Büyük Doğu-İbda’da Bir Fikir Olarak Kadın

Resim: Claude Monet, Şemsiyeli Kadın Çizimleri.

GİRİŞ

Büyük Doğu-İbda, çağımızın insan ve toplum meselelerinin hâlline dair İslâmî bir dünya görüşüdür. Bütün meselelerin “küll” hâlinde çözüm çekirdeklerini içinde barındıran bir “dil ve anlayış mihrakıdır”… “İslâma Muhatap Anlayış”ın asrımızdaki temsilcisidir.

Bu anlamda, bu fikir mihrakının “tezatsız” bir dünya görüşü olarak ortaya koyduğu “insanî hakikat” meselesi de, bugüne kadar gerek Müslümanların gerek Müslüman olmayanların ortaya koydukları anlayışların “değerini” veya “yanlışlığını” anlayabileceğimiz bir “mihrak”tır demek mümkün.

Peki, “bir fikir olarak kadın” derken neyi kasdediyoruz? Öncelikle “insani hakikat”in kadın veçhesini kasdediyoruz. İkinci olarak erkek ruhunda mücerret “kadın”ın temsil ettiği mânâyı. Üçüncü olarak “kadın”ın müşahhas olarak temsil ettiği mânâyı… Yani her durumda “mânâ” üzerinden bir okuma yapacağız.

Büyük Doğu Mimarı Necib Fazıl’ın şiirlerinde “kadın”, bazen “metafor” olarak, bazen “remz” olarak, bazen de “anne” olarak karşımıza çıkar. “Aynadaki Yalan” isimli romanında, onun “kadın”la ilgili görüşünü bütün teferruatlarıyla bulabiliriz. Yine “İdeolocya Örgüsü” isimli eserinde, kadının içtimai hayattaki rolünü nasıl çerçevelediğini inceleyebiliriz. “Çöle İnen Nur” isimli eserinde de, Allah Resûlü’nün eşleri ve sahabî hanımlar üzerinden “ideal Müslüman kadın” portrelerini okumamız mümkündür.

Üstad Necib Fazıl’ın görüşlerine geçmeden evvel, onun nasıl bir ortamda neleri ifade ederek “YENİ BİR ŞUUR” getirdiğini anlamak bakımından şunu belirtmekte fayda var: İslâm dünyasında kadının bir “sorun” ve “mesele” olarak ortaya çıkışı, Türkiye’de Osmanlı’nın yıkılış sürecine girmesiyle başlar. Cumhuriyetin en temel argümanlarından biri olan “hürriyet”, kadın üzerinden kendini ifade eder. Cumhuriyetçiler, “kadını kurtarmaktan” bahsederler. Kurtarılacak olan kadın Müslümandır ve İslâm’ın emir ve yasaklarından kurtarılacaktır. Çünkü Kemalizm’e göre “Müslüman Osmanlı kadını asırlar boyu ezilmiş, hor görülmüş, kafes arkalarına saklanmış, örtülerle kapatılmış” olarak eleştirilir. Müslüman kadın, örtüsünden “kurtarılacak”, dinin ona çizdiği sınırlardan kurtulacak, velhasıl erkekle eşit haklara sahip olacaktır. Kurtuluş özetle “dinden kurtuluştur” bu mânâda.

Müslüman kadının, Cumhuriyet sonrası İslâmcı mücadele içinde sürekli gözardı edilen durumu ve konumu, ilk defa Üstad Necib Fazıl tarafından ele alınmış, Üstad kadını bir “mesele” olarak ortaya koyarak, onun içtimaî (bugün kamusal alan denilen) alanda nasıl ve ne şekilde yer alacağı üzerine kafa yormuştur. Kadının şahsiyeti, örtünmesi, içtimaî hayatta nasıl yer alacağı gibi problemleri kendine mesele etmiş ve kelebek kanatlı bir incelikle bu konuda Müslümanlara yol göstermiştir. “İdeolocya Örgüsü” eserinde, içtimaî rolüyle kadını işlerken, şiirlerinde, hikâyelerinde ve “Aynadaki Yalan” isimli romanında, kadını bir “fikir”, varoluşla ilgili bir problem, yani insanın “kendini bilmesi” anlamında bir mesele olarak ortaya koymuştur. “İdeolocya Örgüsü”nde, “Bu inkılabın kadınları” ifadesiyle başlayan 11 maddelik izahta ve belki de manifestoda, son olarak söylediği şey dikkat çekicidir:

“Bu inkılabın kadınlığı, temeli 14 asır evvel atılmış ve sonra hiçbir mimari çizgisi kalmamış ve anlaşılmamış olarak bütün insanlığa örnek olacak kıymettedir.”(1)

“Hiçbir mimari çizgisi kalmamış ve anlaşılmamış” ifadesine dikkat çekmek isterim. Üstad’ın buradaki ifadesi, Büyük Doğu inkılâbının kadınlarının, Saadet Asrı’nın kadınlarından başka örnek aramaksızın, o devrin ruhunu bugüne taşıyacakları şeklinde okunmalıdır. Büyük Doğu kadınlarından beklenen budur.

Necib Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü’nde bazı tenkidlerini de görürüz. Şöyle der:

“Kadını kafes arkalarına ve haremlere hapsetmek, hiç kimsenin karşısına çıkarmamak ve topuğundan saçına kadar simsiyah bir torba içine sokup öylece bir ân için cemiyet koridorundan geçirivermek, İslâmi ölçü ve gereklerin emrettiği bir şey değildir.”(2)

Üstad Necib Fazıl böylece, hiçbir çağdaşının onun kadar şümullü ele alamadığı bu mevzuda kafa yorarak, kadının, İslâmcı mücadele içinde ve inkılab sürecindeki rolünü de ortaya koyma cesareti göstermiştir. Hem devrin “cumhuriyet kadını” tipini, hem de devrin “kaba softa-ham yobaz” kadın anlayışını eleştirmekten çekinmeyerek bizlere “ideal” anlamda bir yol haritası çizmiştir.

İNSAN KEYFİYETİ VE FERT HAKİKATİ

İnsan bu meçhul… Bedeni ve aklıyla bu dünyaya, bu zamana mahkûm ve mahpusken, ruhu ile ötelere, zamanın üstüne, bu dünyanın ötesine “hasret” duyan insan. İslâm, Allah’ın “ruhundan üflediğini” buyurduğu insanı, “Allah’ın halifesi” olarak niteler. İnsanı, kalb hakikatinde toplu “ruh ve nefs” kutuplarından birinden birini gerçekleştirmesiyle, “Allah’ın halifesi” veya “belhüm adal” olarak tarif eder. “İslâm zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamıdır” der Salih Mirzabeyoğlu. Bu anlamda insan iki zıttan müteşekkildir; ruh ve nefs-beden. Burada bir “düalizm” var gibidir. Fakat bu düalizm Batı düşüncesinin ortaya koyduğu şekliyle bir düalizm değildir. Çünkü iki zıt arası “muvazene-denge”, “nefs muhasebesi” ile mümkündür. Yani İslâm’da “nefs”, ruhun emrine girdiği nisbette makbul. “Nefsimizin de bir hakikati var” demiştir Üstad Necib Fazıl. Ruhun nefsin emrine girmesi ise felaket. Kalb hakikatinde toplu, iki zıt arası muvazene. Bu denge bir kere kuruldu mu rahatsın diye bir durum da söz konusu değil elbette. Her ân muvazene bozulur, her ân yeniden kurarsın. Her yeni hâl, her yeni hadise, her yeni iş karşısında insanın sürekli kendini didiklemesi, kendiyle savaşması: İşte nefs muhasebesi!.. İnsan “her ân yeni” olmakla mükellef. Her ân aramakla. Bulduğun yerde kalırsan donma başlar: İşte yobazlık!..

Batı düşüncesinde insanın bu durumu, Descartes’ten bu yana “beden ve ruh düalizmi” içinde açıklanmaya çalışılsa da, mesela materyalist görüşler “ruhun maddiliği”nden bahsetmektedir. Madde ve ruhun iki ayrı cevher olup olmadığı tartışılırken, Berkeley zihnin dışında maddenin var olmadığını söyler. Spinoza tüm varlığın çift veçheli olduğunu, bu yüzden taşlardan insanlara kadar her şeyde hem şuur hem de yer tutma özellikleri olduğunu söyleyerek dualizmden de ayrılır. Tanrının varlığını reddeden görüşlerin zaten “ruh”un varlığını kabul etmeleri ve buna bir izah getirmeleri mümkün değildir. Tanrının varlığını kabul edip, onu sadece bir “cevher” olarak niteleyenlerin görüşleri de, insanı bir yamalı bohça gibi izah gayretinden öteye geçemiyor. Bu durum hakkında, “Mutlakları konuşmuyor” der Salih Mirzabeyoğlu. Öyle ya, insanoğlu her ân yeni, her ân tekâmüle açık…

İnsanın “ne olması gerektiği” hususunda materyalist, mistik veya idealist felsefî görüşlerin söyleyebileceği çok fazla bir şey yoktur. Nitekim “Madde Nedir?” isimli eserinde Salih Mirzabeyoğlu, “maddenin kritiğini” yaparak, “idealizm”in, vahdanî görüşün hakikati olan İslâm karşısında maddeci görüşlerin acziyetini de işaretlemiştir. (3)

Mirzabeyoğlu’nun eserlerinde, varlığın, varoluşun özü “Muhammedî Nur” olarak işaretlenir. Yani Allah her şeyden evvel “Muhammedî Nur”u yarattı. Bu anlamda bütün âlem, “Muhammedî Nur”dan yaratıldı. “İnsan-Erkek ve Kadın” kitabından bu konuyla ilgili hadis:

“Cabir Bin Abdullah el-Ensârî, Allah Resûlü’ne başvuruyor:

– “Anam, babam sana feda olsun, ey Allah’ın Resûlü, söyle bana, Allah’ın ilk yarattığı şey nedir?”

Şu karşılığı alıyor:

– “Allah, herşeyden evvel senin Peygamberi’nin nurunu, kendi ruhundan yarattı. Öyle ki, o nur Allah’ın kudretiyle dilediği yerde dolaşır, gezerdi. O zaman ne levh, ne kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin ve ne insan vardı!”

Sonra şöyle devam buyuruyorlar:

– “Allah, âlemleri yaratmak dileyince, o nuru dört parçaya ayırdı: Birinci parçadan KALEMİ, ikincisinden LEVHİ, üçüncüsünden ARŞ’ı yarattı. Dördüncü parçayı ayrıca dörde bölerek, birinci cüz’ünden Arş’ı taşıyan melekleri, ikincisinden Kürsü’yü, üçüncüsünden öbür melekleri yarattı. Son cüz’ü de yine dörde ayırıp, ilk bölümden gökleri, ikincisinden yerleri, üçüncüsünden Cennet’le Cehennem’i yarattı. Son bölümü de dörde taksim etti ve ilk kısmından mümin gözlerin nurunu, ikincisinden İlâhî marifet yuvası olan kalb nurunu, üçüncüsünden de gönüldeki tevhid nurunu yarattı!” (4)

Böylece Mütefekkir Mirzabeyoğlu, İslâm tefekküründe “kozmoloji” görüşünün de nereden temel aldığını ortaya koyar. Bu çerçevede değerlendirilmek üzere, İnsanî Hakikat’in, “tek ferdin hakikatinde”, “Hakikat-i Ferdiyye”de, Allah Resûlü’nde olduğunu, tek tek tüm insanlığın da, bilse de bilmese de, O’nun kadrosu olduğunun altını çizer.

Hülasa hâlinde şöyle yazar Salih Mirzabeyoğlu:

“Bedeniyle ve aklıyla zamanın içinde mahpusken, ruhu ile zamanüstü iştiyak taşıyan fert, -ki bu iştiyak bazılarında vahşinin böbreğe malik olduğunu bilmemesi gibi şuur hâlinde değildir-, bu “keyfiyet”i ve hayatın hakikatini ancak “ferdî oluş”ta arayabileceğine göre, BÜTÜN İNSANLIK TARİHİ İÇİNDEKİ DERİNLİĞİNE VE GENİŞLİĞİNE İNSAN OLUŞLARI, TEK FERT’TE TECELLİ EDEN HAKİKATİN VE ZAMAN GAYESİNİN TEMSİLCİLERİ OLARAK, TEK FERDİN KADROSUDURLAR. Bu tek fert, topyekûn zaman ve mekânın emrine verildiği, varlığın yüzüsuyu hürmetine yaratıldığı “Gaye İnsan-Ufuk Peygamber” olarak Allah’ın Sevgilisi’dir; Hakikat-i Ferdiyye, Ferdin Hakikati… Allah’ın, “Sen olmasan, sen olmasan âlemi yaratmazdım!” buyurduğu, tek tek bütün insanlardaki, “varlık ve oluş”, “sebep ve netice”, “baş ve son”, “süreklilik ve süreksizlik” ve bütün bunları toplayan “ân-hâl”in “sırra ilişikliği”ndeki mihrak O; mânâlar âleminin merkezi olmak gereken ruhun mihrakı ve varlığın Allah’a giden yoldaki kemâl ufku O… İşte, bütün işlerin “neye göre”si, “nasıl”ı, “ölçü ne”sinin cevabı burada; yoksa ölçü yok… Zaman ölçüsü, medeniyet ölçüsü, iş ölçüsü, kurtuluş ölçüsü, hakikat ve hürriyet ölçüsü, gaye, hedef, araç; her şeyin ölçüsü!..” (5)

İnsanın “ne olmak?”, “neye göre olmak?”, suallerinin cevabı da, ölçüsü de, “Hakikati Ferdiyye”de, ferdin hakikatinde, Allah Resulü’nde. En nihayetinde, bütün insanlar bilseler de bilmeseler de, kabul etseler de etmeseler de, Allah Resulü’nün kadrosu… Bu temel anlayış, bize “insanî hakikat”in kapılarını da ardına kadar açar…

İNSAN: ERKEK VE KADIN “OLMAK”

“Kadın ve Erkek “insan”ın temsilcileri olarak, kadın ve erkek olma keyfiyetinin istidadına sahib olarak, bunun gerektirdiği vücut biçimiyle dünyaya gelir; ve, KADIN ve ERKEK OLUNUR. Ne varsa bu “olmak”ta var!.. Yoksa işi tenasül âleti zaviyesinden başlatıp orada bitirdin mi, iş “keyif” mahiyetinde kalır!..” (6)

Burada Salih Mirzabeyoğlu’nun “olmak”tan kasdını sanırım anlayabiliyoruz. Neye göre olmak? Bir “ideal” yoksa, insanların cinsiyet mevzuunda bile bir anlayışı olmazdı. Büyük Doğu-İbda’nın “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” tezini hatırlayalım; ilk insan ve ilk peygamber Hazreti Âdem ve “Ona isimleri öğrettik” buyuran Allah. Bilgi “bilene” var. “Bildiren olmasa” bilinemeyeceği gerçeği. İlk bilgi, ilk insan, ilk peygamber… “Neye göre olmak?” sualinin cevabı da “fert hakikati”nde toplu. “İnsan”dan murad Allah Resûlü, ona yakîn olabildikçe insan, uzak düştükçe de “insanlık”tan nasipsiz… Ölçü bu olduktan sonra da, en tepede Allah Resûlü ve ona yakînliği nisbetinde derece derece insanlık…

Bu çerçevede fizikî olarak “Kadın” veya “Erkek” olarak doğunca iş bitmiyor; bizi cinsiyetimizin gerektirdiği keyfiyete sahip olmamız yolunda bir çabaya davet ediyor; “olmak”…

Bu arada bir not olarak belirtelim: Salih Mirzabeyoğlu’nun fikir kumaşını Necip Fazıl, “ifrat hâlde tecrit” olarak vasıflandırır. Üstad’ın her kelimesini “derinlemesine” inceleyen bu “tecrit” kumaşı, Salih Mirzabeyoğlu’nun bütün eserlerinde göze çarpar. Bu anlamda, Salih Mirzabeyoğlu, özellikle “İnsan-Erkek ve Kadın” isimli eserinde, yepyeni bir bakış ortaya koyar.

Hemen burada Salih Mirzabeyoğlu’nun “İnsan-Erkek ve Kadın” isimli eserinden çok önemli vurgu:

“İnsan, bu meçhul; meçhul olan, “insanî hakikat” ve ondaki kaderimiz. Kadere değil hâlimize şuurumuz olabilir; o da, olduğumuz veya olabildiğimiz kadar. “İnsani hakikat”e nisbetle erkek veya kadın olabilmenin şartlarına sahib olarak dünyaya geliyoruz; olabiliyoruz veya olamıyoruz. İslâmî mânâda tekâmül, topyekûn varlığın insan için ve insanda tükenmesi, insanın da Allah’ta tükenişi olarak, insanın varlıkla Allah arasında BERZAH-KÖPRÜ olmasıdır. Bu mânânın başında topyekûn insanlığa BERZAH-KÖPRÜ olan Allah’ın Sevgilisi var; sonra nebîler ve derece derece insanlık.” (7)

“Âdem” kelimesi, ilk insan ilk peygamber anlamı yanında “Adem” kelimesi yokluk ve vücudun zıddı anlamlarına gelir. Batı tefekküründe kadın ve erkek keyfiyetleri bakımından, kadın-tabiata, edilgene (münfail); erkek-akıla, etkene (fail) tercüme edilir. İslâm Tasavvuf ve tefekküründe de kadın; tabiat, nefs, münfail; erkek ise; akıl, fail, müessir olarak izahını bulur. Bu meseleye biraz daha yakından bakalım… (8)

BATI DÜŞÜNCESİNDE “KADIN” VE “ERKEK” METAFORLARI

Batılı feminist bir felsefeci şöyle yazar:

“Erkeklik metaforu, düşüncelerin felsefî olarak dile getirilişlerinde ve akıl ideallerinin derinliklerinde gömülü olan bir metafordur. Ve kendimizi, erkek veya kadın olarak görme biçimlerimiz üzerinde köklü etkisi olan akıl yürütme biçimlerimizin oluşturucusudur. Erkeklik, her ne kadar bir metafor da olsa, hiçbir şekilde, akla sonradan takıp takıştırılmış basit bir süs olarak düşünülmemeli.”(9)

Hemen hemen bütün filozoflar da bunu doğruluyor. Eski Yunan’da kadınlar “doğurma” kabiliyetleri sebebiyle tabiat ile bir tutulmuş, Eflatun bu durumu şöyle dile getirmiştir:

“Kadınlar tabiatı taklid eder.”

Nitekim, Yunanlılar’ın insan üremesine dair bakış açısı, erkeğin etken-fail güç olduğunu kabul eder. Çünkü kadın, belirlenmiş formu kabul eden maddeyi sağlayan ve babanın ürünü olan şeyi besleyendir. Dolayısıyla Yunan Destanları’nda geçen ana-baba hakkı hususunda da yaklaşım, baba hakkının üstünlüğüdür.

Batı’da akıl idealleri de bu çerçeve içinde değerlendirilmiş, erkeklik düşüncenin açık ve kesin, kadınlık ise muğlak ve belirsiz yüzünü sergilemiştir. Meselâ Pisagor’da kâinat, iyi olan, belirlenmiş “form-şekil”lerle ilişkili kaidelerle; kötü olan, belirlenmemiş, muğlak, şekil verilmemiş, düzensiz diğer kaidelerin bir karışımıdır. Genel bir hükümle de, “kadınsı” olan, menfîliği, karanlığı, eğriliği, çifti, temsil eder, “erkeksi” ise, müsbeti, sınırlıyı, biri, sağı, aydınlığı, doğruluğu temsil eder. Pisagor’un “Zıtlar Tablosu”nda “erkeksi” ve “kadınsı” keyfiyetler, birbirine zıt olarak işaretlenirken menfî hususiyetler “kadınsı”nın bulunduğu sütuna, müsbet hususiyetler de “erkeksi”nin bulunduğu sütüna yerleştirilir.

Eski Yunan’da bir kadının kız çocuk doğurmasının, erkekteki bir eksiklikten, onun eksik bir nitelik taşımasından dolayı olduğu düşünülür. Yani bir dişinin dünyaya gelmesi arızî bir durumdur. Hristiyan filozof Aquinas şöyle der:

“Erkek, cinsiyetinin mükemmel bir benzerini üretmeye eğilimlidir; buna karşılık, dişinin dünyaya gelişi, etkin güçteki bir eksiklikten veya bazı maddi rahatsızlıklardan ya da dış etkilerden kaynaklanır; söz gelimi bir güney rüzgârının etkisi olabilir.”(10)

Batı Felsefesi’nin akıl idealleri, muğlak, belirsiz olana ve bunların tezahürlerine hep kuşkuyla bakmış, sır önünde teslim olmayı “akıl”a sığdıramamışlardır. Bacon ise tabiat-kadını, aklın-erkeğin hâkimiyeti altına almayı ve bunları “iffetli bir izdivaçla birleştirmeyi” uygun görmüş, Yunan düşüncesinde, bilgi arayışında uzak durulması gereken tabiat-kadını da, bilgi arayışı için gerekli görmüştür:

“Bacon zihnin bilgideki görevini yalnızca düşünceye dalma olarak değil, Tabiat’ın kontrolü olarak yorumlar. (…) Yunan düşüncesinde kadınsılık, sembol olarak gayri-rasyonel, düzensiz ve bilinemez olanla -bilgiyi geliştirirken uzak durulması gereken şeylerle- eş tutulmaktaydı. Bacon, madde ve formu birleştirir. Bilinebilir Tabiat, kadınsı bir şey gibi sunulur ve bilimin görevi, bu kadın üzerinde doğru türden bir erkek tahakkümü kurmaktır. “Zihin ve Tabiatı iffetli ve yasal bir yolla evlendirelim” der Bacon, evlilikteki doğru türden hâkimiyetin zorbalık anlamına gelmediğini de söyler. “Tabiat üzerinde ancak kendisine itaat edilerek hâkimiyet kurulabilir” der ve ekler: “Tabiat, sınırlarını kendi tabiî hürriyetinin keyfini sürdüğü anlardan çok, ustalıklı bir baskı altına alındığı anlarda açığa vurur.”(11)

Philo ise, kadınsı olanın “aşılması gereken” olduğunu işaretlerken şöyle der:

“İlerleme, aslında erkek olana yönelerek, kadın cinsiyetini terk etmekten başka bir şey değildir; çünkü kadın cinsiyeti, maddidir, edilgendir, cismi ve duyu algısaldır; oysa erkek olan etken, rasyonel, cisim dışı ve zihin ve düşünceye daha yakın olandır. Tutkuların kendisi, tabiî olarak kadınsıdır, bu nedenle bizlerin yapması gereken, bunlardan uzaklaşarak, soylu hislerin işareti olan erkeksi özellikleri sergilemektir.” (12)

Hıristiyan düşünürler de kadın anlayışının bu çerçevesini “yaradılış”taki “ilk günah”ı kadının işlemesine nazaran “ilahi yasa” ile desteklerler. Ruhun kadın-erkek gibi bir cinsiyetten berî olması çerçevesindeki “birlik” inancı da, kadın için “kadınlığını aşması” ile özdeşleştirilmiş, onun da erkeksi olana yaklaşması ile “birliğe” katılabileceği düşünülerek, sanki ruha erkeksi bir keyfiyet yüklemişlerdir.

Akıl idealleri Yunanlılar’a dayanan Batı Tefekkürü’nde, aynı çerçeve içinde “aklın erkekliği” vurgulanmış, kadın “aklın dışında”, “irrasyonel” ve “kaos” sahasında değerlendirilmeye devam edilmiştir. Meselâ Rousseau, kadın-tabiat metaforunu sıkça kullanır ve fikirlerini bunun üzerine inşa eder:

“İnsanlar bir defa tıpkı çocuğun elindeki tehlikeli bir silahı çekip alan anne gibi, kendilerini bilimden koruyanın tabiat olduğunu öğrenmeliler. İnsanlar bilsinler ki, tabiatın kendilerinden gizlemekte olduğu bütün sırlar, onları koruduğu kötülüklerdir. Ve bilgiyi elde etmeye çalışırken karşılaştıkları güçlükler, tabiatın onlara sunduğu küçük bir armağan değildir.” (13)

Kant tabiat ve insan kabiliyetleri arasında süregelen çatışmadaki tabiatın üstlendiği “araz” role dikkat çekerken, tabiatı o da kadın olarak yorumlar:

“Dolayısıyla içtimaî uyumsuzluğu, kıskanç rekabetçi kendini beğenmişliği ve zenginlik ve hatta iktidar elde etmeye yönelik doymak bilmez arzuları teşvik ettiği için tabiata teşekkür edilmeli. Bütün bu arzular olmasaydı, insanın üstün tabiî kabiliyetleri hiçbir zaman uyanıp gelişemeyecekti.” (14)

Freud da bu çerçevede şunları söyler:

“Dile getirme hususunda her ne kadar tereddüdlü olsam da, kadınlardaki etik normallik düzeyi, erkeklerinkinden farklıdır fikrini kolayca bir kenara bırakamam. Onların süper egosu asla acımasız, gayri şahsi ve duygusal kökenlerinden bağımsız değildir. Her devirdeki tenkidlerde kadınlar aleyhine kullanılmış olan karakter özellikleri ki, bu tenkidlerden bazılarını, “kadınlar hayatta karşılaşılan önemli olayları göğüslemeye daha az hazırdırlar; kadınlar yargılarında çoğu kez sevgi ve düşmanlık duygularının etkisinde kalırlar”, şeklinde sıralayabiliriz. Bütün bunlar, rahatlıkla onların süper egolarının oluşumundaki farklılıkla açıklanabilir.”(15)

Buraya kadar kadını “aşılması gereken”, “hâkim olunması gereken”, “terkedilmesi gereken” olarak işleyen filozofların eksiğini Hegel tamamlar bir yönüyle:

“Kadın bilgiyi edinerek değil, yaşayarak adeta fikirleri soluyarak öğrenir. Buna karşılık, erkeğin statüsü ancak düşüncenin gerilimiyle ve teknik bir çabayla kazanılır.”(16)

Hegel aile ile ilgili görüşlerinde temel olarak “külli” ve “cüz’î” olan ahlâk ideallerinden bahseder ve kadının “ben” tavrı gösteremeyeceğini, “biz” tavrı sergilediğini söyler. Alt dünyayı temsil eden “ailenin” kadın tarafından temsil edildiğini söylerken de, içtimaî hayatın devamı için gerekli olan bu müesseseyi ve kadını aşağılamak gayesi gütmez. Nitekim şöyle demektedir: “Faziletli kadın, hiç de ümit vaad etmeyen birer malzeme olan tabiî duygu ve cüzî ilişkilerden sahiden ahlâkî ve küllî bir eser meydana getirir.” (17)

Sartre’ın “aşkınlık” ve “varoluş” mücadelesine katılan Simone de Bouveoir, özneler arası bir ilişki kurulması gerektiğini vurgular. Kadının “nesne” değil, “özne” olması gerektiğini vurgular. Sartre’ın “hürriyetler arası münasebet”inin teşekkülünden bahseder. Efendi-köle, tabiat-akıl, suje-obje zıtlıklarına karşı çıkan Beouveoir, eşitliğin de “aşkınlıkta” olduğunu vurgular. Oysa aynı Beouveoir, “kadınsı” bir takım keyfiyetleri ya reddeder, ya yok sayar. Erkeksi keyfiyetleri yüceltir ve kadınların da bu keyfiyetlere haiz oldukları zaman eşit olacağını savunur.

“Erkek tür hayatını aşar ve değerleri ibda eder” derken, kadınların türün “kurbanı” olduklarını söyler. Kadınların değerleri ibda etme kabiliyetini edinmeleri için de, ona göre kadınlığı aşmaları gerekir.

“Kadın Filozoflar” isimli araştırmasında Maritt Rullman şöyle demektedir:

“Bununla birlikte Sartre’ın eserinin orijinalliğinden asla kuşku duyulmadı. İktibaslarda, Sartre daima Sartre olarak düşünüldü; Beauvoir ise daima Sartre’la birlikte. Beauvoir de Sartre’ı dahi bir fikir verici olarak gösterir; Sartre gibi dahi olmadığını ve onun düşüncelerine bağlı olduğunu söyleyerek bu önyargıyı besler.” (18)

Bütün bu “erkek ve kadın” mânâlandırmalarından sonra Erich Fromm’a kulak verelim. Nitekim İslâm tefekküründe yeri olan, “her erkekte bir dişilik, her dişide bir erkeklik” fikrinin altını çizer:

“Erkek ve dişi öğelerin kutublaşması tek tek erkek ve kadında da görülür. Nasıl fizyolojik bakımdan erkekte de kadında da karşı cinsin hormonları varsa, ruhbilimsel açıdan da kadın ve erkek iki cinslidir. İçlerinde alma, nüfuz etme, madde ve ruh özelliklerini taşırlar. Erkek -ve kadın da- bütünlüğe kendi içinde ancak içindeki erkek ve dişi kutubları bağlaştırarak varabilir. Her türlü ibda ediciliğin temeli bu kutublaşmada yatar.

Erkek dişi kutublaşması insanlar arası yaratıcılığın da temelidir. Bu gerçek biyolojide açıkça görülür. Tohumla yumurtanın birleşmesiyle çocuğun doğumu hazırlanmış olur. Oysa durum ruhi olan sahada hiç de değişik değildir; kadınla erkek arasındaki sevgide kadın da, erkek de yeniden doğarlar. Aynı erkek-dişi kutublaşması doğada da vardır. Bu kutublaşma yalnız hayvanlarda ve bitkilerde değil, iki temel işlevde de -alma ve nüfuz etme işlevlerinde- ortaya çıkar: Yerle yağmur, akarsuyla deniz, geceyle gündüz, karanlıkla nur, maddeyle ruh arasındaki kutublaşma. Bu fikri büyük İslâm şairi ve mistiği Rumi çok güzel sözlerle anlatmıştır:

“Akıllıların gözünde Gök erkektir, Yer kadın: Gök’ün attıklarını Yer alır, besler, büyütür.

Yer sıcaklığını yitirince gök ısıtır onu, tazeliğini, nemini yitirince de Gök ona yeniden tazelik ve nem katar.

Gök eşine yiyecek bulmaya giden bir erkek gibi çıkar, dolaşır; Yer, ev işleriyle uğraşır, yavrularını doğurur emzirir.

Yer’e de Gök’e de akıllı varlıklarmış gibi bakın; çünkü onlar akıllı varlıkların yaptıklarını yaparlar.

Bu iki şey birbirlerinden zevk almıyorlarsa neden sevgililer gibi kucaklaşmış durumdalar?

Yer olmasaydı çiçekler nasıl açar, ağaçlar nasıl büyürdü? O zaman Gök’ün sıcaklığı suyu neye yarayacaktı?

Allah nasıl kadınla erkeğe birleşerek kainatı sürdürme isteği verdiyse,

Aynı biçimde her varlık parçasına, öteki parçayı arama isteği aşıladı.

Gündüzle Gece dıştan bakıldığında düşman gibi görünürler; oysa ikisi de tek bir amaca yönelmiştir:

Ortak işlerini yüceltmek için sevgiyle bağlıdırlar birbirlerine.

Gece olmasa, İnsanoğlu’nun bedeni hiçbir birikim sağlayamaz, bu yüzden de Gündüz harcayacak birşey bulamazdı.” (19)

Jung’ın psikanalize getirdiği kavramlar olarak “anima-erkeğin bilinçaltındaki dişi unsur”, “animus-kadının bilinçaltındaki eril unsur” da bu çerçevede değerlendirilebilir. Şöyle yazıyor “Feminen” isimli eserinde:

“Animus, bir bakıma tüm kadınlardaki erkeğe dair ata deneyimin birikimidir, hatta bununla da sınırlı değildir, aynı zamanda yaratıcı ve üretkendir, ancak bu, eril bir ibda edicilik anlamında değil, bizim “kôyoç cnteppaTixôç” veya “sperma söz” diyebileceğimiz bir şeyi meydana getirmesi anlamındadır. Bir erkeğin kendi içindeki dişil tabiatından tam bir ibda edici olarak bir eser meydana getirmesi gibi, bir kadının içindeki eril kısım da erkeğin dişil kısmını verimli kılacak güce sahip ibda edici tohumlar meydana getirir. (…)

Anima’nın “tek-kişilikli” diyebileceğimiz niteliğinden farklı olarak animusun çoğulculuğu düşünüldüğünde, bu olağanüstü gerçek bana şuurlu tutumla ilişkili gibi gelir. Kadının şuurlu davranışı genelde erkeğinkine göre çok daha şahsidir. Kadının dünyası babalar ve anneler, erkek ve kız kardeşler, kocalar ve çocuklardan oluşur. Dünyanın geri kalanı da aynı şekilde birbirlerine selam veren ama genelde kendileriyle ilgilenen ailelerden oluşur. Erkeğin dünyası ise ülke, devlet, iş mevzuları vesairedir. Erkeğin ailesi, basitçe hedefe götüren bir araçtır. Karısı, onun hayatının kadını olmak zorunda değildir (kadının “erkeğim” dediğinde kastettiği şeyle kıyaslanamayacak şekilde). Genel onun için kişiselden daha fazla şey ifade eder; onun dünyası çok sayıda eşgüdümlü faktörden oluşur; kadının kocası dışındaki dünyası ise bir çeşit kozmik sis içinde kaybolur. Bu yüzden erkeğin animasına tutkulu bir seçkinlik, kadının animusuna ise sınırsız bir çeşitlilik bağlıdır.” (20)

“Erillik ne istediğini bilmek ve bunu başarmak için gerekeni yapmak anlamına gelir. Bu ders bir kere öğrenildi mi çok büyük bir psişik kayıp olmazsa asla unutulmayacağı gayet açıktır. Bu bilgi aracılığıyla kadının elde ettiği bağımsızlık ve eleştirel yargılama, olumlu değerlerdir ve kadınlar tarafından da böyle hissedilir. Bir daha onlardan ayrılamaz. Aynısı, büyük acı pahasına ve büyük çabayla kendi psişesine dişil içgörü kazandıran bir erkek için de geçerlidir, bunun kaybolmasına asla izin vermeyecektir. Çünkü erkek, kazandıklarının öneminin bütün yönleriyle farkındadır.” (21)

Batı tefekküründen verdiğimiz örneklerden sonra, “tabiat”ın dişi anlamını İslâm tefekkürü nasıl değerlendiriyor ona bakalım. Salih Mirzabeyoğlu şöyle yazar:

“Evvela tabiatın “dişi” anlamından hareket edersek, onun “yokluk-adem”e nisbetle “varlık” olduğunu anlıyoruz. Aynı şekilde varlığın “dişi” olmasına nazaran, yokluğun erkek olmasını. Erkeklik ve dişilik, faal ve münfail sıfatlardır; “ruh mekâna indi ve mekân ruhlaştı” mânâsı, faalde kendini bulan münfail, hem işlenen, hem işleyen olmak bakımından, ondan daha üstün bir mânâ ifade eder. Bu varlığın yokluğa üstünlüğüdür.” (22)

Yukarıda görüldüğü gibi “tabiat”ın dişi anlamını, “aklın” erkek vasfını Batı tefekkürü boyunca tenkid eden feministler bu mânâlandırmaların kökünden değişmesi gerektiğini savunur. “Erkek Akıl” eserinden faydalandığımız felsefeci Genevieve Lloyd “Aklın Eril olarak nitelenmesini reddetmek” gerektiğini söyler. Ancak buna karşın tabiatın “dişil” olarak nitelenmesine bir itirazı yok gibidir. Oysa, bu “sembolik”, “mücerret” ve “batınî” mânâlar, İbda tefekküründe, Batı tefekküründen farklı olarak, “kullanıldığı yere göre” mânâlandırılır.

İslâm tefekkürü-İbda Tefekkürü bu mevzuya “çifte kanat” metaforuyla açıklık getirir. “Erkek ve dişi” keyfiyetlerini hem birbirine zıt (Adem-yokluk, tabiat-varlık), hem de “muvazene” ile (fail, münfail) izah eder. Bazen bir dişi keyfiyet “üstün”, bazen bir “eril keyfiyet” “üstün”dür. Hiçbirini “dışlamaz”, zıtlığın içinde, “muvazene” ve “berzah”ı vurgular. Bu mânâda Jung’ın psikanalizinde kullandığı “anima-animus” da, “insanî hakikat”in bilinmediği yerde, “insandan murad nedir” anlaşılmadığı yerde, el yordamıyla bulunmuş tanımlamalar gibi havada kalır. Her erkekte dişi bir keyfiyet, her kadında eril bir keyfiyet vardır. Peki bu ne demektir?

Şöyle açıklar Salih Mirzabeyoğlu:

“Âdem Peygamber, ilk İNSAN ve ilk ERKEK… Eğer O’nun nefsinden–O’ndan olan HAVVA anamız yaratılmasaydı, “erkek” olan nitelemesi olmayacak, hâli neyse o bir varlık olacaktı. O’nun “erkek” olarak nitelenmesi ve vasıflanması, zıddı olan dişiye göredir; dişinin vasıflanması da, zıddı olan erkeğe göre. Buna göre Âdem Peygamber, ilk yaratılan insan olarak, İNSAN, hem erkek ve hem de dişinin temsilcisidir. Her varlıkta madde ve mânâ olarak kendine mahsus bir erkeklik ve dişilik olduğunu, ilk insan örneğinde görüyoruz. BİR ERKEK VE BİR KADIN isimli eserimizde işlediğimiz üzere, ERKEK, yalnız cinsiyete mahsus bir mânâ değildir; KADIN da. Buna göre İNSANÎ HAKİKAT-İNSAN HAKİKATİ, erkek ve kadının kendi özellikleri içinde olmaları gereken, ne erkek ne de dişi, yahut hem erkek ve hem dişi bir hakikattir. O, hep bir “olunması gereken”dir; ve varoluşumuz boyunca görülecek olan.” (23)

Muhiddin-i Arabi Hazretleri şöyle demektedir:

“Erkeklerle kadınların cevherleri bir, arazları farklı, insanî özleri aynı, bunun tezahürleri değişiktir.” (24)

Yine onun şu tabiri de dikkate şayandır:

“Aklın imameti (rehberliği) erkeğin, nefsin imameti kâfir ve fasıkın imameti gibidir. İbadette yorulan akıl, nefsin imametine uyup rahatlar, dinlenir.” (25)

Yine Muhiddin-i Arabi Hazretleri “Futuhat”ta, “kadın bana sevdirildi” mealindeki hadisin üzerinde dururken şöyle demektedir:

“Dikkat edin, Hz. Peygamber “Kadın bana sevdirildi” diyor. Sevdiren kim? Sevdirilmek, sevmenin ilerisinde bir şeydir ve sevmeyi içerir. Sevmek beşeri, sevdirilmek ilahî kaynaklıdır. Hak Teâlâ Peygamberine, onu kendisinden uzaklaştıran şeyi değil, yaklaştıran şeyi sevdirir ve kadın sevgisi erkeği Allah’a yaklaştırır.” (26)

Yine O, kadını Allah’ın ibda ve icad sıfatının mazharı olarak görür. Çocuk dünyaya getirince Allah’ın yaratıcılık sıfatı onda tecellî eder:

“Zira kadında yaratma fiili gerçekleşir. Bu yüzden yaradana o daha yakındır. Erkeklerde yaratma fiili bir kere gerçekleşti; Âdem’den Havva yaratıldı. Buna karşılık kadınların yaratma mahalli olmaları süreklidir.” (27)

Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun yukarıda vurguladığı “tabiat-varlık”, “Adem-yokluk” benzetmesini ve “varlığın yokluğa üstünlüğü” meselesini yeniden hatırlamanın yeri.

İSLÂM TASAVVUFUNDA “KADIN” ve “ERLİK MAKAMI”

Pek çok mutasavvıfın, “erlik makamı” olarak isimlendirilen kemâl vasfının, kadında da erkekte de tecelli ettiğini söylemeleri, bu mânâda, kadın olmak ve erkek olmakla alakâlı bir “oluş”u temsil eder ki, nefs muhasebesi zımnında kendini tanıma ve kendini aşma şeklinde mertebelere ayrılan kemal yolunda üstünlükleri de ancak buna nisbetledir: “Üstünlük takva iledir” ölçüsü malûm…

Tasavvufta dişi “nefs”e tercüme edilir. Kadın olsun erkek olsun her insanda nefs olduğuna göre, demek ki kadının nefsi de dişi, erkeğin nefsi de. Bu mânâda Salih Mirzabeyoğlu şöyle yazar:

“Âdem ile Havva’dan kasıt anlaşıldığına göre: Âdem’in ebced değeri 45 ve Havva’nın ebced değeri 15, toplamları 60’tır. SİN, Âdem ile Havva’nın izdivacından doğan netice-i suret’tir. Nitekim Kur’ân’da “Ya-sin”, Allah Sevgilisi kasdıyla “Ey İnsan” olarak tefsir edilmektedir. “Ney” kelimesi de 60 olduğundan, “sin” harfinin mukabili sayılmaktadır. Şu hâlde “ney”den murad, bazı Mevlevî büyüklerince Âdem ve Havva’dır. “Neyistan”dan kasıt da “Cennet” olmuş olur. Yine burada, ney’in sayı değeri “sin” harfine eşit olduğu için, “Dinle ney’den” ibaresi, “Dinle M……d’den şeklinde, yâni “Hakk sözü dinle” şeklinde tefsir edilmiştir.

Kalem-Akıl-Ruh… Levh-i Mahfuz, Akıl’dan meydana gelen ilk varlık ve Akıl karşısında Âdem için Havva gibidir. Kalem ile Levha arasında, mânevî ve akledilir bir nikâh vardır. Buna göre, sözkonusu iki şeyin arasında yaratılmış her şey, zâtında er ve dişiliği, başka bir ifâdeyle “tesir ve eser, müessir ve müteessir, fail ve münfail, fail ve mef’ul, faal ve infial” özelliğini taşır.

İnsanî hakikat, aynı ânda hem erkek, hem dişi… Bunun temsilcileri olarak da, erkek ve kadın’da, erkek ve dişilik. Nasıl ki erkekte nefs, ve kadında ruh var.

Burada, erkek ve dişi kelimelerinin de nerede ne mânâya geldiğine bakmak gerektiği anlaşılıyor.” (28)

Ahzab suresinin 33. âyetinde mealen: “Allah’a verdikleri söze bağlı kalan erler vardır” buyrulur. Âyette geçen “er”lik de, kadın ve erkek imân etmiş “kullar” şeklinde tefsir edilir. Yani “erlik makamı” erkek cinsine mahsus bir mertebe olarak kayıtlı değildir. Nitekim “erlik makamı” bir mertebe olarak, kadın ve erkek cinsinden azade olarak katedilen yoldur ki, kim bu mertebeye erişirse erdir, isterse kadın olsun; kim bu mertebede değilse er değildir, isterse erkek olsun. Dikkat edilirse burada da, “erlik” de farklı bir mânâda değerlendiriliyor.

Mevlana Hazretleri şöyle buyurur:

“Araplar cana müennes demişlerdir. Fakat onun müenneslikten pervası yok. Çünkü ruhun ne erkekle bir alâkası var, ne de kadınla! Müzekkerden de yükselir, müennesten de. Bu kurudan ve yaştan meydana gelen ruh-(u hayvani) değildir ki!” (29)

Yine Beyazid Bestami çok takdir ettiği Nişaburlu Fatma hakkında, (ki Zünnun’un üstazesi-şeyhi idi.) şöyle demiştir: “Ömrümde bir erkek ve bir kadın gördüm, bu kadın Fatma idi.” (30)

Attar, Rabiatül Adeviyye Hazretleri’nden söz ederken, onu, iffet ve namusun sembolü olan Hz. Meryem’e benzetir ve şu soruyu sorar:

“Neden onu erkek veliler arasında ve sırasında, söz konusu ettin, derse derim ki, dinin üçte ikisini Hz. Aişe’den öğrenmek mümkün de, onun manevî kızlarından feyz almak niye mümkün olmasın? Bir kadın Hak yolda yürürse, artık o erdir. Tus’lu Abbase: “Yarın kıyamet günü Arasat meydanında “Ey erler!” diye nida edildiği zaman erler safına ilk adım atacak olan Hz. Meryem olacaktır.” (31)

Yine Camî şöyle demiştir:

“Arapçada ay erkek, güneş dişi itibar edilir. Müennes olması güneş için bir kusur, müzekker olması ay için bir meziyet değildir. Bütün kadınlar sözünü ettiğimiz kadın gibi olsalardı, erkeklerden üstün olurlardı.” (32)

İslâm tasavvuf ve tefekküründe mücerret olarak müzekker-erkek fail, müennes-kadın münfailliği temsil etmektedir. Bu keyfiyetler de tek başına değil, birbirleri ile ilişkileri içinde tecelli edecektir. Çünkü failin varlığı bir münfailliği barındırdığı gibi, münfailliğin varlığı da, failin varlığını şart koşar.

Nitekim “insanî hakikat, aynı ânda hem erkek, hem dişi”, “İnsanî Hakikat”in temsilcisi olma gayretindeki Kadında ve Erkek’te…

Şimdi derin inceliklere geçiyoruz. İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, bu meseleyi burada bırakmamış, daha da derinleştirmiştir. Yakından bakalım:

“Mücerret mânâda erkek FAİL, kadın MÜNFAİL.

Fail: İş yapan. Fiili meydana getiren. Bir şeyin doğduğu menbaın mânâsını meydana getirene denir. Müessir.

Münfail: İnfial eden, tesir ile harekete geçen.

İnfial: Harici bir sebeb ve tesirle hâsıl olan hâl, tesir ve hareket.

Bir ESER, müessirine nisbetle fiil, zuhur ettiği yere nisbetle infialdir.

Ruhun mukabil kutbu olan nefs, dişidir… Bunun yanında, “ben” anlamında nefs de, batınî anlamında “dişi”dir.

Erkek, kendisini sureti üzere zahir kılan Hakk ile, kendisinden meydana gelen kadın arasında, müşterek bir derecededir; şu hâlde erkek, iki dişiden (müennes) meydana gelmiştir.

*

Varlığın aslı, dişidir… Kadının ayn’ı da, ilk zuhurda erkeğin bir parçası olarak…

*

Kadında Hakk’ın görünüşü daha tamdır; kendi nefsinde Rabbini münfail olarak görürken, erkeği fail olarak görüyor. Erkeğe olan muhabbetinin aslı da, parçası olduğu ayn’a-kendi aslına olan muhabbetinden… Mevlâna Hazretleri:

– Kadın sadece bir sevgi değildir, Hakk’ın ışığıdır, nurudur. Sanki o, mahlûk değildir de halıktır!”

*

Allah Sevgilisi, erkek veya kadının değil, İNSANDAN MURAD O olarak, bütün insanlığın temsilcisidir… Allah’a itaat, O’nun bildirdiği, öğrettiği ve gösterdiği ile mümkün…” (33)

Rilke’nin “Saatlerin Tutanağı” isimli şiiri de bu minvaldedir:

“Ve huzurunda (Tanrım) ruhum müennestir / Na’emi’nin gelini Ruth gibi.”

Şöyle yazıyor Annemarie Schimmel:

“Peki bir Müslüman, ruhun, kendisini mütehazzi kadın âşık makamında takdim ettiği Rilke beyitine acaba nasıl bir tepki gösterirdi? İslâmiyeti sadece erkeklere yönelik bir din telakki edenleri şaşırtacak tarzda, bir Müslüman, Rilke’nin tasvirini pekala anlayacak ve eğer bir de İslâm edebiyatı lisanlarına biraz olsun aşinalığı söz konusu ise, dikkate şayan teşbihler yapmaktan kendini alamıyacaktır. Çünkü bir yandan İslâmiyet, hayatın (Sachiko Murata ‘nın “The Tao of Islam” adlı eserinde yang ve yin diye isimlendirdiği üzere) kadın ile erkek kutuplarının mevcudiyeti olmaksızın varit olamayacağını bilir. Ve eğer Kur’ân (Sûre 2:187) erkeğe, “Kadınlar sizin için elbisedir, siz de onlar için elbisesiniz” diyorsa, bu ifade din fenomolojisinde, birinin diğerinin alter ego’su olduğu manasına gelir; çünkü bilinmektedir ki, elbise adeta şahsiyeti temsil eder. Öbür taraftan İslâm mistisizmi, yani Tasavvuf, hiç şüphesiz ki müennes hatların tesiri altındadır.” (34)

İbda Mimarı’nın altını çizdiği veçhile, erkek ve dişi kelimelerinin nerede ne anlama geldiğini unutmadan devam edelim.

Salih Mirzabeyoğlu, Üstad’ın “kadın” hakkındaki görüşünü, Tilki Günlüğü eserinde “mürşid müridde hudud” başlığı altında ele alır. Hudud kelimesinin mânâ çizgisinde kadın… Bu çerçevede de Üstad’ın “Kadın erkekte fatihlik sembolüdür” sözü çerçevesinde şöyle yazar:

“Hudud… Kadın… Bu söz, Üstadım’ın, ezbere tarafından söylenerek ve gevelenerek müptezelleştirilen veya gevelemenin tabiî sonucu bir bıkkınlıkta ruhlarının fotoğrafı hâl beyânı hâlinde “kadın birşey değildir!” inkârına çıkan bir hikmet… Kadın, erkekte bir fatihlik sembolüdür; çünkü erkek ruhunda bir araz, bir ihtimâl buudu, bir hürriyet alanı ve bir ufuktur!.. Bu dilden İslâmcı geçinen çevreler de, İslâm düşmanı mihraklar da anlamaz!..”

*Kadında kâinat muhasebesini hülâsalandıran erkek ki, kadın gözünde mefkûreleştirilmesi gereken… Sahici erkek o ve sahici kadın bu!..

*Divan şiirimizi uzun seneler “gül-bülbül tekerlemesi” diye kötüleyen ahmaklar bir yana, ezbere medhiyeciler arasında da, bunu böylece vasıflandıran bir kalem hatırlamıyorum… Şeyhi kadın remziyle terennüm eden ve onu kendi hürriyet hamlesine zemin buluşu diye takdim eden şair?..” (35)

Yine Beyazid Bestami Hazretlerine atfedilen şu söz: “Veliler Allah’ın gelinleridir.” (36)

Bir Not: İslâm Dışı İnanışlarda Erkeklik ve Kadınlık (37)

Kâinatta hemen her şey çiftlerden oluşuyor; Mevlana Hazretleri böyle söylüyor mealen. Çift, “iki” demek, ancak sadece iki demek değil. Çift, “iki şey”den oluşuyor. Yalnız iki şeyden biri diğerinin aynı olduğu bunlar “çift” değil iki olurlar. “Çift” kelimesini kullandığımız şeyler genelde “bir şeydir”; yani çiftlerden biri olmadığı zaman, diğeri tek başına mânâsız veya eksik olacaktır. Öyleyse şöyle bir neticeye varabiliriz: İki zıd şey bir araya gelince “çift”i, yani tek başına ifadesini bulamayacak bir şeyi oluşturuyorlar. Yahut biri diğerinin varlığını, ismini, niteliğini v.s. ortaya çıkarıyor. İyi-kötü, güzel-çirkin, yanlış-doğru gibi zıt çiftler, biri olmadan diğeri anlaşılamayacak kavramlar mesela. “Her şey zıddıyla kaim”…

Birbirini nefyetmeyen zıtlar da var. İnsan dediğimiz zaman da, esasında bir çiftten bahsetmiyor muyuz? Ruh ve Nefs yahut Ruh ve Beden çiftlerinden oluşan insan. Kadınlık ve erkeklik keyfiyetlerini bünyesinde taşıyan, bununla birlikte erkek veya kadın “olan” insan…

Bu çerçevede kadîm kültürlerde, insanın kadın ve erkek keyfiyetlerine işaret eden pek çok yaratılış efsanesine rastlıyoruz. Yahudilik’te, Yunan mitlerinde, Uzakdoğu inanışlarında, Hititlerde, Şamanizm’de vesaire…

Yunan Mitlerinde kadın ve erkeğin insanda temsili, bedenî bir mahiyetle anlatılır. Symposium’da Platon şöyle yazar:

“İnsanın yaradılışı eskiden, şimdi olduğundan daha başkaydı. İlk başta şimdiki gibi iki değil, üç cinsiyet vardı. Dişi ve erkeğin yanı sıra, her iki cinsten pay almış üçüncü bir cins daha bulunuyordu. Bunlarda herşey çiftti. Dört elleri, dört ayakları, iki yüzleri, ikişer cinsi organları vardı. Zeus’u bunları –tıpkı armutları ortadan ikiye böler gibi- bölmesi için kandırdılar. Bütün tabiat bu biçimde bölününce, bütün insanlarda öbür yarılarıyla birleşme özlemi doğdu; her iki yarı kucaklaştılar, vücutlarını birleştirdiler ve yeniden birlikte yürümeyi arzuladılar.”

Şamanizm’de manevi bir temsil söz konusudur, içindeki kadın ve erkekle uzlaşan insan Şaman olur:

“Bir görüşe göre kenevir yardımı ile transa geçen Şaman rahip yani Kam, kadınlık ve erkekliği kendinde birliğe getirip, alemşumul armoniye katıldığına inanırdı. Şaman güçlü bir ritim taşıyan müzik eşliğinde dans ederek vecde ulaşır ve tedavide bulunurdu. Şaman rahipleri erkeklerden olduğu gibi kadınlardan da olurdu ve bunlara Kam-hatun denirdi. (…) Bir Kam’ın Şaman düzeyine çıkabilmesi için önce tabiat parçalarıyla bağ kurup transa geçmeyi başarması, sonra da bunu hayvanlarla başarması gerekirdi. Daha sonra ateş transına hak kazanırdı. Ancak en sonunda insanla bağ kurup kendinde kadınlık ve erkekliği transandantal-aşkın birliğe ulaşmakla Şaman olabilirdi. Sha: Kadınlık, Man: Erkeklik, Şaman da, kadınlık ve erkekliğin transandantal-aşkın birlikteliği olarak yorumlanırdı.” (38)

Zerdüştilik’te ise insanın yaradılışı ile ilgili olarak Yima Efsanesi’ne rastlanır. Bu efsaneye göre Yima (Hind’de Yama) aslen çift cinsiyetli bir varlıktı. Hindo-İran döneminde insan vücutlu bir varlığa dönüştü.

Çin felsefelerindeki Yin-Yang görüşü de manevî bir mahiyet arz etmektedir. Yin-Yang’da gecenin içinde aydınlık ve sıcağın; gündüzün içinde de soğuk ve gölge bölgelerin bulunması; dişi görünümün içinde erkek, erkek görünümün içinde dişi olması; her sorunun çözümü, sevginin nefreti, eylemsizliğin eylemi, savunmanın saldırıyı barındırması gibi bir düşünce vardır. Tai-Chi veya yin-yang işaretinin içindeki küçük karşıt renkli daireler bu özelliği anlatır: “Yin ve Yang işaretlerinin kaynağı bilinmemektedir, fakat bunlar, bir tepenin “karanlık yanı” ile “güneşli ynı” olarak yorumlandılar. Buradan hayatî enerjilerin ifadeleri olarak ortaya çıktı: Karanlıkla aydınlık, zayıfla güçlü, erkekle dişi. Bu nedenle dişi karanlıktı, siyahtı, derindi, alıcıydı; erkek aydınlıktı, yüksekti, mukaddesti ve nüfuz ediciydi. Ancak bunlar zıt değil, tamamlayıcı karakterlerdir, çünkü Yin’in içinde bir miktar Yang, Yang’ın içinde bir miktar Yin bulunmaktadır.” (39)

İster iki cinsin yapışık ikizler gibi birlikte tasvir edildiği insan figürleri olsun, ister “çift cinsiyetli” insan figürleri olsun, isterse manevi bir mertebe ve bütünlük olarak anlaşılsın tüm bu mitolojik tasvir ve inanışların yorumunda ortaya çıkan bir gerçeklik vardır: Erkek ve Kadın, “insani hakikatin” temsilcileri olarak “birdir”. Bunun da hakikatini “hakikatin hakikati” olarak İslâm’da buluyoruz.

“KADINSI” TOPLUM ve ERKEK KEYFİYETİ

Batı tefekkürü boyunca idealleştirilen “erkek akıl”ın tersine olarak, o süreçte Türkiye’de, Osmanlı’nın yıkılışı ve Cumhuriyetle birlikte, kadın keyfiyetinin eline geçen hâkimiyet “erkek keyfiyetini” dejenere edip yok etmiştir, diyebilir miyiz? İBDA Mimarı, “savaşlarda yitirilen erkekleriyle, erkek kıtlığına düşmüş Anadolu; dul kadın yetiştirmesi bir nesil…” der bir röportajında.(40) Cumhuriyet dönemine geçişte yaşanan, savaşlarda erkeklerini kaybeden bir toplumda neslin yalnız kadınlar tarafından yetiştirilmiş olmasını, erkek keyfiyetinin yokluğu bakımından bir zaaf başlangıcı olarak işaretleyebiliriz bu anlamda… “İdrakleri iğdiş eden” bir tahakküme teslim oluşu da, aynı sebebler zincirine bağlayabiliriz.

Alev Alatlı, toplumların “kadınsı” ve “erkeksi” olarak nitelenebileceğini vurgular. Türkiye’nin bu uzun süren savaşlarla, erkeksiz kalması neticesinde, “kollektif kadınlar elinde yetişen neslin” tabiî olarak kadınsı bir keyfiyeti temsil ettiğini söyler ve “fikir, düşünce, sanat, teknoloji” gibi ibda kabiliyeti isteyen pek çok sahada geri kalmışlığımızı, erkeksi öğenin eksikliğine yorar:

“Öyle zannediyorum ki, 1800’lü yılların üçüncü yarısı, yani Türk-Rus harbi, ondan sonra 25 yıl askerlik yapan insanlar erkeklerden başlayarak toplumu ayakta tutmanın kadın enerjisine terkedildiği çok ciddi bir dönem yaşıyoruz. Erkek yok. Ve nöbeti kadın enerjisi devralıyor. Ve bana sorarsan o kadar çok devralıyor ki, arkasından gelen çok uzun savaşlarda pekişen bu gelişim, Cumhuriyet devrimleri ile daha da kuvvetleniyor. Kırk elli yıllık inanılmaz bir dönem bu. Bu dönemleri kadın figürünün adamakıllı yükseldiği dönemler olarak düşünüyorum. (…) Çok yaratıcı olmayacaksın; çünkü “biz” toplumu olarak hareket edeceksin. Burada şunu da söyleyeyim: Beynin sol tarafı “ben”i temsil eder. Yani erkek yarım küresi olan ben, kadın yarımküresi olan bizdir. Ama beni kısıtladığınız zaman, olacaklara hazırlıklı olmanız gerekir. Hiç kimsenin düşünmediği bir şeyi düşünmek ben olmayı gerektirir. Gün yirmidört saatse, ve sen bu yirmidört saatin yirmi saatini kendine ve yaptığın işe ayırmıyorsan, bundan kolay kolay bir Einstein çıkmaz. Mozart ya da Beethoven da çıkmaz. Bir de kadın enerjisi erkekleri yetiştiriyor. Ve bu yetişme kollektif anneler tarafından yapılıyor. Hala, Teyze, öğretmen gibi. Bunların yetiştirdiği erkeklerin çaptan düşmesi kaçınılmazdı.” (41)

Nitekim “Schrödinger’in Kedisi-Rüya” isimli romanında “erkek yetiştirmekten” bahseder. Erkek çocukların 7 yaşından sonra kadınlar tarafından yetiştirilmemesi gerektiğini söyler. Aklın, erkeksi ilkenin “yaşayakalması” için, kadın hâkimiyetinden kurtulması gerektiğini söyler.

Nasıl ki, bugün kadın keyfiyetinin, kadınlığın tahribinden bahsediyorsak, aynı şekilde erkek keyfiyetinin, erkekliğin de tahribinden bahsediyoruz. Biri diğerinin sebebi, diğeri birinin neticesi şeklinde birbirine düğümlü tek problem var: “Olmak”… Gerçek mânâda, “insan” olmak… İBDA Mimarı’nın söylediği veçhile:

“’Kadın, erkekte fatihlik sembolüdür!’ diyor Üstadım… Kadında kâinat muhasebesini hülasalandıran-hülasalandırması gereken erkek; ve bunun mukabili roldeki kadın… Bugünkü hâle bakın; dünyalar paramparça… Önce cesetleri hayata iade et de sonra büyük murakabe ve muhasebeye giriş!” (42)

Kadında “sır” vasfını gören, daha doğrusu ona bu vasfı veren, hiç şüphesiz erkektir. Kendi içindeki suallerin cevabını kadında arayan, mânâlandırmaya çalışan ve aynada kendini seyreden fatih odur. Mücerret mânâda kadın, henüz mânâlandırılmamış, isimlendirilmemiş bir varoluş problemi olarak erkeğe “sır”dan bir hale içinde görünür. Sanki “kendi”ne giden yol “kadın”dan geçmektedir. Belki de şöyle: Bütün yollar kadına çıkmaktadır.

İlk filozoflardan sayılan Thales gökyüzüne bakarak yıldızları incelerken bir kuyuya düşer, nüktedan ve zeki bir Trakyalı kız, onunla şöyle alay eder: “Gökte ne olduğunu anlamak istedi ama önünde ve ayaklarının altındaki şey onun için gizli kaldı.” Bu meşhur hikâye, erkeğin ve kadının âlemdeki durumlarının farkını çok güzel izah eder. Erkek bu dünyanın içindedir fakat bu dünyanın ötesini kurcalamaya, varolanın ötesindeki sırları deşmeye, her şeyi yeniden ve “kendince” keşfetmeye olan “merak”ı yüzünden, içinde yaşadığı dünyanın ayaklarının altından kaydığını farketmesi çoğu zaman kuyunun içine düşmesinden sonra gerçekleşir. Kadının durumu da işte bu noktada, asla kuyunun içine düşmemesindedir. O yıldızlara şöyle bir bakarken bile, önünde bir kuyunun olduğunu hesap eder. Ona göre kuyunun içindeki erkek, anlaşılmaz biridir. “Erkek nedir?” diye bir kadına sorulsa, alacağınız cevab, binbir şikâyet, tenkid ve alaydır çoğu zaman: Kuyudaki komik adamdır o!

“Kadın nedir?” demek ciddi bir varoluş problemi ile karşı karşıya kalmak demektir erkek için. Okuduğumuz, o aşk romanları, hikâyeleri, destanları, böylesi bir problemin kıskacında kıvranan insanın dramını anlatır. Aşk denir bunun adına; kadına duyulan aşk, erkeği olgunlaştırıcı ve istikamet tayin edici bir eşik görevi üstlenir. Ancak aşk, beraberinde tehlikeyi de getirir; bir yüzü ölüme ve yokluğa, bir yüzü hayata ve varolmaya dönük, iki yanı da keskin bir bıçak gibidir çoğu zaman. Hangi yüzünü gösterirse göstersin, can yakar kısaca. Bu kaosun içindeki fırtınaya gözü kapalı girenler, çoğu zaman yiter gider kozmosa ulaşamadan. Kadın bir kaostur; kozmosa ulaşmak, kaosu bütün şiddetiyle yaşamaktan geçer sanki erkek için. Ve sanki erkek, kadının ebeliğiyle bir doğum yapar; doğan kendisidir, varolan, kendini bulan…

Üstad Necip Fazıl şöyle yazar:

“Kadın; erkeğin bütün varlığının aktığı İlahî bir tecelli hâlinde, esrarlı bir cazibe mihrakıdır…

Allah’ın verdiği kâmil mizaca göre kadın, onda İlâhî tecellinin derin aynası ve İlâhî marifet rejiminin esrarlı vasıtası…

Kadın; kemâl yolunun lüzum unsuru…

Kadın; bir yüzünde insanî, öbür yüzünde hayvanî bir remz bulunan esrarlı madalyon…

Kadın; fikir gibi bir şey… Onda, bütün hasletlerimizi, idealimizi, iştiyakımızı, visâl mefkûremizi vadeden bir mânâ buluyoruz. Neticede bütün bunları kadından çevirip aslî sahibine, Allah’a ircâ ediyoruz…

Dava, kadınla kadını aşmak; akılla akılı aşmak gibi bir şey… Dava ne kadında kalmak, ne kadını kaybetmek…” (43)

Doğu mitolojilerinde de, ana tanrıçaların hemen hepsi, hem yaratıcı, hem yok edici olarak -hem hayat ve bereket, hem de ölüm tanrıçaları- tasvir edilir. Bu, kadının hem hayat veren “aşk” hem de hayatı alan “ölüm” olarak tasvirine imkân sağlar. Demek ki, erkek gözünde kadın, önce hayat veren aşk’ın davetçisi olur; sonra, aşkta-hayatta-kadında takılı kalmak, “hakikat”le bağını kuramamak, ölüm’ün habercisi durumuna gelir. Kadına duyulan “aşk”, aşk-ı ilahinin sadece bir remzidir. Kadının suretinin ardında yatan “sır” bir yönüyle, “hayat ve ölüm”, “imân ve küfür”, “varlık-yokluk” gibi zıdlıkların “ayrılmazlığı” keyfiyetine de işaret eder denilebilir. Hülasa, erkek gözünde kadın, hem varoluşun, hem yokoluşun mezcolduğu esrarlı bir düğümdür. Bu düğümü çözmek, hayatın ve varlığın yakıcı sırrına dokunmak, erkek keyfiyetinin en belirgin hususiyeti gibi görünüyor.

İnsan ve eser ilişkisine bir de bu gözle bakalım; kadın keyfiyeti eserini kendi içinde büyütür, tıpkı tabiat gibi, eserini dünyaya kendi içinde büyüterek verir. Kadının hakiki eseri çocuğudur. Erkek keyfiyeti ise, “dölleyici” olarak, eserini tabiat dışında verir; şekil vererek, icad ederek, yeniden inşa ederek, fethederek. (Bu noktada bir sanki kadını taklid eder.)(44) Onun eseri, fikirlerin mücerret dünyasında kaybolmamayı, bilinmeyenin soğukluğuyla yüzleşmeyi, ıssız ve kayıp şehirlerde korkusuzca dolaşmayı, savaşı, zorlu bir mücadeleyi gerektirir; bunun için erkektir; ürettiği için, fethettiği için, icad ettiği için…

“Putlaştırıcı” aşk, kadından, onda olmayanın, yani “ebediliğin” istenmesidir. Hâlbuki erkeğin en büyük problemi olan kadın, onun oluş hamlesinde bir vasıtadan, hakikate ulaştıran bir remzden öteye geçtiğinde “ölüm”e doğru sessiz bir yürüyüş başlar…

Ve bu inkisar Üstad Necib Fazıl’ın dizelerinde ifadesini bulur:

“Kadından kendisinde olmayanı isteriz,

Hasret yerinde kalır ve biz çekip gideriz.”

Hasret, ruhun asıl vatanına hasrettir… Kadın o yolda erdirici bir vasıta…

“AYNA TUTAN BİR KADIN”

Üstad Necib Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu, “fikirden süzülme şiir” anlayışına sahib şairlerdir. Tezatsız İslâmî bir dünya görüşünün mimarlarıdır. Onların fikirlerini izlerken, elbette fikirden süzülen şiirlerinin ehemmiyeti de ortaya çıkıyor. Üstad’ın “Çile” isimli eserinde, “Kadın” başlıklı bölümde, üç tanesi beyit olmak üzere toplam 10 şiir vardır.  Bunların içinde en çarpıcı şiiri kuşkusuz “Kadın” isimli şiiridir, 1983 yılında kaleme alınmıştır:

“Kalıp değil bir fikir…

Elmas sorguçlu fakir;

Açıkta sırrı bâkir;

Kadın…

 

Çölde kaçan bir serap;

Yönü kementli mihrap…

Madeni som ıstırap;

Kadın…

 

Dipsiz hasrete tuzak;

En yakınken en uzak…

Tadı zehrinde erzak;

Kadın…

 

Bir işaret, bir misâl;

Ayrılık remzi visâl…

Allah’a yol bir timsal;

Kadın…”

Şiirde geçen “fikir, fakir, bâkir, serap, mihrap, ıstırap, tuzak, uzak, erzak, misâl, visâl, timsâl” kelimeleri, Üstad’ın düşüncesinde “kadın”ın mücerret mânâsını ortaya koyan en açık ifadelerdir diyebiliriz. Hem kadını mücerretlere dalma istidadıyla “özlenen”, hem “tuzak” olarak hem de yakınındeyken bile “uzak” olarak niteleyen, “sırrı” açık olan, ama “bakir” yani henüz bilinmeyen olarak işaretleyen, kadına “visal”in, kavuşmanın, ayrılık remzi olduğuna işaret eden, Allah’a yol veren, ona ulaştıran bir “timsal” olduğunu vurgulayan, mânâsı gayet açık görünen bu şiir, aslında onun “kadın”la ilgili görüşünün de hülasası, özüdür.

Şiirin sonunda geçen “Allah’a yol bir timsâl” ifadesi, Necip Fazıl’ın kadını Allah’a varmada bir remz olarak gördüğünü, tasavvufî bir mahiyeti olduğunu gösterir.

Bir diğer “Kadın” Noktalaması: “Bir ufuk ki, ne Mecnun varabildi, ne Ferhad / Bir ufuk ki, ilâhi sırrı bekleyen serhad…” Ne Mecnun’un ne Ferhad’ın, ne de gelmiş geçmiş cümle âşıkların varamadığı “ufuk”… Bu “ufuk”, Çile’deki “Ufuk bir tilkidir kaçak ve kurnaz” dizelerini ve yine Salih Mirzabeyoğlu’nun Tilki Günlüğü eserinin alt başlığı olan “Ufuk ile Hafiye”yi hatırlatıyor. Salih Mirzabeyoğlu’nun, (Üstad’ın, “bir takdim yazım olacak bütün hüviyetinle görüneceksin” dediği), takdim yazısını arayış süreci, hüviyetini arayış süreci, nihayet “ben kimim?” sualinin cevabını arayış sürecidir Tilki Günlüğü… Kadının “ufuk”, “ilahi sırrı bekleyen serhad” olarak nitelenişi ve Tilki Günlüğü’nün “ben kimim?” muhtevası ile düşününce buradaki “kadın” remzinin hangi mânâlara kadar uzandığını anlayabiliriz.

“Kadından kendisinde olmayanı isteriz / hasret yerinde kalır ve biz çekip gideriz…” dizeleri ise kitabın “Kadın” bölümündeki son dizelerdir. Ki, bizim bu çalışma boyunca anlattıklarımız da, işte bu şiirin şerhi sadedindedir diyebiliriz.

“Hasret yerinde kalır ve biz çekip gideriz” mısrasında “hasret” kelimesi anahtar bir rol oynuyor. Hasret kadına duyulan bir hasret değildir burada. O sadece bu “hasret”in bir suretidir, bir remzidir. Hasret “ruhun asıl vatanına” duyduğu “hasret”tir ve “kadın-aşk”, insana o “hasreti” hatırlatan, ona cezbeden, ona davet eden bir vesile. Ruhun vatanı nedir, asıl vatanı nerededir?

Mealen, “Allah âlemi insan, insanı da kendi marifetine ulaşması için kendine halife olarak yarattı” ölçüsünü hatırlatıcı bir noktadan bakarsak, (mealen) “Allah ona ruhundan üfledi” ölçüsüyle birlikte, insanın yapıp etmeleri boyunca, nefsinin bu dünyaya sarılırken, ruhunun bedene hapsedilmiş gibi ızdırap çekmesini, asıl vatanına duyduğu hasreti, herhalde anlayabiliriz. Elbette Büyük Doğu’yu okuyanlar bu anlayışı zaten “zevken idrak” etmek gerektiğini bilirler.

Bu anlamda, Muhyiddini Arabi hazretlerine müracaat edilebilir. Onun görüşleri, Üstad’ın şiirindeki “hasret”e dair “zamanüstü hakikat” boyutundan bize bir ipucu verecektir.

Muhyiddini Arabi hazretleri şöyle der mealen: Erkeğin kadına muhabbeti, kadının “nefs”i temsil etmesine nazaran, “kendi nefsine” muhabbetidir. Erkek kadında münfail sıfatta hakkı görür. Kadının erkeğe muhabbeti ise “vatan hasreti” misalindedir. Kadın, erkekte “fail” sıfatta hakkı görür ve kendine nazar edişinde de “münfail” sıfatta hakkı görür.

Fail: Faal, etkin, işleyen, yapan, etken. Münfail: Pasif, etkileri alıcı durumda olan, edilgen.

Yani “ben”in kendine muhabbeti? “Kendini bilen Rabbini bildi” ölçüsü. Kadını bilen, kadının aynasında kendini bilen, “vatan hasretinde” kendini bulan…

Salih Mirzbeyoğlu’nun şiirlerini topladığı “Kayan Yıldız Sırrı” isimli eserinde “Kadın” başlıklı levhada 11 tane şiir vardır. 1985 tarihli “Kadın” isimli şiirinde, Allah Resûlü’nün “Bana üç şey sevdirildi…” mealindeki hadisine de atıf vardır:

“Püskül püskül çözülmüş ne dağınık düşüncen

Bir suret binbir mânâ peşinde sabahladın

Odur seni cezbeden astarından yüzünden

Endâm bürünmüş zaman ayna tutan bir kadın

 

Ebed buğusu koku Resûle sevdirilmiş

Visâl sırrına misâl ibda sırrına eriş

Ne girift bir bilmece bu ve ne kolay bir didiş

– “Sensin benim vatanım bende misâl vatanın!”

 

“Fikir varlığın aynası” der Mirzabeyoğlu ve şiirinde “ayna tutan bir kadın” tabirini kullanıyor. Böylece ikinci anahtar kelimemiz de ortaya çıkıyor: “Ayna”…

Kadın aynadır hakikate veya kadını fikir olarak okursak; fikir aynadır hakikate…

“Hasret” ve “Ayna”; bu iki sembol, “kadın bende bir fikir” diyen Üstad Necip Fazıl’ın, “Aynadaki Yalan” romanının önüne getiriyor bizi.

Üstad Necip Fazıl’ın “Aynadaki Yalan”da tasvir ettiği üç kadın vardır: Solcu Mine, Sosyete Belma ve Köylü kızı Hatçe… Hali hazırda bu üç kadın tipini günümüze uyarladığımızda hemen karşılıklarını bulabiliriz. Bir farkla ki, misal solcu kız Mine, sadece “solcu” cenahta değil, İslâmcı cenahta da görülebilir bir tip olmuştur. Belma da aynı şekilde. Hatçe’ye gelince, onu ne solcu, ne İslâmcı kesimde arayıp bulmak çok zordur. O halde bu romanda ideal kadın Hatçe’dir, Naci’nin hasreti Hatçe’yedir, diyebilir miyiz? Roman kahramanı Naci’nin Hatçe’yi kavuşamadan kaybetmesi, ruhunun kıvranışları arasında bulduğunu sandığı “hakikatin” Hatçe olmadığını söyleyebiliriz. Onun sadece bir “vesile” olduğunu, Hatçe’nin tuttuğu “aynada” kendini-nefsini görüp bilmesi gerektiğini (“ayna tutan bir kadın”) ve erkeğin kadında bulduğunu sandığı “aşk”ın, aşk-ı ilahinin bir sureti olduğunu…

Böylece Üstad’ın, “Aynadaki Yalan” isimli romanında, Üstad’ın “KADIN”ı bir fikir olarak değerlendirmesinin bütün teferruatlarını görebiliriz. Divan Edebiyatı’nda “sembol” olarak kullanılan “kadın” remzinin, İslâm tasavvuf ve tefekküründe de bu minvalde yeri vardır. Ancak Üstad’ın sadece bunun ifadecisi olarak kalmadığını, onun bu “tecrübeyi”, Leyla ve Mecnun’dan bu yana, ilk defa çağımızın diline tercüme ettiğini de söyleyebiliriz. Yani “Leyladan geçip Mevlayı bulma”nın, “Leyla ve Mecnun” misalinin, Aynadaki Yalan’da günümüze tercüme-i hâlini buluruz. Biz Leyla ile Mecnun’u bir masal gibi dinleriz, o yaşanandan bize kalan bir “hayâldir”. Aynadaki Yalan’da bir adamın kadındaki “arayışını” okuruz; bu adam bugün yaşamaktadır, bu kadınlar bugün hayattadır… Kısaca bu çağın insanına bu roman “kadın” meselesi üzerinden bir “tercüme-i hal” verir diyebiliriz.

SON SÖZ YERİNE

Büyük Doğu-İbda her meselede, muhatabını hakikati arayış serüvenine davet ediyor. Her meselede “derinleşmeye”… Bu mânâda, her ne kadar bütün bir Büyük Doğu-İbda külliyatına nüfuz edici bir değerlendirme yapamamış olsak da, en azından “tanıtıcı” ve “muhtevaya işaret edici” olmaya çalıştık.

İBDA Mimarı insanı “tesir edici eser” olarak tarif eder. Bu çerçevede düşündüğümüzde, “insan”da kadın ve erkek keyfiyetlerinin yerine göre tezahür edişine dair bir açılım daha elde ederiz: İnsan “tesir eden” olarak faaldir; bu durumda erkek keyfiyeti tezahür eder; “Eser” olarak münfaildir, tesir alan ve etkilenendir; bu durumda kadın keyfiyeti tezahür eder. Tüm bu “tesir edici eser” temposunda İNSAN, kadın ve erkek keyfiyetinin tezahür mahallidir diyebiliriz.

Son sözümüzü de yine Salih Mirzabeyoğlu’nun, üzerinde ayrıca durulup tetkik edilmesi gereken “İnsan-Erkek ve Kadın” eserinden vereceğiz:

“Âdem Peygamber, ilk İNSAN ve ilk ERKEK… Eğer O’nun nefsinden–O’ndan olan HAVVA anamız yaratılmasaydı, “erkek” olan nitelemesi olmayacak, hâli neyse o bir varlık olacaktı. O’nun “erkek” olarak nitelenmesi ve vasıflanması, zıddı olan dişiye göredir; dişinin vasıflanması da, zıddı olan erkeğe göre. Buna göre Âdem Peygamber, ilk yaratılan insan olarak, İNSAN, hem erkek ve hem de dişinin temsilcisidir. Her varlıkta madde ve mânâ olarak kendine mahsus bir erkeklik ve dişilik olduğunu, ilk insan örneğinde görüyoruz. BİR ERKEK VE BİR KADIN isimli eserimizde işlediğimiz üzere, ERKEK, yalnız cinsiyete mahsus bir mânâ değildir; KADIN da. Buna göre İNSANÎ HAKİKAT-İNSAN HAKİKATİ, erkek ve kadının kendi özellikleri içinde olmaları gereken, ne erkek ne de dişi, yahut hem erkek ve hem dişi bir hakikattir. O, hep bir “olunması gereken”dir; ve varoluşumuz boyunca görülecek olan.” (45)

Dipnotlar

1- Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 5. Basım Büyük Doğu Yay., İstanbul 1986, s. 239

2- Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 5. Basım Büyük Doğu Yay., İstanbul 1986, s. 125

3- Bkz. Salih Mirzabeyoğlu, Madde Nedir – Maddenin Kritiği- İbda Yay., İstanbul

4- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan-Erkek ve Kadın, İbda Yay., İstanbul 2008, s. 22-23

5- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği-Kurtuluş Yolu, İbda Yayınları, 3 Basım, İstanbul 1995, s. 73

6- Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazılla Başbaşa – İntibâ ve İlhâm, İbda Yayınları, İstanbul 2. Basım,  s. 119

7- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan-Erkek ve Kadın, İbda Yayınları, İstanbul 2008, s. 9

8- Bu bölümü kaleme alırken, 2003 yılında “Akademyaya Doğru” internet dergisinde kaleme aldığım “Batı Felsefesi’nden İslâm Tasavvufuna: Erkek Üzerine Müesses Fikir; Kadın Üzerine Müesses Hayat” isimli makalemden yararlandım.

9- Genevieve Lloyd, Erkek Akıl, Ayrıntı Yay., İstanbul, s. 8

10- A.g.e. s. 60

11- Erkek Akıl, s. 33

12- A.g.e., s. 46

13- A.g.e., s. 84

14- A.g.e., s. 92

15- A.g.e., s. 96

16- A.g.e., s. 62

17- A.g.e., s. 111

18- Maritt Rullman, Kadın Filozoflar, Kabalcı Yay., İstanbul 1998, s. 176

19- Erich Fromm, Sevme Sanatı, Payel Yay., İstanbul, s. 40

20- Carl Gustav Jung, Feminen-Dişilliğin Farklı Yüzleri, ter. Tuğrul Veli Soylu, Pinhan Yay., İstanbul 2015, s. 34

21- A.g.e., s. 53

22- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan-Erkek ve Kadın, İbda Yayınları, İstanbul 2008, s. 139

23- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan-Büyük Doğu-İbda, 1. Cild, İbda Yay., İstanbul 2009, s.155, 156

24- Futuhat-ı Mekkiye’den aktaran; Süleyman Uludağ, Sufi Gözüyle Kadın, İnsan Yay., İstanbul 1992, s. 63

25- A.g.e., s. 63

26- A.g.e., s. 67

27- A.g.e., s. 63-68

28- İnsan-Erkek ve Kadın, s. 28-29

29- Mevlana, Mesnevi, 1. Cilt, M.E.B. Yay., Ankara 1985, s. 157

30- Sufi Gözüyle Kadın, s. 46

31- A.g.e., s. 47

32- A.g.e., s. 48

33- İnsan, 30-31

34- Annemarie Schimmel, Ruhum Bir Kadındır, ter. Ömer Enis Akbulut, İz Yay., İstanbul 1995, s. 22

35- Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü-Ufuk ile Hafiye-, Cilt 1, İBDA Yay., İstanbul 1991, s. 254

36- Ruhum Bir Kadındır, s. 28

37- Bu metin 2009 yılında kaleme aldığımız bir makaleden alınmıştır: Gülçin Şenel, “İnsanlık Halleri-Kadınlık ve Erkeklik Ritimleri”, İlma Dergisi, sayı: 4, İstanbul 2009, s. 118.

38- Michael Harner, Şaman’ın Yolu, Butik Basın Yayın, İstanbul 2008, s. 54

39- Goeffrey Parrinder, Dünya Dillerinde Cinsel Ahlâk, Say Yayınları, İstanbul 2009, s. 122

40- Salih Mirzabeyoğlu, Adımlar /-1984′den 1996′ya-, İBDA Yay., İstanbul 1997, s. 130-184

41- Zaman Gazetesi, Söyleşi, Ocak 2000.

42- Salih Mirzabeyoğlu, Damlaya Damlaya-Yılanlı Kuyudan Notlar-, 2 Basım, İBDA Yay., İstanbul 1997, s. 128

43- A.g.e., s. 129

44- Psikanalist Karen Horney, Freud’un başlıca teorilerine karşı çıkmasıyla tanınır. Cinsiyetler arasındaki farkların biyolojik değil, toplumsal/kültürel olduğunu öne sürer. Eğer ortada bir “kıskançlık” varsa, bunun kadının kendi içinde eserini büyütmesi sebebiyle, erkeğin kadınlığı kıskanması olduğunun altını çizer.

45- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan-Büyük Doğu-İbda, 1. Cild, İbda Yay., İstanbul 2009, s.155, 156

1 Yorum

  1. evet, özlem zengin emsali kadınların mevkilerine bakınız, bir de gülçin hanım ablamızın. aynı mukayese diğer yazarlar içinde geçerli. sokak köpeklerinin avukatı, neyse. allahsız feminist, neyse. neyse! her neyse’nin sonu fikirsiz kadın ve erkek.
    fikirle kadın ve erkek. neyse…

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!