TÜRK HAN’DAN BÖRTEÇİNE’YE
Bu ideolojinin ilk adı, “Turancılık”tı. Ziya Gökalp, 1910 yılında yazdığı “Turan” şiirinde bu ideolojiden şöyle bahsetmişti:
– «Vatan ne Türkiye’dir Türkler’e, ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan…»
Nedir Turan? Bir nevî, bütün Türkler için bir “Atlantis”… Farazî geçmişte var olan ve mefkûrevî gelecekte de var olacak olan “Cennet vatan”… “Bütün Türkler”in, yâni belli bir tarih devresinde Türkler’le akrabalığı tesbit olunan bütün Ural–Altay kavimlerinin birleştirilmesi ve devâsâ bir Asya İmparatorluğu’na dönüştürülmesi dâvâsı…
Tabiî, böylesi bir ideolojiyi havada bırakmamak, ona bir muhtevâ tayin etmek için mitolojik destek ünitesine ihtiyaç vardı. Gökalp, 1913’te –Türk Duygusu dergisinde- bunu da düşünmüştü:
– «Biz Türk Han’ın beş oğluyuz – Göktanrı’nın öz kuluyuz – Beşbin yıllık bir orduyuz – Turan yurdu durağımız.
Ak ordumuz sola gitti – Üç hakanlık te’sis etti – ‘Medi’, ‘Sümer-akad’, ‘Hitti’ – Bu üç şanlı oymağımız!
Birincisi Azerbaycan – İkincisi Geldanistan – Üçüncüsü Arz-ı Kenan – Fışkırdı üç kaynağımız!
Gök ordumuz sağa vardı – Çin’i baştan başa sardı – ‘Hiyong-nu’lar bu hanlardı – ‘Sed’ olmadı tutağımız!
Kara ordu gitti İskit – Ülkesinde yaptı bir çit – ‘Atila ol Şalon’a git’ – Sözü oldu adağımız!
Kızıl ordu dağlar aştı – Efganlar’la çok savaştı – Bir alayı Hind’e taştı – ‘Sind’ oldu bir ırmağımız!
Sarı ordu tekin durdu – Şehir yaptı çiftlik kurdu – Uygurlar’ın bu iç yurdu – Kaldı ana toprağımız!
Yüce Tanrı Oğuz Han’ı – Göndererek Türk hakanı – Birleştirdi beş Turan’ı – Doğdu güneş sancağımız!»
Görüldüğü gibi, ideoloğumuz, bu mısralarında “insanlık tarihi”ni özetleyivermekte. Türk Han’ın beş oğlu, beş ayrı yöne dağılarak, tarihin büyük medeniyetlerini kurarlar. Hind, Çin, İskit, Sümer, Fars, Babil medeniyetinin kaynaklarının böylece Türkler olduğu anlaşılır. (Yalnız, herhalde şiirin yazıldığı dönemde Hitit ülkesi “Filistin’de” bilinmekteydi ki, ideoloğumuz hem Hititler’i, hem de İbranîler’i, bir fotokopi hâlinde Türk aslına bağlamakta mahzur görmemiştir.)
Derken, Oğuz Han’dan sonra işler biraz karışır. Türk tahtına “İlhan” –Moğol desen değil, kim acaba?– gelir. Bütün Türkler, son ferdine kadar kesilir, doğranır. Nühüz ile Kıyan adında iki çocuk, yanlarına iki kız alarak bu vahşetten kaçarlar. Sarp dağlardan geçerler. Bir alageyik yollarına çıkarak, onları yeşil bir dağın eteğindeki kapalı bir vadiye getirir. Buraya yerleşirler. Geyik hem kendi yavrularını, hem de –ikisi kız, ikisi kızan- bu dört Türk yavrusunu emzirir, büyütür. Hem geyik nesli, hem Türklerin nesli çoğalır. Demir bulup işlemeye başlarlar. 400 sene yaşarlar o vadide. Bir geçit bulamadıkları için oradan dışarıya çıkamazlar.
Bir gün, hiç kurt yaşamayan o vadiye, Türk mitoloji tarihinin ünlü Bozkurt’u gelir. Bozkurt bir geyiğe pusu atar. Onu bir çoban yamağı farkeder. Çoban yamağı Bozkurt’u kovalar. Bu arada bir “demirci”, Bozkurt’un hareketlerini esrarlı bulup, onu takibe başlar. Bozkurt gider, o gider ve sonunda vadiden tek çıkış yolu olan demir kapının olduğu yere gelirler. Fakat demir kapı kapalıdır. Demirci, burada zenaatini konuşturur. Ocak yakar ve demir kapıyı eritir. Böylece kapı açılır. Döner, vadidekilere müjdeyi verir. Sevinç tarifsizdir. İdeoloğumuz bu noktada devreye girer:
– «Börteçine kurdun adı – Ergenekon yurdun adı – Dörtyüz sene durdun, hadi – Çık ey yüzbin mızrağımız!»
Türkler, Ergenekon vadisinden çıkar ve yeniden yeryüzüne yayılır. Kırgız olur, Cengiz olur, Uygur olur, Gazneli Mahmud olur, Fatih olup İstanbul’u alır vs. Bu, Türk tarihinin ikinci hayatiyetine, artık “Bozkurtların Tarihi” gözüyle bakılabilir. Çünkü Bozkurt’un rehberliğinde Türk milleti, yokluktan varlığa çıkmış ve o Bozkurt’u hiç unutmamıştır. Ve tarih yine Türk’e aynı şeyleri yaşatacak olursa, yine aynı rehberin yolundan, yine kurtuluş kapıları açılacaktır. Tarihten ibret almak gerekir; hattâ tarihi örnek almak gerekir. Nitekim bugün Rus İmparatorluğu bütün bir Turan’a taht kurduğuna göre, Türklüğü yeniden bir kapana sıkıştırdığına göre, ideoloğumuza düşen şöyle haykırmaktır:
– «Yurt gidince yad eline – Ergenekon oldu yine – Çıkmaz mı bir Börteçine – Nurlanmaz mı çerağımız!»
ASENA VE ERGENEKON EFSÂNELERİ
Ünlü “Ergenekon” efsânesi, “Bozkurtçuluk”a mâlolmuş şekliyle budur. Fakat efsânenin farklı anlamları ve türevleri de vardır. Bilindiği kadarıyla, bu efsâneden, 14’üncü yüzyıl başında, ilk olarak Moğol tarihçisi Reşiddüdin söz eder ve onu bir “Moğol efsânesi” olarak belirtir. Ondan üçyüz yıl kadar sonra, ünlü Orta Asyalı Türk beyi ve tarihçisi Ebulgazi Bahadır Han, efsâneyi yeniden ele alır ve o da bir Moğol efsânesi olduğunu belirtir. 14’üncü yüzyıldan sonra Asya’da yazılmış diğer dört beş kaynakta daha aynı şekilde efsâne Moğollara bağlanır. Dolayısiyle, 19’uncu yüzyıla gelinceye kadar, bu efsâne, Tatarlar (“Türkler” kabul olunur) tarafından yok edilmesine ramak kalmış olan Moğolların, 400 yıl sonra tarih sahnesine yeniden çıkışını anlatmaktadır.
Fakat Bozkurtçu tarihçimiz Fuad Köprülü der ki: “Cengiz Han’ın soyunda Türklük olduğu da bilindiğinden, bu efsânede bahsedilen Moğollar’dan maksud, Oğuzlar’dır!” Tabiî “isbat”ın böylesine canlar fedâ; diyecek bir şey yoktur… Nitekim, Ebulgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Türkî’si, Ahmed Vefik Paşa tarafından 1863 yılında Türkçe’ye çevrilip Tasvir-i Efkâr’da neşredilmeye başlanınca, efsânenin Türkleşmesinin ilk adımı atılmış olur. Efsâne, yeni yeni filizlenmeye başlayan Türkçü muhitlerde birdenbire öyle benimsenir ki, bundan sonra onun Türkler’den başkasına âid olduğuna dair bin delil getirsen nafile! Nitekim Ziya Gökalp’in yukarıda gördüğümüz destanı, Ömer Seyfeddin ve Yakup Kadri’nin aynı temalı çalışmaları, bu heyecan üzerinde yükselir. Mevzu Nihal Atsız’a intikâl ettiğinde, artık bu efsâneden daha fazla Türklük belirten hiçbir şey kalmamıştır. Nihal Atsız, Ruh Adam’ında yeni bir Ergenekon efsânesi yapmaya dek varır: Güya Kanunî’nin oğlu Şehzade Mustafa’nın, kılıç artğı bir oğlu ve onun nesilden nesile, 400 yıl boyunca bir sır gibi kendini saklayan zürriyeti!
Bununla birlikte, Çin kaynaklarında geçen ve Göktürkler’e ilişkin bir diğer efsâne, aradaki benzerlikler dolayısiyle, kolayca Ergenekon’a yorulur ve Ergenekon’un Türklüğüne delil sayılır. Milâdî 6’ncı asra âid bu Çinli kaynakta şöyle geçer:
– «Tü-küe kavmi Hiung-Nu‘ların (Göktürk kavmi Hunlar’ın) bir uzantısıydı. Hükümdar soyunun isimi A-Se-Na idi. Kendilerince ayrı bir ordu kurmuş, ama sonradan komşu bir kavim tarafından yenilgiye uğramışlardı. On yaşında bir çocuğun haricinde bütün kavimleri katliâma kurban gitmişti. Düşman askerlerinin hiçbirisi bu çocuğu öldürmeye cesaret edememişti. Çocuğun ayaklarını kesip, onu bir bataklığa attılar. Orada bir dişi kurt vardı, çocuğu et ile besledi. Böylece çocuk zamanla büyüdü ve dişi kurt ile çiftleşti. Kurt gebe kaldı. Düşmanların kralı, çocuğun hâlâ yaşadığını öğrendi ve öldürtmek için tekrar adamlarını gönderdi. Adamlar çocuğun yanındaki dişi kurdu öldürmek istemediler. Dişi kurt derhal ‘Kao Çang’ın (Turfan) Kuzeybatısında bulunan bir dağın üstündeki mağaraya kaçtı. Mağaranın içinde bir kaç yüz ‘li’ genişliğinde, uzun otlarla kaplı ve etrafı dağlarla kapalı bir ova vardı. Dağın içine kaçan dişi kurt, bu yerde on oğlan çocuk doğurdu. Çocuklar büyüyünce dışarıdan kadınlar aldılar. Bu kadınlar hamile oldu. Çocukların hepsi ayrı bir soy adı aldı. Birisinin soy adı A-Se-Na oldu.»
Burada kurdun adı Börteçine değil, Asena veya Aşına’dır. “Alageyik”in esirgeyici rolünü de, doğurgan kadın rolünü de o oynamaktadır. Ergenekon ismi hiçbir şekilde geçmez ve Göktürkler’in bu kurdun soyundan geldikleri ileri sürülür. İşin ilginç yanı Aşına veya Asena isminin, Yunan mitoloji kahramanı, savaşçı ve bilge tanrıça Athena ile olan benzerliğidir. Acaba bu benzerlik sadece bir tesadüf müdür, yoksa aynı bir hikâyenin farklı dillerle anlatımı ve farklı kültürlere mâledilişi mi? Aynı şekilde bu efsânenin, Fars esatirinde geçen Demirci Kawa efsânesine olan benzerliğine ne demelidir? Sırf bu benzerlik yüzünden Kürd ve Türk şovenistleri arasında “Nevruz – Newroz” sizin bayramınız mı, bizim bayramımız mı kavgasına şâhid olmak da ilginç değil midir? Dahası, yeri gelirse, Romalılar’ın Remus ve Romulus efsânesini göreceğiz ve “dişi kurttan türeme” temasına orada da rastlayacağız…
Diğer taraftan Bozkurtçuluk’un tipik bir özelliği, Türkler’le Moğollar arasında bir ayrım gözetmemesi ve Moğolları da Türk sayarak onların tarihine sahib çıkmasıdır. Aslında Batılılar arasında bunun tam aksine bir eğilim vardır: Batılılar ve Ruslar, Orta Asya tarihinden Türk’ü âdetâ silmek istercesine, Türk’e âid her şeyi “Moğol” saymaktadırlar. Bozkurtçuluk ise, bunun ters yönde simetriğidir; “Moğol”u sadece bir sıfat olarak kabul eder ve Orta Asya’da gördüğü her şeyi Türk sayar. Cengiz, Kubilay, Oktay, Altan gibi Moğol isimlerini Türk çocuklarına koyar. Orta Asya’da bulduğu her şeyi “Türk mitolojisi ve tarihi” görür. Bu iki görüş de –bizce– hatalıdır: Moğol tarihi Moğollar’ın tarihidir; ve Türk tarihi de Türkler’in… Bunları birbirine yükleyerek ortak bir tarih yapmak için gereken şey, bir parça hamaset ve bir tutam hamakatten ibarettir.
TANRI KAVRAMI VE TANRILAR
Bir Türk mitolojisi var mıdır? Kavimlerin semavî dinlerden önceki inanç ve töreleri “mitoloji” sayıldığına göre, kuşkusuz vardır.
Peki bu mitoloji önemli midir? Bir Homeros yetiştirmemiş, bir Gılgamış meydana getirmemiş, Yunanlılar veya Hindûlar gibi binbir edebiyat ve felsefeyle içiçe gelişmemiş, dar bir alanda ve renksiz bir biçimde kalmış olması bakımından, hayır. Fakat ona önem verenler olması bakımından, evet. Türkler’in İslâmlıktan önceki inanç ve törelerini bilmenin bugün belki pratik bir yararı yoktur ama, Bozkurtçu ideolojinin esaslarını bilmenin vardır.
Bozkurt ideolojisinin en önemli silahşörü, Nihal Atsız’dır. Kemalist rejim muhalifi Rıza Nur’un manevî oğlu olan Atsız, ilk Bozkurtçu çıkışını rejimin mimarlarından Ziya Gökalp’in cenazesinde çıkardığı kavga ile yapmıştır. Daha sonra Fuad Köprülü’nün himâyesinde dergicilik çalışmalarına giren Atsız, binbir dal ve budağa ayrılmış Türkçülük ağacına yeni bir aşı getirir. Bu aşı, Türk’e farazî Mu kıt’asında, Sümer’de, Roma’da kök arayan resmî Türkçülüğün olduğu gibi, gözünü Hitit ve İyonya enkazından çıkacaklara dikmiş “Anatoliacı” akımın da zıddınadır. “Türkleştirme”nin veya “Türkleşme”nin değil, “saf Türklüğün” peşindedir. Antikomünist ve antiliberalisttir; faşisttir. Din karşıtıdır, ama laik değil, şamanisttir. Turancıdır, Turan’ın ideal örneği olarak Bozkurtçu’dur. Bozkurt’un tarihi ise, Atsız’ın Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtların Dirilişi romanlarında dile gelen Göktürk İmparatorluğu tarihidir.
İşte Türk mitolojisinin esasları, bu Bozkurt ideolojisi etrafında tâyin olunacaktır. Hâşâ, “Allah’ın gücü yetmez ama Türk’ün gücü yeter!” diye konuşan bir ideolojinin mitolojisi…
Eski Türkler’de, belli belirsiz bir Allah inancı mevcudtur. Bu inanç “Tengri” veya “Gök Tengri” kavramıyla ifâde olunur. Yorumcular, bu kavramın “Allah” ismini karşılayıp karşılamadığı hususunda ihtilâftadır. Bazıları, bu kavramın ilk başta “Allah” kasdıyla kullanıldığını, ama zamanla idrakında bulanıklıklar meydana geldiğini söylerler. Bazıları “Kök Tengri” deyiminin “mavi gökyüzü” demek olduğunu ve eski Türkler’in gökyüzüne birtakım mânâlar atfettiklerini düşünürler. Kaşgarlı Mahmud 1074 yılında yazımının tamamlandığı kabul edilen Divan-ı Lûgat-it-Türk’te, bu kavram hakkında şu önemli tesbiti yapmaktadır:
– «Kafirler –Allah’ın gazabı üzerlerine olsun- göğe ‘tengri’ derler, aynı zamanda azametli gördükleri her şeyi, örneğin bir dağı yahut bir ağacı da ‘tengri’ olarak adlandırır ve önünde secde ederler. Bunların sapkınlıklarından Allah’a sığınırız.»
Kaşgarlı Mahmud’a göre, “Tengri” sadece Allah kasdıyla kullanılabilir. Yakutlar “Tangara”, Kıpçaklar “Tengre”, Karaimler “Tangrı”, Çuvaşlar “Tura”, Hakaslar “Tigir”, Tuvalar “Deyri”, Kırgız ve Kazaklar “Tengri”, Tatarlar “Tengre”, Karaçay-Malkarlar “Teyri”, Azerîler “Tarı/Tanrı”; Anadolu Türkleri “Tanrı” derken, hep bu mânâyı esas almışlardır. Ahmed-i Yesevî ve Yunus Emre gibi Müslüman Türkler de “Allah” kasdıyla “Tanrı” kelimesine yer vermişlerdir. Ancak Cumhuriyetten sonra, “Allah düşmanı” birtakım kesimler, “Allah” lâfzını lûgatlerden silip yerine “Tanrı” kelimesini ikame etmeye kalkınca, Üstad Necib Fazıl buna şiddetle muhalefet etmiş, “Tanrı” kelimesinin “tan yeri”nden geldiği ve putperestliğe de şâmil olduğundan bahisle “Allah” lâfzının yerini tutamayacağını ve onun yerine kullanılmaması gerektiğini ihtar etmiştir.
Azerbaycanlı araştırmacı Seyidov‘a göre de, eski Türklere âid “Tangrı” kelimesinin kökü “tan”(g)dır. Birçok Türk lehçesinde “tan”, “güneşin doğduğu yer”dir. Bu sebeble “tangrı” kelimesi güneşle ilgilidir, yahut “güneşi çağıran, doğmasını sağlayan” anlamındadır.
Biz bu çalışmamızda “tanrı” kelimesini, putperestliğe de şâmil biçimde ve genellikle “Allah” kasdıyla değil, “deus-ilah” kasdıyla kullandık. Bazı yorumcular, İslâm öncesinde Türkler arasında bu türlü kullanımın vârid olmadığı fikrindedir. Onlara göre, Türkler, Müslüman olmadan önce de “tek tanrı” inancına sahibti ve putperestliğe sapmamışlardı; bu yüzden Müslümanlığı kabul edişleri kolay olmuştur… Ne var ki, eski Bozkurtçular’ın yaydığı bu görüşe, günümüz Bozkurtçuları pek katılmazlar. Onlar, hattâ bir şey kaçırmamış olmak, başkalarının mitolojileri karşısında eziklik duymamak için, şişine şişine, eski Türk tarihinde de “çok tanrıcılık” olduğuna dair örnekler sıralarlar.
Esatir ve Mitoloji’de bu husustan şöyle bahsedilir:
– «Ülgen – tanrılar tanrısı
Gök tanrı veya onun yerine geçmiş
Yunan mitolojisindeki ZEUS
Sümerler’deki ANU’ya karşılık gelir
Anu – Enlil – Ea üçlüsü
-yer, gök, deniz tanrıları-
Sümerler gibi Hititler’de de
bu benzerlikler
Milât’tan önce üç bin yıldan
hatta daha da erken dönemlerden
Mezopotamya mitolojisi ve kültürüyle
Altay kültürleri arasında – ilişkiler…» [1]
Görüldüğü gibi, bu durum, Mezopotamya kültürünün –hattâ Sümer öncesinden başlayarak- etkisine bağlanır. Buna göre;
Ülgen’in eski Türk mitolojisinde “iyilik tanrısı” olduğu söylenir. Ona ululama maksadıyla “Bay Ülgen” denir. “Ulgan” telâffuzu da vâkidir. Göğün 16’ncı katında, altun bir taht üstünde oturduğuna inanılır. Gök cisimlerine, yağmur ve rüzgâra, gökgürlemesi ve yıldırıma o hükmeder. Ak ve kara taş ile yeryüzüne inerek, iki taşı birbirine sürtmek suretiyle, insanoğluna ateşi öğrettiği söylenir. Şamanlar, onun kızları olan Ak Kızlar aracılığyla kehanetlerini ona danışır.
Ülgen’in karşısında, “kötülük tanrısı” olarak Erlik vardır. Korkunç bir ihtiyar olarak tasvir edilir. Hades gibi yeraltında yaşar. Ortadoğu’daki Maloch kültünü andırır. Gözleri, saçları, her şeyi karadır. Kara yılan onun kamçısıdır. Kara at ve kara öküz bineğidir. Onun Kara Kızlar denen kızları, şamanları yoldan çıkarır. Bazı şamanlar, kötülük şamanı olup ona taparlar ve onlara da “kara kam” denir. Onun öfkesini yatıştırmak için at kurban edilir.
Ak Ana, ışıktan bir kadın hayâli şeklinde tasvir edilir. Boynuzludur. Sularda yaşar. Sulardan çıkıp Ülgen’e yaratılışın emrini vermiş, tekrar sulara dönmüştür. Hayata destek olması için üç tane de balık yaratmıştır.
Kara Han ise, tanrıların en büyüğü sayılır. Kronos muadilidir. Ülgen’in olduğu gibi bütün tanrıların da babasıdır. Göğün 17’nci katında oturur. Fakat onun Ülgen, Kızagan ve Mergen’den başka oğlu olmadığını söyleyen şamanlar da vardır. Bazıları da Kızagan Tanrı, Ülgen’in oğludur, göğün 9’uncu katında oturur derler. Savaş tanrısı olarak görülür Kızagan. Rengi kızıldır. Şamanlar ona “Kızıl devenin süvarisi, kırmızı yularlı, gökkuşağı âsâlı baba” diye yakarır. Mergen’e gelince, okçu demektir. Göğün 7’nci katında oturur. Bilgeliği temsil eder ve her şeyi bilir.
Bunlardan başka, bozkır şaman kültürü içinde Umay Ana, Yayık Han, Suyla, Utkucu, Ayızıt gibi tanrı ve tanrıça isimlerine rastlanır. Ama bunların ne kadarı Türkler tarafından, ne kadarı Türkler’le akrabâ diğer Altay kavimleri tarafından benimsenir, açık değildir…
ONGUN KÜLTÜRÜ VE OĞUZLAR
Kurt, Türkler, Moğollar ve Romalılar’dan başka Cermenler’de, bazı Kafkas kavimlerinde, bazı Avustralya ve Amerika yerlileri arasında da bir “totem”, bir kutsal hayvan kabul edilir. Bu durum, sözkonusu kültürlerin Türk–Moğol kültürleriyle ilişkide olmasından mıdır, yoksa herbiri ayrı tarihî gelişme seyri göstermiş kültürler arasındaki tesadüfî veya esrarlı bir benzerlik midir? Bu soruya yetkinlikle cevab verilemese de, bunun yanında “geyik”in Türkler arasında vurgulu bir motif olduğu bilinmektedir. Türkler bazen kendilerini “kurt soylu” olarak tanımladıkları gibi, bazen de “geyik soylu” olarak tanımlarlar. Fakat bütün Oğuz boylarının kendilerini “bir yırtıcı kuş cinsi” olarak gördüklerini de akıldan uzak tutmamak gerekir.
Şaman kültüründe, her şamanın, suretine büründüğü bir kuş veya sair hayvan olduğuna inanılır ve bürünülen bu hayvan suretine “hubilgan” veya “kubilgan” denir. Esatir ve Mitoloji’de, bu kelime hakkında “kendini değiştirmek, başka biçim almak fiilinden gelen, başkalaşım mânâsına gelen” tanımı verilir. Yakutlar’da “kurt” veya “tilki” suretine bürünmek ve bunlardan meded ummak yaygındır. “Kurt” suretine bürünme, Altay ve Sibirya kültürlerinde sık görülen bir algıdır. “Kuş”un da şamanlara, uçma ve hayatın ötesine geçip, geri gelme kabiliyeti verdiğine inanılır. Esatir ve Mitoloji’de, “Sibirya şamanları bugün bile, kuş kostümleri giyinirler – çoğu inanır, annelerinin onlara kuştan hamile kaldığına” denir.
Sibirya’da, Hunlar’dan kalma bir totemcilik örneği olarak, “kurt”un, iç organlarının çıkarılıp dolgu yapılması âdeti de vardır. Bu toteme Moğollar “ongun” derken, Tuvalar “eren”, Yakutlar “tangara”, Altay ve Yeniseyliler de “tös” veya “töz” diyorlardı. (Günümüz Türkçesi’ne “cevher” karşılığı sokulmak istenen kelime!) Kurttan başka, kaplan, dağ keçisi, geyik, boğa, at, kartal gibi hayvanlar da “ongun” olabilmektedir. 24 Oğuz boyunun 6 “ongun”u vardır ve herbiri yırtıcı bir kuş suretinde olup, o boyun “kutsal ata”sını ve “koruyucu ruh”unu temsil eder. “Kubilgan” ve “ongun”, şaman çağı Türk totemizminin iki önemli kavramıdır. Bazı yorumculara göre “ongun”, totem kavramının eşdeğeridir.
Oğuz Han’ın 6 oğlundan türeyen 24 boyu, “Bozoklar” ve “Üçoklar” diye iki gruba ayrılmıştır. Bozoklar, Gün Han, Ay Han ve Yıldız Han oğulları olup, bunlardan birincisinin “ongun”u şahin, ikincisinin kartal, üçüncüsünün tavşancıl kuşudur. Üçoklar, Gök Han, Dağ Han ve Deniz Han oğulları olup, birincisinin “ongun”u sungur, ikincisinin uçkuş, üçüncüsünün çakırdır. Bu 6 handan türeyen 24 Oğuz boyunun isimleri, mânâları ve “ongun”ları şöyledir:
Kayı: “Sağlam, berk” demek olup, ongunu sungurdur.
Bayat: “Devletli, nimeti bol” demek olup, ongunu “ükü” denen kuştur.
Alkaevli: “Nereye varsa başarı gösterir” demek olup, ongunu kerkenezdir.
Karaevli: “Kara çadırları olan” demek olup, ongunu sarı kerkenezdir.
Yazır: “Çok ülkeye hâkim” demek olup, ongunu “torumtay” denen bozdoğandır.
Döğer: “Dürüp toplar” demek olup, ongunu küçügen kuşudur.
Dodurga: “Çok ülke alır” demek olup, ongunu kızıl kartaldır.
Yaparlı: “Misk kokulu” demek olup, “Çarıklı” diye de bilinir, ongunu sarı çakırdoğandır.
Avşar: “Avına hevesli çevik ve vahşî hayvan” demek olup, ongunu doğandır.
Kızık: “Yasakta pek ciddî ve şiddetli” demek olup, ongunu kızıl çakırdoğandır.
Beğdili: “Ulular gibi aziz” demek olup, ongunu “bahri”, yani küçük balıkçıldır.
Kargın: “Taşkın ve doyurucu” demek olup, ongunu bilinmemektedir.
Bayındır: “Her zaman nimetle dolu yer” demek olup, ongunu “laçin” denen bir tür şahindir.
Peçenek: “İyi, çalışkan, gayretli” demek olup, ongunu boz saksağandır.
Çavuldur: “Ünlü, şerefli, cavlı” demek olup, ongunu buğday kuşudur.
Çepni: “Düşmanı nerede görse hızla çarpan, vuran ve yere seren” demek olup, ongunu hüma kuşudur.
Salur: “Vardığı yerde kılıç ve çomağıyla iş görür” demek olup, ongunu “bürgüt” dedikleri kral kartaldır.
Eymür: “Pek iyi ve zengin” demek olup, ongunu adı bilinmeyen, “delicedoğan” tabir edilen kuştur.
Alayuntlu: “Alaca atlı, hayvanları iyi” demek olup, ongunu gece çakırdoğanıdır.
Yüreğir: “Daima iyi iş ve düzen kurucu” demek olup, ongunu gecekuşudur.
Beğdüz: “Herkese tevazu gösterir ve hizmet eder” demek olup, ongunu “italyu”, yâni köpek alıcı dedikleri kutsal doğandır.
Yıva: “Derecesi hepsinden üstün” demek olup, ongunu “taygun” dedikleri yaşlı erkek çakırdoğandır.
Kınık: “Her yerde aziz, muhterem” demek olup, ongunu ak kartal veya Selçuklu Devletinin sembolü olan “çift başlı kartal”dır.
BOZKURT’TAN SÖĞÜT’E İNKILÂB
Oğuz Han mevzuu, Türk tarihinin “Bozkurttan Söğüde İnkılâbı”na şâhidlik edici, çok hassas bir mevzudur. Türk, İslâm olduktan sonra, İslâm dışı tüm unsurları ve bunların en önemli sembolü olan “bozkurt”u üzerinden atarsa da, Oğuz Han’a dair inanç ve töresini elden bırakmaz ve tarihinin “söğüt” devresinde de onu yaşatmasını bilir. Eski Yunan tarihi nasıl “mitostan logosa inkılâb”ın tarihiyse, Türk tarihi de “bozkurttan söğüde inkılâb”ın tarihidir ve bu inkılâbın en canlı şâhidi de Oğuz Han’dır.
Efsânevî kişiliği dışında Oğuz Han’ın kim olduğu, hangi tarihte ve nerede yaşadığı mâlum değildir. Bazı yorumcular onu Milâdtan Evvel 2’nci yüzyılda Hun İmparatorluğu’na hükmeden Mete ile özdeşleştirirlerse de, bazılarına göre daha eski bir tarihte yaşamış olması, Sakalar veya İskitler arasında zuhur etmiş olması daha muhtemeldir. Müslüman Türkler onun “mümin ve fatih bir ata” olduğuna inanır. Hattâ onu, Kur’an’da bahsi geçen İskender-i Zülkârneyn ile özdeşleştirenler vardır. Elde bulunan dört beş ayrı Oğuznâme’nin birbiriyle pek bağdaşmayan özellikleri, Türkler’in bir nevî İlyada’sı olan Oğuznâme’nin tam tesbit edilememesi müşkülünü doğurmuştur. Rıza Nur, Uygurca metni esas kabul ederken, Zeki Velidî, Moğol tarihçisi Reşideddin’in kaleme aldığı Farsça metni yeğlemektedir.
Zeki Velidî’ye göre, Türk Han, muharref Tevrat’ta geçen Yafes oğlu Togarama olup, beş değil on oğlu vardır ve adları şunlardır: Uyur (Uygur), Taurus, Hazar, Sabir, Barsıla (Bizal), Avaz (Avar), Tarna (Tarnav), Yanur (Zagur), Bulgar ve Oğuz… Ancak bu mevzu, tahmin edilebileceğinden çok daha karmaşıktır ve bu hususta ciddi bir araştırma yapan İlhami Yangın’a burada kulak vermek gerekir:
– «Ben bu konuları 1990 yılından beri araştırıyorum. Tarihle ve özellikle de Şefik Hüsnü ile ilgilenmemi rahmetli Alparslan Türkeş istemişti benden. Türkeş ünüversite öğrencilerine Birleşmiş Milletler, Güvenlik Konseyi vb. konularda seminer verirdi. Bana özel araştırmalar yaptırdı. Ben Yeni Düşünce Gazetesi’nde genel yayın koordinatörüydüm. O dönemlerde Yeni Düşünce ve Hergün MHP’nin yayın organı gibiydi. Türkeş ‘her doğru her yerde söylenmez’ derdi. Bu konuyu uzmanlık alanı bu konular olan ilahiyatçı Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı da biliyordu.
Şefik Hüsnü’nün Sabetayist bağlantıları beni Tevrat’ı araştırmaya itti. Türk solunun çok önem verdiği Şefik Hüsnü’nün Sebatayist olduğunu ve Türk solunun da kökeninin buradan beslendiğini, bunların İran ve Irak’ta yaygın olan Batınîlik akımlarından olduğunu gördüm. Batınîliği araştırınca Yahudilik yani Kabala çıktı. Ama diğer taraftan Türkçülüğün altından da Yahudilik fışkırıyor.
Türkçülüğün kuruluşundan itibaren Yahudiler var. Araştıra araştıra Türkçülüğün en tepe kitabına, yani Oğuzname’ye geldim. Onu çeviren kişi de bir Yahudi. Oğuzname’yi Tevrat’la karşılaştırdığımda ikisi aynı çıktı. Tevrat’ı okuduktan sonra Oğuzname’de de bir çarpıklık olabileceğini sezdim. Çünkü Türklerin soyunun Yafes olduğu konusunda Kuran-ı Kerim’de hiçbir açıklama yok. Reşideddin‘in de Yahudi olması ve bunun başta Meydan Larousse’da belirtilmesi neticesinde Oğuzname’ye bir şeyler kattığı şübhesi aklımı çelmeye başladı.
Kitabı yazdıktan sonra yayıncı bunu konunun uzmanı Prof’lara gösterdi ve Prof. Dr. Ziya Kazıcı gibi isimler benim tesbit ettiğim durumun haklılığını ortaya koydu. Bu araştırmalardan sonra kandırılmışlık hissi uyandı ve bunun başka eserlerde de çok rahat yapılabileceğini hissettim. Çünkü biz tarih değil Tevrat okuyoruz. Bu kitabı Osmanlıca’ya çeviren de Sabetayist Ahmet Vefik Paşa ki, Osmanlı Tarihi’nin ilk Türkçüsü olarak bilinmektedir. Kitabı Reşideddin yazmış, doktor ve müneccim bir kişiliktir ve tipik bir Kabalist’tir. Reşideddin Tevrat’ın Yaratılış kısmını açıkça, geri kalan kısmını da gizlice Oğuzname’nin içine eklemiştir. Ebulgazi Bahadır Han Çağatayca’ya çevirmiş. Oradan da Ahmet Vefik Paşa İstanbul Türkçesine çevirmiştir. Ne yazık ki bu kitab 600 yıldır Türk tarihi diye bize okutuluyor. Oğuzname’nin Türk tarihi açısından önemi Türklerin kozmogonisini anlatıyor oluşudur. Türklerin yaratılış inançlarını anlatıyor.» [2]
Son olarak, Türk İlyada’sı hâlâ meçhul bir yerdedir ve ona ilişkin rivayetler, Dede Korkut Hikâyeleri’nin üslûbunu andırmaktadır. Bazılarına göre, Dede Korkut Hikâyeleri, Oğuzanâme’nin bir parçası olup, hakkında hiçbir şey bilinmeyen Dede Korkut da esasen Türk Homeros’udur. Burada, doğar doğmaz mucize gösteren, bir kez emdikten sonra dile gelen ve annesini Allah’a imana davet eden bir Oğuz Kağan tipi çizilmektedir. Herkül’e dair Yunanlılar’ın anlattığı masallara benzer biraz. Ancak daha sonra büyük bir fatih olacak olan bu kahraman, “Kızıl Elma” geleneğine uygun olarak, Doğu’dan Batı’ya doğru birçok fetihlerde bulunacak ve birçok ülkeyi alacaktır. Hâsılı Oğuz Kağan, belki zaman içinde Osman Gazi’ye dönüşmüş ve Osmanlı İmparatorluğu olarak vücud bulmuş olan ruhtur; yanından hiç ayırmadığı “bozkurt”u da hiç şübhesiz, zamanla “söğüt” olmuştur.
1 Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji –Güneş ve Ay-, İBDA Yayınları, İstanbul 2010, s. 396.
2 İlhami Yangın, Kabala’nın İntikamı, Etkin Kitablar, İstanbul 2007.
Kaynak: Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 3, Mayıs-Temmuz 2012, s. 222-231.