BİR İSYANIN ANATOMİSİ: CESUR YÜREK (BRAVEHEART)
“İskoçya” denince Türk insanı için çok fazla anlam ifade etmez. Kimimizin aklına “eteklik” giyen erkekler gelir, kimimiz “viski” dedikleri alkollü içeceğini hatırlar, kimimiz Karadeniz tulumuna benzeyen “gayda” adlı çalgılarını… İngiltere’nin kuzeyinde, İngiliz işgâline uğramış, asliyle İngiliz değilken İngilizleşmiş bir ülke olduğu için, bizim için siliktir. En iyi bilenlerimiz onu İngiliz kültürüne yaptığı katkılarla tanır: Meselâ ünlü İngiliz filozofu David Hume, aslında bir İskoç’tur. “Kahramanlar” müellifi Carlyle, İngiliz ırkına övgüler düzen bir başka İskoç… Gibi.
Ama bundan böyle İskoçya’yı daha yakından tanımamıza yarayacak bir hâdise var: “Cesur Yürek”… Ülkemize geldiğinde, onun 67 hafta boyunca –sonra bir müddet daha– gösterimde kalacağını ve büyük bir beğeniyle pek çok kişi tarafından izleneceğini kimse tahmin edemezdi. Bizim insanımız böylesi kahramanlıklara –hele düvel-i muazzama’ya karşı olursa– bayılır. “Cesur” kelimesinin mânâsını iyi bilir Türk insanı. Allah’tan, filmi ithal eden şirket bir faşistlik yapıp adını “Yürekli Yürek” gibi garabet bir kılığa sokmadı da, film ismiyle dahi bir çok kişiyi cezbetmeğe yetti.
Filmin kahramanı William Wallace, 13-14’üncü asırda İskoçya’da yaşamış bir şövalye, bir isyan lideri. Cesur Yürek filmi, bu tarihî isyancıyı, belki biraz da cilâlayarak bize tanıtıyor. İngiliz kralı I. Edward’a karşı İskoç halkının bağımsızlığı için savaşan bu karakterde, insanlar, kendilerinden, kendi hayat mücadeleleri ve tarihlerinden çok şey buluyorlar; veya olmak isteyip de olamadıkları ideal şövalyeyi onda görüyorlar. Filmin ülkemizde bu kadar ilgi görmesinin bir başka sebebi de, Yeşilçam’ın münasebetsizlikleri ve seviyesizlikleri. Bizimkiler böyle güzel hikâyeler anlatamıyorlar sinemada. Bunu yapamayıp, daha zoruna kalkışıyor, “sosyal içerikli sanat filmleri” çekmeye soyunurlar. Realizmi bilmeden sürrealizm yarışına kalkışıyorlar. Bir süre önce, böyle bir çalışma hakkında fikri sorulan bir Macar yönetmeni, ince bir dille, bir hayli ağır bir ifade kullanmıştı: “İyi çekilmiş ama niye çekilmiş anlayamadım!” Seyirci de anlayamıyor. Aslında yönetmenler kendileri de bilmiyorlar.
Cesur Yürek sinematografik açıdan oldukça başarılı. Oyunculuğuyla nam salan Mel Gibson adlı Avustralyalı, filmde hem mükemmel bir oyunculuk, hem mükemmel bir yönetmenlik sergiliyor. Film adetâ seyirciyi kendi zaman ve mekânından alıyor, Ortaçağ’ın içine, kılıçlar, kalkanlar, mızraklar arasında bir savaşa sürüklüyor. Seyrederken sanki yaşıyorsunuz. Film sona erip açık havaya çıkınca, siz de kendinizi bir Cesur Yürek hissediyor, siz de haddini bildirecek bir İngiliz askeri arıyorsunuz. Gibson’un bu hikâyeyi bir aşk merkezinde düğümlemesi de filmin cazibesini arttırmış: Böyle bir aşk için, değil İskoçya’nın, bütün bir dünyanın hürriyeti için seve seve ölür insan…
Wallace’ın doğduğu ülkede insanlar, vahşî ve barbar bir tabiatın ortasında, vahşî ve barbar bir hayat yaşıyorlar. “Vatan”, “millet”, “hürriyet” gibi mefhumlara yabancı bulunuyorlar. Güçlü ve disiplinli İngiliz işgâline karşı birleşecek ve döğüşecek bir şuur ve iradeden bile yoksun durumdalar. Öyle ki, aralarındaki evlilikleri İngiliz askerleri denetliyor; kendilerine, “ilk gece hakkı” adını verdikleri bir hak tanıyarak, gelin olacak kızın, önce İngiliz işgâlcileri ırzına geçiyor. Bu şartlar altında, Wallace’ın babası, o daha çok küçükken, İngilizler tarafından öldürülüyor. Babasının cenazesinde, emsali bir İskoç kızı, Wallace’a bir gül armağan ediyor. Wallace büyüyüp gençliğinin zirvesine erdiğinde, bu iki hâdiseyi unutmayacaktır. Amcası onu kıt’a Avrupa’sında, şövalyelere mahsus bir hayatla yetiştirmiş olmasına rağmen, onun aklı ülkesinde, öldürülen babasında ve kendisine bir gül sunan komşu kızında kalacaktır.
Tam da beklendiği gibi, gençliğinin ve yakışıklılığının kemâl hâlinde, memleketine döner. Kendisine sunduğu gülü yıllar yılı mendilinin içinde taşıdığı o küçük komşu kızı büyümüş, güzel bir genç kız olmuştur. Evlenirler. Ama ülkeleri işgâl altında olduğu için, huzur içinde aile hayatı yaşamaya fırsat bulamazlar. Wallace başlangıçta aile hayatı istemekte, köyünün âsilerine katılmamaktaysa da, İngilizler mahremine el uzatınca, karısıyla beraber kaçmak ister. Bu mümkün olmaz. İngilizler karısını, o da İngilizlerin garnizon kumandanını öldürür. Zulmün en koyu deminde, öfke de en yüksek noktasına ulaşır ve isyan patlar.
İşte Cesur Yürek… Barbar aşiretler, sıradan, isimsiz, dağınık, tarlasında ve evinde düşmanın kendisini ne zaman öldüreceğini yahut mahremine ne gün sıra geleceğini bekleşerek titreyen biçareler, derhal onun peşine takılıp, onun gibi birer Cesur Yürek kesilirler. Silâhları yok, atları yok, soyluları kendilerine ihanet etmiş, kuru bir yumruğa kalmış vaziyettedirler. Ama o yumruğun bir “yürek” kesildiği, hem de bir “cesur yürek” kesildiği yerde, o yumruk, bütün bir cehalet ve sefalet kadrosunun ve bütün menfîliklerin üstünde cesaretle çarpıp, işgâlciye bozgun üstüne bozgun tattırır. En büyük silâh yürek’tir; yüreği olanın, silâhı da olur, her şeyi de… Cesur Yürek, birdenbire, balta girmemiş ormanlarda bir askerî dehâ olarak doğar.
İngiltere 6 bölgedir. En kuzeyde İskoçya, açıkta Kuzey İrlanda, sonra sırasıyla Kuzey İngiltere, Orta İngiltere, Güney İngiltere ve Galler… Cesur Yürek sadece bütün bir İskoçya’yı ele geçirmekle kalmaz, Kuzey İngiltere’yi de zabteder. Kraliyet Sarayı’nın olduğu Güney İngiltere’de büyük bir panik baş gösterir. Hiç hesabta olmayan bir adam, bir nevî simya işini gerçekleştirmiş, değersiz madenleri bir araya toplayarak “saf altun”u elde eder gibi, tek başına hiçbir değeri olmayan insanlardan, koskoca İngiltere’yi yok edecek bir ordu meydana getirmiştir. Her nedense, bundan en çok rahatsız olan da, İskoç soylularıdır. Onlara Cesur Yürek şöyle hitab eder:
– Sizler, halkı size ünvan vermekle yükümlü bir nesne olarak görüyorsunuz; hâlbuki ünvan, halka ve hürriyete hizmetle kazanılan bir sıfattır!
Gelgör ki, türlü entrikalar ve ihanetlere şahid olur. Muzaffer ordusunu kaybeder; kendisi ölümden kılpayı kurtulur. Bundan sonra, hain ve işbirlikçileri tek başına ve tek tek cezalandırmaya, kendi inlerinde tepelemeye başlar. Derken yorulur; Fransız Sarayından gelme bir İngiliz prensesine vurulur. Savaşta geçen yılların ardından gelen bu gafleti aratıcı duygu değişmesi, psikologların “inkıraz–sönme” dedikleri şeydir. Cesur Yürek, gafletine düştüğü bir sevdâ yüzünden, savaşçı duygularından soyunur; ve hileyi sezemez; ve yakayı ele verir. Oysa bir kahraman için “zafer”den başka hiçbir sevgili yoktur; şefkat ve merhamet, zaferden oyalayan, gaflete düşüren herkes ve her şey, kahramanın can düşmanlarıdır. Bir kez daha bu acı gerçek dile gelir.
Burası biraz “efsane” midir, meçhûl: Bir İngiliz Saraylısı, gizlice bir eşkıya ile aşk yaşasın vs… Akla sığmasa da, filmdeki mânâlandırması müthiştir.
Her neyse; Cesur Yürek, önce işkence tezgâhında, sonra idam sehpasındadır. İtaat etmesi için yapılan her teklifi reddeder. “Hürriyet” çığlığı atarak kahramanca ölmesini bilir. Bu son kahramanlığıyla da, yaşarken yapamadığını başarır: 1314 yılında İskoçya, “onun izinden” giderek hürriyetine kavuşur!
***
BİR İSYANIN DEDİKODUSU: EŞKIYÂ
Cesur Yürek bir yabancı film olmasına rağmen, “insanı” ve insanî”yi kavramadaki başarısıyla, bizde bize aid duygular uyandırıyor; seyredildiği her ülkede de yapabileceği gibi… Onun yanında Eşkıyâ tam bir garabet; evvelâ bizi, bizde olup biteni gereğince kavramış bulunmadığı için, bize hitab etmiyor; aynı sebebten, hangi ülkede gösterime girerse girsin –böyle bir ihtimâl yok da, teorik olarak– hepsine tatsız tuzsuz, insanî olmaktan uzak görüneceğine şübhe yok…
Yönetmenliğini Yavuz Turgul’un yaptığı Eşkıyâ filmi çok büyütüldü. Oysa, Şener Şen ve Uğur Yücel’in başarılı performansı ve Tarlabaşı’nın birkaç sokak arası fotoğrafı dışında, üzerinde durulabilir bir sanat özelliği yoktu. Belki bu başarısızlığında “biyografik” bir yönü olmaması, “fantezik” olması da etkiliydi; fakat hayatın kendisinden alınmamış olmak, yine de bu kadar hayat dışı olmayı gerektirmiyordu. Çünkü ülkemiz eşkıyâlar bakımından yüzyıllardır en münbit topraklardan biridir, Türkiyeli bir yönetmen için “eşkıyâ”nın ne olduğunu anlamak o kadar zor olmasa gerek…
Ancak Yavuz Turgul’un Eşkıyâ’sının bunca hayat dışı olmasında, belki Yaşar Kemal’in de payı vardır. Yaşar Kemal, böylesine hayattaki örneklerinden kopuk, adetâ “Yaşar Kemal’in eşkıyâ ruhu” olmaya mahkûm eşkıyâ tipini edebiyatımıza sokan adamdır. Yavuz Turgul’un Eşkıyâ’sı da bu tarz, “bir edebiyat ürünü eşkıyâ”, dahası “bir Yaşar Kemal ürünü eşkıyâ”dır. Sulandırılmış, ciddiyeti ve hakikatinden uzaklaştırılmış, sırtındaki yazarın (yönetmenin) topluma vermek istediği mesaja ısmarlanmış bir eşkıyâdır bu. Meselâ, meslekteki ustasını anarken, usûlen bu ismi zikrederken, yanında Mustafa Kemal’in ismini de zikreder; burada anlarsınız ki, mesele, eşkıyânın ustasına bir gönderme değil, yazarın topluma vermek istediği Mustafa Kemal mesajıdır.
Merhametli ve hümanisttir bu “mamûl eşkıyâ”. Zulme karşı âsî veya otoriteye tahammülsüz bir mizaç değil; adetâ “doğuştan demokrat”, “derin sosyalist”tir. Kültürel altyapısını Doğulu ideal veya reel değerler değil, Batılı anlamda epik ve rasyonal motifler belirler. Ölüm hakkındaki inancı bile “Orfik”tir:
– Sen bir çiçek olacaxsan, ben de gelip üstüne konan bir qelebek!
Yavuz Turgul bu filmin yıllarca üzerinde çalışmış. Demek ki, gözden geçirdiği malzeme bolluğunun altında kalmış. Bu da bir handikap. İnşaat alanına o kadar çok malzeme getirirsin ki, onların yükü altından düzgün bir inşaat yükseltebilmek mesele hâline gelir… Oysa hiç böyle bir zahmete girmese, bir tek gerçek eşkıyâyı karşısına alıp hakkıyla inceleyebilse veya bu artık imkânsız bir şeyse, hiç eşkıyâ peşinde falan koşmayıp doğrudan doğruya –daha iyi etüd ettiği– “Tarlabaşı’nın karanlık dünyası” üzerine bir film çekse, çok daha iyi bir netice doğardı. O zaman belki bunca şişirilmenin, “Türk sinemasının yüzakı” türünden koca lâfların bir köşesinde sığıntı bir yer edinebilirdi. Oysa ki önümüze koyduğu eşkıyâ portresi, Cesur Yürek örneğiyle kıyaslarsak, “bir isyanın anatomisi” olabilmek yerine, sadece “bir isyanın dedikodusu”; hattâ yer yer artniyetli ve mecrâından saptırılmış olarak…
Otuz sene hapis yatmış Eşkıyâ. Çıktıktan sonra Urfa’dan İstanbul’a geliyor. Eşkıyâlıktan el çekmiş artık, durgun, sessiz, otuz yıl Cehennem’de yanıp çıkmış gibi; dahası olması gerektiği gibi… İstanbul’da otuz yıl önce hayatını karartan ve sevdiğini elinden alan bir alçağı arıyor. Bulursa tepeleyecek değil; sadece arıyor, merak ediyor, belki onun yanındaki sevdiğini görmek istiyor. Alçak, çok zengin ve ünlü bir işadamı olmuş. Onu bulacağım derken, Tarlabaşı’nın serserileriyle tanışıyor, onların pis işlerine bulaşıyor falan… Bunlar normal gelişmeler; bir mahzuru yok böyle olmasının. Belki Tarlabaşı fırlamalarıyla çatışırken, onları mantar gibi çatır çatır koparmasının da mahzuru yok; sinematografik açıdan olabiliyor. Ama sıra polise geldiğinde, dur diyor, hayır diyor, polise silâh çekmiyor; asıl problem bu değil; asıl problem, “polise silâh çekilmez” mesajı veriyor. Haydi bunu da geçtik… Sıra ölmeğe geldiğinde de ölmüyor bu sefer; bir ermiş gibi, göğe yükseliyor. Peki neden? Orası belli değil; yönetmen öyle istediği için… Ölümsüz, ecel kapısını çalınca göğe yükselen bir Eşkıyâ, sizin için neyi ifade eder?
Neyse… Eskiden siyah–beyaz bir hapishâne filmi vardı: Linç… Olağanüstü bir sadelikle, hapishâneci Arab Kadri’nin hikâyesini anlatan… Ondan sonra, bu sahada onun kadar başarılı olan bir Tatar Ramazan oldu. Bu filmler destansı idi; çünkü destansı olmaları için hiçbir haricî zorlama ve yapmacığa başvurulmamış, oldukları yerde ele alınmışlardı. Her ikisinin hikâyesinin de Kerim Korcan tarafından yazıldığını öğrendiğimde daha da şaşırmıştım; işte hapishâneyi bilen, realiteyi tanıyan ve o realitenin üstüne epik birer hikâye kaleme alan biri! Diğer hikâyelerin pek çoğunda bu tadı bulamazsınız; anlamsız zorlama ve şekillendirmelerden, lüzumsuz yönlendirmelerle insanın içini burar.
Nitekim Yavuz Turgul’un Eşkıyâ’sı da zorlama ve yapmacıktan adetâ işkence çekiyor; her şeyinin normal, düzgün, hattâ ermişçesine olabilmesi için sürekli spot ışıklar ve makyaj altında tutuluyor. Kemal Tahir, Yaşar Kemal’e bunun için gülmüştü: “Okuma yazma bilmez köylülere toprak reformu yaptırıyor!” Aziz Nesin ve Fakir Baykurt gibi diğer “sosyalist gerçekçi” edebiyatçılarımızda da vardı bu handikap: En basit ilişkileri bile olağanüstü bir ideolojik şartlandırma altında, olağanüstü çarpıtırlardı. Yavuz Turgul da onların peşinden gidiyor. Ve hemen söyleyelim: Bizim “romanda idealizasyon”dan anladığımız bu değildir; bir “mahiyet araştırması” ile bir “ideolojik şartlandırma” arasındaki fark, Kaf dağı ile Lût gölü arasındaki seviye farkıdır.
Aynı yönetmenin daha önceki filmlerinden Züğürt Ağa’yı hatırlayalım bir de… Eşkıyâ’da olduğu cinsten zorlama ve yapmacıklara kurban gitmemiştir o… Köyden şehre inmiş, bütün servetini ve ağalık vasıflarını kaybetmiş, sıradan bir şehir insanı olmuş bir vatandaşın, şehre uyum sağlama, şehirde ayakta kalma çabası… Bir “espri” vardır Züğürt Ağa’da; “Eşkıyâ”da olmayan şey… Saf, nevi şahsına münhasır, neyse o bir tipin zaman zaman gülünç, zaman zaman acıklı hikâyesidir… Unutulmaz bir tat bırakır seyircinin damağında… Fakat Eşkıyâ’nın tadı kekredir… Otuz sene hapis yatan bir adamın çıktığında neler hissedebileceğinin hikâyesi değil; adetâ 30 sene bir yerlerde dondurulmuş, kabuk bağlamış, yönetmenin kafasında hayattan koparılıp ideolojik tasalara terkedilmiş bir adamın hikâyesidir… Bir eşkıyâyı Eşkıyâ yapan olanca tarihî ve içtimaî sebebler yumağının dışında, geçmiş hayatından kalan tek şey silâh atabilmek ve polise silâh atılmayacağını bilmek olan, tuhaf bir şey…
Gazetelerin sinema sayfalarında neden bu filmi öve öve bitiremediklerini anlamak zor değil: Çünkü o, bir mesele getirmek yerine, meselesiz insanın hoşuna gitmeyi hedefliyor. Onların hoşuna gitmek için birkaç kaba saba lâf etmek, birkaç kenar mahalle fahişesi göstermek, bir tekme, bir tokat, başka neye lüzum var ki? Birisi çıkıp demeliydi, bize gerek bırakmadan demeliydi oysa: “Kral çıplak!..”
AKADEMYA
(I. Dönem, Sayı 6, Nisan 1997, Hikmet Seyyad imzasıyla)