Platonas (Platon/Aristokles), ‘Ruh’un ölümsüzlüğü’ fikrine ulaşırken kendi urucunu gerçekleştirir ve yeryüzünde (Kosmos) ve Yeraltı’nda/Ölümötesi’nde (Άδης (Âdis)=Hades) herşeyi fehmeder. Tabiat’ta mevcudat birbirleriyle merbut olduğundan kelli, Ruh-u İnsânî eşyâdan birini müşâhede ettiğinde, inceleme-araştırma yoluyla eşyânın hakikatine vâsıl olabilir, eşdeyişle yaratılmadan evvelki hâlinde (Âyân-ı Sâbit’inde/hakikatinde) mevcud olan bilgisini hatırlayabilir.
Ona göre, Ruh’ta ‘Doğru tasavvurlar’ (Ευθυφρον=Efthifron), şuursuz (Άθελητος=Âthelitos) bir hâlde bulunurlar. Bunlar ilk olarak bir rüyâ gibi kımıldanırlar; münâsib sualler ve tedkiklerle nihâyet bedihî hâle gelirler.
Buna nazaran; öğrenmek, ezelde bilinmiş olan birşeyi hatırlamaktan (şuur seviyesine taşımaktan=Ανάμνηση=Anâmnisi) gayrı birşey değildir. Böylece ‘Ορθοδοξία’ (Orthodoksîa=Dosdoğru kanaat) ile Επιστήμη (Epistîmi=Bilgi) arasındaki ‘zıddiyet’e dikkat çekilmiş oluyor.
Platon, Ruh’un, ezelî mevcudiyetinden neşet eden hatırlamalarını ‘Sallantılı Tasavvurlar’ görür. Buradan hareketle de ‘Η βασική Άρχη της επιστήμη’ (İ Vasikî Ârhi tis epistîmi=Bilginin temeli, temel ilkesi) kontekstinde bir fikir gelişir. Fakat Platon ‘üst dil-üst mânâ’ buudunu devreye sokmaz/sokamaz.
Bu noktada Hırka-i Tecrid’den bir parantez açalım:
“”Abdülaziz Debbağ Hazretleri’nden işittim” diyor, Ahmed İbni Mübârek: Süryani lûgatı, bütün diğer lisânlara sâridir. Bütün diğer lisanlarda mevcut olan hece harfleri Süryani lisânında da mânâları haizdir. Meselâ Arab lisânında AHMED ismi, bu isimle müsemma olan zâta delâlet eder, onun adıdır. Süryani lisânında ise AHMED’in mânâsı, Ahmed kelimesindeki baştaki üstün olan hemze bir mânâya delâlet eder, sakin olan A’nın ayrı bir mânâsı vardır. Kezâ M harfi ayrı, D harfi ayrı birer mânâlara gelir. Bunun gibi MUHAMMED kelimesi Arabça’da kimin ismi ise o zâtı gösterir. Süryani’de ise M başka, H başka, M başka, D başka mânâlara gelir. Bütün diğer kelimeler de böyledir. Meselâ PERAKLİT kelimesi İbranice bir kelimedir. Resûlullah Efendimiz’e ad olarak vazedilmiştir. Süryani dilinde ise bütün harfler ayrı ayrı mânâya delâlet eder. Fakat insanoğlu zamanla cehaletinden bunları anlamaz olmuşlardır. Süryani lisânının esas icad edilmesiyle saf bir marifet elde edilir ki, bunda cehalete yer yoktur. Hattâ konuşanlar arasında daha söylenilmeden mânâ anlaşılır. Dinleyenin zihninde söyleyenin bir harfinin işareti mânâyı anlamasına kâfi gelir. Çünkü Süryanice’de konuşmaktan gaye mânâya dalmaktır, yoksa kelime kalabalığı değildir. Bunun için Süryanice konuşmağa ancak büyük keşif sahibi veliler muktedir olabilirler veya bu mertebedeki ervah (ruhlar, canlar) konuşabilir. Melekler de marifet üzere yaratılmış olduklarından onlar da bir harf ile veya birkaç harf işaretle konuşurlar.” [*]
Πέρα (Pêra): Yunanca; öte, öteye, oraya, orada, karşı mânâlarında
Πέρας (Pêras): Nihâyet, son, hitâm mânâlarında
Κλήσις (Klîsis): Çağırma, dâvet, çağırı, celb
Κλητήρ (Klitîr): Mübâşir, müjdeleyen, haber veren
Πέρας-Κλητήρ (Pêras-Klitîr=Nihâî müjde verici, nihâî mübâşir=Περακλητήρ (Peraklitîr)
Meşhur tasavvuf araştırmacısı Mırmıroglou, Περακλητος’un (Peraklitos) ‘Ahmed’ mânâsına geldiğini belirtiyor.
Pê’râ’: İbrânîce; lider, prens
Pê’ra’: Saç
Pâre’h: Mısır krallarının nâmı, Fir’avn.
Pârâ’s: Ayırmak, bölmek, ayırarak ilân etmek (Netleştirmek)
Pârâes: Savaş atı, savaş arabası atı, süvârî
Perâ’th: Fırat Nehri
Kôl: Bütüm, hepsi, her, herbir, küll
Kâlâ’: Bütünlenmek, bitmiş olmak, hazır olmak, imhâ edilkiş olmak, infaz edilmiş olmak, durdurulmak, ara verilmek.
Kâllâ’: Gelin, üvey kız
Kâlâ’l: Mükemmelleştirmek
Pârâ’s-Kôl: Herşeyi ayırıp, bölüp netleştirmek
Pê’râ’-Kâlâ: (Herşeyi) hazır olan lider, nihâî lider
Pê’râ’-Kâlâ’l: Mükemmel(leştirilmiş) lider
Platonas (Aristokles) muhtemelen kadîm Süryânîce’ye vâkıf olmadığı için ‘Doğru Tasavvurlar’ının ‘üst dil-üst mânâ’ buudunu es geçti/noksan bıraktı ve ‘Mefhumlar İlmi’nden ve bu ilmin köklerinden beslenemedi. Her ne kadar ‘Bilgi’nin Temeli’ni’ kavram felsefesinde arasa da…
Platonas bilgi ile varlık arasında bir korelasyon olduğunu kabul eder ve ‘Mefhumlar’ı ‘Hakikat’ veyâ Hypostasis (Υπόσταση) (Dayantı, uknum, esâs, cevher, zât) olarak idrâk eder. Onlar’ın (Mefhumlar) başlıbaşına bir âlem teşkil ettiklerini tesbit eder.
Platonas’a göre, ‘İdea’ ‘Vahdet’tir, ‘Ahad’dır (bölünemez tek), değişmezdir, ezelî-ebedîdidir.
Hissedilen nesneler (Objeler) ise biteviyye meydana gelirler, değişip-dönüşürler ve ifnâ olurlar.
İdea ‘Το ον οντος’ (hiç oluş hâlinde olmayan), Nesne ise hep oluş hâlinde olup hiçbir zaman varolmayandır (γενέση=yenêsi).
Hasseyle algılanan nesnelerin karşısında cismânî olmayan idealar (Ασωματα Ιδέες) vardır.
Burada Platonas’ın ‘Πράγμα’ (Prâgma: Şey, nesne, obje, nen) veyâ ‘Σώμα’dan (Sôma: Cisim, beden, gövde) kasdı Tasavvuf’taki ‘Âlem-i Ef’âl’ (Fiiller-Eylemler Âlemi), Ασωματα Ιδέες’den (Asomata İdêes: Cismânî olmayan idealar)den kasdı ise, ‘Âlem-i Mânâ’ veyâ Âlem-i Esmâ’dır (Mânâ veyâ İsimler Âlemi). Bu âleme ‘Τοπος Νοητος’ (Topos Noitos=Aklî Mekân, Akılla kavranan mekân) der Platonas. Άρετη’nin (Âreti=Fazilet) kökeni ona göre bu âlemdedir.
Platonas, Ruh’un evvelâ bu dünyada (ve Soma’ya/bedene müteâllik olarak), bilâhare Άδης’te (Yeraltı’nda, Berzah’ta) varolduğunu fehmedebiliyordu. Şimdi onu (ruhu) ‘İdealar Âlemi’ne taşıması gerekiyordu.
Aslında Ruh, başlangıçta (Στην Άρχη [Stin Ârhi]) ‘İdealar Âlemi’nde bulunmaktadır. Oradan yeryüzüne (Ef’âl Âlemi’ne) iner.
Suver-i Hayal’den sonra bu mevzuda başka şeyler de yazabilmeyi umuyorum…
* Salih Mirzabeyoğlu, Hırka-i Tecrîd – Risâle-i Üçışık, İBDA Yay., İstanbul 1998, s. 73-74
Kaynak: H.A. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)