını hissettirmesi gibi, bizi belirişinden evvel kavgasına tutuşturan sevgili:
– “Antitezleri bile şifaya tahvil edici bir metodla; ve bir İslâmcı tefekkür SENTEZİNİN, çiti içinde derinleşeceği ve yayılacağı alanda antitezlerinin hakikatlerini gösterme mecburiyetiyle hareket… İslâmcı bir tefekkür sentezi, dünya çapında bir hesaplaşma sürecinde doğmaktadır!.. O hâlde, İslâm dışı olanların kendilerine âit kalıplar –düşünce formları- içinde konuşurlarken, adeta mevzuun kendisi de onlara âitmiş zannı içinde bulunmaları gözönünde tutulursa, ONLARIN ALIŞKIN OLDUKLARI KALIPLARDAN KENDİ MÂNÂMIZI FIŞKIRTMAK MARİFETİ, düşünülsün ki ne muazzam bir iş… Ve bu işin temeli, İBDA’nın ‘kendinden zuhur’ mânâsında!..” [8]
Büyük kalabalık tarafından bu pek anlaşılmaz. İslâm dışı çevreler, felsefe, psikoloji, sosyoloji, hukuk vesaire kalıbları –mevzu dilleri- içinde konuşurken, adetâ o mevzuların kendileri de kendilerine aitmiş ve o mevzularda konuşmak kendilerine mahsusmuş zannı uyandırırlar… Buna bakan Müslüman da, o mevzularda konuşmayı kendine yasaklar, o mevzularda konuşanı “imanı terketti!” sanır, çoğu zaman bu zannında haklı çıktığını görür, hâsılı devekuşu gibi başını kuma sokmanın, zamanın icabına mahsus ve çözüm için kendini teklif eden meselelere sırtını dönmenin, dinin icabını yerine getirmek olduğuna hükmeder… Bu kimseye göre, Müslüman olmak, yalnız birtakım Şer’î meselelerle ilgilenmeyi gerektirir; iktisad, içtimaiyat, fizik, astronomi gibi mevzular, “gâvur”a bırakılmalıdır…
Böyle düşünen belki Budacı olabilir, Hristiyan olabilir ama, Müslüman olamaz. İslâmiyet, Müslümandan dünyaya sırtını dönmesini değil, ona hâkim olmasını ister… Ve bugün, ona şöyle bir vazife yükler:
– “İslâm tasavvufu önünde Batı tefekkürünü hesaba çekmek, birinciye nüfuz ederken ikinciyi aslîleştirmek…” [9]
Bu mukaddes vazifenin Büyük Doğu-İbda’dan önce kimse farkına varmadığı gibi, farkına vardıktan sonra da Büyük Doğu-İbda olmadan hakkından gelemeyeceği tecrübelerle sabittir. “Nüfuz etmek”, “aslîleştirmek”, vesaire, söyleyişi kolay kelimelerdir, papağanlara dahi öğretilebilir; ama işin hakikatine sıra gelince, onlardan nasıl bir çetinlik buharı yükseldiği görülecektir:
– “‘İç’e doğru fâni olma ve ‘dış’a doğru müdîr-hâkim tavrı temsil edebilmenin ön şartı, bir bünyede kana dönüşen gıda maddeleri gibi, ‘MÂLEDİŞ ÇETİNLİĞİ’ni yaşamaktır… Bunun cezbesi… Bu yaşanmadan, kendi orjinine ve kendi dünya görüşünün orjinine nisbetle ‘tahvil edici’ bir mâlediş tarzı bahis mevzuu olamaz. İşte bundan sonradır ki, İBDA Diyalektiği ve verdiği tasarruf hakkıyla sarkılan her mevzu, İBDA merceğinden Büyük Doğu’ya nisbetin bütünü hâlinde bir gelişmenin parçasıdır; bu gelişme içinde de her unsur, bir diğerinin inkişâfına yardım eder. Ruhun aynada aksi hâlinde, yansıyanı tekrar terkibe katmak; birbirini sonsuz sayıda tekrar gösteren karşılıklı aynalar gibi, oluşumlar içinde hep yeni kalmak marifeti…” [10]
“Antitezleri bile şifâya tahvil edici bir metodla”… Evet, böyle bir metodla meselelere yaklaşan ve “mâlediş çetinliği” üzerinde terleyen kimse, İBDA Mimarı’nın, “Dil ve Anlayış” eserinde, “gözünü ışığa dikerek mesafe ayarını kaybeden tavşan” diye vasıflandırdığı, bir nevi kaba softa-ham yobaz tipinden ayrıdır… Nasıl ki, eviyle işi arasında sıkışıp kalmışken lâfa gelince olur olmaz her mevzuda ahkâm kesiciliği Müslümanlık sanan bu tip, İslâm’ın fetih sancağını taşıyan ve dolayısıyla fetih hakkını temsil eden “Akıncı” tipinden ayrıdır… Meselâ bu tavşan tip, daha doğrusu “evinde aslan dışarıda tavşan” tip, güyâ Marksizme karşı ve güyâ İslâm yanlısı “Diyalektiğin Sonu” diye bir şeyler geveler veya geveleyenden tercüme eder, lâf arasında “İBDA Diyalektiği” kavramını da güme götürdüm sanmanın pişkinliği ile sırıtır; ve bu salaklığı içinde, “aklın sonu”, “mantığın sonu”, “diyalektiğin sonu” gibi kavramların ne salakça lâflar olduğunu, bir formun sona erip bir başka forma yol açılması şeklinde Batılıların da kasdının bu olmadığını anlamaz… Evet, İslâmcı tefekkür sentezi dünya çapında bir hesablaşma sürecinde doğarken, güya İslâm adına, gerçekte şeytanın emrinde bizim yolumuzu kesmeye çalışan bu tiplerin, sözkonusu hesablaşmanın baş muhatablarından olacağını da hatırlatırız… Akademya’nın böylesine ihtiyacı yoktur.
– “Muayyen sahalarda dinin hikmetlerini en doğru anlayışla topluma aplike edecek ve insanlara yaşanmaya değer hayatı bildirecek fikircilere ihtiyaç var…” [11]
Gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz ki, bugünkü ve istikbâldeki mânâsıyla biz, bu ihtiyacın cevabına talibiz!
EK: GELENEKTEN GELECEĞE
Osmanlı medeniyeti ve dili hakkında incelemeler yapan bir Batılı münevver “Dünya dilleri içinde kelime hazinesinin zenginliği bakımından İngilizce’ye yaklaşmış tek dil, Osmanlı Türkçesidir!” tesbitiyle başladığı makalesinde, Osmanlı Türkçesinin Arab şivelerine ve Balkan dillerine derin tesirlerinden bahsediyor. Bu tesirlerin Osmanlı sonrasında ortaya çıkan çeşitli ülkelerde adetâ “kelime avcılığı” yoluyla yok edilmek istendiğini uzun uzadıya izah ettikten sonra, nihayet sözü Osmanlı İmparatorluğu’nun asıl mirasçısı olduğu düşünülen Cumhuriyet Türkiyesi’ne getiriyor ve burada oynanan “dil devrimi” komedisini acı acı tebessüm etmekten kendini alamayarak tasvir ederken, birdenbire, işin vahşetini tek vehlede gösterici şu misâli getiriyor:
– “Pascal’ın Pensees, Lamartine’in Meditations, La Rochefoucauld’nun Reflexions, Alain’in Idees adlı eserleri günümüz Türkçesine ‘Düşünceler’ diye tercüme edilmiştir. Oysa ki Osmanlı Türkçesinde, bu kavramları, arzettikleri gâmızaları (nüans) zedelemeden karşılayacak dört kelime bulmak işten değildi!”
Burada dikkat ederseniz, mesele dilden üç beş kelimeyi atmak değildir; burada mesele, fikir hayatımız ve tefekkür dünyamızın renklerini soldurmak, buudlarını ortadan kaldırmak, müfekkiremizin teneffüs borularını kesmek ve onu nefes alamaz, düşünemez, konuşamaz hâle getirmektir. Bu meyanda, bizim dil devrimcileri, Ortadoğulu ve Balkanlı hemcinslerinden daha gayur ve gâvur davranmışlardır. Ve böylece, fikir hayatımızda arzu edilen sükût sağlanmış, “devrim” başarıyla tamamlanmıştır.
İşte Akademya böylesi bir verimsizlik zemininde, “iki kaya arasına sıkışmış bir taştan fışkırırcasına” yerden göğe yükselen BÜYÜK DOĞU–İBDA irfan yemişleri ağacının yemyeşil dallarından bir dal olarak, “ağaçaltı sohbetleri”ni yeniden başlatmakla iftihar eder!
Fakat misâlin asıl zannedilmemesi için de şu izahı yapmakta yarar var: Her şeyden önce, bizim davamızın “Osmanlıcılık” veya “Neo-Osmanlıcılık” olmadığını akıldan uzak tutmamak gerekir. Bu bir…
İkincisi; biz burada düşünce dünyamıza vurulan bir kilidin muhasebesini yaparken, “sanki dil devriminden önce bizde çok büyük düşünürler mi vardı?” yollu bir ukalâlığın da muhatabı değiliz. Diyelim ki yoktu, ama düşünce dil ile mümkün olduğuna göre, olması için, olması imkânlarını büsbütün ortadan kaldırmak mı gerekirdi? Peki bu yapıldıktan sonra kaç tane düşünürünüz oldu?
Diğer taraftan, bu büsbütün intihar hâlinin günümüzde bir “Osmanlıcılık” modasını da tetiklediğini görüyoruz. Keyfiyetçe en değersiz antikacı dükkânlarında da olsa, her türlü Osmanlı güzellemesi vitrinleri dolduruyor ve insanları heyecanlandırıyor. Belki bunun ümid verici bir tarafı da var: Öyle ki, düne kadar Osmanlı, bütün medeniyetler içinde en lânetlisi tutulmuştu. Cumhuriyet nesilleri, Osmanlı üzerine hiçbir güzel söz duymaya tahammül edemez, bunu, doğrudan doğruya rejimin temellerine yönelik bir saldırı kabul ederlerdi. Fakat sonunda “sağduyu”, nasıl olduysa, yerin yedi kat altındaki zındanından kaçmayı başardı ve tahassüs iklimimiz üzerine yeniden Osmanlı güneşinin ışıkları vurmaya başladı.
Üstelik, insanımızın Osmanlı’ya karşı ilgisi, sadece Osmanlı’ya ilgi olmakla kalmıyor. Tarihe ilgi olduğu kadar, sanata ilgi, edebiyata ilgi, düşünceye ilgi, okumaya ilgi, yazmaya ilgi, hattâ dine ilgi şeklinde çeşitli etraf ve kademeleriyle birlikte tezahür ediyor. Bu, işin güzel ve teşvik edilmesi gereken yönü…
Gelgelelim, bugün “Osmanlıcılık” veya “Neo-Osmanlıcılık” denilen davanın, ümid verici olduğu kadar, kaygu verici yönleri de az değil. Zirâ bu iş, soylu bir tarih muhasebesine, kısacası BÜYÜK DOĞU–İBDA TARİH ŞUURU’na dayanmadığı her yerde, zıddına inkılâb ve aksidavasına hizmet etmeye mahkûmdur. Nitekim bugün de Osmanlıcılık, Cumhuriyetin olmayan “ihtişam” buudunu takviye ve ona “eklenti” bir derinlik katmak suretiyle, insanımıza sahte bir ihtişam avuntusu tedarikine hizmet ediyor. Tıpkı, Haliç’e Marmara’nın rengini ve derinliğini vermeye çalışarak, Haliç’i Marmara’nın kendisi sanmak gibi abes bir dava… Veyahud, 18’inci yüzyılın Paris sosyetesinin “Türkri” dedikleri Türk eşyaları ve ev düzeni modası tarzı; orada başlayıp orada biten, eğlencelik bir heves…
Ne Osmanlı bu miskin hevese âlet edilebilir, ne de bizim böyle bir hevesle işimiz olabilir. Günümüzde birtakım televizyonlarda, gazetelerde, belediye ve kültür çevrelerinde yaldızlanan “tarihçilik” ve “Osmanlıcılık” davasının, bizce keyfiyeti bu kadardır. Bu keyfiyete bağlı arşivcilik, kütübhânecilik, vesikacılık vesaire de kendi başına hiçbir kıymeti olmayan gayretlerdir.
Şu hâlde Akademya, fikir hayatımız üzerindeki sükût küllerini dağıtmak ve “devrim” karanlığını ağartmak emelinde soylu tarih muhasebesinin sözcüsü olmak kavgasına atılırken, maziye güzellemeler düzme yollarının hiçbirine değil, ama istikbâlin fethine dair usûllerin herbirine göz diker!
Evet, herbirine; ki, kendi usûlünü de arayıcı ve aratıcı uyanık bir şuur hâlinde…
AKADEMYA (I. Dönem, Sayı 1, Ocak 1996)
Dipnotlar:
1) Salih Mirzabeyoğlu, NECİP FAZIL’LA BAŞBAŞA –İntıbâ ve İlhâm-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1989, s. 95, 96, 98, 102. (Koyu harfle vurgular bize aid)
2) Salih Mirzabeyoğlu, NECİP FAZIL’LA BAŞBAŞA -İntıbâ ve İlhâm-, 3. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2013, s. 65.
3) Salih Mirzabeyoğlu, İBDA DİYALEKTİĞİ -Kurtuluş Yolu-, 3. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1995, s. 188.
4) Salih Mirzabeyoğlu, NECİP FAZIL’LA BAŞBAŞA –İntıbâ ve İlhâm-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1989, s. 31.
5) Salih Mirzabeyoğlu, İBDA DİYALEKTİĞİ -Kurtuluş Yolu-, 4. Basım, İstanbul 2004, s. 187.
6) Salih Mirzabeyoğlu, İBDA DİYALEKTİĞİ -Kurtuluş Yolu-, 3. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1995, s. 113-114.
7) Salih Mirzabeyoğlu, İBDA DİYALEKTİĞİ -Kurtuluş Yolu-, 3. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1995, s. 97.
8) Salih Mirzabeyoğlu, İBDA DİYALEKTİĞİ -Kurtuluş Yolu-, 4. Basım, İstanbul 2004, s. 199. (Büyük harfle vurgular bize aid)
9) Salih Mirzabeyoğlu, İSTİKBÂL İSLÂMINDIR –Denenmemiş Tek Nizâm-, 3. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1995, s.15.
10) Salih Mirzabeyoğlu, İBDA DİYALEKTİĞİ -Kurtuluş Yolu-, 3. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1995, s. 208. (Büyük harfle vurgu bize aid)
11) Salih Mirzabeyoğlu, İSTİKBÂL İSLÂMINDIR –Denenmemiş Tek Nizâm-, 3. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1995, s. 30.