“Dünün Bohemi, Bugünün Militanı” başlıklı yazımızda, bohemlerden bahsetmiş ve günümüzde onlara ancak militanların benzediğini belirtmiştik. İBDA Mimarı‘nın, “Kahramanlar, şair olduğunu bilmeyen şairlerdir” şeklindeki vecizesi, bakış açımıza ışık veriyor olarak…
Peki bohemler de öyle miydi?
Onların herbiri sanatçıydı. Her sanat dalı şiirden doğmuştur. Her sanat dalı, şiirin başka araçlarla ifadesidir. Resim, renklerin şiiridir; müzik, seslerin şiiridir… Öyleyse, bohemlerin hepsi de “şair” olduklarını biliyorlardı. Onları, gerçek kahramanlardan ayıran tek özellik buydu.
Ama bohem sadece, alelâde sanatçı değildi. O, aynı zamanda, görülmemiş bir feragatti. Sanat uğruna bir nevi “terk-i dünya” idi. Bu yeni dünyaya inmek için bohemin başvurduğu birtakım süflî vasıtalar da olurdu. Alkol, esrar, kötü kadınlar gibi… Bu vasıtalar, onların çağına ve çevresine aitti.
İşte bu feragat, bir nevi “terk-i dünya” hali, bohemdeki süflî vasıtalarla kirlenmemiş aslıyla günümüzün militanının ruh hâlidir. O, şair olduğunu hem bilir, hem bilmez. Gerçek kahramanla bohem arası bir şeydir; hem bir kahraman, hem de su katılmamış bohemdir… Ama gerçek kahramanın ulvî sanatını idealize ederken, bohemin süflî vasıtalarına da ihtiyaç duymaz.
Bu çalışmayı, işte onun için yapıyoruz.
19. YÜZYILIN PARİS’İ ÜSTÜNE
19. yüzyılın Paris’i ve onun günümüz medeniyeti üzerindeki rolü, anlatmakla bitmez. Ciltler dolusu kitab gerekir bunun için… Adetâ günümüzün bütün sanat dalları ve bunun yanında toplum kavgasına dair hemen her şey, orada pişmiş, orada şekillenmiştir. Bir laboratuar mıdır, 19 yy’ın Paris’i, yoksa kocaman bir fırın mı?
Tabiî, biz oraya imrenmiyor, özenmiyoruz. Biz oraya “ibret nazarıyla” bakıyoruz. Onun ne olduğunu en iyi biz biliyoruz. Ne o gün o fırına odun verenler, ne onlardan sonra gelen Batılı münevver ve hâkimler, ne de onları taklid etmeyi fazilet sayan Doğulu sürfeler, onun ne olduğunu anlayamadılar. Anlayamazlardı da. Çünkü onlara, içinde yaşadıkları çağın hakikatini gösterecek bir “Büyük Adam”ı tanıma şerefine ermediler.
Biz, nesil olarak, işte o şerefe mâlik olduğumuz için (bize kaybedilmiş o koca beş asrın hakikatini gösteren Büyük Doğu–İBDA!), onları, onlardan daha iyi anlıyoruz. “Asıl, gölgesine, gölgenin kendinden daha yakındır” hikmeti…
Onun için, 19. yüzyılın Paris’ini veya onun bohemlerini anlatırken, biz onları çok sevdiğimiz ve beğendiğimiz için değil, orada kaybedilmiş hikmetlerin izini sürmek ve küfrün kaynağını bilici iman bakışını kendi çapımızca misâllendirmek istiyoruz.
Öyleyse, evvelâ 19. yüzyıl Fransa’sına, yani İhtilâl’den hemen sonra açılan çığıra, kaba hatlarıyla bir göz atalım:
1804 – 1814: Birinci İmparatorluk Devresi,
1814 – 1815: Birinci Restorasyon Devresi,
1815 – 1830: İkinci Restorasyon Devresi,
1830 – 1848: Temmuz Monarşisi Devresi,
1848 – 1851: İkinci Cumhuriyet Devresi,
1852 – 1870: İkinci İmparatorluk Devresi,
1870 – 1879: Üçüncü Cumhuriyet Devresi,
1879 – 1899: Kriz ve Emperyalizm Devresi…
Görüldüğü gibi, bohemler, İhtilâl sonrası, yolunu ve menzilini bir türlü bulamamış o sarhoş çağın ürünleridir. Toplum, en tepeden en ayağa, kargaşa içindedir. Doğru ve yanlış, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, biteviye yer ve karar değiştirmektedir. Dünya bir türlü muvazenesini bulamamaktadır. Ve o çağın ürünü olan bohemler, aynı zamanda o çağın sözcüleridirler de…
Bu “sözcüler”in sözlerinden seçmeler yapalım şimdi de.
TERCÜME ŞİİR ÜSTÜNE
Bu makalede sadece işin şiir tarafını ele alacağız. Diğer sanat yönlerine şimdilik bakmayacağız. Madem şiir “öz sanat”tır diyoruz, o halde bu seçmeler, holografik bir özellikle, “Parça bütünün habercisidir” hikmetinden yol bularak, diğerlerinin az çok ne olduğunu da gösterecek. En azından, “çağın anlayışı”ndan bize haber verecek…
Günümüzde, beylik bir inanç var: “Tercüme şiir tad vermiyor”… Neden biliyor musunuz? Çünkü çoğu şiir mütercimi, tercüme ettiği şiiri kendi anlamıyor ki? Tadsız tuzsuz, hattâ “mânâsız” birtakım laflar sıralıyor, bu…
Evet, şiir tercümesi çetin dâvâdır; belki hiçbir zaman tam hakkı verilemez; şiir evvelâ üzerine okunduğu lisanın güzelliğidir… Kabul de, şiirin hiç mi “mânâsı” yoktur? Şiir sadece kelimelerin terkibi midir, yoksa o kelime terkiblerinde “yakalanmış” mânâların da bir ifadesi mi?
Bizce şiir, mânânın lisanıdır. Mânâ lisanı ise, bütün lisanlar içinde, bütün insanlar ve çağlar içinde, bir ve tektir. Şiir, mânâ lisanının belli bir lisan kalıbında terkibi ve dile gelişidir. Eğer şiir mütercimi, şiiri mânâ lisanı katında yakalayabilirse, onu, olduğundan başka bir lisana da “yaklaşık” bir biçimde aktarabilir. Ama eğer mânâ lisanını ıskalarsa, istediği kelimeye istediği kelimeyi karşılık düşürsün, bir Baudelaire, bir Türk nezdinde, en döküntü asker şiiri tadı vermez. İçinde ruhu olmayan Baudelaire ise, bugünün dünyasında, o büyük şair değil, kemikleri bile çürümüş, toprak olmuş, bir “şâyia”dan ibarettir.
Demek ki, tercüme şiir, eğer mânâ dili katında aslını andırıyorsa, beşerî lisan katında bir parça yavan kaçmasını göze almak ve onu okumak, aslı hakkında gerçek bir fikir verir.
Bu gözle tanıyalım Bohem şairleri…
SEÇMELER
Lamartine:
-“Ebedî gecesinde bu dönüşsüz seferin
Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
Zaman adlı denizde bir gün, bir lâhza için
Demirleyemez miyiz?..”
Musset:
-“Gücüm, hayatım, nem varsa kaybettim
Kaybettim, ah, dostlarım, neş’emi
Kalmadı hattâ kibrim, azametim
Oydu vehmettiren dahiliğimi…
… Mevlâ soruyor, cevab vermek ister
İyi ki ağlamışım arasıra
Elimde kalan servet bu oldu dünyada…”
Nerval:
-“Kömür gözlü bir kumral en üst pencerede
Eskidir geçmiş zaman esvabları, eski
Görmüşlüğüm var bu kadını, ama nerede
Hatırlıyorum, başka bir hayattan belki…”
Vigny:
-“Yazılı kayaları gibi tutsak insanlığın
Geniş barınaklardır o araziler, ormanlar
Karanlık adalarla sarılmış deniz gibi hür
Yürü, elinde çiçekler, tarlalar arasından…”
Gautier:
-“Benim sevdiğim güzel şu ân Çin’dedir
İhtiyar akrabalarıyla oturur
Nârin çinilerden kuleler içinde
Sarı Nehir karabatakla doludur
…Başını uzatır kamış kafesinden
Kırlangıçlar geçer sürüne sürüne
Şarkı söyler, her akşam, kendiliğinden
Söğüt dalına, şeftali çiçeğine…”
Heredia:
-“Yuvalarından uçmuş bir sürü şahindiler
Usanmışlardı mağrur fukaralıklarından
Palo dö Moger’den âvâre, asker, kaptan
Çılgınca bir hayale doğru sürüklendiler
Masaldaki madeni bulmak içindi sefer
Sipango’nun varılmaz topraklarında yatan
Geçerken Garb’ın esrar dolu kıyılarından
Alize rüzgârlarında eğilirdi serenler…”
Baudelaire:
-“Şiirin prensibi insanın üstün bir güzelliği özlemesidir. Bu prensiB, bir coşkunlukta, bir his taşkınlığında kendini gösterir. Bu coşkunluk, aklın yoğurduğu hakikatin dışındadır.”
Malarme:
-“Şiir dili nesneyi değil, sözkonusu nesneden kaynaklanan etkiyi dile getirmelidir. Şiir, mânâ yüklü kelimelerden çok, anlatılmak istenenin duyum gücüyle dolu olmalıdır.”
Musset:
-“İçinde bulunduğumuz asırda ortaya çıkan hastalığın iki sebebi vardır: 1798 ve 1814 tarihlerini yaşayan halkın yüreğinde iki yara var. Eskiden ne varsa artık yok; ve ileride olacaklar da henüz olmadı. Dertlerimizin kaynağını başka yerde aramayın.”
Hugo:
-“Baudedlaire yeni bir ürperti getirdi.”
Verlaine:
–“Nedir bu kafiyeden çektiğimiz
Hangi sağır çocuk yahut kaçık zenci
Sarmış başımıza bu meymenetsiz
Bu kof sesler çıkaran kalp inciyi…”
Rimbaud:
–“Mavi yaz akşamları patikalarda dalgın
Gideceğim sürtüne sürtüne buğdaylara
Ayaklarımda ıslaklığı küçük otların
Yıkasın, bırakacağım başımı rüzgâra
Ne bir şey düşünecek, ne bir lâf edeceğim
Ama sonsuz bir sevgi dolduracak içimi
Göçebeler misâli uzaklara gideceğim
Mesud, sanki yanımda bir kadın varmış gibi…”
Baudelaire:
–“Mutlu çocuk, neden görmek istersin Fransa’mızı
Iztırabın kıvrandırdığı bu insan kalabalığını
Denizcilerin güçlü kollarına teslim ederek hayatını
Nasıl bırakıp gidersin o canım demirhindileri
Sen ki yarı çıplak ince müslin giysilerle
Orada titrer durursun kışta, kıyamette
Çook yanarsın sonra o ele geçmez boş vakitlerine
Kaba korse böğrünü sıkıp sarmalarken
Ekmeğini, bizim çirkefimize bulaşarak
Eşsiz cazibenin kokusunu satarak mı çıkarmaktır muradın?..”
Baudelaire:
-“Şark’ın ihtişamı var
Orda her şey gizlice
Kendi ana dilince
Ruha bir şey fısıldar…”
Rimbaud:
-“Şair olmak istiyorum, kendimi gaibi gören bir haberci nasbetmeğe çalışıyorum; hiç mi hiç anlayamayacaksınız siz bunu, ben de size anlatamayacağım herhalde. Tüm duygu ve mânâların değiştirilmesiyle meçhule erişmek sözkonusu burada. Acılar çok büyük ama, güçlü olmak, şair doğmuş olmak gerekiyor; ve ben de şair olduğumu kabul ettim.”
Rimbaud:
–“Gördüm, şimşekle çatlayıp yarılan gökleri
Girdabları, hortumu, benden sorun akşamı
Bir güvercin sürüsü gibi savrulan fecri
İnsana sır olanı gördüğüm demler oldu…”
Malarme:
–“Bir bakmışım melek olmuşum! uçar ruhum, severim
/ Bir sanata, bir esrara dönüşsün şu ayna /
Yeniden doğmayı, taç gibi başımdayken rüyalarım
Güzelliğin çiçeklendiği bambaşka bir dünyada
…Mümkün mü ey benliğim, sen ki tanırsın ıztırabı
/ Yenik düşmesi billûrun gözden düşmüş canavara /
Alıp başımı gitmek, tüysüz kanatlar takınıp
Düşmek pahasına meydan okuyabilmek yıllara…”
Lautreamont:
–“Ama bir müddet mukayese ettikten sonra, gülüşümün insanların gülüşüne benzemediğini farkettim; yani gülmüyordum, gülüşüm yoktu benim…
… Alnımın ortasında bir gözüm olduğunu farkettim…”
Aylık Dergisi, Ocak 2010