Film Okumaları: Birdman of Alcatraz – Alcatraz Kuşçusu

“Alcatraz Kuşçusu”, Thomas Eugene Gaddis’in 1955 yılında kaleme aldığı “Birdman of Alcatraz” romanından 1962 yılında beyaz perdeye aktarılmış bir film. Filmin yönetmenliğini John Frankenheimer yaparken, hikâyenin film çekilirken hâlâ cezaevinde olan “gerçek kahramanı” Robert Franklin Stroud’u ise karakter filmlerinin ünlü aktörü Burt Lancaster canlandırıyor. Yine dönemin güçlü oyuncuları Karl Malden, Thelma Ritter, Betty Field, Neville Brand ve Telly Savalas, bu biyografik filmde Burt Lancaster’a eşlik ediyor.

Alcatraz Kuşçusu, 19 yaşındayken birini öldürdüğü için 72 yıllık hayatının 53 yılını demir parmaklıklar ardında geçirmek zorunda kalan Robert Franklin Stroud’un gerçek hayat hikâyesini anlatıyor.

Filmin hikâyesi, 1912 yılında Washington’daki McNeil adası cezaevinde bulunan isyankâr mahkûmların bir trenle Kansas’daki yüksek güvenlikli Leavenworth cezaevine, tutsakların ona verdiği isimle, “Büyük Sirk”e nakledilmesiyle başlıyor. Filmimizin kahramanı Robert F. Stroud da (Burt Lancaster), sevkedilen o mahkûmlar arasındadır. Yönetmen Frankenheimer, daha filmin başında seyirciye Stroud’un neden “isyankâr” sıfatını aldığını seyirciye göstermek ister. Nakil esnasında mahkûmlar her tarafı kapalı olan trende neredeyse 40 dereceyi aşan sıcaktan fenalık geçirmek üzereyken, Stroud, trenin camlarını kırarak mahkûmların rahat oksijen almasını sağlar. Bu hareketi, nakledildiği cezaevinin müdürü Harvey Shoemaker (Karl Malden) tarafından disiplin cezasına çarptırılmasına sebeb olur. Oradaki disiplin cezasının en hafifi 30 gün katıksız hücre hapsi ve cezaevindeki tüm sosyal haklardan mahrumiyettir. Böylece kahramanımız Stroud’un, hayatının neredeyse 40 yılını geçireceği “Büyük Sirk” Leavenworth’daki günleri işlemeye başlar.

Fakat, oradaki günleri hattâ yılları kolay geçeceğe benzememektedir. Zira, daha hücre cezası biter bitmez annesine laf eden bir çete üyesinin boğazına yapışıp onu döver ve tekrar tam tecrid şartlarında hücre cezasına çarptırılır. Gardiyanlar, yaka paça onu hücreye tıkmaya çalışırken, Cezaevi Müdürü Harvey Shoemaker çıkagelir ve mahkûma, “neden böyle yapıyorsun? İnsanlara karşı neden böyle acımasız davranıyorsun?” diye sorar. Stroud, müdüre “çünkü bir cerahat kuyusunda yaşarsan, ona göre davranmak zorunda kalırsın!” diye cevab verir. Bunun üzerine Müdür Harvey’in “pekâlâ, belki hücrede 30 gün daha kalırsan aklın başına gelir, inadın kırılır!” sözü üzerine Stroud, “hiç sanmıyorum. Bu umuda fazla kapılma!” diyerek, hücreye girerken bile idareye meydan okur.

Aslında,  Müdür Harvey Shoemaker bildik mânâda devletin emir ve yasaklarını uygulayan diğer devlet yetkililerinden farkı olmayan bir yönetim anlayışına sahib olsa da, zaman zaman açığa çıkan merhamet duygusuyla kanunlar arasında kalmış bir şahsiyettir. Gerçi, uyguladığı çoğu emirde kanunların söylediği vicdanına galebe çalsa bile, huzursuz ve düşünceli görüntüsü, uygulamak zorunda kaldığı kurallardan aslında pek de hoşnut olmadığını göstermektedir. Yâni, Müdür Harvey, kanunlar ve vicdanı arasında çırpınıp durmaktadır. Zira, Stroud’u hücreye attırdıktan sonra Başgardiyan Kramer’in, “30 günlük hücre cezasının bu kuşu adam edeceğini sanmıyorum, onu tamamen diğer mahkûmlardan tecrid edelim!” diye teklifte bulunmasına sinirlenerek, asabî bir ses tonuyla, “ben hiçbir insandan bu kadar kolay vazgeçmem Bay Kramer!” diyerek karşılık verir.

Stroud, hücre cezasını çektikten sonra tekrar normal koğuşuna konulur. Fakat, irili ufaklı yaptığı isyan ve idareye tavır alma teşebbüsleri neticesinde defalarca hücre cezası almaktan kurtulamaz. Öyle ki, o cezaevinde bulunduğu ilk yılların büyük bir bölümünü hücrede geçirmeye başlar. Fakat, hücrede geçirdiği aylar Stroud’u uslandırmamaktadır. İdareye karşı bir harekette bulunurken, bu eylemin sonunda hücre cezasına çarptırılacağını bile bile, geri adım atmayan tavrından taviz vermez. Cezaevi yönetiminin ona ceza diye verdiği hücre hapsi, artık onun için bir mânâ ifâde etmemeye başlar. Çünkü zihninde hücrenin kötü bir yer olduğu düşüncesini bertaraf etmiştir. Bir hareket yaparken, o hareketin neticesinde bir ceza alacağı korkusunu yenerek yapmıştır bunu. Bir yönetimin, kanunlarını, yasaklarını, cezalarını yerle yeksan eden tek şey, Stroud’un yaptığı gibi umursamazlık tavrıdır. Kanun koyucular için en tehlikeli insan tipidir Stroud gibiler. Nitekim insanları yıldırmak ve itaatkâr yapmak için hâkim gücün elindeki en etkili silah “cezalandırma”dır. Peki, karşınızdaki insan için vereceğiniz cezanın bir hükmü yoksa, iradesi o cezaya boyun eğmiyorsa, ne yapabilirsiniz? Hiçbir şey! Burada, gerçek hayattan alınma başka bir film kahramanı, “V for Vendetta” kod adlı Guy Fawkes’in sözleri geliyor aklıma: “İnsanlar hükümetlerden korkmamalı; hükümetler korkmalıdır insanlardan. Çünkü fikirlere kurşun işlemez!”. Fikirlere işlemeyen kurşunu, zihinlere işlemeyen kurşun olarak da okuyabiliriz burada. Neyse…

Çok geçmeden Stroud’un ceza ile yola gelmeyeceğini anlayan Müdür Harvey, inadından vazgeçer ve ona insanî bir tavırla yaklaşmaya çalışır. Onu diğer mahkûmlar ile birlikte ortak alana çıkarır. Çamaşırhânede çalışmasına izin verir. Yâni âmiyane tabirle, onu kazanmaya çalışır. Stroud, artık diğer mahkûmlar gibi cezaevi günlerini olağan bir biçimde geçirmeye başlar. Bu, onun zaferidir. İdareye boyun eğmeden, yazılı kanunlara itaat etmeden, cezaevindeki tüm sosyal haklarını geri kazanmıştır.

Bir gün, Stroud’un dört yıldır görmediği annesi, ülkenin diğer ucundan kalkıp ziyaretine gelir. Fakat Stroud’a karşı gizliden gizliye husumet besleyen başgardiyan Kramer, işgüzarlık yapıp görüş şartlarının oluşmadığı bahanesiyle bu ziyarete izin vermez. Bunu haber alan Stroud, başgardiyanı hücresinin önüne çağırarak neden izin vermediğini sorar. Kramer, “bu cezaevinin bazı kuralları var, herkes bu kurallara uymak zorunda” der. Bunun üzerine Stroud, Kramer’e şu cevabı verir: “Yüreğindekilerin tümü bu mu? Kurallar. Senin yüreğinde kurallardan başka bir şey yok mu?”

Stroud’un bu işin peşini bırakmaya niyeti yoktur. Akşam yemekhânede başgardiyan Kramer’i görünce, bu sefer daha tatlı bir üslûbla, onun merhamet duygusunu harekete geçirmek ister bir yüz ifadesiyle, annesinin 2000 millik yoldan geldiğini, belki bir daha annesini göremeyeceğini söyleyerek şansını yeniden denemek ister. Fakat, yüreğinde kurallardan ve talimatlardan başka hiçbir şey olmayan Kramer, ona yine izin vermeyeceğini söyleyerek tüm kapıları yüzüne kapatır. Başgardiyanın red cevabından sonra soğukkanlılığını kaybeden Stroud, onun üzerine hamle yapar. Ve Kramer ile Stroud arasında kıyasıya bir boğuşma başlar. Boğuşmadan galib ayrılamayacağını anlayan Kramer, belindeki demir jopu çıkararak Stroud’a vurmak için hamle yapar. Fakat tam o boğuşma hengâmesinde Kramer kalb krizi geçirir ve Stroud’un elleri arasında can verir. Annesini görmek için hakkını arayan Stroud,  istemeden ikinci cinayetini de işlemiştir.

Artık kahramanımızı daha zor zamanlar beklemektedir. Hem gardiyanı öldürdüğü için idamla yargılanacak, hem de hakkında bir hüküm verilene kadar tam tecrid edilmiş hücrede yaşayacaktır. Stroud için daha da kötüsü, şimdiye kadar hep müsamahalı davranan müdürün artık onu kollamayı bırakması olacaktır.

Stroud, öldürdüğü başgardiyan için mahkemeye çıkarılır ve daha ilk mahkemede asılarak idam edilme cezasına çarptırılır. Avukat olan annesi Elizabeth Stroud (Thelma Ritter) temyiz başvurusu yapsa da bu itiraz kabul edilmez ve Stroud’un 90 gün sonra asılmasına hükmedilir.

İdam cezası aldıktan sonra, cezaevi idaresi, Stroud’un kaldığı tek kişilik hücrenin avlusuna bir idam sehbası yapmaya başlar. Robert F. Stroud, kendini ölüme götürecek bu sehbanın hazırlanışını safha safha izlemektedir. Sabah akşam ölümünün provasını izlemektedir. Sanki kendini ölüme hazırlamaktadır. Bir gün, enteresan bir şey dikkatini çeker. Marangozun, idam sehbasının merdiveninin tırabzanını büyük bir itinayla zımparaladığını görünce dayanamaz ve ona bunu neden yaptığını sorar. Marangoz şu trajikomik cevabı verir Stroud’a: “Eline kıymık batmasın diye!”. İnsanları hayatta tutmak için pek hevesli davranmayan sistem, onların ölüme gidişinin acısız olması için çok itinalıdır! Mahkûmun ölümü mükemmel olmalıdır!

Stroud, mükemmel ölümünün hazırlanışını izlerken, yaşlı annesi dışarıda boş durmaz ve pes etmeden af dilekçeleri yazar sürekli. Sivil toplum kuruluşları ve insan hakları örgütlerini harekete geçirmek için uğraş verir. Senatörlerle görüşüp diller döker. O görüşmelerden birinde, ABD Başkanı Wilson’un eşinden de randevu koparır. Çünkü, o da bir annedir ve kendini anlayacak yegâne kişi odur. Ve hedefine de ulaşır. Başkan’ın eşini iknâ eder. ABD Başkanı Wilson, Anayasa’nın kendisine verdiği idam cezasını durdurma yetkisini kullanarak, Stroud’un cezasının ömür boyu müebbet hapse çevrilmesini sağlar. Stroud idam edilmeyecektir ama ömrünün sonuna kadar cezaevinden dışarı da çıkamayacaktır.

Müdür Harvey, idam cezasının durdurulduğunu Stroud’a söylemek için hücresine geldiğinde, üzerinde psikolojik baskı oluşturmak için şunları söyler: “Bir süre sonra idam edilmediğin için pişman olmaya başlayacaksın. Çünkü kalan hayatını bu delikte geçireceksin. Burası tüm hayatın boyunca senin evin olacak. Düşün bunu. Volta atmak için bile öteki mahkûmlarla bir araya gelmene izin verilmeyecek. Hayatın boyunca yemeğini yalnız yiyeceksin. Ve yapacak işin olmayacak. Tek işin, saatleri, günleri, yılları saymak olacak. Ve öldüğün zaman yanında kimse olmayacak.” Kahramanımız Stroud, Müdür Harvey’e tek kelime ile cevab verir: “Bundan daha kötüsünü de yapamazsın ya. Bak şu ânda benim için yapılan darağacını söküyorlar.”

– “Hücrede olmak, demiryolunda olmak gibidir. Birisi ayaklarını kapıya doğru iter. Tek başına yemek yersin. Okursun. Hücreni adımlarsın. Sonra yine hücreni adımlarsın. Yapılanlar hep aynıdır. Rutini kırmanın tek yolu revire çıkmaktır. Oturup kalb atışlarını dinlersin. Ve hayat saatinin çalıştığını duyarsın. Sıradakinin ne olduğunu bilmek, aklını yitirene dek kafanın içinde büyüyüp durur.”

Stroud, bu düşünceler içinde boğuşup hücrede hayatta kalmaya çalışırken, havalandırmaya çıktığı yağmurlu ve fırtınalı bir akşam, yerde yaralı hâlde yatan yavru bir kuş bulur. Aslında o minik serçe, o saatten sonra ömrünün sonuna kadar onu ayakta tutacak ve tüm duygu dünyasını değiştirecek zincirin ilk halkası olacaktır. Fakat Stroud, henüz bunun farkında değildir. Stroud’un amacı; ilk başta o minik kuşun yarasını tedavi edip karnını doyurduktan sonra salıvermektir. Ama o kuş sayesinde hayata tutunduğu için o kuşu bırakmaya gönlü elvermez. Minik kuşun da onu terkedip gitmeye niyeti yoktur esasında. Şimdiye kadar insanların kaçtığı ve ön yargılı davrandığı bu katilin yüreğine, bu minik serçe dokunur. Stroud, minik kuşun hayatını kurtarmış, minik kuş da Stroud’u hücrede hayata bağlamıştır. Birbirlerine canlarını borçludurlar bir bakıma.

Kahramanımız, minik serçeyi tedavi ettikten sonra, onu sanki çocuğuymuş gibi eğitmeye başlar. Ona akrobatik hareketler ve insan gibi komutla hareket etmeyi öğretir. Onunla konuşarak, yemek yemesini, uçmasını, takla atmasını, yatmasını öğretir.

Başka bir cezaevine tayini çıkan Müdür Harvey’in yerine gelen yeni Müdür Younger mahkûmları tanımak için hücreleri gezerken, Stroud’un hücresindeki kuşun bir insan gibi yaptığı hareketleri görünce, hayretler içinde kalır ve o zamana kadar yasak olmasına rağmen mahkûmların kuş ve evcil hayvan beslemelerine izin verir.

Hücrelerde kuş ve evcil hayvan beslemenin serbest bırakılmasıyla o günden sonra cezaevi koridorlarındaki ölüm sessizliği yerini kuş cıvıltılarına bırakır. Kahramanımız Stroud’un sayesinde, cezaevi adeta kuş cennetine döner.

Stroud, artık gününün tamamını kuşlara kafa yorarak ve onlarla ilgilenerek geçirir. Kuşlara yuvalar yapar. Onların rahat yemek yemesi ve su içmesi için minik kuş kabları yapar. Diğer mahkûmlar, hasta olan kuşlarını tedavi etmesi için onun hücresine yollarlar. Yâni Stroud, o hücrede bir kuş uzmanı olmuştur artık.

Kısa bir süre sonra Stroud’un hücresi ve avlusu, onlarca kafes ve kuş türleriyle dolar. İnsanlar tarafından hep horlanan ve kapıların yüzüne kapandığı Stroud, o ufacık hücresinde kuşların dünyasına hicret eder adeta. İnsanların dünyasında barınamayan kahramanımız, kuşların dünyasında hayat bulur kendine. İnsanlardan kaçarken girdiği o hücrede hayvanların dünyasına sığınarak yaşamaya başlar.

Bir süre sonra cezaevi koridorlarında yankılanan kuş cıvıltıları azalmaya gitgide sesleri kesilmeye başlar. Zira, kuşlar daha önce teşhisi ve tedavisi olmayan bir çeşit salgın hastalığa yakalanmaya başlamıştır. Hastalık bulaşan her kuş bir süre sonra ölmektedir. Stroud, bu ölümler karşısında boş durmaz ve umutsuzca da olsa cezaevi kütübhânesinde bulunan tüm tıb üzerine yazılmış kitabları karıştırmaya başlar. Dahası gardiyanlara dışarıdan getirmek için akademik kitab siparişleri verir. Okuduğu kitablardan çıkardığı bazı sonuçların ve cezaevi şartlarının verdiği imkânlar dâhilinde terkibler yapmaya, deneme-yanılma yoluyla formüller ve ilaçlar hazırlamaya başlar. İlkokul 3. sınıftan terk olan kahramanımız, verdiği uğraşlar sonunda, daha önce tıb dünyasında bulunmamış bir hayvan ilacının buluşunu yapar. Ve o buluşu sayesinde kuşların ölümünü durdurur. Şöhreti, cezaevi dışındaki tıb çevrelerine kadar ulaşır. Ona “kuş doktoru” demeye başlarlar. Bulduğu ilaç hakkında dergilerde yazılar, makaleler yayınlanmaya başlar.

Stroud’un şöhretini duyan veteriner Stella Johnson (Betty Field) onu ziyaret ederek bir iş teklifinde bulunur. Bu iş teklifine göre, Stroud, kuş hastalıkları için ilaçlar yapacak, veteriner Stella Johnson da o ilaçların dışarıda seri imalatını yapıp tıb firmalarına pazarlayacaktır. Stroud, bu iş teklifini kabul eder ve ortak olurlar. Bu işbirliği zamanla aşka dönüşecek ve bayan Johnson, ömrünün sonuna kadar bir daha hiç gün yüzü görmeyecek ve elini dahi tutamayacağı bu müebbet mahkûmla evlenecektir.

Fakat, Stroud için başdöndürücü bir hızla gelişen bu güzel günler Washington’un dikkatini çeker ve yeni kurulan Federal cezaevleri birimi Leavenworth cezaevine bir yazı yollayarak, mahkûmların kuş beslemesinin yasaklanacağını bildirir. Mahkûmlara hücrelerinde olan kuşları idareye teslim etmeleri için 60 gün süre verilir. Fakat, Stroud’un kanunlar karşısında pes etmeye niyeti yoktur. Annesi ve eşinin yardımıyla dışarıda bir kamuoyu oluşturarak sivil toplum kuruluşlarının harekete geçmesini sağlar. STK’ların yaptığı eylemler ve gazete yazarlarının yoğun kamuoyu baskısından bunalan Washington yönetimi geri adım atarak yapılan eylemleri durdurması için anlaşma yapmak üzere Stroud’un hücresine eski bir tanıdık olan Müdür “Harvey Shoemaker”i gönderir. Stroud, yandaki hücrenin duvarının kırılarak kendi hücresine katılması şartıyla antlaşmayı kabul eder. Stroud, pes etmeyen iradesi sayesinde bu işten de kârlı çıkmıştır. Yakın zamana kadar, elindeki tüm kuşlardan olacakken, şimdi kuşlarını daha da çoğaltmak için iki hücrelik mekâna kavuşur.

Stroud, tüm dünyaya kapalı o küçük hücresinde, artık kendini kuş ve hayvan hastalıklarını tedavi etmek için çalışmalar yapmaya adar. Sitoloji, morfoloji, biyokimya alanında yazılmış neredeyse tüm kitabları okumuş ve okuduklarını hücresindeki kuşlar üzerinde tatbik etme yoluna gitmiştir. Bu çalışmaları sonucunda, Hemorajik septisemi, kuş difterisi, aspergillos, kuş kolerası gibi daha adını söylerken bile dilinin dönmediği kuş hastalıklarının tedavisini bulur. Hattâ daha sonra milyonlarca tavuğun telef olmasını önleyecek tavuk felci aşısını icad eder.

O daracık hücreye, iki insanın canını alan bir katil olarak giren Stroud, şimdi milyonlarca canlının hayatını kurtaran bir bilim adamıdır.

Tüm çalışmalarını “Stroud’un Kuş Hastalıkları” adlı yedi yılda yazdığı bir kitabta toplar. Yazdığı kitab, o zamana kadar hayvan hastalıkları dalında yazılmış en kapsamlı kitabtır.

Cezaevi Müdürü, revir doktoruna, Stroud’un yazdığı kitabın zırvalık mı yoksa ilmî bir kitab mı olduğunu sorar. Kitabı inceleyen doktor, Stroud’un bir dahi olduğunu söyler. Bu durumu kabullenmekte zorlanan müdür, “neden dahi; topu topu kuşlar hakkında bir kitab yazdı diye mi?” der. Bunun üzerine doktor şu cevabı verir müdüre: “Hayır, bu yüzden değil. 3. sınıf bir eğitimle, kan bilimi, doku bilimi ve anatomi konularında uzman oldu. Bu çalışmalar üniversitede laboratuvarlarda, profesörler eşliğinde bile zorken, bir hücrede kendi başına yapması hayâl bile edilmesi zor bir başarı.”

Fakat, hücrede yatan bir katilin şöhreti devleti rahatsız etmeye başlar. Stroud’un kurulu düzenini yıkmaya karar verirler. Cezaevinde yatan bir mahkûmun düzenini yıkmanın en bilindik yolu da onu başka cezaevine sevk etmektir. Devlet de öyle yapar. Bir gece yarısı Stroud’un hücresine giren sevk memurları sadece kıyafetlerini bir torbaya koyup hazırlanmasını isterler. Artık kuşlara veda vaktinin geldiğini anlayan Stroud, gözü yaşlı hâlde bir yandan kıyafetlerini toplarken, bir yandan da geride bırakacağı kuşlarının ilaçlarını vermeye çalışır. O hâlde bile kendi durumunu değil, geride bırakacağı kuşlarını düşünmekten vazgeçmez. Zira, o kuşlara bir minnet borcu vardır. O kuşlar sayesinde hayata tutunmuş, bilime yaptığı katkılarla insanlara kötü biri olmadığını isbat etmiştir. Bir bakıma, yeniden insan olduğunu hatırlamayı hayvanlardan öğrenmiştir.

Yıllar önce “Leavenworth Cezaevine” girdiği ilk günden itibaren, Stroud’un hücresinin olduğu koridorun gardiyanı olan Bull’un (Neville Brand) ona veda ânında gözleri dolar. Müebbet mahkûmla, kaçmasın diye onu gözleyen gardiyan, şimdi birbirlerine sarılıp gözyaşı dökerler. Sanki yıllardır aynı evde yaşayan iki kardeşin veda ânındaki hissiyatına bürünür ikisi de.

Stroud, şimdiye kadar hiç kimsenin kaçmaya muvaffak olamadığı, ABD’nin en güvenli hapishânesi olan San Fransisco’daki Alcatraz ada cezaevine nakledilir. Onu orada iki eski tanıdık karşılar. Birisi eski cezaevindeki ilk müdürü Harvey, diğeri yan hücresindeki arkadaşlarından Feto Gomez. Harvey, Alcatraz’a müdür olarak atanmış, Feto Gomez ise kalan cezasının son yıllarını çekmek üzere yine bir mahkûm olarak oraya yollanmıştır.

Stroud’un kuşları yoktur orada ama herkes ona “kuşçu” lakabını takmıştır. Tüm vaktini kuşlarla geçirirken, bir ânda başka bir cezaevinde kuşlarından mahrum kalan kahramanımız pes etmez ve oturup yargı ve adalet sisteminin çarpıklıkları üzerine bir kitab yazmaya başlar. Fakat, bunu haber alan Müdür Harvey, Stroud’un hücresine baskın düzenleyerek yazdıklarını ele geçirir. O ân aralarında müthiş bir gerilim olur. Tahakküm altına alan ile tahakküm altında olan iki insanın hesablaşması yaşanır. Fakat, roller değişir. Hâkim olan mahkûm, mahkûm olan hâkim olur adeta. Harvey, kitabta yazılanlara hiddetlenerek, “ikimiz bunca yıl beraber yaşlandık. Ve tüm bu zaman boyunca senden tek bir şey istedim. İşbirliği. Karşılığında aldığım tek şey meydan okuma oldu. Bir kez olsun bir rehabilitasyon belirtisi göstermedin” diye çıkışır. Bunun üzerine Stroud, Müdür Harvey’e aradan 50 yıl geçmesine rağmen günümüz adalet ve yargı sistemi uygulayıcılarına da hitab edecek şu sözleri söyler: “Rehabilitasyon. Yâni yeniden saygınlık kazandırmak. Mahkûmlara yeniden saygınlık kazandırmanın yaptığın işin bir parçası olduğunu biliyor muydun Harvey? Senin tek derdin bir mahkûmun nasıl davrandığı. Şunu uzun zaman önce söylemiştin ve hiç aklımdan çıkmadı; “nasıl davranacağın konusundaki fikirlerimize uyacaksın.” Ve 35 yıl bu duruşundan bir santim bile geri adım atmadın. Sen mahkûmlardan senin yapıştırdığın değer yargılarıyla, senin uyumlu olma anlayışınla, senin davranış kalıbınla ve hattâ senin ahlâk anlayışınla ipin ucundaki kuklalar gibi dans etmelerini istiyorsun. İşte bu yüzden başarısızsın. Sen ve şu hapishâne yönetimi bilimin. Çünkü sen mahkûmların hayatındaki en önemli şeyi çalıyorsun. Kişiliklerini. Dışarıda makineleşip hayatın dinamizminde kaybolup gidiyorlar. Ama yaptıklarınız yüzünden derinde çok derinde bir nefret taşıyorlar. İlk yapacakları topluma saldırmak. Onlar da bunu yapıyor. Sonuç? Yarısından çoğu cezaevine geri dönüyor.”

1946 yılının Mayıs ayında Logue ve Burns adlı iki müebbet mahkûm, cezaevi tarihinin en büyük ayaklanmasını başlatırlar. Stroud’un da olduğu D bloğunu ele geçirip tüm hücrelerin kapılarını patlatarak mahkûmları hücrelerden dışarı çıkarırlar. Fakat, bu isyan girişimi kanla bastırılır. Askerler cezaevinin etrafında, isyanın çıktığı D bloğunu adeta kurşun ve bomba yağmuruna tutarlar. D bloğundaki mahkûmlardan birçoğu ölür. İsyanı çıkaran mahkûmlardan biri yaralanır. Diğeri, tıbtan anladığı için Stroud’dan onun yarasına bakmasını ister. Stroud, isyancı genç mahkûmun yarasına bakar. Yarası çok derinde değildir aslında. Kurşunlardan biri karnının yan tarafına girip çıkmıştır. Ama genç mahkûm buna rağmen can verir. Diğer isyancı mahkûm Stroud’a o gencin neden öldüğünü sorar. Stroud şu cevabı verir: “Çok kötü yaralanmamıştı aslında. Eğer mücadele etseydi hayatta kalabilirdi. Yaşamaya inanmadı. Yaşamak çok önemli bir görevdir oysa.”

Stroud, megafonu eline alarak, müdüre, içerideki mahkûmların çoğunun öldüğünü, isyanı çıkaran iki mahkûmun da can verdiğini ve askerlerin ateşi kesip teyakkuz durumuna son vermelerini ister. Müdür Harvey’in, “Peki sana neden inanayım?” diye sorması üzerine Stroud, “çünkü ben söylüyorum” diye cevab verir. Bunun üzerine Müdür ateşi kesmelerini emreder. Müdür Yardımcısı; “bir mahkûmun sözüne mi güveneceksiniz?” diye bu duruma itiraz etse de, Müdür Harvey; “bu adam 30 yıl benim başımın belâsı oldu. Fakat şimdiye kadar bana hiç yalan söylemedi” diyerek ateşkes emrini tekrar eder…

Stroud’un o isyanda gösterdiği iyi hâlinden ve yaşlılığından dolayı artık Alcatraz’daki günleri daha rahat geçmeye başlar. Bir süre sonra, Müdür Shoemaker, görevi başındayken kalb krizi geçirerek hayata veda eder.  Hayatının neredeyse tamamına yakınını demir parmaklıklar ardında geçiren ve devletin onu ezip canını almak için uğraştığı Stroud, dimdik yaşamaya devam ederken, onu içeride tutmaya çalışan devlet görevlilerinin ondan önce birer birer ölmesi filmin ve hayatın en güzel ironilerinden biridir aslında.

Kahramanımız Robert Franklin Stroud, 70 yaşındayken, iyi hâlinden dolayı yarı açık cezaevi olarak kabul edilen daha rahat şartlardaki Springfield Cezaevi’ne nakledilir. Bu cezaevi, onun son durağı olacaktır. Günyüzü görmeden, demir parmaklıklar ardında hayata veda edecektir.

Hayatı gibi son ânları da trajikomik unsurlarla dolu olmuştur. Zira kendi hayatını anlatan ve insanlar arasında müthiş bir tesir yapan “Alcatraz Kuşçusu” sinemaya aktarıldığında, hâlâ cezaevindedir. Hakkında yapılan tüm imza kampanyalarına rağmen, cezaevi yönetimi, onun bu filmi görmesine izin vermemiştir. Ve film çekildikten bir sene sonra, yâni 1963 yılında, kendi hayatını anlatan filmi göremeden hayata veda etmiştir…

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İlginizi Çekebilir