Bölüm I: RUHÇU İKTİSAT -İktisattan Çıkış-
Nasıl ki yeni bir gömlek giymek isteyen kişi üzerindeki eski gömleği çıkarmak mecburiyetindeyse, yeni bir fikrin aksiyonu ile kuşanmak ve kuşatmak isteyen fert veya cemiyet de eskisini söküp atmak zorundadır.
Kıyafet söz konusu olunca eskiyi bir kenara çıkarmak oldukça kolaydır da, mesele, fikir ve aksiyon plânında ele alınınca, eskisini bir kenara bırakmak, son derece girift bir keyfiyet ve meşakkatli bir kemmiyet arz eder. Bizim burada kullandığımız “eski”, mevcut hâl ve fikir olduğuna göre, tıpkı kısayı bilmek için uzuna ihtiyaç duymamız gibi, eskiyi bilmek de yeniyi bilmekle kaimdir. Mevcuda yapılan eleştiri ise eskiyi restore etmek gibi bir çabanın ürünü değil, bilakis mevcut sistemin karşısına yeni bir sistemle çıkıp, eskinin reddi, yeninin ise ihya teşebbüsüdür.
İktisat fakültelerinde ilk olarak “İktisada Giriş” başlığı taşıyan kitablar okutulmasına binaen, mevcut iktisat eğitim ve anlayışının bir taraftan hiciv yoluyla reddedilmesi, diğer taraftan da yeniye kavuşmak için eskinin terki gerekliliğince, alt başlığımız “İktisattan Çıkış”. Ezel kadar eski, ebed kadar yeni olan “sistemlerin sistemi”nin, 21. yüzyıldaki eşya ve hâdiselere, ruha bağlı iktisat davası içinde nakşı ve tasarrufu altında tutma muradı dâhilinde, çöldeki bir kum tanesi kadar da olsa pay sahibi olabilme iştiyakıyla da üst başlığımız “Ruhçu İktisat”.
İnsan ve Vazifesi
Materyalistlere sorarsanız, her medeniyet belli bir iktisadî yapının biçimlendirdiği bir değerler bütünüdür. Bize göre ise durum tam tersidir; her medeniyetin kendisini temin eden değerler sisteminin biçimlendirdiği bir iktisadî yapısı vardır. Ruhçu iktisat anlayışı; insanı, iktisadî faaliyet gayesine göre değil, iktisadî faaliyeti insana göre açıklar. Yâni merkezde her daim insan vardır. Zira insan, yeryüzünde Allah’ın halifesidir ve “Biz insanı eşya ve hâdiseleri zapt ve teshir etmesi için yarattık.” düsturunun aslî ve asil muhatabıdır.
Hâlimiz
Şu ânki hâlimiz, deniz üzerinde köpek leşi gibi şişmeyi gelişmek zanneden bir yanılgıyla, birçok sahada içler acısıdır. Malûm; deveye sormuşlar, “neden boynun eğri?” diye. Deve cevab vermiş, “nerem doğru ki?”. Bu hakikate denk düşercesine, 21. yüzyılın Anadolu coğrafyasında; insanları basiretsiz, tefekkürü marifetsiz, ibadeti hidayetsiz, şehirleri şahsiyetsiz, siyaseti kifayetsiz, yöneticileri kabiliyetsiz, yönetimi adaletsiz, sanatı haysiyetsiz, aydınları zahmetsiz, gençleri abdestsiz, lokmaları bereketsiz ve nihayetinde iktisadî hayatı da son derece çaresiz…
İş ve Cemiyet Şuuru
Hazreti Ömer bir gün bir camiye girer, içeride birkaç kişi baş başa vermiş pineklemektedir. Müminlerin Emiri sorar; “siz kimsiniz?” Cevab verirler; “Biz mütevekkilleriz (tevekkül sahibleriyiz).” Halife Ömer; “Hayır siz müteekkiller (hazır yiyiciler)siniz. Zira mütevekkil, tarlasını imar edip tohumu saçan ve gerisini Allah’a havale eden kimsedir. Dağılın şimdi!..” karşılığını verir. Ruhçu iktisatta, iş ve cemiyet şuuru bahsine baş misâl olacak bu levha; toprağından 10 ton buğday alabilecek olan bir ferdin, sırf ihmal yüzünden 9 ton mahsul elde ederse, eksik kalan 1 tonu cemiyet hesabından çaldığının, bunun da hesabının kendisine sorulacağını bilmenin mükellefiyetini taşır. Aynı durum; devlet hastahânesinde günde 20 hasta bakabilecekken, gününün yarısını internette ‘chat-sohbet’ yaparak harcayan ve hastalarını kapısının önünde dikip, 10 hastayla günü kapatan doktor için de, mesainin yarısını ortadan kaybolarak tüketen bankamatik memuru için de geçerlidir. İş ve cemiyet şuuru, ruhçu iktisadın baş davasıdır.
Dünya
Dikkatlerden kaçırılmaması gereken bir nokta da şudur: Dünyayı imar, hakikatte dünyayı gaye sananların değil, vasıta kabul edenlerin, ruhçu iktisadın hak ve vazifesidir. Dengelerin dengesi olan; “hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, hemen ölecekmiş gibi ahirete memur olma” mükellefiyeti, bize bu noktada kılavuzluk eder.
Sahteler
Burada da dikkat edilmesi gereken, iman taklidi yapan ikiyüzlü tiptir. Yâni, dünyayı vasıta olarak gördüğünü söyleyip, hakikatte kendini ciğerine kadar dünyaya kaptıran çakma sofidir. Şimdi yeri gelmişken, ‘borsadan hisse’ye alışkın ‘homo economicus’a, kıssadan bir hisse verelim: Muhiddin-i Arabî Hazretleri minberdedir, “Ey cemaat!” der. “Sizin taptığınız, ayaklarımın altındadır!” Cemaatte bir öfke, bir hışım… Küfre benzeyen bu sözü belki açıklığa kavuşturacakları ümidiyle o noktayı kazarlar. Hazretin bastığı yerden bir yığın altın çıkar. Mübarek velî, insanları paraya tapmakla suçlamaktadır! Ruhçu iktisatta, dünya odur ki, mümin onu zapt edecek, ona hâkim olacak fakat onun esaretine düşmeyecektir; biz her şeye mâlik olduktan sonra hiçbir şeyin bize mâlik olamama davası, ruhçu iktisadın aslî şiarıdır.
Helâl – Haram
Ruhçu iktisat davası, “vergilendirilmiş kazanç kutsaldır” gibi bir safsatayı kabul etmez. ‘Kutsal’ kelimesi uhrevî bir mânâyı işaretlediği gibi, seküler telakkide uhrevî kavramlara zaten yer yoktur. Varsayalım ki seküler dünya, kendine ‘kutsal vergiyi’ yakıştırmıştır. O hâlde sormak lâzımdır; “tarlasında alınteri ile -helâl yoldan- çalışan köylünün ödediği vergi mi, yoksa kerhâne işletmecisinin -haram yoldan- ödediği vergi mi, hangisi daha kutsaldır?” diye. Helâl ve haram sınırının, bir daha birbirlerine karışmamak üzere, operatör neşteriyle çizilmesi zaruridir.
İki Ana Kapı
Ruhçu iktisatta, iki önemli ana kapı vardır. Biri sürekli açık, diğeri ise sürekli kapalı tutulacaktır. Zekât kapısı sonuna kadar açık, faiz kapısı da sonuna kadar kapalı. Dilediği kadar helâl kazançta serbest olan ferdin mülkiyet hakkına saygı duyan, lâkin sermayenin durduğu yerde urlaşmasına mâni olmak için belli bir ölçünün üzerindeki her 40 vahitten birini içtimaî sahaya kaydıran ve böylece cemiyet hakkını da fertten tahsil eden zekâtın farz oluşu, çağımızın iktisadî buhranının biricik ilâcıdır. Baş misâl: Zekât, yastık altında uyuyan parayı uyandırır, sermayenin belli ellerde tekelleşmesine mâni olur ve iktisadî canlılığın göstergesi olan paranın tedavül süratini arttırır. Zekât verilebilen (fakirler, borçlular gibi) sınıfların, aldıkları parayı saklamak yerine doğrudan tüketime yöneltecek fertlerden müteşekkil olması sebebiyle de taleb piyasası canlanır.
En yüksek kalkınma hızının, faizin sıfır olduğu yerde gerçekleştiğini söylememiz ise, faiz kapısının niçin sürekli kilitli kalması gerektiğinin yeterli delilidir. Meşhur İngiliz İktisatçı Keynes şöyle der: “İktisadî verimlilik seviyesinin yüksek olduğu memleketlerde, faiz seviyesi de o nisbette düşüktür. Bu faiz seviyesi, ideal bir cemiyette tamamen zail olarak sıfır nisbetine varır.”
Vakıf
Büyük İslâm müessesesi olan ‘vakıf’, birkaç istisna dışında, son yüzyılda hakikati tersyüz edilen, sadece adı kalıp içi tamamen boşaltılan, yılda 10 bin dolar alarak eğitim hizmeti verdiğini iddia eden, yahut “Vakıf” tabelası altında alkollü galaların tertibiyle zinaya zemin hazırlayan soytarı rollerden kurtarılarak aslî hüviyetine kavuşturulması gereken bir meseledir. Yerli yerine oturtulduktan sonra ‘vakıf’, ruhçu iktisadın aksiyon uzuvlarından birisidir.
Millî Felaket
Bitişiğindeki evde aç varken sofrasına kurulabilmiş insanı kendinden saymayan, cömertlik ve yardım levhalarıyla dolu ruhçu iktisat, fertlerin harcayabildiği kadar değil, “yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz” hikmeti dâhilinde, ihtiyacı kadar tüketmesini ikaz eder. Tutumlu olmanın bereket, israfın da millî felaket olduğu asla hatırdan çıkarılmamalıdır.
Çaremiz -Çare Biz- Çare İnsan
Bugün dünyanın krizlerle boğulduğu, ortada ne kadar uyduruk sistem varsa kurtuluşlarının “sistemlerin sistemi”ne teslim olarak, ona tâbi ve onda fâni olmaktan geçtiğini, ruhçu iktisat anlayışımız çerçevesinde ihtar ederiz. Vampirlerin kanla beslenmesine denk, bugünkü kapitalist sistem tüketimle beslenir; talebin kesildiği veya azaldığı yerde de sürekli krizler geçirir. Bundan dolayı da modasından medyasına kadar her şey bu talebi köpürtmeye hizmet eder. Oysa insan ne kadar tüketirse tüketsin aslında hiçbir zaman gözü doymaz. Ana gayesi tüketmek olan bir insanın tüketim marazının sonu yoktur, tâ ki sonunda kendini, ruhunu da tüketene kadar. Zaten kapitalizmin nihaî sonucu da ‘insanı’ ve ‘insanlığı’ tüketmesi, yok etmesidir. İnsanlıktan çıkmış -robot insancıkların- yaşadığı toplumda da ne ahlâk, ne aile, ne sevgi… hiçbir şey kalmamıştır.
Kapitalizm’de her şey ne kadar ‘tüketim ve pazar’ odaklıysa, ruhçu iktisatta da her şey ‘kanaat ve mezar’ odaklıdır. İşte, Gaye İnsan – Ufuk Peygamber’den ölçülerin ölçüsü: “Müjdeler olsun o kimseye ki hakaret mevkiine düşmeksizin tevazu gösterir, miskinliğe inmeksizin nefsini alçaltır, günahsız kazandığı maldan başkalarına yardım eder ve zillet ehline acır. Müjdeler olsun o kimseyi ki nefsini böylece alçalttığı hâlde kazancı temiz, siyreti (içi, hâli, durumu) güzel, yüksekliği besbelli ve kötülük yapmayacağından herkes emindir. Müjdeler olsun o kimseye ki ilmiyle amel, malının fazlasıyla yardım ve sözünün fazlasıyla sükût eder.”
Fikir ve Aksiyon
Büyük Doğu-İBDA’dan öğrendiğimiz çerçevede, aksiyon: Fiilde erimiş fikir; bir fiil ki onu meydana getiren fikrin tercümanı; fikrin eşya ve hâdiseler üzerinde nakşı…
Yukarıdaki tariften de anlaşılacağı üzere, fikirsiz ‘aksiyon’ mümkün değildir. Önce fikir! Lâkin fikir, ‘aksiyon’a geçince, yâni eşya ve hâdiseler üzerine sinerek madde, buud, renk, hacim, şekil ve ses kazandıktan sonra da, bizim için ‘aksiyon’un fikirden daha mümtaz bir yeri vardır. Çünkü zaten ‘aksiyon’, hareket hâlindeki fikirdir, fikrin yürüyüşüdür.
Dolayısıyla şimdi sormak lâzımdır; pazarlıksız -Allah ve Resûl ölçüsüne- sıkı sıkıya bağlı kalarak, ruhçu iktisat davasının anlaşılması, anlatılması, öğrenilmesi, öğretilmesi, “yatay” olarak genişliğine, “dikey” olarak da derinliğine maya tutturulmasının aksiyonu ‘kim’lerin boynuna borçtur?! Sanırım bu sualin cevabı için de öncelikle ‘kim’liğin hesabını hakkıyla ve hakikatiyle yapmamız gerekir. Üstad Necib Fazıl’ın dediği gibi; “İsteyelim ki olsun! Hasret, vuslatın yarısıdır!”
Bölüm II: ‘PARÇA BÜTÜNÜN HABERCİSİDİR’
İkinci bölümün hemen başlangıcında belirtmekte fayda var. Biz bir takım malûm soydan omurgasızlar gibi ‘realpolitik’ eyyamcılığına sığınarak avamı avlama, feraset ve basiretten nasibsiz -adeta konsomasyona çıkmış- bir siyasî yaklaşımla da birilerini tavlama peşinde değiliz! Zaman zaman bu taifenin sözleri birilerine çok acı gelse de ağızlarda kalan acı, karşımızdakinin çekemediği veyahut yüklenemediği fikir çilesinin gönüllere düşen tadıdır.
Şirin babalık ile sahte babacanlık oynama vaktimiz çoktan geçti. Zira hiçbir zaman çocuklara çatıdan girip hediye bırakmayan Noel Baba, artık çatılara bol miktarda misket bombası bırakıyor. Eğer vakit nakitse (nakit=kıymet), dünyadaki en büyük sermayesinin zaman olduğunun şuurunda olması gereken bizler için şimdi vakit, eski çamları devirme vaktidir!.. İBDA’nın formülasyonuyla, doğru düşünce olmadan nasıl ki doğru düşünce faaliyeti olamıyorsa; hakikate yol almak, -nasibte varsa- hakikate varmak ve hakikatle kuşanmak için de ‘dosdoğru düşünce’ vaktidir! Vakit savsaklama değil, kurtarıcı fikri kucaklayarak kurtulma vaktidir. Kurtarıcı fikir ise hekimin eczahânesi veya şifahânesi gibidir; Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun ifâdesiyle, oraya eğlence için değil, tedavi olmak için gidilir. Eğer kanserli hücreler sağlıklı hücrelere saldırıp, onları yok etmeye ve bedeni cansız kılmaya çalışıyorlarsa, gereken şey acılı da olsa yapılır. Şeyh Sadi Hazretleri’nin asırlar öncesinden işaret ettiği gibi; “hastaya şeker vermek zulümdür. Çünkü onun şifası, ona acı gelen ilâçtadır.” Eğer mevcut hâlimizde çakılı kalmak istemiyor, depar atmaya niyet ediyorsak, -acılı da olsa- ilk önce zihnimizi felçten kurtarmamız lâzımdır. Gerisi ahmaklık olur ki “ahmaklıkla müminlik birbiriyle asla barışamaz”, malûm.
“Herhangi bir ideale bağlanmaksızın tamamıyla mevcut gerçeklere uyum sağlayarak amaca ulaşmaya çalışmak” anlamında kullanılan ‘realpolitik’ mefhumu, etrafını kuşatan ‘Pragmatist – Makyavelist – Darvinci’ bir üçgenle, bizim ezel kadar eski, ebed kadar yeni ahlâk anlayışımıza ve dolayısıyla hakikat arayışımıza taban tabana zıttır. Kati olarak altını çizmek lâzımdır ki ‘realpolitik’ bir kapitalist enstrümandır ve bizim dilimizde de dinimizde de meşk edeceği hiçbir eseri yoktur!
İster iktisadî, ister siyasî, isterse de sosyal olarak nitelensin, insanı ilgilendiren tüm meseleler ait oldukları bütün içinde derinliğine ve genişliğine ele alınabildiği zaman, hakikat yerli yerine oturur ve değer üreten bir izah bulur. Bu prensibe nisbetle şimdi dilerseniz, fikrin hakkı ve zamanın hakikati için elzem olan, asrımızdaki kişi ve kurumları yâni asrımızı anlamak ve anlayış geliştirebilmek için yüzyıllar öncesinden başlayan bir yolculuğa çıkalım. Zihinlerimizi realpolitik eyyamcılığıyla iğdiş etmez; Büyük Doğu-İBDA’nın formülasyonuyla, eşya ve hâdiseler karşısında ruhun ‘nasıl?’ ve aklın ‘niçin?’ tavrını muhafaza edersek, rahatça müşahede edeceğiz ki asrımızın hakikati, asırlar öncesinden başlamaktadır. Yeter ki bize ‘gerçek’ olarak sunulan bazı şeylerin, bazı durumlarda ‘hakikati’ gizlemeye aracılık edebileceğini hatırlardan çıkarmayalım. İlim şehrinin kapısı Hazreti Ali’nin dediği gibi; “parça bütünün habercisidir.” ‘Bütün’ü bilmeyen, tanımayanlar içinse, ‘parça’ yalnız bir parçadan ibarettir; yalnız başına pek fazla kıymeti harbiyesi yoktur. (Meselâ bu noktada, tek başına gördüğümüz bir lastiği bilmek yeterli değildir. İyi ama ne lastiği? Kamyon lastiği mi, uçak lastiği mi? Uçak lastiğini bilmek içinse, uçağın ne olduğunu bilmek önemli aynı şekilde.) Bu anlayış doğrultusunda, buyurun şimdi ‘Ruhçu İktisat’ perspektifinden, kapitalizmin tarihî sürecinde yolculuğa…
Magna Carta
Magna Carta… Büyük Anlaşma… Büyük Senet mânâsında. Tarihe ‘üzerine güneş batmayan imparatorluk’ olarak geçen Britanya’da 13. yüzyılda hâkimiyet üç güç odağının elindeydi. “Siyasî otoritenin genellikle miras yolu ile bir kişinin üzerinde toplandığı devlet düzeni” anlamına gelen ‘monarşi’nin başında kral bulunuyordu. Kral John tüm ipleri elinde tutmaya çalışsa da, kraliyetin en büyük muhalifi olan Papa ve arkasında da kilise vardı. Üçüncü güç odağı olarak da toprağın ve paranın gücünü temsil eden ‘lordlar’. Lâkin bu lordlar, hâllerinden bayağı şikâyetçiydiler. Toprakları, paraları vardı ama buna bağlı hâkimiyet güçleri, kral karşısında oldukça zayıftı. İşte 15 Haziran 1215’de Kral John’a imzalatılan ‘Magna Carta’, kralın yetkilerini kısıtlamış; daha sonrasında Kral John da dâhil olmak üzere kraliyet mensubları ‘Magna Carta’yı zaman zaman delmiş olsalar dahi, her zaman varlığı ve etkisi sürmüştür.
İngiliz monarşisinin gücünü sınırlayan bir deklarasyon olarak tarihe geçen ‘Magna Carta’, “anayasal hukukun üstünlüğüne giden süreçte atılan ilk adım” olarak kitablarda yer alsa da, buradan anlaşılması gereken şey, kralın -dikkat edilsin halkla değil, o zamanın elitleri olan- lordlarla hükümranlığını paylaşmasıdır sadece. Yâni bir çıkar çatışması ve güç dengesinde değişim durumu söz konusudur. Ortaçağda zenginlik ve soyluluk göstergesi olan toprak sahibliği (bugünkü anlamda paranın gücü), siyasî hâkimiyette söz sahibi olmuş ve bir nevi ortaklığa başlamıştır.
‘Magna Carta’ya zemin hazırlayan ise, tarihe ‘Topraksız John’ olarak geçen Kral John’un savaşlarda başarısız olması, ülkesine yeni toprak eklemek şöyle dursun, elindekini de kaybetmesidir. Bu durum, toprağa bağlı zenginliğin olduğu lordları iyice çileden çıkarmış, zenginliklerini menfî anlamda etkilemiştir. Kralın yanlış idaresinin kendi çıkarları üzerinde büyük hezimet oluşturabileceğini gören lordlar, karar alıcı mekanizmaya belli bir çapta da olsa müdahaleyi başarmıştır. Bugünkü kapitalist devletlerde, büyük holdinglerin ve işadamlarının hükümetlere karşı çeşitli araçlar kullanarak tesir etmesi -hem de global ölçekte- bu noktada göz önünde bulundurulabilir. Mesele halktan yahut haklıdan yana olmak değil, hükümetlere tesir ederek, (hatta perde arkasından yöneterek) kendi çıkarları doğrultusunda iktidar talebleridir.
Ayrıca son olarak şunu da belirtelim; ‘Magna Carta’, ticaret ve borç hukuku ile ilgili düzenlemeler de ihtivâ ediyordu ki, bu da o yıllarda İngiltere’de bulunan Yahudileri ilgilendiriyordu en çok. Kilise tefeciliği yasaklamıştı. Bu bir Hıristiyan için aforoz sebebiydi. Ama kilise kanunlarının Yahudiler için bir bağlayıcılığı yoktu. Dolayısıyla onlar faizle borç vermeye devam ediyorlardı. Bu bir takım Hıristiyanları rahatsız etse de, daha laik denilebilecek İngilizler bu ticaretten memnundular. Çünkü müteşebbislerin kapitale ihtiyacı vardı ve bu kapital de Yahudilerde fazlasıyla mevcuttu. Geri ödemelerde faiz hadlerinden dolayı zaman zaman sıkıntılar yaşandığında ise; Hıristiyan borçlular, Yahudileri kilise mahkemesine çıkarıyor, kilisenin tefeciliğe karşı olması kozunu kullanıyorlardı. Yahudiler ise Hıristiyan kanunlarının onları bağlamadığını iddia ediyordu. İşte ‘Magna Carta’, getirdiği düzenlemeyle -kilisenin bir güç odağı olduğu bir devlette- belli hükümlere bağlayarak faiz ve tefeciliğe meşruluk kazandırmıştır.
Bölüm III: ÇIFIT KARANLIĞINDAN, ÇIFIT ÇARŞISINA
Ortaçağ… Felsefesinin skolâstik, jandarmasının feodalite (derebeylik), yönetiminin monarşi, zulüm ocağının kilise, adaletinin engizisyon, imtiyazlı kudretinin papazlar olduğu, Batı için kapkaranlık bir zaman diliminin adı. Açlığın, sefaletin, köleliğin, salgın hastalıkların köşe bucağı tuttuğu bu dönemde ne saf aklın, ne de selîm aklın hiçbir emaresi görülmez, gösterilmesine de müsaade edilmez.
Tahrif edilmiş İsa dininin, -güya- Tanrı tarafından kendilerine bahşedilmiş yetkilerini büyük bir fütursuzlukla kullanan papazlar, cennetten arsa satmaktan tutun da Tanrı adına günahları affetmeye kadar işi sapkınlığa götürmüş, kiliseyi Çıfıt çarşısına çevirirken, insanlığı da akıl ve ruhtan yoksun bir duruma düşürmüştür. Bu zulüm çağının kırbacı da hiç şübhe yok ki, Galile’ye “dünya dönmüyor” dedirten, meşhur engizisyonlarıdır.
Ortaçağ, Batı insanını yıllarca içinde hapseden kapkaranlık bir dehliz ise, bu dehlizi nisbî (!) olarak ortadan kaldıran da ‘Rönesans’ ve bilâhare ‘Aydınlama Devri’ diye tabir ettiğimiz süreçtir. İşin daha çok iktisadî-siyasî yönünü ele alacağımız için bir formül hükmünde belirtmek gerekirse, ‘Aydınlanma’nın sanat cebhesindeki tohumlarını nasıl ‘Rönesans’ta (Leonardo da Vinci, Raphael, Michelangelo, Tiziano Vecellio…) görüyorsak, fikir cebhesindeki tohumlarını da ‘Reform’da (Luther, Kalven…) görebiliriz. İlkinin merkez üssü İtalya, diğerininki ise Almanya.
İnsan aklının kurucu ilke olarak benimsendiği, sosyal hayatın ve düşünce sisteminin de bu ilkeye göre şekillendiği zaman dilimi olan Aydınlanma ile aklın, bilimin, sanatın tartışılmaz hâkimiyeti başlamıştır. Kutsallık, kiliseden ve papazlardan insana ve insan aklının kutsanmasına, rasyonalizme geçerken, -Yahudi (Saint Paul) eliyle karanlığa sürüklenen- tahrif edilmiş Hıristiyanlığın putları da yerini pozitivizme bırakmıştır. Körler ülkesinde tek gözlü şaşı adamın kral olmasına binaen; akıl gözünü açıp, aklı ve bilimi putlaştıran Batı adamı, maddeye tahakküm kurmuş varsayılsa da, ruh gözünü kilit altında tutarak mânâsını idam etmiştir.
Bu noktada altını çizmekte fayda olan esas husus, Aydınlanma Devrinin finansörleridir. Feodalizmin 15. asrın ortalarından itibaren zayıflamasıyla birlikte, zenginlik ölçüsü tarımdan (topraktan) ticarete doğru kaymaya başlamış, İspanyol ve özellikle de Genova, Pisa, Floransa, Venedik gibi İtalyan şehirleri bu dönemde büyük önem kazanmıştır. Haçlılara ev sahibliği yapan ve Baharat Yolu’nun üzerinde bulunan bu İtalyan şehirleri, deniz aşırı ticaretin merkezi olmalarının yanısıra bir avantajı daha taşıyorlardı ki, o da Yahudi kapitaliydi. Yahudiler neredeyse Avrupa’nın tamamında ticarî faaliyetten mahrum bırakıldıkları için, ellerinde biriken sermayeyi, tefecilik ve faizle değerlendiriyorlardı. Dünyanın hâlihazırda faaliyet gösteren en eski bankalarının İtalya’da olduğunu söylemek sanırız konu hakkında bize bir malûmat verebilir. Paradan para kazanmanın sistematiği olan kapitalist kültürdeki bankacılık, hiç şübhesiz ki dünyaya Yahudiler eliyle kök salmıştır. Shakespeare’in “Venedik Taciri” adlı eserinde ‘Shylock’ tiplemesiyle sembolleştirdiği o dönemdeki Yahudi; İncil konusunda iyi bir eğitim almış, gözünü servet ve para hırsı bürümüş, kinci, dönek, geleneğe riyakâr saygısı olan bir üçkâğıtçıdır.
Peki, “halkın büyük bir kısmının yoksul olduğu bir dönemde sanatı ve bilimi kim finanse ediyordu?” diye sorsak, bulacağımız cevablardan biri de “Yahudiler ve Yahudi kapitali” olabilir mi?.. “Rönesans ve Aydınlanma’yı sistemli olarak Yahudiler gerçekleştirmişlerdir” mütalâası çok iddialı olsa da, Aydınlanma Devri ve sonrasından en fazla nemâlananların Yahudiler olduğu çok aşikârdır.
İmdi, Rönesans’ın doğduğu şehir olarak bilinen Floransa’daki Medici ailesi oldukça kayda değerdir. İtalya’da Rönesans’ın en büyük ‘padrone’larından biri olan Medici ailesi, Avrupa’nın en büyük sanat koruyucuları arasında yer alır. 15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar etkin olarak hüküm süren bu ailenin en önemli özelliği, karşıtlarına ve düşmanlarına zora başvurarak boyun eğdirmek yerine, malî güçlerini kullanarak onları kendi saflarına çekmektir. (Klasik bir Yahudi taktiği; önce parayla iş bitirmeye çalışmak. Osmanlı’ya da dış borçlarını ödemeyi teklif edip, Filistin’den toprak alma talebinde bulunduklarını da hatırlayalım lütfen. Ve sonrasında yaptıklarını da…)
Medici ailesi, Donatello’dan Michelangelo’ya, Leonardo da Vinci’den Raphael’e kadar birçok sanatçıya o yıllarda maddî ve mânevî destek vermiştir. Katolik mezhebindeymiş gibi görünen Medici ailesi aslında ‘conversio’ denilen ‘dönme’, yâni bazen gizli bazen de açık olarak görünen Yahudilerdendir. İlginçtir ki bu (Yahudi) ailenin içinden, Hıristiyanlığın en yüksek makamı sayılan, papalık makamında oturacak üç ‘Papa’ bile çıkmıştır. Yahudilerin nerede, nasıl, ne şekilde örgütlendiklerinin çarpıcı bir delili olması bakımından da bu husus oldukça manidardır. O dönemde yaptıkları iş ise bizce hiç şaşırtıcı değil, her Yahudi’ninkiyle aynı; bankacılık yâni resmî tefecilik. Ve tabiî ki bunun sonucunda da Floransa’dan başlayarak önce İtalya’da sonrasında ise Avrupa’da büyük bir politik güce kavuşmuşlardır. Hattâ Fransız sarayına kadar girmişlerdir; ‘Catherine de Medici’ 16. yüzyılda Fransa kraliçesidir. Fransız sarayına türlü oyunlarla sızan bu İtalyan kadın, ortadan kaldırmak istediği rakiblerini zehirletmiştir. Bundan dolayı, kraliçe olduğu dönemde, sarayında bir kimyager bulundurmuş ve rakiblerine hediye etmek için zehirli eldivenler yaptırtmıştır. Aynı taktiği asırlar sonra CIA de kullanacaktır.
Avrupa toplumunun büyük bir kısmı Ortaçağda kalırken; küçük, varlıklı ve güçlü bir grubun sanat, felsefe ve bilimi etkileyerek düzeni değiştirdiği, bu sayede geliştiği ve güçlendiği, modernizm ile kucaklaşıp, ferdiyetçilik üzerine yükselen refah anlayışının yâni liberalizmin temellerini attığı sahte bir devrimdir. Konuya yakînen alâkalı bir örnek vermek gerekirse; Floransa’da Arno nehri üzerinde bulunan Ponte Vecchio köprüsünü, Medici ailesi yıllarca halktan uzak durmak için kullanmıştır. Halkın aydınlanmasına gönül vermiş (!), sanatı ve sanatçıyı destekleyen bu aile, nedense halka karışmak istemediğinden, saraya gidiş ve gelişlerini bu köprü vasıtasıyla sağlamıştır. (Günümüzde de benzer durumlar söz konusudur. Halk için bir şeyler yaptığını söyleyenlerin bir kısmı, halkın arasına karışmak veya halkı dinlemek noktasında son derece kayıtsızdır. Tabelada ‘adalet’ yazması âdil olunduğunun, ‘halkçı’ yazması da halkın çok önemsendiğinin bir delili sayılamaz. Hakezâ aynı durum, sanatın ve sanatçının dostu olduğunu iddia eden bazı global şirketler için de geçerlidir; halktan kepçeyle topladıklarını, halka cımbızla geri verirler.)
İtalya’da sanat alanında başlayan Rönesans ve Aydınlanma, fikrî plânda başta Almanya’da karşılık bulurken devamındaki süreçte politik arenada Fransa’da Fransız İhtilâli’yle, İngiltere’de ise Sanayi Devrimi’yle karşılık bulacaktır. Kronolojik sıraya nisbetle Sanayi Devrimi’ni daha sonra ele almak üzere şimdi Fransız İhtilâli’nin özüne kısaca bir göz atalım.
Mustafa Saka’nın, Dr. Hakkı Açıkalın’la gerçekleştirdiği röportajda da vurgulandığı üzere, Fransız İhtilâli’nin yıllardır bize anlatılan masalsı dekorunu öncelikle bir kenara bırakalım. Yok devrimcileri kurtarmak için Bastille Hapishânesi basılmış, yok aydınlar ihtilâlin meşalesini yakmışlar, yok ‘ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler’ falan sözlerini… Bunlar zaten tüm “resmî” tarih kitablarında anlatılıyor ve hakikati tam aksettirmediğinden, en azından anlatıldığı gibi olmadığından da pek kuşkumuz yok. Lâkin Fransız İhtilâli’yle Rothschild ailesi arasındaki ilişkinin arka plânı pek fazla açıklanmazken, Fransız İhtilâli’nden sonra Avrupa’daki Yahudilerin müthiş haklar kazandıkları da pek fazla dile getirilmiyor. İktisadî mesele üzerinde olduğumuza göre, Fransız İhtilâli’nin asıl bizi ilgilendiren kısmı burasıdır.
Ticaret yapması yasak olan Yahudiler birden her tarafta görünmeye başlar ve ticaret hayatının göbeğinde yer alırlar. Rönesans ve Aydınlanma’yla başlayan, Fransız İhtilâli’yle hacim kazanan ve Sanayi Devrimi’yle de tüm dünyaya yayılan -özellikle demokrasi, liberalizm, kapitalizm gibi- kavramların kime en çok hizmet ettiğini, en çok kimin işine yaradığını bu noktada da görebilirsiniz. Fransız İhtilâli’nden II. Dünya Savaşı’na kadar tüm savaşlarda etkisi olan ve hep kazanan taraf olan Rothschild ailesiyle ilgili araştırma yapan yazarlardan birinin ifadesiyle verirsek: “Modern dönemlerin ilâhı paradır, peygamberi de Rothschild’lardır.” Savaşları finanse eden, devletleri borca bağlayan, bugün varlığını sürdüren birçok global şirketin mimarı, ABD’nin kuruluşunda da önemli payı olan Rothschild ailesiyle ilgili detaylar gerçekten sarsıcıdır!
Zihinlerde müşahhaslaşması açısından özellikle bir örnek vermek istiyoruz; borsacı tabiriyle tam bir “keriz silkeleme” operasyonudur bu: Kurdukları sağlam ve geniş istihbarat ağı sayesinde, Fransa’nın İngiltere ile yaptığı Waterloo Savaşı’nın sona erdiğini ve Napolyon’un savaşı kaybettiğini önceden haber alan Rothschild ailesi, Londra Borsası’nda elinde bulunan bütün hisseleri satmaya başlar. Bu hareket tabiî ki Napolyon’un savaşı kazandığının bir delili olarak görülür ve tüm yatırımcılar da Rothschild’ların ardından hisselerini satmaya başlar. Hisselerin değeri hızla düşer. Düşen hisseleri Rothschild ailesi el altından toplatmaktadır. Zaten durum aksi yöndedir; savaşı Napolyon yâni Fransızlar kazanmamış, tam tersi kaybetmiştir. İngiltere Borsası’ndaki diğer yatırımcılar durumu fark ettiklerinde artık çok geçtir. Bu şekilde Rothschild ailesi bir günde büyük bir servete kavuşur. Elde ettikleri bu servet de onları ‘İngiliz Hazinesinin Temsilciliği’ makamına ve İngiliz meclisine taşır.
Şimdi burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus, Rothschild ailesinin bu kulvarda yalnız olmadığıdır. Onun gibi onlarca aile daha vardır. Rothschild’larsa sadece en göze çarpanıdır.
Bu noktada sözü, bir sonraki bölüme geçmeden önce, Büyük Doğu Mimarı’na bırakalım:
“Yahudi, yegâne ve en eski beynelmilel kapitalisttir; fakat o, bunu bildirmez. Kendisine âlet olarak, çok yerde, Yahudi olmayanları kullanır. Borsanın keşfine dünya, Yahudi’nin iktisadî istidadına müteşekkirdir.” [1]
“Âlemde para mefhumunu ve bu izafî kıymetin manevralarını yahudi kadar bilen hiç bir örnek yoktur. Onun bu tarafını, bizzat korkunç bir yahudi olan (Karl Marks) gibi kapitalizma düşmanı ve komünizmanın babası bir insanda tecelli eden şudur ki, o yahudinin, kendi nefsine karşı da bozguncu ve yıkıcı ve kendi nefsini intihara zorlayıcı bünyesinden en parlak bir örnektir. Yahudiliği teşrih ve teşhir eden ve onu yerden yere batıran yine bir yahudi olmuştur. İktisadî ölçüyle hüküm şudur: Parayı anlayan, destekleyen, besleyen, ona kıymet üstü kıymet kazandıran ve fertlerle cemiyetleri ve devletleri ona esir eden yahudidir. Kredi, faiz, kefalet, borsa hep onların icadıdır. Bunlarsa, mazi ve hâl bakımından hâkim olunan paraya istikbal ölçüsü ile tahakküm iradesini temsil eder. Sermayeyi dahhâme (ur) haline getiren ve ezici kapitalizmayı kuran, sonra da aynı müesseseyi komünizmaya tahrip ettiren onlardır. Peşinden de komünizmayı fikirde yıkan yine onlar… İhtikâr, sahte “arz-ü taleb” dalaverası ve stokçuluk işinin kurmayları hep yahudi.” [2]
Bölüm IV: NİHİL NOVİ SUB SOLE – Güneşin Altında Yeni Bir Şey Yok –
İslâm’ın, eşya ve hâdiseleri hükmü altında tuttuğu çağların ifadesiyle söylersek; para, “namus-u asgar”dır!.. Geçmişin altun sikkelerinin üzerine kemmiyet plânında “Allah bes!” (Allah her şeye yeter!) yazdırtan -Mutlak Ölçüler- keyfiyetini kaybettiğimizden beri de sadece bizim değil, tüm insanlığın parası pul, kendisi de o pula kul durumdadır.
İnsanın, insana ve paraya kulluğunun kangren olmuş bünyesi ‘kapitalizm’in maya tuttuğu ‘Sanayi Devrimi’ne geçmeden önce, satır aralarında -unsur üstü bir ölçüyle- göz önünde tutmamız gereken birkaç hususu, terkibî hüküm dâhilinde aktaralım:
Yahudiler, İsrail’in kuruluşuna (1948) kadar binlerce yıl vatansız ve hükümetsiz yaşadığı hâlde hiçbir milletin ulaşamadığı bir kavim yekpareliği göstermiştir. 1215’de İngiltere Kralı John’a imzalatılan ‘Magna Carta’nın arkasında nasıl Yahudi varsa, 13. yüzyıldan sonraki tarihin seyrinde de onun etkilerini görürüz. O, menfaatinin olacağı her yerde, kanunların arkasındaki gizli öznedir. Sadece müşahhaslaştırma gayesiyle -onlarcası arasından- bir örnek vermek gerekirse; Siyon Protokolü 3’den: “… ‘Büyük’ adını verdiğimiz Fransız İhtilâli’ndeki sırlar bizce meçhul değildir; o baştan aşağı bizim hazırlığımızda, bizim eserimizdir!..”
Yahudi (ve küresel işbirlikçileri), başlıca vasıta olarak ticareti kullanır. Bundan dolayı da en sevdiği mesleklerin başında tüccarlık, bankacılık, bankerlik (tefecilik) ve gazetecilik (basın-medya) gelir. Güç ve terletici mesleklerden nefret ederken, böylece her şeyi zekâ ve spekülasyon manivelasıyla hâl yoluna koyma kurnazlığını gösterir. Günümüzde krizlerin barometresi sayılan ‘borsa’ bir Yahudi icadıdır ve dünyaya Yahudiler eliyle tezgâh kurmuştur. Ekonomiden siyasete kadar birçok sosyal unsurun, sürekli sütliman gitmesinden nefret eder; nerede büyük bir kaos varsa, orada spekülasyonla kâr eden bir Yahudi vardır. Onlar nereye gitseler, ticaret hayatının düğüm noktası da onlarla beraber gider. Meselâ; Yahudiler İspanya’da serbestken, altunun en çok kullanıldığı yer İspanya’dır; ihtikâr (vurgunculuk) yaptıkları için oradan kovulurlar ve o tarihten sonra da İspanya’nın Avrupa’daki ticarî üstünlüğü sona erer.
Aslında Yahudilerin üç bin yıl boyunca vatansız yaşamaları, onlar için büyük bir nimet olmuştur. Ulaşım kanallarının arttığı son birkaç yüzyılı saymazsak, eğer Yahudi sabit bir toprak parçası üzerinde, muhkem bir şekilde kalsaydı, şu ân global çapta gösterdiği etki -zenginlikten siyasî gücüne kadar- hiçbir şekilde devasa buudlara varamazdı. Zira bir Yahudi -dinî hükümleri gereği- kendi toprağında ihtikâr yapamaz, asla bir diğer Yahudi’nin sırtından zengin olamaz. Bundan dolayı o hep dışarıdan kazanma peşindedir.
Kolomb’un -kendileri için- yeni bir toprak parçası (Amerika’yı) bulması uğruna İspanyol kraliçesine ekonomik baskı yapan da Yahudi; nüfusu tüm Almanların yüzde yarımı bile etmezken, Alman toplumunun kritik noktalarında bulunan ve onlara I. Dünya Savaşı’nı başlatıp, mallarını beş kat fazlaya satan da Yahudi (bu noktada, Yahudilerin para mevzubahis olduğunda, yaşadıkları vatana sadakatleri olmadığının altını çizmekte fayda var); içerisine ajanları -masonlar- vasıtasıyla kök saldığı Osmanlı’yı, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han’ı tahttan indirterek, lif lif parçalayan da Yahudi; ABD’nin kuruluş yıllarında, kendilerine New York’ta yeni ürün satmanın yasaklanması üzerine ikinci el ürün satışına başlayıp, o ândan itibaren dünyayı hem mânen hem de maddeten kelimenin tam anlamıyla “Çıfıt Çarşısı”na çeviren de yine Yahudi ve “Küresel İşbirlikçi”lerinden başkası değildir!
Halis bir Anglo-Sakson olan Sanayici Ford’un neredeyse bir asır önce hazırladığı “Beynelmilel Yahudi” kitabından harikulade bir hükümle belirtirsek: “Onların dillerinden düşürmedikleri hürriyet gayesi, kitlenin ruhen bayağılaşması ve kendilerine yardımcı bir alet hâline gelmeleridir. Hürriyetçiliğin hedefi şudur: Dinî, iktisadî dengeyi, siyaset ahengini, ev hayatını, kısaca vahdet belirten bütün insan oluşlarını yıkmak! Yahudi bu dersleri vermeye başlayınca hemen anlayın ki millet bütün ulvî hislerini kaybetme yolundadır!” Zaten ‘Siyon Protokolleri’ incelendiğinde Aydınlanma Devrinden başlayarak, Fransız İhtilâli’ne kadar geçen süre ve sonrasında ortaya çıkan kavramların, kimler eliyle çıktığı ve kimlere en çok yaradığı son derece manidardır. Adam Smith’ten Marx’a, Freud’dan Charles Darwin’e kadar insan ruhunu kısırlaştırmış, hakikati tersyüz etmiş ne kadar adam varsa hemen hepsi Yahudi kavmindendir. Yahudi, bir taraftan yeryüzünde düşünce istidadını iptal edip, ‘Mutlak Fikri’ fertlerde hadım etmeye çalışmış, diğer taraftan da kendi düşünürlerinin dünya çapında kök salması için elinden gelen her türlü Çıfıtlığı yapmıştır.
Sanayi Devrimi
Sanayi Devrimi; 18. yüzyılın sonunda ve 19. yüzyılın başında, kas gücüne dayanan ekonomiden, endüstri ve makine üretimine geçişle sonuçlanan önemli teknolojik, sosyo-ekonomik ve kültürel değişimlere verilen genel isimdir.
Aydınlanma Devri ve Fransız İhtilâli ile fikrî temellerinin atıldığı, daha sonra James Watt’ın 1763 yılında buharlı makineyi keşfi ile teknolojik gelişmelerin hızla yaşanmaya başladığı bu dönemin, tüm dünyaya İngiltere’den yayılması da tabiî ki tesadüf değildir.
Haziran 1815’de Waterloo Savaşı’nın İngilizler tarafından kazanılmasıyla, Fransa’da Napolyon dönemi tamamen kapanmış, Fransızlar siyasî güçlerini kaybederken İngiltere’ye de 19. yüzyılın süper gücü olma yolu açılmıştır. İngiltere’nin Fransa ile yaptığı savaşta İngiliz ordusunu finanse eden Yahudiler (biz bunu günümüzün dev küresel şirket ve sermayeleri olarak da anlayabiliriz) ise savaşın Napolyon’un yenilgisiyle sonuçlanmasının ardından, İngiltere’deki ekonomik güçlerini misliyle arttırmış, sarayın hem takdirini kazanmış, hem de iktisat sahasında otorite mevkiine getirilmişlerdir.
İngiltere’de ‘Magna Carta’dan başlayarak -zaman zaman sekteye uğrasa da- anayasal düzenin temelinde mülkiyet hakkının ve ferdî hak ve hürriyetlerin korunması bulunuyordu. Bundan dolayı da İngiltere, Yahudi sermayesinin ana vatanı hâlini almıştı. Dünyanın malî merkezi mevkiindeki Londra, bankacılık ve borsa sektörleri açısından diğer Avrupa ülkelerine göre zaten çok ilerdeydi. Parlamento, kapitalizm ilkeleri doğrultusunda iç piyasada hür rekabeti önleyici bütün engelleri kaldırmıştı (Adam Smith: “Herkes kendi çıkarının peşinde koştuğunda, katkıda bulunmaya niyetleneceğinden, çok daha fazla şekilde topluma katkı sağlayacaktır”!?). Donanması ve güçlü ticaret filoları, sanayileşmenin can damarı olan taşımacılığı kolaylaştırıyordu. Ayrıca çok önemli olan bir husus da, İngiltere’nin döneminin en büyük sömürge imparatorluğu olmasıydı. Hammaddeyi sömürgelerinden getiriyor, işleyip tekrar sömürgelerine satıyordu. Yâni hammadde sıkıntısı olmadığı gibi, ürettiğini satamama -pazar- sıkıntısı da yoktu.
Evet, dünya hızlı bir dönüşüm geçiriyordu. Toprağa bağlı gücün yâni feodalizmin çökmesiyle, Merkantalistler eliyle ortaya çıkan “ticarî kapitalizm”; başta Adam Smith, Malthus, Mill, Say gibi düşünürler eliyle yeni bir sürece girerek “liberal kapitalizm” hâlini alıyor, dönemin meşhur sloganı da “Laissez faire, laissez passer!” (Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) olurken, tam serbestliği haykırıyordu.
Dışarıdan bakıldığında her ne kadar refah süreci gibi gösterilmeye çalışılsa da, aslında Sanayi Devrimi bir kesime büyük kârlar yazdırırken, bir kesimde de büyük maliyetlere sebeb olmuştur. Makinenin tarım sektöründe de kullanılmasıyla, işgücü açığa (boşa) çıkmış; tarım ürünlerinin fiyatları kasıtlı olarak düşük tutulmuş; toprağını terk edip büyük şehirlere akın eden köylü halk, şehirlerin etrafında ‘getto’lar oluşturmuş; düşük ücretler yanında, yirmi saati bulan çalışma koşulları yüzünden insanlar çok aşağılık standartlarda yaşamaya maruz bırakılmışlardır. Ucuz işçi temini için “kadın hürriyeti” safsatasının parlatıldığı o yıllar, kadın ve çocukların kâbusu hâline gelmiştir. Makinelerin tekdüze olması sebebiyle kalifiye elemana pek fazla ihtiyaç duymayan fabrikalar, daha az ücret ödemek için çocukları da fabrikalara çekmiş, çalışma yaşı dokuza kadar düşürülmüştür. Sanayi Devrimi’nin bir bakıma çocukların sırtında yükseldiğini söylemek abartı değildir.
‘Güneşin altında yeni bir şey yok!’
Batının son sekiz asrını incelediğimizde, aslında Sanayi Devrimi ile birlikte -özünde- değişen pek fazla da bir şey olmamıştır. (Gladyatörler komprador, kompradorlar fabrikatör, fabrikatörler medyatör…) Eskinin derebeylerinin yerini fabrikatörler almış, insanın insana kulluğu başka bir buud kazanarak devam etmiştir. Ama insanlar bu durumu güya hür iradeleri ile tercih etmişlerdir. Tolstoy’un ifadesiyle; “hürriyet istediğimiz her şeyi yapmamız değil, yaptığımız her şeyi istememizdir.” Sanayi Devrimi’nde çok düşük ücretlerle de olsa çalışmayı istememek, “aç kalmak” demek olduğuna göre; varın bu dışı süslü, içi boş “hürriyet” kavramının bir muhasebesini yapın!..
Sonrasında, sanayileşmenin getirdiği hammadde ihtiyacı ve üretilen mallara ‘pazar’ bulma çabası, diğer Avrupa devletlerini de acımasız emperyalist politikalar izlemeye itti. Hızla sanayileşen ülkeler arasındaki tabiî kaynak ve ‘pazar’ kapma mücadelesi, gitgide artan bir önem kazandı. Birinci Dünya Savaşı’nı bir sömürge paylaşımı ve ‘dünya pazarının’ yeniden taksimi ve şekillendirilmesi isteği olarak ele aldığımızda, savaşın sebeb ve sonuç tahlillerini belki daha berrak yapabiliriz. Yahud, 20. yüzyılın tamamında çok önemli bir kaynak olan petrol sebebiyle, dünya savaşı başladığında İngilizlerin ilk olarak petrol rezervi olan yerleri işgal hamlelerini… Hattâ ve hattâ İstiklâl Harbi’nden sonra Misak-ı Millî sınırlarımız içinde olmasına rağmen -petrol zenginliği nedeniyle- Musul ve Kerkük’ün o vakitler bize bir türlü bırakılmamasını…
Bir sonraki bölümde, ABD’den başlayarak tüm dünyaya yayılan ‘Büyük Ekonomik Buhran’ı ele almak üzere sözü noktalamadan önce, ‘Egzistansiyalizm mektebine’ bir selâm gönderelim. Makinenin hiçbir saadet getiremeyeceğini, insanlara yeni bir ruh bulmak icab ettiğini ve Batı adamının kendi keşifleri elinde öldüğünü, ruhun ölüme gittiğini öne süren Egzistansiyalizm mektebi, ‘Hafakan Felsefesi’ne dayanır. Bu bir bakıma, Batı medeniyetinin oyuncak işlerini ve sahte madde tesellilerini inkârdır ve yeni bir ruha talib olma davasıdır. Ve her felsefi sistem gibi tenkidlerinde haklı, lâkin ‘Mutlak Ölçüler’den nasibsizliği hududunca da çözüme uzaktır!..
Bölüm V: KURTLUKTA DÜŞENİ YEMEK KANUNDUR!
Ehramları çatlatır, asrın idrak sorunu;
Geçer akçe her yerde, batılın kurt kanunu.
Kristof Kolomb, İspanya’nın önde gelen ailelerinin katıldığı bir yemeğe davet edilmiştir. Yemekte bulunanların birçoğu Kolomb’un şöhretini içten içe küçümsemektedir. İçlerinden biri, söz Amerika’dan açılınca, Kolomb’a şöyle der: “Oraları keşfetmek bence hiç de zor bir iş değil.” Kolomb, bu söz üzerine masadan bir yumurta alır ve “Kim bu yumurtayı tabakta dik olarak tutabilir?” diye sorar. Neredeyse herkes tecrübe eder, fakat kimse başarılı olamaz. Kolomb yumurtayı eline alır, tabağa hafifçe vurup çatlatarak, dik bir şekilde durmasını sağlar. Birkaç kişi hemen itiraz eder: “İyi de bu hiç zor bir şey değil ki!..” Kolomb hafif bir tebessümle, “doğru söylüyorsunuz” der, “bu zor bir şey değil. Zor olan, bunu düşünebilmektir!”
Profesyonel reklamcıların, ‘kreatif düşünce’nin önemini vurgulamak için atıfta bulundukları bu misâl; Amerikalı muhalif film yapımcısı Michael Moore’un 2009’un son günlerinde vizyona giren “Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi” isimli belgeselinde geçen bir cümle vesilesiyle yeniden hatırımıza düşmüştü.
Tüm belgesel boyunca, “Sadece kâr amacı güden bir ekonomik düzen âdil midir?” sorusuna cevab arayan ve kapitalizmi yerden yere vuran Michael Moore, belgeselin bir sahnesinde, hayatının hatırı sayılır kısmını -ABD’nin finans merkezi olan- Wall Street’te geçirmiş bir uzmanla ‘ekonomik kriz’le ilgili bir söyleşi yapar. Duayen iktisatçı şu minvalde bir söz söyler: “Ekonomik kriz aslında birden patlamıyor. Bir barajın yıkılması için nasıl ki ufacık bir delik, bir sızıntı, bir çatlak yeterse; birden patlıyormuş gibi görünen ekonomik krizler öncesinde de buna benzer şeyler vardır. Ufacık bir delik, gittikçe daha fazla genişlemeye ve çatlamaya başlar. Sonra bir gün âniden patlar ve baraj yıkılır.”
Moore’un röportaj yaptığı iktisatçının -belki de itiraf edemediği için- eksik bıraktığı nokta aslında şu: Kapitalizmde delikler-çatlaklar zaman içinde oluşmuyor. Sistemin kendisi zaten bu çatlakları barındırıyor; hattâ bu çatlaklar üzerine kurulu. Tıpkı “Kolomb’un yumurtası” gibi. Eğer, yumurtanın üzerinde durduğu tabağı beşeriyet olarak kabul edersek, yumurta da kapitalizmdir. Ve yumurtanın tabakta dik durabilmesi için -Kolomb’un yaptığı gibi- çatlatılması gerekir. Yâni, günümüz iktisadî yaşantısı içinde sebeb olarak gördüğümüz birçok faktör, -kapitalist sistem dâhilinde- aslında hem sebeb, hem netice, hem de zaten en başından beri kendi bünyesinde barındırdığı marazdır. Kendisi illet olan bir sistemin, mikroplarından şikâyet hakkı olmadığı gibi; o mikropları da onun zâtından bilmek, bizim için başlıca zarurettir.
Konuyu biraz daha müşahhaslaştırmaya çalışırsak, ekonomik krizlerin yaşanması, sadece bankaların iflas etmesi veya borsaların dibe vurmasından dolayı olmuyor. Kapitalizmin özü itibarıyla bunların yaşanması gerekiyor. Bundan dolayı da krizler hiç eksik olmuyor: 1673 Krizi, 1907 Krizi, 1929 Büyük Ekonomik Kriz, 1979 Krizi, Petrol Krizi, Asya Krizi, Latin Amerika Krizi, 2008 Krizi… İsimlerini ve tarihlerini unuttuğumuz daha niceleri… Kurdu, bekçilik için kuzunun başına bıraktıktan sonra, “niçin sürüye sahib çıkmadın?” diye serzenişte bulunmak ne kadar mânâlıysa, -kapitalist sistem içinde- “niçin krizler yaşanıyor?” sorusu da ancak o derece de mânâlıdır. Sistemi kuranlar zaten krizle beslenir, krizle büyür. “Kurt, puslu havayı sever”; ‘Kaos Mimarları’ ise puslu havayı sevmekle kalmaz, bizzat puslu havayı oluşturur. Dışarıdan bakıldığında sanki sınırsız bir piyasa özgürlüğünün garantörüymüş gibi görünen kapitalizm; aslında rekabeti teşvik eden değil, rekabeti parçalayan bir kurt kanunudur. Serbestlik anlayışı ise kurdun kuzuyu yeme özgürlüğüdür. Fransız Tarihçi Fernand Braudel’in tesbitiyle: Kapitalizm ancak rekabeti ortadan kaldırarak vücut bulabilir. Temel kuralı; rekabetten kaçmak, baskı oluşturmak, tekelleşerek (bunu kartellerden şirket evliliklerine kadar birçok farklı açıdan düşünebilirsiniz) fiyatları belirleme gücünü elinde tutmaktır.
“Kolomb’un yumurtası” misâlinde tabak beşeriyet, yumurta da kapitalizm ise, peki yumurtayı koyan -yâni Kolomb- kimdir? Açıkçası, zaten yazımızın başlangıcından beri buna projeksiyon tutmaya -kabiliyetimiz ölçüsünde- teşebbüs ediyoruz. Şu hâlde, “kim kazanıyorsa o!” diyebilir miyiz? Bir bakıma evet, bir bakıma da hayır. Kumarhânede bazı kumarbazlar “göreceli” olarak kazanabilir, ama mutlak anlamda kazanan kumarı oynayan değil, oynatandır. Kasa hep kazanır. Yâni kumarhânenin (dünyanın) kasası, kimin veya kimlerin elindeyse -mutlak- kazanıyordur. Bu noktada unutulmaması gereken, sistemlerin âlet mevkiinde olduğudur. Dün filan sistem, bugün falan sistem, gelecekte ise başka bir şey… Kumarı oynatan değişmedikçe, ne oynandığının (black jack mi, rulet mi) pek fazla önemi yok. Peki, kumarı oynatan değişse, mesele hallolacak mı? Tabiî ki hayır! Asıl mevzu, zulmün ortadan kalkması için, kumarhânenin baş aşağı edilmesi, yerle yeksan olmasıdır!
Ezcümle, kapitalizmde görülen krizler bir tarafa, kapitalizmin kendisi başlı başına krizdir. Bu felsefî olarak da, iktisadî olarak da, siyasî olarak da böyledir… İçinde çatışır, dışında çatışır, piyasada çatışır… Bu çatışma ve çatlak, Batı adamının DNA’sında vardır. İki bin yıl önce inşa ettikleri Colosseum’da gladyatörleri ölümüne dövüştüren de onlar; iki bin yıl sonra, Irak’tan Afganistan’a kadar, milyonlarca insanı katleden de yine onlardır. İsmet Özel’in tesbitiyle: “Batı medeniyeti kendini Prometeus olarak gören aydınların eseridir. Batılı, ilericiliği hep çatışmada görmüş, kendisine çatacak bir Zeus aramıştır hep.” [3]
İmdi, 1929 yılında ABD’den tüm dünyaya dalga dalga yayılan “Büyük Ekonomik Buhran”a geçmeden önce -ki zaten yazımızın başından beri, sinekleri değil bataklığı, krizin menşeini tesbit etmeye çalışıyoruz- meselenin daha da müşahhaslaşabilmesi açısından biraz geriye gidelim. 1637 yılındaki bir krize… “Lale Krizi”ne…
Lale Devri Çocukları
Hâdise 1562 yılında, Hollanda’nın Antwerp Limanı’ndan ülkeye giren lalelerle başlar. Bir sandık dolusu laleyi, Hollanda kralına armağan olarak gönderen ise Batılıların “Muhteşem Süleyman” dedikleri Kanuni’dir. 1630’lu yıllara gelindiğinde, Hollanda’nın sömürgecilik ve deniz aşırı ticaret sayesinde zenginleşmesiyle, rafine zevkler yaygınlaşır. Lalenin 160 türü arasından özellikle birinin, kırmızı beyaz çiçeği ve maviye çalan sapıyla “Semper Augustus”un yıldızı parlar. Tek bir lale soğanı, servet karşılığı alıcı bulmaya başlar. Lale bir sosyal fenomen hâline gelir. Hollanda’nın her şehrinde, pahalı şarablar ve yemekler eşliğinde lale soğanı ticaretinin gerçekleştiği kulüpler açılır. “Semper Augustus” adı verilen tek bir lale soğanına; 4 buğday yükü, 8 arpa yükü, 8 öküz, 16 domuz, 24 koyun, 4 fıçı şarap, 8 fıçı bira, 4 fıçı tereyağı, 1 ton peynir, 2 yatak, 4 takım elbise, 2 gümüş ibrik ve 1 binek arabası verilerek sahib olunabilir. 1637’de köpük patlar; herkes aynı ânda satışa geçer, fiyatlar dibe çakılır. Hem soylular, hem baca temizleyicileri, hem de çiftçiler “lale mağduru” olmuştur. Henüz toprağın altından güneş ışığına çıkmamış lale soğanları üzerine sözleşmeler düzenlenmiş, mahsul bile alınmadan bu kâğıtlar defalarca el değiştirmiştir. Ama artık kimse sözleşmelerin gereğini yerine getirmeye yanaşmamaktadır. Kısa sürede kendi zenginlerini doğuran bu alımlı çiçek, zamanla iflasların sorumlusu hâline gelir.
2008 Krizi’nde önemli etkisi bulunan “options, futures” gibi türev enstrümanlar, ilk kez işte bu “lale çılgınlığı” sırasında keşfedilmiştir. Global Oyuncu Warren Buffet’in “finansal kitle imha silâhları” diye nitelediği bu enstrümanları, bizce en iyi açıklayansa bir Anadolu deyimidir: “Doğmamış çocuğa don!”
Bundan önceki bölümlerde, ‘borsa’nın kimler tarafından ve niçin icat edildiğine, kimler eliyle tüm dünyada teşkilatlandırıldığına yer vermiştik. Bu noktada bir bilgi daha verelim: New York Borsası’nın kuruluş tarihi 1772; Antwerp (lalelerin ilk geldiği liman şehri) Borsası’nın ise 1460. Ve Amsterdam Borsası’nın kuruluş tarihi de 1530. Bu kronoloji, Amerika’nın keşfi (!) ve ABD’nin kurulmasından önce ihtikârcıların, pazarlarını nerelere kurduklarının emaresidir. Amsterdam Borsası’nın hafta içi çok kalabalık olduğunu söyleyen Fernand Braudel, cumartesi günlerinin ise sakin geçtiğini belirtir; çünkü Yahudiler cumartesi çalışmazlar. O günlerin ünlü bir borsacısı olan Baron Jouasso, “Eğer ölüm döşeğindeki İspanya kralının ölüm haberini, bu haber Amsterdam’a yayılmadan 5-6 saat önce öğrenebilsem, o gün 100 bin kron kazanabilirim!” der. Zira bunu dile getiren -Yahudi- Baron Jouasso, diğer iki dindaşı Texeira ve Pinto gibi, Amsterdam Borsası’na yön veren en büyük spekülatördür.
Kapitalizmin kutsal mabedi borsaya, ‘zulüm’ değil de ‘lüzum’ olarak bakmaya devam eden hâlâ varsa, borsa meselesine bir misâl de kendimizden verelim. 2008 yılını 26 bin 864’den kapatan İMKB (İstanbul Menkul Kıymetler Borsası), 2009’u 52 bin 825’ten kapadı. Yâni yüzde 97 arttı. Yâni yüzde 97 getiri sağladı. Peki kimlere?! Kimin cebindeki para 2009’dan itibaren yüzde 97 arttı?! Biz etrafta sürekli sıkıntı çeken aileler, beş milyonu geçmiş işsizler ordusu, peşi sıra kapanan işletmeler, bakkallar, kasaplar, manavlar görüyoruz… Dünya üzerindeki tüm iktisatçıların üzerinde hemfikir olacağı gibi, bir ekonominin sağlam bir temel üzerine oturup oturmadığı herhâlde borsanın sıcak parayla -balon gibi- şişmesiyle değil; üretim, yatırım ve de en önemlisi istihdam gücüyle ölçülür.
1929 Büyük Ekonomik Buhran
Öncelikle bir noktayı vurgulayalım: Kapitalizmin devletleştiği, -tam anlamıyla- otoritesini kurduğu ilk ülke ABD’dir. Bunun iki kurucu unsuru vardır: Toprağını terk eden İngiliz zadegânı ile para işleriyle uğraşan Yahudiler. Yahudiler, İngilizlerin teşebbüs gücünü para ile desteklemişlerdir ve bu evlilikten de ABD doğmuştur.
“1929 Ekonomik Buhranı”, dünya tarihinde en tesirli (büyük) olması bakımından bir farklılık arz eder sadece. Yoksa krizlerin bu sistem dâhilinde yaşanmasının tabiî olduğunu ve zaten “öz” noktasında aynı kaynaktan beslendiğini tüm yazımız boyunca işaretlemeye çalıştık. Lâkin birkaç cümle ile detaylandırmak gerekirse: Florida’nın tatil cenneti olacağı düşüncesiyle yatırımcıların Florida’dan ev alması ve bir kasırganın Florida’yı vurmasıyla -spekülatif olarak yükselen- emlak fiyatlarının hızla düşmesi… Emlak fiyatlarındaki hızlı düşüşün diğer sektörlere sıçraması ve borsanın sürekli kan kaybetmesi… Yatırımcıları sahtekârlıklardan koruyacak kanunların olmaması… Haksız kazançlar neticesinde zengin-fakir arasındaki uçurumun giderek artması… Devletin, benimsediği ‘liberal’ ilkelerden dolayı (“Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!”), ekonomik alanda -düzenleyici olarak bile- yer almaması… Özel sektörün ise sadece kârlı olacağına inandığı işlere girmesi ve böylece kamuyu ilgilendiren konuların hep kör topal yürümesi… Her gün neredeyse birkaç bankanın açıldığı 1920’li yıllarda, bu bankaların denetimden yoksun olması, yâni spekülasyonun tavana vurabilmesi… Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra küçük işletmelerin kapanması ve piyasanın tekellerin kontrolünde bulunması… Altun standardına bağlı kalmakta direnilmesi… Vesaire… Neticesinde de ABD’den tüm dünyaya dalga dalga yayılan büyük bir kriz…
1929 Buhranı’yla sadece ABD’de 9 milyon tasarruf heba olur, 85 bin işyeri kapanır, 5 bin banka iflas eder. Artık tüm dünya kriz içindedir. Amerika’da olduğu gibi, Avrupa’nın da tamamında büyük bir işsizler ordusu oluşmuştur. 1929 Buhranı’na, etrafta sürekli çalan, Harburg’un şarkısı tercümandır: “Kardeş, 10 kuruşun var mı?”
O dönemlerde yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti ise bu krizden neredeyse etkilenmemiştir; hattâ Türkiye Cumhuriyeti’ni belki de “teğet geçen” tek kriz budur. Tüm dünya şoktayken, Türkiye henüz sanayileşmediği için ekonomik bunalımın tesirleri çok hafif kalmıştır. Zira kriz, sanayileşmiş ülkeleri vurmuştur. Bundan dolayı da en başta ABD olmak üzere, -“liberal kapitalizm”in yara alması neticesinde- devlet, düzenleyici olarak ekonomiye müdahil olmuş ve böylece de “müdahaleci kapitalist” süreç başlamıştır. Diğer bir deyişle, oynanan oyun değişmiş, fakat oynatanlar aynı kalmıştır.
1929 Ekonomik Buhranı’ndan çıkış şekli ise son derece manidardır. Krizden, başka bir krizle çıkılır; bir savaşla! II. Dünya Savaşı, krize ilaç (!) olur. Savaşla birlikte kapanan fabrikalar yeniden açılır. Amerikan fabrikaları, yurtdışından gelen silâh ve malzeme taleblerini karşılayamaz hâle gelir. Makineler “tıkır tıkır” işlemeye başlar, işsizlik ortadan kalkar, ekonomi büyük bir dinamizm kazanır. ABD’nin 1941 yılında savaşa katılmasıyla da “Büyük Ekonomik Buhran” tamamen sona erer. Daha doğrusu, kendisi kriz olan sistem, bir sonraki krizine kadar “stand-by” konumuna geçer.
Bölüm VI: BEYNELMİLEL SÖMÜRÜ: GLOBAL KAPİTALİZM
Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!
Necib Fazıl
1815’te Waterloo’da Napolyon’u yenerek Fransızları saf dışı bırakan İngilizler, hem siyasî, hem de -Sanayi Devrimi’ne öncülük ettikleri için- ekonomik mânâda, 19. yüzyıla damga vurmuştu. Lâkin 20. yüzyılın ilk yarısında katıldıkları iki dünya savaşı, İngilizlerin dünya üzerindeki hegemonyasını zayıflattı. Birinci Dünya Savaşı’na kadar dünya ekonomisinin merkezi sayılan Londra, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından bu tahtını New York ile paylaşmak zorunda kaldı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ise üstünlük tamamen New York’a geçti. Bu aynı zamanda, 20. yüzyılın bir ‘Amerikan Asrı’ olacağının da işaretiydi.
Tarihi mezheb savaşlarıyla dolu, göbeğinden iki dünya savaşı çıkarma becerisine sahib (!) Avrupa’nın elinde -Aydınlanma’dan başlayarak- önce fikrî, sonra da Sanayi Devrimi ile iktisadî dönüşüm geçiren kapitalizm, 1929 Büyük Ekonomik Buhranı’ndan itibaren ABD’nin elinde apayrı bir buud kazanmış ve nihayet bugünkü global kapitalizme başlıca ev sahibliğini de yine ABD yapmıştır.
Fernand Braudel’e göre dünya ekonomileri bir çekim merkezi olmadan yaşayamaz. Bundan dolayı tarih boyunca birçok farklı şehir, dünya ekonomisine başkentlik yapmıştır: Venedik, Antwerp, Cenova, Amsterdam, Londra ve sonuncusu da 20. yüzyılda New York. 21. yüzyıl için ise şimdiden konuşmak biraz erken, zira global kapitalizmin doğum yeri New York -Wall Street- olsa da, Mahir Kaynak’ın söylediği gibi, global sermayenin vatanı yok: “Küresel sermaye belli bir coğrafyaya bağlı değildir. Çünkü ne gelirini belli bir coğrafyadan alır; ne harcamalarını, parayı belli bir coğrafyaya kanalize eder. Tüm dünyadır onun faaliyet sahası.” [4] (Düşünmeden edemiyoruz; İstanbul’un Finans Merkezi yapılma arzusu, gerçekte kim(ler)in en çok ihtiyacıdır?)
Adı Mehmet, Bu Toprağın Çocuğu
Hem global kapitalizme bir girizgâh yapma adına, hem de meselenin pratik plândan daha net görülebilmesi arzusuyla, bizzat yaşadığım bir hâdiseyi paylaşmak isterim öncelikle:
Mehmet ağabeyi yaklaşık beş yıldır tanırım. Onu her gördüğümde, nedense Yılmaz Güney’in “Umut” filmindeki bazı sahneler akmaya başlar zihnimde. Bu adam “yiğidin kuru soğana muhtaç olduğu” hafakanlı bir Mahzuni Şerif türküsü gibidir zaten. İşsizlik nedeniyle Bingöl’den İstanbul’a göç etmiş olup, dört çocuğu ve hanımıyla bir gecekonduda yaşar. Çocukların hepsini okutamamış; daha doğrusu, ilköğretimi bitirenler doğruca ‘ekmek kavgasına’ girmek zorunda kalmıştır.
İşte bu Mehmet ağabey, global bir petrol şirketinin küçük bir benzin istasyonunda çalışır. Kendisini aylar önce en son gördüğümde; “ağabey, hayırdır, bıyıklar gitmiş?” diye tebessümle sordum. “İşte, müdürlerden emir geldi, istasyonda çalışan kimsenin bıyığı olmayacakmış artık; kestik biz de. Askerden beri bıyığım vardı oysa… Ekmek parası, ne yaparsın…” diyerek serzenişte bulundu. Ben “buna kim karar vermiş?” diye sorunca da; “Genel Müdürlük’ten öyle emretmişler, bıyık olmayacakmış.” cevabını verdi.
O esnada “Kurumsallık denilen şey bu olsa gerek!” diye düşündüm. Benzin istasyonunun muhasebe müdüründen, benzincide araba yıkayarak rızkını kazanmaya çalışan bizim Mehmet ağabeye kadar, bıyık kestirten bir ‘kurumsallık’. Emrin demiri kestiği yerde, ‘kurumsallığın’ da iki tel bıyığı kesmesi pek de zor değil.
‘Eşref-i Mahlûkat’tan, ‘Homo-Economicus’a
Aslında mesele ‘bıyık kesme’den ibaret olmadığı gibi, başlı başına ‘kurumsallık’ da değil. Mesele, ‘kurumsallığın’ neye göre belirlendiği, bunu kimlerin belirlediği. Benzin istasyonunun sahibi mi, yoksa genel müdürlük mü? Yoksa genel müdürlüğün de üzerindeki birileri mi? Bu ölçüyü kim belirler? Şirketin -meselâ ‘x’ ülkesinin ‘y’ şehrinde bulunan- ana merkezi olabilir mi? Evet, ‘x’ ülkesinin ‘y’ şehrindeki ‘insan kaynakları müdürü’, faaliyet gösterdiği tüm ülkeler üzerinde tasarruf sahibidir; çalışanından tedarikçisine kadar. Nasıl ki dünyanın her yerinde -birkaç ufak farklılık dışında- logosundan mağaza tasarımına, çalışma şartlarından ürün yelpazesine kadar McDonald’s aynı standartlara sahibse; tüm global şirketler için de bu kural geçerlidir. Zaten globalleşmenin ve global kapitalizmin de muradı budur.
Meseleye biraz daha vâkıf olabilme adına, şimdi sözü, dili-dini-ırkı birbirinden tamamen farklı iki profesöre bırakalım. İlk olarak Prof. Dr. Teoman Duralı Hocamıza: “Globalleşme bütün insanları tek bir biçimde giyinmeye, yemeye, içmeye, yaşamaya ve düşünmeye zorlamaktadır. Globalleşmeye göre her insan, üniforma giymiş gibi ‘tek tip’ olmalıdır. İslâm ise böyle değildir, ‘tek tip’çi değildir. Cinayet, hırsızlık, zina gibi İslâm şeriatının ‘kamu’yu ilgilendiren yasaklarını çiğneyen hareketlerde bulunmadıkça, İslâm medeniyeti dairesinde yer almış tüm kültürler, âdet ve geleneklerini sürdürmüşlerdir. Bunlar arasındaki çeşitlilik ve renklilik dikkate şayandır.”
Prof. Ellen Meiksins Wood ise şöyle bir hüküm getirir: “Global kapitalizm, millî farklılıklara aldırmaksızın işleyen belli genel hareket kanunlarına sahib bir sistemdir.” Bu da şu anlama gelir bir bakıma; global kapitalizm mahallîliği hiçe saydığı için, global karşılığı olmayan millî motifler de zaman içinde yokluğa saplanmaya mahkûmdur. (Küresel kapitalizm ile kültür emperyalizmi arasındaki doğrudan ilgiye de dikkat lütfen!) Global İnsan Kaynakları Departmanı; insanı meta gibi, logo gibi, mağazanın dış dizaynı gibi algılar. İnsanı ‘değer’ olarak değil de ‘kaynak’ olarak görür. İnsanın ‘kaynak’ olarak görüldüğü noktada da insan ‘değer’sizleşmiştir. Ve bu değersizleşen insanın güya fiyakalı bir ismi de vardır artık: Homo-economicus. Eşref-i mahlûkat olan, yâni yaratılmışların en şereflisi olan insan, artık sadece “ekonomik insan”dır; en az çaba ile en fazla faydayı elde etmeye çalışan insan modelidir. Daha doğrusu, insan modeli değildir de insan müsveddesidir. Bu müsveddenin iman ettiği dinin ilk emri “tükettiğin kadar insansın!” safsatasıyken; kıblesi piyasa, ilâhı da paradır.
Bir Global Kapitalizm Masalı: Win-Win
Global kapitalizm, kafa kafaya rekabeti pek sevmez. O daha çok win-win, yâni kazan-kazan denilen hücre rekabeti taraflısıdır. Lâkin bundan çok daha önemli olan bir şey de tamamen rakibsiz olma isteğidir. Bundan dolayı da modern pazarlamacıların sık sık kullandıkları bir “Mavi Okyanus” stratejileri vardır. “Mavi Okyanus” kimsenin olmadığı yeni bir pazar demektir. Kendine yeni bir pazar açan kimse de o pazarda uzunca bir süre rakibsiz olacaktır.
Konumuzla yakinen alâkalı, bir sanayicinin ağzından dökülen şu sözlere kulak verelim: “Dünyada hiçbir işadamı rekabetçi değildir. Hiçbir işadamı zevk ve keyifle rekabet ortamında iş yapmaktan hoşlanmaz. İşadamı, rekabetin düzenleyici ve verim arttırıcı rolüne inanır. Ama genel olarak hiçbir işadamı rekabet ortamında çalışmak istemez.” [5]
Tek-El
Medyası olanın bankası, bankası olanın da medyası varsa, bir tür krallık kurulmuştur; zira bu ikisi toplumu etkileyen iki önemli güç merkezidir. Global kapitalizm ve bunun kurucu-uygulayıcısı YENİ DÜNYA DÜZENİ güdücüleri, hep suyun başında olmak ister; enerjiden tabiî kaynaklara, medyadan finans kuruluşlarına kadar. Böyle bir güç karşısında da insanlar zaten farkında olmadan köle olurlar. Modern çağın krallarının, kırbaç şaklatmasına gerek yoktur. Bazı durumlarda, medyada birkaç programla, borsada da bir-iki numarayla akışı değiştirebilme yetenekleri vardır. Domuz Gribi’nin çok fazla abartılmasının, global şirketlerin bir tezgâhı çıktığını lütfen hatırlayınız. Hattâ sizi bir de şöyle düşünmeye davet ediyoruz: TMSF Başkanlığını Ocak 2010’da bırakan Ahmet Ertürk, 1 Şubat 2010 tarihli “Aksiyon” dergisine verdiği röportajda, boşaltılan bankaların Türkiye’ye 60 milyar dolar maliyeti olduğunu vurguladı. Buna engel olma şansı halktan kimde vardı? Farkında olsak da olmasak da bu para bizden çıktı. Biz bu güce itaat etmek zorunda kaldık ve kelle başına -yaklaşık- 1.250 lirayı cebimizden çıkardık; kundaktaki bebekler de dâhil buna. Muhammed Ali’nin dediği gibi: “Boksörü yere seren en sert yumruk değil, gelişini göremediği yumruktur!”
Sözün özü, global kapitalizm (Yeni Dünya Düzenci Elitler) rekabeti sevmediği için tekelleri ziyadesiyle sever. Fransız devleri varken, Bakkal Ahmet Efendi alışveriş merkezlerinde (AVM) on binlerce dolar kira ödemeyi nasıl göze alır da dükkân açarak rekabet şansı bulur?!.. Tekellerin sadece sosyalist ülkelerde bulunduğunu düşünenler fazlasıyla yanılıyor. Esas tekeller, kapitalizmin vazgeçilmez olgusudur: Enerji tekelleri, haberleşme tekelleri, medya tekelleri, perakende tekelleri… Kapitalizm, ‘oportünist-fırsatçı’dır. Fırsatçılığın ve vurgunculuğun en büyük sermayesi de “büyük balığın, küçük balığı yuttuğu” Darvinci felsefedir. Bu hususta akıllardan çıkarılmaması gereken esas nokta; Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun ifadesiyle, “getirdiği ile götürdüğü arasında hesabı yapılmayan hiçbir şeyin kabul edilemeyeceği”dir. Bir AVM, yüzlerce bakkalın, kasabın, vs. kapanmasına sebeb oluyorsa, bunun nasıl bir ekonomik gelişme olduğu ve kimlere hizmet ettiğinin muhasebesi hakkıyla yapılmalıdır. Büyük Doğu Mimarı’nın İdeolocya Örgüsü’nde dikkat çektiği husus “Felix Culpa – Mesut Suç” bahsi, izaha çalıştığımız husus için terkibî-anahtar bir hükümdür.
Modern Çağın Putları: Markalar
Hemen başlangıçta belirtelim: Putperestlik nasıl ki gücünü putlardan değil de puta atfedilen üstünlükten alıyorsa; markalar da gücünü sırf kendilerinden değil, onlara tanınan ayrıcalıktan alır. Tabiî ki burada kasdımız, ürünlerin birbirinden ayrılmasına vesile olan ‘etiket’ -ayırt edici özellik- bakımından markalar değildir. Kasdımız, aynı fonksiyonu gören iki saatten birinin diğerinden -marka sayesinde- yüz misli değerli olmasıdır. Ve bunun topluma ‘prestij’ (saygınlık) meselesi olarak sunulması, bunun da genel kabul görmesidir. Marka, ‘moda’ aracılığıyla lüks tüketim demektir; aşırı tüketim, yâni israf. “Nerede bir yıkılış alameti görürsen, bil ki orada israf vardır!” diyen İslâm tasavvufunun bu ihtarına da kulak vermek lâzımdır.
Peki, nedir moda? Spencer’in sosyolojiye mâlolmuş tarifiyle moda; “toplumun alt kademelerinde yer alan kişinin, üst kademede yer alanları taklid etmesidir”. Bu noktada ‘moda’dan kasdımızın sadece kıyafet olmadığının, bunun düşünce ve kültür hayatımızı da kapsadığının altını çizmekte fayda var.
Sanayi Devrimi’nin yetiştirdiği insan modeli, tüketicidir. Global kapitalizm ise istatistikî bir kavram olan tüketiciden, moda ve markalar vasıtasıyla sadık -itaatkâr- müşteriler meydana getirmiştir. Sovyet Biyolog Lisenko, bir zamanlar şöyle demiş: “Biz Sovyetler Birliği’nde insan doğurmuyoruz, organizmalar üretiyoruz. Sonra onları aşçı, doktor, teknisyen, yol işçisi, mühendis yapıyoruz.” Sovyet sisteminin bunu ne kadar başardığı belki tartışılır olsa da, YENİ DÜNYA DÜZENCİLERİNİN global kapitalizm ile insan değil de tüketici inşa etme kabiliyeti son derece açıktır. Burada bir not, -Kaynak: Bloomberg TV- meselâ Tokyo’daki kadınların yüzde 90’ının çantası Louis Vuitton’dur.
Teknolojik Kölelik ve Hümanizm
Düşük kur, yüksek faiz oranlarıyla Türkiye’nin adeta bir teknoloji çöplüğü hâline geldiğini sanırız artık bilmeyen yok. Bu noktada söylenecek çok şey olsa da, biz kısaca iki terkibî hükmü paylaşmakla yetinelim.
İlki Marshall McLuhan’dan: “Teknolojiler, yalnızca insanların kullandığı âletler değil, insanları yeniden icad eden araçlardır.”
İsmet Özel’in hâdiseye yaklaşımı ise şöyledir: “Batı teknolojisinin kimliğini tanımak için ilk önce bilmemiz gereken şey, teknik gelişmenin kendiliğinden (spontane) bir olay olmadığı, onun tarihin belli bir uğrağında ortaya çıkan, belli bir toplumsal örgütlenmenin uzantısı ve belli bir toplumsal sınıfın çıkarının bir aleti olduğudur. Teknik, burjuvaziye hizmet etsin diye, Batı medeniyetinin ideallerine uygun olarak türetilmiş bir kuvvettir. Bu kuvvetin belli bir niyeti, mânâsı vardır.” [6]
Kapitalizmin doğduğu topraklardır ki bağrından ‘hümanizm’i de çıkarmıştır. Aynı zamanda hümanizm çığlıkları atıldığı dönemlerdir ki dünya; yağmacılık, kolonicilik, yâni sömürgecilik ile de tanışmıştır. Bir zamanların tüm dünyaca otorite sayılan en meşhur komünistlerinden -80’lerden sonra Müslüman olan ve 2012 yılında vefat eden- Roger Garaudy, bundan dolayı şöyle der hümanizm için: “Hümanizmden nefret ederim. Çünkü tarih boyunca katliamlar, en çok hümanizmin hâkim olduğu çağlarda işlenmiştir.”
Evet, bugünde her yerde demokrasi, hürriyet, serbestlik, globalleşme çığlıkları atılıyor lâkin beynelmilel sömürü devam ediyor. Hem de daha şiddetlice. Kulağın belli bir frekansın üzerindeki (ve altındaki) sesleri duyamaması gibi, biz de zaman zaman bunları fark edemiyor olsak bile hakikat değişmiyor. Hemen zikretmekte fayda var: Mahkeme kadıya mülk olmadığı gibi, dünya da ‘Global Firavunlara’ ebedî saadet yeri olacak değildir!
Bölüm VII: DÜNYA BİR İNKILÂB BEKLİYOR!
Salihleri göremez, ol Şeytan’ın yancısı;
Büyük Doğu’dan murad, yalnız İBDA sancısı!
Öncelikle “inkılâb” mefhumu ile başlayalım. İki zıt arasında hem bitişik zannettirecek kadar yakınlık, hem de sonsuzluk boyu uzaklık olması hikmetince; “inkılâb” kelimesi, zaman zaman aynı mânâya delalet ediyormuşçasına dilimizde “devrim” kelimesiyle eş anlamlıymış gibi kullanılsa da, aslında aralarında fersahlarca mesafe vardır.
“Devirmek”ten gelen “devrim”, örneğin bir binayı yerle bir ederek yıkmak ve yerine de herhangi bir şey koymaktır. Zihinlerde müşahhaslaşması açısından hemen bir misâl verelim: Gorki, din ortadan kalkınca sanatın onun yerini alacağı, estetiğin de geleceğin etiği olacağı görüşündedir; bir sanatçı veya bir yazar, rahibin yerini alabilecektir. Bir parti yetkilisinin, kiliselerin yerini neyin alacağı konusundaki sorusuna Lenin, “tiyatrolar!” diye cevab vermiştir.
İnkılâb ise bir hâlden üstününe intikal etme davranışıdır; yoksa körü körüne şekil değiştirme yahut yıkma veya bozma teşebbüsü değildir ve önce ruhlarda başlar. Cahiliye Devri Arabları için dünyada sadece iki ırk -Arablar ve Acemler- vardı. Arabların o yıllarda Arab olmayan herkesi Acem olarak adlandırması, dönemin kavim taassubunun nerelerde olduğunun bir emaresidir. Lâkin Resûlullah’ın önce ruhlarda başlattığı -mutlak!- inkılâb, ırkçılığı ayaklar altına almış, kavim taassubunu silmiş, Arab’ın Acem’e, Acem’in de Arab’a üstünlüğü olmadığını, üstünlüğün sadece takva ile Allah katında olduğunu şiarlaştırmıştır. Veda Hutbesi’nde, “başınızda burnu halkalı bir Habeşî olsa, lâyıksa ona itaat etmekle mükellefsiniz” buyuran Allah Resûlü, bütün iyi-güzel-doğru’larda olduğu gibi, mutlak inkılâbçılığın da kemâl seviyesini temsil eder. Uzun söze ne hacet; Gaye İnsan, Ufuk Peygamber!.. İnkılâb mevzuu da O’na nisbetle…
Tarih boyunca her devrim hareketi bir sınıfa dayanmıştır. Fransız Devrimi “burjuva” sınıfının, Sanayi Devrimi “kapitalist” sınıfın, Bolşevik (Sovyet) Devrimi ise “işçi” sınıfının omuzlarında yükselmiştir. Peki, “devrim”le farkını işaret etmeye çalıştığımız, mutlak inkılâba nisbetle, dünyanın beklediği inkılâbın sınıfı?.. Bunun cevabını Üstad Necib Fazıl verir: “Çilekeş fikir soyluları sınıfı!”
Velînin “ebulvakt – vaktin babası” olmasına bitişik, Müslüman’ın çağından sorumlu olduğunu düşünürsek, zamanın hakkını verebildiğimiz kadar Müslüman olabileceğimiz hakikatine ulaşırız ki, bu da zamanın lüzum ve icablarını bilmeyi ve o istikamete göre hareket edilmesi gerekliliğini ihtar eder. Bu noktada hem Şeyh-i Ekber Muhiddin-i Arabî’nin “küfrün kaynağını tanımak mecburiyetindeyiz” ölçüsü, hem İdris-i Bitlisî Hazretleri’nin “zulüm bir ateştir, onun küçüğünü hakir sanma. Ne çok olur ki bir ateş kıvılcımından bir şehir yanar” ölçüsü, hem de İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin “zamanın gidişatını bilmeyen arif-i billah olamaz” ölçüsü, bizi delillendirir ve yol gösterici olur.
Büyük Doğu-İBDA’nın formülasyonuyla, “keyfiyetin zamanın, kemmiyetin de mekânın ressamı olması” hakikatince; zamanı aşmaya, zamanın üzerine çıkmaya çalışmanın da bir ruh davası olduğu ortaya çıkar. Zira insanda her şey zamanın içindedir. Sadece ruhtur zamanın üzerine çıkabilen, çünkü o sonsuzluk âlemindendir ve ölümsüzdür. Ruhçuluk ise “eşya ve hâdiselere yaklaşırken” sadece kaba müşahede, kuru akıl, yavan tecrübe ve basit bilgi kanunlarıyla kalmak değil; eşya ve hâdiseleri bunların üstünde “madde gözüyle görülmez ve ölçülemez müessirlere” bağlamak anlayışıdır. Ve tabiî ki de tüm hakikati İslâm’dadır. Evinin kapısını çalıp, “bana Allah için bir şey ver” diyen adama, içeriden evin anahtarını alıp getiren ve “bu evden başka hiçbir şeyim yok. Gir içine otur, senindir” cevabını veren Muhiddin-i Arabî’nin hâli, ruhçu telakki dışında, hangi kuru akılla açıklanabilir ki?..
Bu noktada “akl-ı selim” dediğimiz kavramın da altını çizmekte fayda var. “Selim akıl”, ruha bağlı akıldır; teslim olmuş akıl. (Malûm, “İslâm” ve “teslim” aynı kökten gelmektedir.)
Şimdi gelelim yazımızın başlığına: “Dünya bir inkılâb bekliyor!” Bu başlık Üstad Necib Fazıl’ın -daha sonra aynı isimle kitablaştırılan- bir konferansına ait. Bundan otuz küsur yıl önce gerçekleştirilmiş bu konferansın mânâ delaleti ise, kıymetinden bugün bile hâlâ hiçbir şey feda etmeden başucumuzda duruyor. Zira insanoğlunun, insanlığını her açıdan unuttuğu 21. yüzyıldaki olaylar; ister siyasî, isterse iktisadî olsun, bizi hep aynı noktaya götürüyor: “Fazilete göre mi, hazza göre mi yaşamalıyız? Yaşanmaya değer hayat hangisi?”
Tarih boyunca insanoğlu, hep bu soruyu sordu aslında. Batı medeniyetindeki tüm felsefeciler, tüm sosyal bilimciler, tüm iktisatçılar da bunu aradı. Bir farkla: Onlar bulmadan aradılar. Hâlbuki aramak için önceden bulmak-bilmek şarttı. Elmas arayıcısının, elmas bulması için, önceden elmasın ne olduğunu bilmesi gerekir ki bulduğunun elmas mı, kömür mü olduğunu anlayabilsin. Ve işte bundan dolayı da İslâm, “önce bulmanın, sonra aramanın rejimidir”. Yine Büyük Doğu-İBDA’nın ışığında devam edersek; taklitle bulunan, tahkikle aranır ve daire sırrı gibi başladığı noktaya gelinir. Kısacası, aranırken bulunur, bulunurken aranır; aramakla bulmak aynı ânda gerçekleşir.
Nasıl ki aşksız iman, merhametsiz aşk, öfkesiz merhamet, adaletsiz öfke olamazsa; unutulmamalıdır ki ahlâkı olmayan hukuk (hukuk, ahlâk kurallarının müeyyideleşmiş hâlidir), hukuku olmayan iktisat, iktisadı olmayan kültür, kültürü olmayan siyaset, siyaseti olmayan da bir cemiyet yoktur. Ezcümle, meselelere tek tek sarkmaya çalıştığımızda bile karşımıza birçok farklı saha çıkması genellikle mümkündür; bundan dolayı da yazımızın bu noktasında “her şeyde ve her yerde bir inkılâb” diyoruz; ticaretinden siyasetine, doğusundan batısına kadar.
SON SÖZ
Asrın vicdanı meyyit, darağacında fikir;
Kenan ilinde Yusuf, kuyuda Mütefekkir!
“Ruh olmadan madde imarı, körler koğuşunu ziynetlendirmektir” hikmetine nisbetle; bugün insanoğlu muazzam kemmiyet kabarışlarından sonra, hazin bir keyfiyet çöküşü içinde. Devler kıvranıyor, cüceler çırpınıyor; dünya büyük bir kaos, keşmekeş, adaletsizlik ve sömürü yaşıyor. Bu sömürü ise eskinin Marksist tahlillerinde belirtildiği gibi artık sadece -işçi patron arasında- fabrikalarda değil, çok daha geniş bir sahada, “piyasa”da gerçekleşiyor. Aydınlanma Dönemiyle “tanrı merkezli” yaşantıdan çıkan ve aklın hükümranlığına koşan Batı insanın örgütlediği bu “piyasa”, başlangıçta onun eseriyken, müntehasında ise insanları kendine esir etmiştir. Bir başka ifadeyle Aydınlanma, insanın merkezde olduğu aklın hükümranlığıyla değil, hazzın merkezde olduğu “piyasa”nın hükümdarlığıyla sonuçlanmıştır. Karl Polanyi’nin tesbitiyle: “Ekonominin içtimaî ilişkilere gömülü olması gerekirken, içtimaî ilişkiler ekonomik sisteme gömülü kalmıştır.” Tabiî ki bunda -ruha bağlı olmayan- aklın nereye götürdüğünün ve maddesine tasarruf edemeyen ruhun, havada başıboş parendeler atmak gibi, hiçbir yere vardıramayacağının hikmeti de gizlidir. Şuurla kavramamız gereken, meselenin sadece iktisadî yahut siyasî olmaktan öte, daha çok fikrî ve ahlâkî olduğudur.
Materyalistler her ne kadar iktisadı ahlâka üstün bir seviyede mevkilendirmiş olsa da, Büyük Doğu-İBDA bağlıları olarak biz, bu KÖKLER’den öğrendiğimizi söyler ve dünya üzerinde ne kadar kültür varsa o kadar ahlâk olduğunu, aynı çizgide her ahlâkın da bir iktisadî bünyesi olduğunu kabul ederiz. Yoksa şahsî kazanılan bir servetin kırkta birinin -zekât olarak- başkalarına verilmesi (ve buna benzer birçok husus) hangi akla tasdik ettirilebilir?!.. Şübhesiz ki bu tamamen ruha ait bir keyfiyettir.
Her türlü özgürlükle birlikte, cinsî özgürlüklerin de anavatanı olduğu söylenen ABD’de her yıl yüzbinlerce tecavüz olayı gerçekleşiyor. Dünyada her yıl bir milyon kişinin intihar ettiğini [7] ve fert başına millî gelirin en yüksek olduğu yerlerde intihar oranlarının da yine çok yüksek olduğunu dikkate alırsak, açıkça bellidir ki susamış insana petrol içirmenin hiçbir faydası yoktur. Fıtrata uymayan hiçbir sistemin, hiçbir rejimin devamlılık imkânı bulunmadığı gibi; “mutlak hakikat”e sırtını dönen insanoğlunun da nihaî sonu, hem mânevî iflas, hem de maddî intihardır. Türkiye’nin 80’lerden sonra yaşadığı hâller -gören göz için- her sahada aşikâr. Kanaat merkezli bir toplumdan, tüketim merkezli bir topluma geçişin tohumları atıldıktan sonra -kelimenin her anlamıyla- her sahada genetiğiyle (hakikatiyle) oynanmış meyveler toplanmaktadır; üstelik örnek alınan Batı medeniyetinin iflası ortadayken.
Yapılması gereken belli: Önce her sahada Mutlak Fikir’den hareketle ve medeniyetimizden süzülen “kendi” fikrimizi bir nefs, tarih, dünya ve kâinat muhasebesi hâlinde sistemleştirmek ki, bu temel eşik Büyük Doğu-İBDA ile zaten başarılmıştır. O hâlde bize düşen, bu fikri kuşanmak, yaşamak, bünyeleştirmek ve Hâce Ubeydullah Ahrar Hazretlerinin ifadesiyle; “Bütün işleri bir gayeye bağlayıp her şeyde hâs ve hususî bir anlayış sahibi olabilme” mükellefiyetidir. Zira, zamana ve zemine fikrimizi tatbik edemediğimiz zaman, fikir “nefslerimizde” çürümeye, kokmaya, donmaya başlar. Müslüman gibi ibadet edip, kâfir gibi tüketmemek; Müslüman gibi iman edip, kâfir gibi yaşamamak için, bu husus baş meselelerimizden biridir.
İdeolojisini üretememiş toplumların nasıl ki biliminden kültürüne kadar her şeyini başkaları üretiyorsa; kendi fikrini kuramamış, dile getirememiş, anlatamamış, eşya ve hâdiseleri tasarrufu altına alamamış insanın da, iktisadî yaşantısına her açıdan (maddî-mânevî) başkaları şekil veriyor. Bu noktada, tâbi olanların, tâbi olunan efendilerinin fikrinden söylemine, iş yapış tekniğinden yaşantısına kadar her şeyine muhtaç olduğu apaçık ortada; velev ki Müslüman olsalar bile. Selim Gürselgil’in ifâdesiyle, “dinimize düşman olanların, dilimize de düşman olduklarını” düşünürsek, unutmamak lâzım ki, bir din aynı zamanda bir dil demektir. “Lekum dinikum”, bu bakımdan ve aynı zamanda, sizin diliniz size, benim dilim bana mânâsına da gelir bizce.
Aslî mükellefiyetimizi de -namus borcumuz dâhilinde- müsaadenizle aktaralım. İşte yeri, Büyük Doğu Mimarı Üstad Necib Fazıl’dan dinleyelim:
– «Bir gün bir komünist gûya düşünme istidadında biri, bana dedi ki:
– “İslâm’ı takdir ediyorum, her şeyiyle harika…”
– “Eeeee!..”
– “Ama iktisadi doktrini yok!..”
Hayretler içinde kaldım. Zaten bunlar, iktisadı, şöyle zannederler; devekuşu gibi… Burnunu bir yere sokar, dünyayı soktuğu yer kadar zanneder devekuşu…
İktisad bir büyük ilimdir. İktisad, kemiyet ve keyfiyetiyle birlikte çalışan servetin devridaimi üzerinde, ölçüler vazeden bir ilim… Ama mâverai bir dünya görüşüne esas teşkil edemez.
İslâmda iktisadi doktrin var mı, yok mu?..
O komüniste dedim ki:
– “Sana bir şey söyleyeceğim şimdi, herşeyi anlayacaksın. Tıpkı bir elmadaki erimiş demir gibi… İslâmda bütün iktisadi dâva (ama onu çözebilmek, lifini bulabilmek lâzım…) maden suyunda demir gibi; bünyede erimiş olarak mevcuttur. Ne mutlu onu görebilene!..
“Benimki benim, seninki de senin!..” Bu şeriattır.
İkincisi, “Seninki senin, benimki de senin!..” Bu tarikat.
Üçüncüsü: “Ne seninki senin ne benimki benim. Herşey Allah’ın!..” Bu da Hakikat!..
Komünist muhatabım o kadar tahassüs sahibi oldu ki, gözleri yaş doldu. Fakat, ne inceleyen, ne soran, ne ayıklayan, ne bakan, ne eden var bu memlekette. Sadece mağrur bir cehalet!..» [8]
Neticeyi kelâm, Üstad Necib Fazıl’ın “Ustada kalırsa bu öksüz yapı; onu sürdürmeyen çırak utansın!” demesi kadar, tüm Büyük Doğu külliyatında olduğu gibi, yukarıdaki satırlarda da “ne inceleyen, ne soran, ne ayıklayan, ne bakan, ne eden var bu memlekette” meâlindeki sözleri hepimize mesuliyetimizi ihtar etmektedir. Bizim çalışmamız ise, birkaç küçük tohumla da olsa, bize ait bir şeylerin yeşerebilmesi hasretiyle yazıldı ve daha çok kapitalizme bakışı, bunun üzerine bir “anlayış geliştirmeye” odaklandı. İnşallah istidadımız ölçüsünde ifâde etmeye çalıştığımız meselelerden, hakikat yolunda bir fayda hâsıl olmuştur. Takdir okuyucuya ait.
Faydalanılan Kaynaklar
Necib Fazıl, İdeolocya Örgüsü, 9. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1997.
Necib Fazıl, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, 7. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1997.
Necib Fazıl, Dünya Bir İnkılâp Bekliyor, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul İstanbul 1985.
Necib Fazıl, İhtilâl, 6. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1997.
Necib Fazıl, Raporlar 1-13, Büyük Doğu Yayınları.
Salih Mirzabeyoğlu, Necib Fazıl’la Başbaşa -İntibâ ve İlhâm-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1989.
Salih Mirzabeyoğlu, Kökler -Necib Fazıl’dan Esseyyid Abdülhakîm Arvasî’ye–, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1996.
Salih Mirzabeyoğlu, Parakutâ’ -Para’nın Romanı–, İBDA Yayınları, İstanbul 1997.
Salih Mirzabeyoğlu, İktisat ve Ahlak –İktisada Giriş–, İBDA Yayınları, İstanbul 1987.
Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız –Temel Meseleler–, 3. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1993.
Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği –Kurtuluş Yolu–, 4. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004.
Sabri F. Ülgener, Milli Gelir, İstihdam ve İktisadî Büyüme, 6. Basım, Filiz Kitabevi, İstanbul 1986
Mustafa Özel, Amerikan Yüzyılının Sonu, 2. Basım, İz Yayınları, İstanbul 1994.
Mustafa Özel, Piyasa Düşmanı Kapitalizm, 2. Basım, İz Yayınları, İstanbul 1995.
Ali Çimen, Tarihi Değiştiren Olaylar, Timaş Yayınları, İstanbul 2007.
1 Necib Fazıl, YAHUDİLİK-MASONLUK-DÖNMELİK -Büyük Doğu’lardan Derleme-, 2. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2008 s. 63.
2 Necib Fazıl, YAHUDİLİK-MASONLUK-DÖNMELİK -Büyük Doğu’lardan Derleme-, s. 50-51.
3 İsmet Özel, ÜÇ MESELE, Şule Yayınları, İstanbul 1995, s. 66.
4 Prof. Dr. Mahir Kaynak, KÜRESEL SERMAYENİN İKTİDAR SAVAŞI, Timaş Yayınları, İstanbul 2008, s. 20.
5 Mustafa Özel, PİYASA DÜŞMANI KAPİTALİZM, İz Yayıncılık, İstanbul 1995, s. 8.
6 İsmet Özel, ÜÇ MESELE, s. 187.
7 Deutsche Welle, 23 Aralık 2009.
8 Necib Fazıl, DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1985, s. 34-35.
Akademya Dergisi, II. Dönem 4. Sayı