Biyomimetik Nedir?
Biyomimetik, doğadaki canlıların sahip olduğu birtakım fizyolojik ve kimyasal özelliklerine bakarak ve bu özelliklerden örnek alarak insanlığın herhangi bir sorununa çözüm üretmek veya insanlığa faydalı bir ürün elde etmek anlamına gelen bir araştırma alanıdır. Kelime anlamı itibariyle de Grekçe “bios” ve “mimesis”, yani canlılığı taklit etmek demektir. İlkçağ filozoflarından Platon’un estetik hakkındaki birtakım görüşlerine baktığımızda bugün biyomimetiğin de faydalandığı esaslar hakkında bazı ipuçları buluruz. Platon’un estetik ile ilgili felsefesinde “mimesis” yani taklide dayalı sanat olgusu yer alır. Platon’a göre en yüksek, en değerli icra “Demiurgos” yani kutsal icracı tarafından yapılandır ve bahsi geçen kutsal icracı tüm evreni ve içindekileri ideaların “taklidi” olarak meydana getirir. Biyomimetiğe baktığımızda ise, Platon’un kutsal icracısının yerini bilim insanlarının aldığını ve doğayı taklit ederek sanatlarını icra ettiklerini görürüz. Doğa insana bahşedilen büyük bir sırdır ve bilim insanının bu noktada yaptığı şey bu sırrın izinde giderek, yaratıcının doğa vesilesiyle insana sunduğu güzellikleri yakalamaktır. Simya geleneğinin kurucusu olarak kabul edilen Hermes Trismegistus’a ait olduğu düşünülen “Tabula Smaragdina” yani Zümrüt Tabletlerde yer alan “küçük evren büyük evren uyarınca yaratılmıştır. Bu ilkeye göre hareket edilirse, en mükemmel uyarlamalar mümkün olur” ilkesi, biyomimetiğin ardında gizli olan düşünceyi ifade ediyor gibidir. Mikrokozmos yani insan, makrokozmosla bir bütün oluşturacak şekilde yaratılmıştır ve makrokozmosda var olan birtakım özellikler insanlığın tasarrufuna sunulmuştur. Günümüzde biyomimetik mimariden mühendisliğe, sanattan tıbba kadar uzanan birçok alanda kullanılan bir tekniktir.
Biyomimetiğe Dair Birtakım Örnekler
İnsanoğlunun yuva yapan kuşlara bakarak kendi evlerini inşa etmeleri ve insan vücudu tarafından üretilemeyen selülozu üreten canlılara bakarak ve bu selülozdan faydalanarak medeniyetlerin inşasında belki de en önemli role sahip olan kâğıdı icâd etmiş olmaları biyomimetiğe verebileceğimiz en eski örneklerden biridir.
Leonardo Da Vinci’nin kuşlardan ilham alarak uçan bir alet tasarlaması biyomimetiğe en tipik örneklerden biridir. Midyelerin gemilerin yüzeylerine yapışmalarını sağlayan protein yapılarının incelenmesiyle, bu özelliklerinden ilham alınarak birçok araştırma projesi geliştirilmiştir. Midyelerin yapışkan proteinleri (adhesive proteins) ve hyalüronik asidle oluşturulan koaservatlar (coacervation) ilaç tesliminde (drug delivery) yani ilacın hedeflenen organa ulaştırılmasında, yapay doku mühendisliği yapı iskelelerinin (tissue engineering scaffolds) kolayca entegre edilmesinde kullanılmaktadır. Bununla beraber, kum solucanlarının su esaslı yapıştırıcı proteinlerinden ilham alınarak (waterborne adhesive proteins) çeşitli koaservatlar geliştirilmekte ve bu koaservatlar, ikizden ikize kan karışması sendromu (twin to twin transfusion syndrome) ve açık omurga (spina bifida) gibi cenin ile ilgili hastalıklarda tedavi yöntemi olarak kullanılmaktadır. Köpek balığını sudaki bakterilerden koruyan derisinden ilham alınarak yüzme mayosunun yapılması, ayçiçeklerinden alınan ilhamla güneş panellerinin icadı, balıkçıl kuşlarını taklit ederek yapılan hızlı trenler, Dulavrat otundan alınan ilhamla yapılan cırt cırtlı bantlar, Geko ayaklarını taklit ederek yapılan tırmanma ayakkabıları, fil hortumunun yapısının incelenmesiyle oluşturulan hassas robotik kollar biyomimetiğe verilebilecek örneklerden bazılarıdır. Bugün üzerinde büyük bir gayretle çalışılan yapay zekâ teknolojisi ise insan zekâsından ilham alınarak yapılması itibariyle yine biyomimetiğe örnek teşkil etmektedir.
Biyomimetik ve “Sezgi”
Bir bilim insanı doğadaki herhangi bir canlıya bakıp onda insanlığa fayda sunabilecek bir özelliği/güzelliği nasıl fark ediyor olabilir? Bu “fark etme” olgusu durup dururken açığa çıkan bir şey değildir… Yoksa öyle midir? Kendisine bir yol seçen ve o yolun dervişi olan bilim insanının tefekkürleri ve gayretleri neticesinde ilham olunan bilgilerdir bunlar, bir anda farkında olmadan “sezer” ve hayretler içinde kendisine sunulan bilgiyle insanlığın yararına işler yapmaya çabalar. Biyomimetikçiler, bir nevi “kuş biliciler”dir. Salih Mirzabeyoğlu’nun Esatir ve Mitoloji adlı eserine baktığımızda “kuş biliciliği” kavramıyla karşılaşırız;
“Kuş biliciliği
kuşlarla gelen şeyi söyler
mitolojide- bunu önce
kendisi de kehanete başvuran
ORFEUS öğretip gösterdi
sonradan bütün milletlerde itibar
ve tabiî içgüdünün ışığıyla doğrulanan
sanki basiret nuru
dört ayaklılara- kanatlılara
öteki hayvanlara inmekte
onlar da böylece bize
olacak şeyleri önceden söylemekte
inceliğe riayet eden bir mısra:
-“ BENCE NE GÖK ONLARA
BÖYLE BİR BİLGİ AÇIKLADI
NE DE SAĞDUYULARI
KADERLERİN ÜZERİNDE…”
Onlara’dan kasıd KARGALAR…” [1]
“Virgilius’un şiirinde
VENÜS –oğluna gizlice
kuş içgüdüsünü öğretiyor:
-“ boşuna değil bunların hepsi
öyle olsa büyüklerimiz kuş biliciliğini
boş yere öğretmiş olurdu bize
bak işte iki kere altı kuğu
bir toplulukta
göklerin geniş yolunda eter göğünde
geçip gidiyor Zeus’un kuşları
görünüşe göre uzun bir dizi içinde
yeryüzünü küçümsüyorlar
çünkü onları koşturan gökle uyum içinde
ses veren kanatlarıyla döner gezerler
senin arkadaşların da dost gemilerin de
işte tıpkı böyle ulaşırlar limana
veya yelkenleri fora ederler
ele geçirilen körfezde!” [2]
Hayvanlar-Bitkiler bilim insanlarına “yapmaları gereken şeyi önceden söylüyor” aslında. Yaratıcı’nın doğadaki her bir canlıya verdiği özel istidâtlarını, o canlılar eşya ve hadiseleri teshir etmekle mükellef olan insanoğluna, sanki insanoğlunun bu mükellefiyetinin farkındaymış gibi sunuyor. İnsan da canlıların sunduğu bu güzellikleri ilhâm ile, sezgiyle fark edip vazifesini icra ediyor.
Simya ile ilişkili ve birtakım mitolojik hikâyelerdeki betimlemelere baktığımızda da doğadaki canlıların insanoğluyla konuşmasını, insanoğlunun da bu canlılardan birçok fayda devşirmesini ve istidâtları izin verdiği kadarıyla doğayı tasarrufu altına almasını görebiliyoruz. Aşağıdaki iktibas buna güzel bir örnek teşkil eder:
“ En harikası – hayvanların konuşmasını
bilip anlayan bilicilik türü
Melampus- Tiresias- Thales- Tyanalı Apollonius
bu işte uzmanlaşan…
(…)
Hermes de şunu söyler:
-“bir kişi Kasım ayının ilk günlerinde
yakaladığı ilk kuşu
bir tilkinin yüreğiyle birlikte kaynatırsa
yemeği yiyen herkes
bütün kuşların
ve hayvanların sesini anlar!”
Arablar –Proclus ejderhasının yüreği ile
karaciğerini yiyenlerin- hayvanların sesleriyle
işlerinin
mânâsına ereceğini söylerler
ki- bu ejderhanın varlığına
Platoncular da inanır
Arablar- katır yüreği yemenin
olacak olanı söylettiğine…” [3]
Bugün materyalist yaklaşımın sirayet ettiği bilimsel faaliyetler, kâinata ve yaradılışa dair hayranlık uyandırıcı her yeni keşifle birlikte “mistik” olanla yüz yüze gelmenin sancısını yaşarken; çok eski çağlarda kâinatın insana bahşedilen sırlar yumağı olduğunun ve aslî vazifesinin bu yumağın “içinde” kaybolarak hakikati tatmak olduğunun bilincinde olan ilim adamları, daima yaratılanlara bakarak, onların içinde bulunduğu hâllere dikkat ederek ilmî faaliyetlerini yapmıştır. Buna en güzel örnek Simyacılardır. Simyacılar deneylerine başlamadan evvel gökyüzünü yoklarlar, yıldızların gezegenlerin konumlarına göre içlerinde bulunduğu zamanın deneye başlamak için elverişli olup olmadığını yorumlarlar ve işlerine öyle başlar veya uygun zamana kadar bekletirlerdi. Modern (!) zamanlarda “safsata” olduğu düşünülen fakat hakikatte hem ruhî hem de maddî âlemle iç içe çok büyük işler başaran simyacılar, doğayı taklit etme usûlünü çağlar öncesinde uygulayan ilk “biyomimetik” uzmanlarıdır. Simyacılar yalnızca görünen âleme değil; farklı bir boyutun içine girdikleri ve ilhâmların aktığı rüya âlemine, gördükleri rüyâların manâlarına da bakarak ilmî faaliyetlerini geliştirmişlerdir.
Bir bütünün parçası olmak, biri olmadan diğerinin de olamayacağı gibi bir hakikat ifade eder. Bu durumda âlemler ve âlemlerdeki her canlı birlikte bir “bütün” teşkil ederken ve aralarındaki bağ Muhammedî Nûr (Norveç Mitolojisinde gölgesi bütün kâinatı kaplayan Dişbudak Ağacı aslında -farkında olmasalar da- Muhammedî Nûr’dur) vesilesiyle kurulurken; bu varlıkların birbirlerinden maddî ve manevî fayda devşirmesi olağan bir durum olsa gerektir. İnsan, hayvanlar, bitkiler ve tüm âlemin birlikte bir bütünün parçaları olması hakikati şu dizelerde hissedilmektedir:
“ANKA- öleceği zaman yakar
yuvasını kendisiyle
küllerinden doğarken tekrar
yuvasını yapar…
Kime konarsa-ona zenginlik ve mevki
yüzü İNSAN yüzüne benzer
vücudu- her hayvandan bir parçayla
bütün kuşları temsil eder
boynu çok uzun ve sarılı ak halkayla
yaşadığı yer – efsanevî KAF dağı…” [4]
Anka Kuşu, küllerinden yeniden doğmayı, yeniliği simgeler. Öze dönüş ve kaynağını buluş serüveninin baş figürüdür. Bugün insanoğlunun içine düştüğü girdabın sebebi özünden uzaklaşmak, menbâını kaybetmek, maddenin tahakkümü altında kalmaktır. Küllerinden yeniden doğarak dirilmesini sağlayacak tek şey ise kâinatta var olan, görebildiğimiz veya göremediğimiz her mahlûkatla bir “bütün” meydana getirdiğini “yeniden” fark etmektir. Yüzü insan diğer uzuvları farklı canlılardan müteşekkil olan Anka Kuşunun bütün kuşları temsil etmesi, hürriyeti temsil etmesi mânâsına gelir; asıl hürriyet ise Hakk’a esaretten gelir! Doğaya bakıp ilham alarak çeşitli icadlar yapan insanoğlunun evvelâ anlaması gereken şey, bütün bunların bir sebebinin olduğudur, bütün bunlar insan için vardır ve insan bütün bunlarla bir “birlik” oluşturur. Bunu hissetmeye başladığı zaman “Hakk” ile de birlikte olduğunu hissedecektir.
“Biz bu âlemde
bilmediğimiz bir zât ile
aslını bilmediğimiz bir görünen arasında
yaşıyoruz- bir hayâlin hayâlini
rüyanın rüyâsını
ve mânânın mânâsını
kendimizi bildikçe
Rabbimizi bilmek memuriyeti…” [5]
Ruhu çekilen bu çağda insan, mükemmel işleyen bir makine konumundadır. Bu mükemmel işleyişin “neden”ini sorgulama gereği duymadan, “nasıl”ıyla ilgilenen çağın bilim insanları, insanoğlunu nefes alan ve fakat “cansız” bir konuma indirgemiştir. Bu şartlarda yapılan bilim, nerden gelip nereye gideceğini bilmeyen ve toz bulutları arasında sürüklenen bir hâldedir. Doğadaki diğer canlılara bakarak onları taklit etmek, çağımızda, zaten mükemmel işleyen bir makineyi arada sırada nükseden arızaların önüne geçmek için kullanmaktan öteye gidememektir. Makineleşmiş bu zihniyet, mükemmel işleyen makinelerin de sonu olacaktır aslında. Bu durumu psikoloji bilimiyle ilişkilendirerek anlatan aşağıdaki iktibas tam yerinde bir örnektir:
“Pavlov’un köpekler üzerinde
şartlı refleks tecrübeleri
onun metodlarının insan düşünce
ve davranışının incelenmesine
yönetilmesine uyarlanması
netice- psikoloji mekaniğin bir dalı…
Dünya bir olmaması gereken
ve insan hasta hayvan- derken
hayatın özü hayat iradesi
yahud kudret isteği
zeki ve kudretli karakterin sığındığı
mağaranın son karanlık köşesi
benlik güyâ – lâboratuvar lâmbasının gelmesiyle
aydınlanmaya başlamıştır
vahşet anlayışta:
-“ durdurulamaz içerden gelen süreç- kader
bir elektrik diyagramındaki toplayan
ve dağıtan sinirlere irca edilmiş
romantiklerin halen belirsiz bir güçle
kutsallığını hissettikleri sinirler de
artık maddi yapı olarak incelenmekte
insanın kendi arabasındaki motor parçalarından fazla
bir kutsallığı ve sırrı kalmamıştır…” [6]
İnsanoğlu taşı toprağı hayvanları bitkileri ıslah eden, onları tasarrufu altına alan bir varlık iken; bugün artık maddî dünyanın tahakkümü altında ıslah edilmesi gereken bir canlı hâline gelmiştir. En çok bilinen simya özdeyişlerinden biri olan “V.İ.T.R.İ.O.L (Visitabis İnteriora Terra Rectifiando, İnvenies Occultum Lapidem)” yani “toprağa iyi bak, onu ıslah ettiğinde gizli taşı da bulacaksın” sözü, insanın aslî vazifesinin yaratılanlara bakmak, tefekkür etmek, yaratılanlardan ilhâm alarak eşya ve hadiseleri teshir etmek ve en nihayetinde kutsal taşı, Felsefe Taşını, yani kendi benliğini, benliğinde gizli olan Muhammedî Nûr’u keşfetmek olduğunu çağlar öncesinden bize anlatmaktadır.
“Allah’ı bilmek hayret olduğu gibi
halk âlemini bilmek de
seçkinlerin bilmesi İlâhî fetihle
gayrın ilmi taleb edilmeden- ihtiyaçsız…
Mecaz yoluyla hayrete misâl
baş dönmesi- yüksekten aşağıya bakanın
tecellinin genişliği bilgidir
nihayette ulaşılan hayret- bu baş dönmesi…” [7]
Sonuç itibariyle, bilginin, bilmenin, bilmeyi bilmenin insanda uyandırdığı hayret duygusu, çağlar öncesinde yaşamış ilim adamlarımızın yaşadığı şeydir, bugünkü bilim insanlarının doğaya baktığında, halk âlemine baktığında başlarını döndürmeye yetecek kazanımları yoktur; her şey bir temele dayandırıldığında gelen bu hayret duygusu, zincirlerinden kurtulmamak için direnen çağımızın insanının bu şartlarda hissedebileceği bir şey değildir. Baş döndüren hakikati idrak edebilmek, idrakin aczini idrak edebilmek dileğiyle…
Kaynaklar
1- Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, İbda Yayınları, Ekim 2010, Sy.421
2- Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, İbda Yayınları, Ekim 2010, Sy.423
3- Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, İbda Yayınları, Ekim 2010, Sy.424, 425
4- Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, İbda Yayınları, Ekim 2010, Sy.652
5- Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, İbda Yayınları, Ekim 2010, Sy.684
6- Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, İbda Yayınları, Ekim 2010, Sy.518
7- Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, İbda Yayınları, Ekim 2010, Sy.646