A) İÇTİHAD VE MEZHEBLERE GENEL BAKIŞ
1) İçtihad ve Mezheblerin Tarifleri
Lûgatta; çaba göstermek, bütün gücünü kullanmak, ısrarlı olmak, zahmet çekmek anlamında “cehd” kökünden türeyen içtihad, bir konuda elden gelen çabayı sarfetmek, bir şeyi elde edebilmek için olanca gücü harcamak demektir. Aynı kökten türeyen “cihâd” ve “mücâhede” kelimeleri, mahiyetleri farklı olsa da “çaba sarfetmek” ortak anlamında içtihad kavramıyla örtüşür. Kur’an-ı Kerim’de içtihad kelimesi geçmeyip bazı âyetlerde “cehd” ve “cühd” ifadeleri yer alır. Hadislerde ise içtihad, “kadı ve yöneticinin doğru hükme ulaşmak için elinden gelen gayreti göstermesi” mânâsında kullanılmıştır. Son kullanım ise fıkıh literatüründe kazandığı anlamdır ki, buradaki içtihadın ıstılah mânâsı başlangıç teşkil eder. Bu noktada içtihadın birçok tarifi yapılmıştır. Nitekim ekol ve fakihlerin farklı bakışları neticesinde içtihada yüklenen mânâlarda da genişleme olmuştur. İçtihadda en çok kullanılan metod kıyas olmakla birlikte, re’y, istidlâl, istinbat gibi kavramlar da içtihad bahsinde en çok kullanılan ıstılahlardır. Kısaca içtihad, nassların lafız, mânâ ve şuurlu boşluklarında gizli şer’î-amelî ahkâmı ortaya çıkarmaya yönelik beşerî çabayı ifade eder. Bu çabayı gösteren kimseye müctehid, hakkında içtihad edilen konuya da müctehedün fîh denilir. [1]
Lûgatta “gitmek” anlamındaki zehâb kökünden hem masdar hem de “gidecek yer ve yol” mânâsında mekân ismi olan “mezheb” kelimesi, ıstılah olarak “dinin aslî veya ferî hükümlerinin dayandığı delilleri bulmakta ve bunlardan hüküm çıkarıp yorumlamakta otorite sayılan âlimlerin ortaya koyduğu görüşlerin tamamı veya belirledikleri sistem” olarak belirtilebilir. Aslî hüküm, dinin inanç esaslarına; ferî hüküm ise ibadetler ile insanlar arası münasebetlere atıf yapmaktadır. Bu noktada imân esaslarını konu edinen mezhebler itikadî, diğerleri de fıkhî mezhebler olarak adlandırılır. [2]
2) İçtihad ve Mezheblerin Doğuşu
Peygamber Efendimiz’e (s.a.v), yüce Allah tarafından Kur’ân-ı Kerim indirilmiş ve hadisleri de ilahî emirlerle ortaya çıkmıştır. Gerek Kur’ân-ı Kerim gerekse de hadisler Peygamberimiz tarafından açıklanmaktaydı. Lâkin Peygamberimizin vefatı üzerine ashabı, O’ndan aldıkları ilmi, düşünce ve tefekkür sahalarında genişlettiler. Bu genişletme işlemi bir süre sonra “Ehli Rey” ile “Ehli Hadis” ayrımının vuku bulmasına neden oldu. Bu durumun neticesinde dört büyük mezheb hicri ikinci ve üçüncü asırda kurulmaya başladı. [3]
Mezheblerin ortaya çıkmasına dair bir başka realite ise şöyledir: İslâm’ın inanç esasları, ibadetleri ve sosyal hayatla ilgili kuralları vahiy ile ortaya konulmuş, Resûl-i Ekrem’in sözlü ve fiilî sünnetiyle hayata aktarılmış olmakla birlikte, bu modelin değişik telakkideki çevreler ve farklı kültürlere sahib kesimler tarafından anlaşılması ve yorumlanması mezheb realitesini meydana getirmiştir.
İslâm’ın bir ilahî yönü, bir de insanların anladığı ve uyguladığı yönü vardır ki mezheb ikinci alana girmektedir. O hâlde mezheb, bir veya birkaç meselede kendine has bir anlayış geliştirip başkalarına muhalefet eden kimsenin oluşturduğu basit bir vakıa olmayıp, İslâm’ı benimseyen bir zümrenin bütün fikir ve amel tarzları ile örf, âdet ve geleneklerinin bütününü ifade eder. [4]
Mezheblerin ortaya çıkış sebebleri; nassların özelliği, kader problemi, siyasî sebebler, kabile asabiyeti, sosyokültürel meseleler gibi maddeler, mezheblerin ortaya çıkmasına sebeb olan durumlardır. Bunlardan bazıları kısaca şöyledir:
a) Nassların özelliği: İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’ân ve Sünnet’te zarûriyyât-ı dîniyye denilen ana ilkeler genel hatlarıyla anlaşılır olmakla birlikte bunların teferruatıyla ilgili hususlar nasslarda açık olarak verilmemiştir. Kur’ân-ı Kerim’de âyetlerin muhkem ve müteşâbih kısımlarına ayrıldığı, müteşabihlerin ise ancak ilimde derinleşmiş kimselerce anlaşılabileceği düşünülmüştür. [5]
b) Sosyokültürel sebebler: Hazret-i Peygamber (s.a.v) döneminden itibaren yayılmaya başlayan İslâmiyet, Yahudiler, Mecusiler ve Hıristiyanlar arasında da yayılmaya başlamış, lâkin İslâm’ı benimseyen bu zümrelerce İslâm’ın inanç ve esasları, kendilerinin sahib oldukları eski inanç ve gelenekleriyle yoğrulmaya başlanarak bazı fırkaların oluşmasına neden olunmuştur. [6]
Bunlarla birlikte ihtilâflarla bağlantılı olarak mezheblerin tarihçesini iki başlık altında toplamak mümkündür. Bunlar: Siyasî Mezhebler ve İtikadî Mezheblerdir.
Siyasî mezhebler başlığı altında Şia ile Haricilik gösterilebilir. Bu her iki mezheb, Hazret-i Ali (r.a) etrafında şekillenen mezheblerdir. Haricilik; Hazret-i Muaviye ile Hazret-i Ali arasında gerçekleşen Sıffın olayında “hüküm yalnızca Allah’ındır” sözleriyle bu savaşın sonuçlanması için hakemlere başvurmanın uygun olmadığını düşünerek kendilerine başka bir imam belirleyip mezheblerini kurmuşlardır. Şia ise Hazret-i Hüseyin’in Kerbelâ’da şehid olması hâdisesine dayanmaktadır. Ve bunun gibi birçok siyasî mezhebler söz konusudur ki burada bu kadar anlatmak yeterli olacaktır.
İtikadî mezhebler başlığı altında ise Havâric, Şia, Mürcie, Mu’tezile, Cehmiye, son dönemlerde ortaya çıkan Vehhâbiye ve Kâdiyâniyye gibi mezhebler sıralanabilir.
B) BOZUK VE FASIK İÇTİHADLARIN/MEZHEBLERİN ORTAYA ÇIKIŞI VE GÜNÜMÜZE KADARKİ SÜREÇ
Aslında hak olan içtihadlar ve mezhebler arasında sonradan ortaya çıkan bozulmalar, ümmet arasında meydana gelen ihtilaflar ile zuhur etmiştir. Bu ihtilaflarda siyasî ve sosyokültürel faktörler önemli yer tutmaktadır.
Genel olarak baktığımızda ümmet arasındaki ihtilaf, Hazret-i Osman (r.a) döneminde belirginleşmeye başlamış ve Hazret-i Ali ile Hazret-i Muaviye arasında zuhur eden hâdise nedeniyle bir daha kapatılmamak üzere açılmıştır. Lâkin bu ihtilafı meydana getiren durum sadece kuru bir fikir ayrılığı değil, bunun ötesinde Üstad Necib Fazıl’ın deyimiyle “kabuk tutan vecd” tabirinin çerçevelediği durumdu. Bunun mânâsı, Allah Resûlü’nün dönemindeki teslimiyetin, dünyayı terkedişin terkedilmiş olmasıydı. Bu terkedişlerin yerini ise -yine Üstad Necib Fazıl’ın ifadesiyle- “yavan aklın ve satıhçı mantığın” almış olmasıydı.
Cemel Vak’ası ise herhangi bir imân ve itikad meselesi etrafındaki farklılıktan zuhur etmemiş, sırf siyasî ve idarî görüş farklılığı nedeniyle meydana gelmiştir. Fakat sonraki dönemlerde bu siyasî farklılık itikadî farklılığın doğmasına neden olacak ve “Sahabi nedir ve ne demektir?” hikmetini anlamayan bir zümre ortaya çıkacaktır. [7] Sıffin ve Hakem olayları ise içtihad ayrılıklarının daha da körüklendiği, hattâ Haricilerin Sıffin olayını kendi doğuşları olarak kabul ettiği ve kendi mezheblerini ortaya çıkaran tarihî bir başlangıç olarak gördükleri bir hâdise olacaktır. Hazret-i Ali’nin (r.a) şehid düşmesi bahsinde Üstad Necib Fazıl’ın değerlendirmesi şöyledir: “Artık vecd ve aşk uçmuş ve –kıyamete kadar tek taşı düşmez nur sütunu, arada bir fışkırmak üzere sığ cemiyet planından fert derinliklerine doğru çekile dursun- yerini, haşin nefsâniyet emrinde kaba akıl almaya başlamıştır.” [8] Sadece bununla kalmamış, “Hakkın vecdi” gölgelenirken, “bâtılın vecdi” de yayılmaya başlamıştır. Ve bu dönem itibariyle yapılan içtihadlara öz nefisler müdahil olmuştur.
Bu duruma destek veren milletin ise Yahudiler olarak karşımıza çıktığı ve bunun en büyük timsallerinden birinin de İbn Sebe olduğu Üstad Necib Fazıl tarafından gösterilmiştir. Buna açık bir misâl; Hazret-i Ali’nin, Hazret-i Peygamber’in vasiyetine sahib olduğunu ve halifeliğin de sadece ona düştüğünü ifade etmesi yahut Hazret-i İsa’nın tekrar dünyaya dönmesi gibi Allah Resûlü’nün (s.a.v) de tekrar döneceğine dair “Seni döneceğin yere döndüreceğiz” [9] âyeti kerimesinin bu yalana ortak edilmesi gibi. Bunun haricinde din ve tarih âlimi olan Ahmet Cevdet Paşa, Hazret-i Ömer (r.a) döneminde rütbe ve makama yâni nefsanî olana saygı gösterilmeye başlandığını ve bu şekilde İslâm’da yeni bir “bid’atın-uydurma yeniliklerin” [10] meydana geldiğini dile getirmektedir.
Ve Hazret-i Muaviye’nin şu sözü: “Ne Ebubekir dünyayı istedi, ne de dünya onu… Dünya Ömer’e yöneldi ama, Ömer onu kovdu. Osman’a dünyadan bir parçacık bulaştı. Bizse büsbütün dünyaya bulaştık.” [11] Ve Hazret-i Aişe’nin İslâm Peygamberi’nin şeriatının eskitildiğine dair sözü: “İşte gömleği ve kılları!.. Onlar eskimedi, fakat şeriatı eskitildi!” [12]
Osmanlı’nın son dönemlerine doğru ilerlediğimizde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemlerine geldiğimizde ise birçok hâdise arasından sadece “İctihad Dergisi”nden bahsetmek, günümüze yakın bir tarihte ortaya çıkan sapık ve bozuk içtihadların dur durak bilmeksizin devam etmekte olduğunu göstermeye yeterli olacaktır. Ve “İctihad Dergisi” adı altında yayınlamış yazılara bakmak ve yapılmış olan birtakım teşebbüslere odaklanmak, dönemin genel mahiyeti hakkında bize bilgi vermeye kâfi olacaktır.
İctihad Dergisi, Abdullah Cevdet ile bütünleşmiş bir dergidir. Lâkin buna rağmen ilk kurucusu değildir. Derginin her devresinde hâkim vasfı ve değişmez prensibleri Batıcılık ve Batılılaşma doğrultusundadır. Bu nedenle birçok pozitivistler ve İslâm aleyhtarlığı yapan birçok isim bu derginin yazar kadrosunda bulunmaktadır. Bunlar; Gustave Le Bon, Jean-Marie Guyau, Reinhart Pieter Anne Dozy gibi isimlerdir.
Derginin ortak bir tezi olmamasına rağmen, genel olarak din ve özel olarak İslâmiyet’e cebhe alan bir tutumunun olduğu söylenebilir. Savundukları görüşleri arasında; kadın hakları, tesettürün kaldırılması, medreseye karşı Avrupai eğitim, Batı tarzında aile gibi konular yer almaktadır. Bu konuların da ötesinde İslâmiyet’te sosyal ve beşeri alanda yenileştirme ve değiştirmelerin yapılması gerektiğine dair fikirler de otaya atılmakta ve takib eden yıllarda şübhe ve tereddütlerin oluşmasına zemin hazırlayıcı fikirlerin ortaya atılması, hâttâ deist düşüncenin savunulması söz konusu olmaktadır.
Kılıçzâde Hakkı’nın kaleminden çıkan “Pek Uyanık Bir Uyku” adlı yazı o günkü Batıcılığın tam bir programını verir niteliktedir. “İctihad’ın Mihver-i Müdir Fikirleri” başlıklı yazıda ise derginin geniş plandaki hedefleri dile getirilmekte ve 15 Mayıs 1932 tarihinde yazılmış olan son yazıları ise derginin bütün yayın hayatının felsefesi ve kanun metni olma niteliğindedir. Bu maddelerden biri şöyledir; “Kâinatı kendi keyfine göre idare eden ecel ü â’lâ bir zâta itikâd büyük bir safdillik göstermekle kalmaz, aynı zamanda tedavi kabul etmez bir mantıksızlığa sevkederek insan ruhunun hüznengiz bir surette küçülmesini de müeddi olur.” Bu ifadeler İslâmiyet’i hedef almakta, hâttâ Hazret-i Peygamber’in (s.a.v) “din akıldır, aklı olmayanın dini yoktur” sözünden yola çıkarak İslâmiyet’in güya hurafesiz ve saf hâli olarak Bahâîlik savunulmaktadır. Oysaki İslâm âlimleri tarafından Bâhaîliğin İslâmiyet ile hiçbir alâkasının olmadığına dair hüküm verilmiştir. Bu dergi etrafında yazılmış bozuk ve fasık bir başka içtihad örneği ise (!) şöyledir: “Bugünün peygamberi Mustafa Kemal’dir, bu medenî ve asrî peygamber bir nübüvvet-i akliye ile geliyor.” [13]
C) İÇTİHAD BAHSİNDE ELZEM ŞARTLAR
İçtihad Hangi Durumlarda ve Kimler Tarafından Yapılır?
“İslâm Ansiklopedisi”nde vurgulanan şudur: Bir düşünce hareketinin yahut siyasî bir çıkışın mezheb olabilmesi için İslâm’a mensubiyet, itikadî veya siyasî konularda yoğunlaşma, bu yoğunlaşmanın grublaşmaya dönüşmesi ve orijinal bir metodoloji yahut kendi içinde tutarlılık özelliklerini taşıması gerekir. [14]
Bir kimsenin müçtehid olabilmesi için ise, ahkâma taalluk, âyet ve sünnetleri bilmek, kıyasın şartlarını, inceleyip hüküm çıkarma yollarını, Arabça ilmini, nasih ve mensuhu ve ravilerin hâllerini bilmek gereklidir. İmam Beğavi’ye göre müçtehid olmak için şu beş ilme sahib olmak gereklidir: Aziz ve Celil olan Allah’ın Kitabını bilmek, Efendimizin Sünnet ilmini bilmek, Selef Ulemâsının ittifak ve ihtilaf ettikleri söz ve görüşleri bilmek, Lûgat ilmini bilmek, Kıyas ilmini bilmek. [15] Bunların da ötesinde nefsinin arzu ve isteklerinden sakınan, bid’atlardan kaçınan ve takva zırhıyla korunan, büyük günahlar işlemeyen, küçük günahlarda da ısrar etmeyen kimse şeriatta fetva vermeye layık görülür ve içtihad o kimseye açık olur. [16]
D) SAİD NURSİ’NİN İÇTİHAD KONUSUNDAKİ YORUMU
“Said Nursi Hazretleri bütün ilmi ve takva kemâlî ile mükemmel, dünya gayelerinden çok uzak, kitap, sünnet ashâb, tabiîn ve müçtehid imamlarını en iyi bilen, inceleyen ve onlar gibi yaşamayı gaye edinen bir zât olmasına rağmen, müçtehidlik iddiasında bulunmamış, onları daima ta’zim ve saygı ile yâdeylemiş, onların yollarından başka yol aramamış, fetvalarında ve hayatında onların yol ve görüşlerinden asla ayrılmamayı şiar edinmiştir”. [17] Âlimlik seviyesinde olan böyle bir zâtın müçtehidlik iddiasında bulunmaması, topyekün günümüz insanlarının içtihad edebilme iddialarından geri durmalarına bile yeter bir sebebtir. Lâkin biz yine de Said Nursi’nin içtihad kapısının kapalı olduğuna dair ortaya koymuş olduğu manileri sıralayacağız. Said Nursi’ye göre içtihad kapısı açıktır. Lâkin öyle bir zamandayız ki bu kapıya girmeye altı mani bulunmaktadır.
- Nasıl ki kışın fırtınaların olduğu vakitte dar delikler dahi kapatılır ve tıkatılır. Aynı şekilde gayr-i Müslimlerin adetlerinin hücum ettiği şu vakitte; bid’aların, dine dayanmayan söz ve davranışların çıktığı bu devirde İslamiyet’e yeni kapılar açmak yahut duvarlarına yeni delikler açmak İslamiyet’e bir cinayettir.
- Dinin zaruriyâtı hiçbir zaman değişemez ve bunlara yönelik içtihad hareketlerinde bulunulamaz. Dinin zaruriyâtı; amentüdeki itikât esasları, İslâm’ın şartları ve dinen helâl yahut haram sayılan fillerdir. Bunlar hakkında herhangi bir değişiklik yapılamaz. Buna rağmen günümüzde bu kurallar terk edilmekte ve bu esaslar sarsılmaktadır. Böyle bir durumda yapılması gereken; terke uğramış olan esasları ihya etmek, onları canlandırmak ve uyandırmaktır ve yine böyle bir durumda onları bırakıp yeni içtihadlar yapmak Said Nursi’ye göre hıyanetten başka bir şey değildir.
- Çarşıya gittiğimizde mevsimine göre bir ürün revaç bulmakta; kıymet görmektedir. Bunun gibi her asırda da insanlık sosyal, beşeri alanda bir şeye yönelmekte ve teveccüh etmektedir. Günümüz sosyal ve beşeri hayatına baktığımızda siyaset, dünya hayatının temini, gelecek kaygısı ve maddeci felsefe bu dönemin revaç bulan ürünleridir. Oysaki Selef-i Salihin’in yani İslâm büyüklerinin yaşadığı devirde revaç bulan ürün; Allah’ın razı olduğu ve bizden yapmamızı emrettiği emirleri yerine getirmek, Allah’ın kelâmından hüküm çıkarmak ve Peygamberlik ve Kur’ân ile ebedi saadeti elde etmek gibi durumlardı. İşte böyle bir durumda ve böyle bir zamanda kalb, ruh, zihin ve bütün kuvvetler Rabbinin razı olacağı şeyleri anlamaya yönelmiş; sosyal hayattaki sohbetler dahi Rablerine bakar olmuştu. Sosyal hayatlarının dahi ulvileştiği bu devirdeki insanlar içtihada başladıkları zaman çok kısa bir sürede müçtehid olabilirlerdi. Çünkü Said Nursi’ye göre küçük bir kabiliyet, istidad böyle bir ortamda “nûrûn âlâ nûr” sırrınca müçtehidlik gibi bir makama kısa zamanda çıkabilirdi. Oysaki şu zamanda Said Nursi’ye göre zihin felsefede boğulmuş, akıl siyasete dalmış, kalb dünya hayatında sersemlemiş ve bu nedenle de kabiliyetler içtihaddan uzaklaşmıştır.
- Her cisim kendi içinde bir gelişme, olgunlaşma gösterir. Olgunlaşma cismin dâhilinde gerçekleşir; dışında gerçekleşen olay olgunlaşma değil; cismin vücudunu yırtan bir tahribattır. Yani bir meyvenin içinde olgunlaşma olmadan dışında bir genleşme meydana gelirse bu kabuğun kırılmasına ve içinin ise olgunlaşamamasına neden olur. Bu misalde olduğu gibi Selef-i Salihin’in yapmış olduğu içtihad İslâm dairesi içinde yapılan bir içtihaddır; bu da olgunlaşma, kemâl ve tekemmüldür. Oysaki her yönü ile dünyevileşmiş olan bu asırdaki insanın içtihadı hem İslamiyet’i tahribtir hem de kendini dinden ayırmak demektir.
- Said Nursi Hazretleri şu zamanda yapılan içtihadların dünyevi olduğuna ve semavî olmadığına dair üç nokta beyan eder.
- Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. İllet için vücûd gerekir. Oysaki hikmetin vücuda gelmesine lüzum yoktur. Yani seferdeyken kılınan namaz kısaltılır ve iki rekât kılınır. Burada illet seferdir; hikmet ise meşakkattir. Yolculuk esnasında meşakkat olmayabilir ama bu durum seferi olmamızı değiştirmez ve yine iki rekât kılmaya devam edilir. Oysaki yüz meşakkat bulunsa ve sefer bulunmazsa yani illet olmazsa namaz hiçbir şekilde kısaltılamaz. İşte bu tanımda olduğu gibi günümüz nazarı illete göre değil hikmete göre hareket etmekte; içtihada çıkar ve menfaat gibi duyguları ekleyerek dünyevi hâle getirip semavîlikten çıkarmaktadır.
- Bu dönemin nazarı dünya saadetine baktığından ruh şeriattan uzaklaşmış ve yabancılaşmıştır.
- “Zaruret haramı helâl derecesine getirir” kaidesinin külli olmaması. Yani içki içen bir adamın kendinde olarak yahut olmayarak birini öldürmesi helâl sayılmaz. Burada içki içen “ben kendimde değildim; hatırlamıyorum; ne yaptığımı bilmiyorum” sözleriyle yapmış olduğu eylemi mübâh, helâl gösteremez. Bunun içtihad ile bağlantısı şu şekildedir; bu dönemin insanları tercih hakkını kötüye kullanmakta, gayri meşru yollara gitmekte ve haramla iştigal etmektedirler. Bu nedenle de yapacakları veya yapmış oldukları içtihadlar da bir o kadar arzîdir, dünyevîdir, hevesîdir, felsefîdir; şer’î olamaz, semavî olamaz.
- Sahâbe döneminde doğru ile yalan arasındaki fark Hazret-i Peygamber (s.a.v) ile Müseylime-i Kezzab arasındaki fark gibiydi. Bu da imân etmiş bir sahabinin yalanı diline almasının çok zor bir durum olacağını göstermektedir. Çünkü yalan Müseylime-i Kezzab’a yakışır bir hareketti. Oysaki günümüzde doğru ile yalan arasındaki uçurum kapatılmış ve birinden diğerine geçmek çok kolay bir hâl almıştır. Said Nursi’nin ifadesiyle “siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor.” O hâlde diyebiliriz ki bu dönemde yapılan içtihadlara güvenilemez. [18]
Asrımızın âliminden dinlediğimiz bu altı mani bize göstermektedir ki günümüzde içtihad kapısı bu devrin insanlarına kapalıdır.
E) BÜYÜK DOĞU
1) Büyük Doğu’da İçtihad ve Mezheblerin Tanımı ve Büyük Doğu’nun Dört Mezhebe Bakışı
Büyük Doğu Mimarı Üstad Necib Fazıl’a göre içtihad; “Dini emirlerden Şeriat Sahibinin muradını anlamaya çalışmak… İşte bu ulvî faaliyetin ismi ictihad’dır.” [19] İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’ndan aldığımız bir diğer tarif ise kelime ve kavram olarak içtihadın “anlayış ve kanaat” olduğu… “Şeriat’ın şube ve kol, dal ve budak, yâni “fer’i” meselelerine âit hükümleri, “usûl”üne uygun olarak Kur’ân ve hadîslerden çıkarmak.” [20]
Yine Üstad için “Müctehid; bütün dinî delillere vakıf, ilmî tahlil ve mukayeseler yapabilecek salâhiyette ve bu salâhiyetini asrının bütün mütefekkirleri kabul etmiş bulunan ve herkesçe müctehidliğine kanaat getirilmiş olan zattır.” [21] Ve nitekim “Her müctehid ilim salâhiyetine dayanarak delilleri göstermek ve bu delillerden hüküm çıkarmak için birtakım ilmî usuller” [22] ortaya koyar ki, bu da o müçtehidin “Fıkıh usûlü” olur. Her müçtehidin yahut fıkıh usûlü ortaya koyabilen her ilim adamının “ilmî vicdanı” olmalıdır. Bu tesbitlerinin peşinden Üstad’ın ifadesiyle, “Herhangi bir hadise hakkında ilmî vicdan ne emrederse müctehid onu izhar etmeye ve yapmaya mecburdur. Bir müctehid başka müctehidin ilmî vicdanına tâbi olamaz. Eğer kendi ictihadına muhalif hareket ederse mes’ul olur. Bunun için müctehidler ilmî vicdanlarından doğan meseleleri yaymış ve aralarında ictihad birliği hasıl olanlar birleşmiş, ictihad salâhiyeti olmayanlar da bunlardan birisini kabul etmek suretiyle hareket etmiştir.”
Üstad Necib Fazıl için mezheb; “’Zehâb – zan ve tahmin’den gelen bu kelime, bellibaşlı bir noktaya giden yolun nerelerden ve nasıl geçtiği ve ne gibi kısımlar ve şekiller çizdiği üzerinde bilgiler ve ölçüler manzumesi demek…” [23] Ve Mezhebler ise müçtehidler döneminde yekpare hükümler olarak ortaya çıkmış değildir. Bilakis daha sonradan verilen hükümler, içtihadlar toplanarak bir küll hâline getirilmiştir.[24] Müçtehidlerin ortaya koymuş oldukları hükümlere bakıldığında hiçbir müçtehid ilahi esasa dayanmaksızın bir hüküm koymuş değildir. Çünkü Necib Fazıl’ın ifade ettiği gibi “din, beşeri bir müessese değildir.” Bir müçtehidin ele alması gereken ilk kaynak, yapması gereken ilk araştırma Allah’ın Kitabı ve hemen ardından Allah Resûlü’nün (s.a.v)’ın hadisleridir. Lâkin bu iki ana kaynakta bulunmayan durumlarda müçtehidlerin yapacağı şey “Ümmetin icmaı”na ve son raddede ise “Fıkıh ehlinin kıyasları”na başvurmaktır. O halde mezhebler aslen bir ayrışma yahut bozulma değil; bilakis vuku bulmuş bir hâdisenin çeşitli vecihleriyle müçtehidler tarafından sağlam deliller ve sağlam kıyas yollarıyla ortaya konulan hükümlerdir. Yine Necib Fazıl’ın bu konu hakkındaki ifadeleri gayet vazıhtır. “… şunu bilelim ki, bu dört mezhep hiçbir bakımdan birbirinin zıddı ve gayri değildir. Aralarındaki farklar, cüz’i ve fer’i amel bahislerine ait olup, herbirinin dayandığı senetlere göre, ayrı ayrı her biri ictihatlarında haklıdır. Dördünün de gayesi, Peygamberler Peygamberinin yolunda, muazzez sahabilerinin ayak izlerine uygun olarak yürümektir. Onun içindir ki, isimleri “Sünnet ve Cemaat Ehli”dir.” [25] “Tekrarda fayda vardır” kaidesince deriz ki, bu mezheblerin birbirlerinin zıddı olması düşünülemez, zira gayeleri bir, yolları bir, esasları bir ve nitekim Necib Fazıl’ın da belirttiği gibi farklılık ferdî ve cüzî olarak kalmakta, temelde herhangi bir farklılık bulunmamaktadır. “Ümmetimin ihtilafı rahmettir” hadisindeki sırra dairdir bu ihtilaf…
2) Büyük Doğu’nun İçtihad Bahsinde Sahâbeye Bakışı
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun naklettiği üzere:
– “Sahabî ne midir? Ümmetin temel yapısı; kalbini, duygu ve düşüncesini peşin olarak O’na bağlayan ve sonra bu bağlanış etrafındaki hakikat dairesi üstünde dilediği gibi akıl atını koşturan -ağzı kantarmalı at- ve artık hiçbir akıl sıkıntısı çekmeyen büyük insan örneği…” [26] Büyük insan örnekleri olarak tarif edilen sahabe, Allah Resûlü’nün “risâlet vazifeleri”nin vârisleri olarak, topluluk ve vazife taksimlerini mükemmelen yerini getirmekteydiler. Bu vazifeler değil günümüzde, sahabeden hemen sonra dahi yekpare olarak bir kişide toplanmamıştır. Bu risâlet vazifeleri:
Birincisi; “İlâhi hükümleri olduğu gibi bildirmek…”
İkincisi; “İlâhi hükümleri insanlara tatlı dil ve ince hikmetlerle kabul ettirmektir.”
Üçüncüsü; “Aynı İlâhî ölçüleri anlayışsızlara ve nasipsize doğrudan doğruya tatbik etmek…” [27]
“İslâmiyetin bütün dünyayı kaplar gibi olduğu hengâmede, bu üç vazife, birincisi “ilim adamları”na, ikincisi “evliya”ya, üçüncüsü de “hâkimler”e intikal etmek suretiyle bölüşüldü.” [28] Sadece bu görevleri yerine getirmeleri nisbetinde bile sahabeye yetişilemeyeceğini ve her şeyin kuru akıl ve bilgi ile yerli yerine oturtulamayacağını bize ispatlamaktadır. Bunun da ötesinde “’Fert Hakikati’ni temsil eden “Gaye İnsan-Ufuk Peygamber”in etrafında her sahabînin tek tek “topluluk hakikati”ni temsil etmesi, her birinde tecelli eden merkezdeki nurun, her birinin mizaç hususiyeti içinde görünmesi; ve her birinin, her birindekinden pay sahibi olarak, şahsında “topluluk hakikati”ni yaşatması ve birbirine nisbetle derecelenmesidir.” [29] İşte sözün kısası odur ki, sahabi fert halinde bile topluluk hakikatini göstermekte idi. Oysaki günümüzdeki topluluklar “topluluk hakikatini” göstermekten uzaktır.
Sahâbenin büyüklüğü bu kadarla bitmiyor her şeyden önce şu bir gerçektir ki, “Her sahabî, Allah Resûlünün bütün vasıflarıyla vasıflanmış ve hem O’na, hem de şahsında tecelli eden hakikate delâlet eder…” [30] Yâni her bir sahabîde Allah Resûlü’nün bir vasfı karşımıza çıkar ki, “O değildir; O’ndandır.”
Bundan da ziyade sahabe dönemindeki “topluluk hakikatinin” muhtevasından bahsetmiştik; buradaki topluluk hakikati “zamanüstü” bir karakter olarak karşımıza çıkar. Nitekim sahabînin yaptığı içtihadlar sadece o dönem dâhilinde kalmamış, İslâm’ın “ana kaynakları” olmuştur… Şöyle der Salih Mirzabeyoğlu: “Sahabî, Allah Resûlü yönünden, O’nun vasıflarını gösteren; temsil ettiği mânâdaki hususiyeti bakımından da, vasıf gösterenden başka ve “muayyen zaman” mânâsına sirayet eder. Bu “muayyen zaman”, hem kronolojik tarih devrini, hem de “topluluk hakikati”nin “zamanüstü” karakterini belirtir. Demek oluyor ki, “topluluk hakikati” topyekûn zaman ve mekân boyunca tecelli eden insan ve toplum meselelerindeki vasıflandırışın sayılı bir asılda temsilidir. İşte bu sayılı asıldaki her ferdin, yani hakikati bizzat Allah Resûlü tarafından bildirilen sahabînin yaptığı “içtihat”, doğrudan doğruya “topluluk hakikati”nin gerçekleşmesi ve “toplulaştırma” işidir. Burada “içtihad”ın “zamanüstü” mânâsı da görülüyor.”[31]
İçtihad bahsi konusunda Büyük Doğu’nun sahâbîye büyük önem verdiği görülmektedir. Zira Büyük Doğu’ya göre; “En büyük veli, en küçük sahabinin atının burnundaki toz bile olamaz!” sözlerinde açık olarak görülmektedir.
3) Büyük Doğu’nun İçtihad ve Mezhebler Bahsinin Medeniyet Kavramı ile Bağlantısı ve Bunun Sonucu Olarak Asrımızda İçtihad Yapılamamasının Sebebleri
“Şeriata aykırı hiçbir hakikat olamaz, çünkü hakikatler Allah’ın tecellisidir.”[32] Bu söz gerek sahabe sonrası ortaya çıkan sapık düşüncelerin gerekse de günümüzde ortaya çıkan kuru felsefi aklın ortaya koyduğu ürünlerin yahut siyasete köle olmuş içtihadların önünde sağlam ve geçilmez bir sur gibidir. Nitekim şeriata uygun olmayan her düşünce sistemi bozuk ve fesaddır. Bu tür fesad ve bozuk düşüncelerin ortaya çıktığı medeniyetler, düşünce sistemleri kadar kördür, donuktur ve temizlenmeyi bekleyen birer mezbeledir. Zira medeniyetlerin ilerlemesi İslâm’a uygunluğu nispetindedir.
Burada kısaca pozitivist mantık anlayışını ortaya koyan Auguste Comte’un medeniyet anlayışına baktığımızda karşımıza ünlü Üç Hâl Yasası” çıkmaktadır. Bu yasaya göre medeniyetin ilerleyebilmesi için üç evre bulunur; teolojik, metafizik ve pozitif evrelerdir. Burada sadece birinci evreyi ele almak yeterli olacaktır. Birinci evrenin genel özelliği, salt soyut aklın hakîm olduğu ve ampirik olmayan güçler ve doğaüstü varlıkların bulunduğu evredir.[33] Yani maddenin hâkim olmadığı ve maddenin ilahlaşmadığı bu birinci evredeki medeniyet Comte’a göre ilerlememiş ve gelişmemiş bir topluluğu ifade eder. Demek ki Comte’a göre bir medeniyetin ilerleyebilmesi için sadece madde elzem bir şarttır. Bununla birlikte hakiki bilgiye varabilmek için de insanın kendi öz varlığını yok sayması gerekli olacaktır. Çünkü Comte’a göre hakiki bilgi ancak pozitivist evrede karşımıza çıkmaktadır. Zira bu evre fiziğin ve mekanik dünyanın evresidir. Ve aynı zamanda kendi kurmuş olduğu sosyal fiziğin alanıdır.[34] Oysaki ruh ve manevi hâller insanı hayvandan ayıran en değerli bir özelliktir. Bu durumda açıkça söyleyebiliriz ki bu medeniyetin savunduğu, övdüğü ve olmak istediği durum esfel-i sâfilîn makamıdır.
Marx’ta ise toplumsal ilerleme ve toplumsal değişmeler için üretim etkinlikleri olmak zorundadır. Tarihî materyalizm anlayışı olan bu düşüncede tarihî anlamda ve medeniyet anlamında ilerlemek demek yemek, içmek ve çok daha fazla üretim yapmak demektir. Hâttâ bu anlayış, medeniyeti oluşturan insana dahî hiçbir değer vermemekte onu köle gibi görmeyi tercih etmektedir. Köle ise zekâ yüklü ve becerikli bir hayvandan başka bir şey değildir, anlayışı bir medeniyetin kuruluş aşaması ve anlayışı olarak karşımıza çıkarmaktadır.[35]
Bu filozofların sistemlerinde savundukları ilerlemeci tarih anlayışı, ilerleme değil bilâkis gerileme işaretidir. Çünkü medeniyetler İslâm’a uygunluğu nispetinde ilerleyebilir. “… Medeniyet ve kültürler arasında hakikatin hakikati açısından değer ölçüsü koyabilmenin ancak ahlâk, ahlâkın bağlı olduğu iman, iman ve ahlâkın hakikatini temsil eden “İslâm”la mümkün olabileceği ortada.”[36] Oysaki günümüz mantığı kendini pozitivizmin haşin kucağına atmakta ve bu atış ile beraber yapılacak olan her türlü içtihad hareketlerinin de yanlış yolda ilerlemesine neden olmaktadır. Ve bize içtihad kapılarını kapamaktadır. Nitekim hakikatlerin değeri, hakikatin hakikati sadece İslâm iledir.
Medeniyetlerin ilerlemesinin İslâm’a uygunluğu nispetinde olduğunu yukarıda ifade ettik. Bunun temellendirmesini İBDA Mimarı’nın “İbda Diyalektiği” eserinde bulabiliriz:
“Zaman ve mekân emrime verilmiştir ve siz bu sırra riayetiniz nisbetinde mekânı döşeyecek ve zamanı işleteceksiniz! Resûl olduğuma inanıyor, fakat memuriyetimi anlayabiliyor musunuz?”[37]
Bu sözler Allah Resûlü’nün “veda haccında” söylediği sözler. Ne demektir zamana ve mekâna memur olmak?
Zaman ve mekân mefhumlarının Allah Resûlü’nün hâkimiyetine verilmiş olması demektir. Bunun idraki ancak ona tâbi olmak ile mümkündür. Allah Resûlü’ne hakiki mânâda tâbi oluşumuz ile bizde mekâna ve zamana hâkim olabilmekteyiz. Yani ona nispetle ve O’nun ile lâkin O’nsuz olmaz. O halde zaman ve mekân algısının insan için geçerli kavramlar olduğu düşünülürse bu kavramlara hâkim olmak O’na teslim olmak ile O’na tabî olmak ile mümkün olacaktır. Peki, bunun içtihad ile bağlantısı nedir? Bu ilişkiye geçmeden önce medeniyetin yahut insanların zamana ve mekâna nasıl hâkim olduğunu misaller ile gösterirsek daha açık bir hâle gelecektir.
“Nur Asrı dört büyük halife devresini takip ederek Emeviler ve Abbasiler çığırında fildişi kaldırımlı ve billûr kubbeli bir medeniyet tablosu pırıldatan İslâm… Eşya ve hadiseleri tam bir tahakküm kıskacı içinde zapteden, bu arada türlü kuru akıl oyunlarına getirilen ve 73 kola bölünen, fakat asla öz cevherleriyle parçalanmayan İslâm… Kendi hesabına göre 15. Asırdaki “Rönesans” davranışına gerekli eski Yunan kaynaklarının tercümelerini Batılı “Hümanist”lere bağışlayan İslâm…”[38]
“Peşinden İlâhi kanun icabı kemâl çizgisinden zevale doğru kayarken saf ve hâlis bir milletin eline geçen ve onun elinde üç asra yakın Viyana kapılarına, delâleti de Çaldıran ovasına ve Nil deltasına kadar kovalayıp, nihayet pörsümeye bırakılmış vecd ve aşkın ağır hesabını vermeye başlayan ve 17, 18, 19, 20. Asırlarda tam bir yıkılış bilançosu halinde buruş buruş pörsütülen ve nihayet son 50 yılda parça parça edilip çöp tenekesine atılan İslâm…”[39]
İşte son 4 asırdır olanlar bizde oldu, devlet ve millet mesuliyetimiz altında meydana geldi ve zaman ve mekân hâkimiyetimiz elden gitti. Bu hâkimiyetin elden gitmesine sebeb olan durumlar; Rönesans ile birlikte Avrupa’da meydana gelen gelişmeler ve bu gelişmelerin dikkate alınmaması; ham yobaz ve kaba softaların ortaya çıkması ile aşk ve vecd devrinin sönmeye başlaması, bu ise ruh hâletinin Batıya doğru kaymasına neden olması ve Abdülhamid döneminde Mason ve Yahudilerin İslâm düşmanlığında kendilerini göstermeleri ve son devrimizin böylelikle meydana gelmesi. Görüldüğü üzere zaman ve mekân mefhumlarına dair memuriyetimizin kaybı aslında İslâmiyet’e dair bağlılığımızın kaybının bir sonucudur. O hâlde bundan sonraki gayemiz İslâmiyet’e karşı liyakâtsiz kalışımızın nedenlerini araştırmak ve bu girift bilmecenin çözümlenmesine çalışmaktır.
Konunun içtihad ile bağlantısı tam da burada zuhur etmektedir. Nitekim İslâmiyet’e karşı hissiz kalmış bir kalp nasıl olur da İslâm namına ahkâm kesmeye kalkışabilir? Nasıl olur da hakikatin sadece akılla bulunabileceğine imân etmiş bir Müslüman(!) Kur’ân-ı Kerim’in derinliklerini ve inceliklerini anlamaya, nüfuz eylemeye kendini vâkıf olarak gösterebilir? Zaman ve mekân memuriyetimizin elimizden gitmesine neden olan yukarıdaki bu birkaç sebeb bize içtihadın kapılarını kapatan sebeblerin de sebebidir. Hattâ bu durum bize sadece içtihad kapısını kapatmamış, bundan fikir hayatımız da nasibini almış ve belki de on parmağı geçmeyen mütefekkirler dahî çıkamamıştır. Salih Mirzabeyoğlu’nun dediği gibi; “Biz “Esfel-i Safilin” dedikleri aşağılıkların en aşağısından yüksekliklerin en yükseğine zıplamak gibi bir memuriyet altındayız! Senin için orta yer yoktur! Ya tepeye zıpla ya olduğun yerde can ver!” [40]
Devrimizin dikkate alması gereken önemli bir hastalığı bulunmaktadır ki, bu hastalık diğer hastalıkların belki de beliriş sebebidir. O da Peygamber Efendimiz’e karşı tutumdur. Bu büyük hastalığı tek kelime ile anlatmak yeterlidir: Peygamberler Peygamberi’nin “peygamberlik tavrının” aklın ötesinde olduğu anlayışının ortadan kalkmış olmasıdır. Oysa, “… Peygamberlik tavrı aklın ötesindedir… Ve insanda onu sevmeye memur vasıta akıl üstü bir şeydir, kalptir; Peygamber sohbeti ise, insanı kalbinden tutup yerden ayağını kesici ve tepe noktasına erdiricidir.”[41] İşte temel prensip budur. Her şey mânâsını aşk, vecd ve üstün sezişten almaktadır. Her şeyin akıldan ibaret olmadığını anlamak ve aklın ötesindeki sırra vâkıf olmak. Bu sırra vâkıf olmamız ile birlikte hakikat yolunun ve sahabînin izinden giderek kurtuluş yolunun bize açılması söz konusudur.
Peygamberlik tavrı aklın ötesinde olduğu gibi imân da aklın ötesindedir. Nitekim “imân tam olduğu zaman ispat yoktur” der İBDA Mimarı. İmân “zevken idraktir” ve imânın hakikatini yaşayan kendinde olan değil; kendinden geçendir. Bunun içtihad ile bağlantısı doğrudan doğruya şudur ki, şeriat namına konuşabilmek için sadece zahiri bilgi yeterli değildir. Zahiri bilginin ötesine geçmek ve bâtinî hallere varabilmek ve bâtinî hallerden kendini yok edebilme safhasına geçebilmek… İşte imânın her türlü mertebeyi aştığı ve ispat gibi kuru aklın takıldığı çengelli yolları aşk ve vecd ile aştığı nokta.
– “Kur’ân’da “Bunda kalp sahibi olan kimse için muhakkak öğüt vardır.” buyurulması, kalbin türlü sureti ve sıfatları kabul ederek bir hâlden bir hâle geçmesi dolayısiyledir. Allah, “Akıl sahibi için” demedi, çünkü akıl bağdır; işi tahdit ile tek bir esasa bağlar. Halbuki hakikat kendi nefsinde böyle bir tahdit ve inhisarı kabul etmez; şu halde Kur’an, akıl çerçevesinde sınırlı bir öğüt kitabı değildir, kalp sahipleri için indirilmiştir.”[42]
Bu sözler, aklın yeterli olmadığına bir delil hükmündedir. Kalp yolu hâldir. Hâl ise akılla değil kalp ile anlaşılır çünkü zevki duyan akıl değil kalptir.
4) Sonuç
– “Büyük Doğu, İslâmiyet’in emir subaylığı… Büyük Doğu, İslâm içinde ne yeni bir mezhep ne de yeni bir içtihad kapısı… Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyet’e yol açma geçidi; ve çoktanberi kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti bu yüzyıl içinde eşya ve hadiselere tatbik etmek işi… Galiba işlerin de en değerli ve pahalısı…”[43]
Yani Büyük Doğu kurtuluş yoludur; nitekim topluluk hakikati de ancak onun ortaya koyduğu sistemle zuhur edecektir. Ve Büyük Doğu’nun amacı ve misyonu ise hakikati aramaktır; hakikati aramak ise O’nun içindir.
Büyük Doğu’nun yaptığı şey özetle şudur: “Sürek avına çıkar gibi bütün madde ve ruh kıymetlerimizi çepeçevre sardığımız, bunların tahlilini, terkibini, nisbetini, mukayesesini yaptığımız ve her şeyi kıymet hükmüne bağladığımız gündür ki kurtuluş şartlarımızı tamamlamış olacağız! Bunun için: Evvelâ Doğuyu ve Batıyı keşfetmek… Kendi kendimizi keşfetmek… Ruhumuzu ve maddemizi keşfetmek… Maden damarlarımızdan önce, duygu ve düşünce damarlarımızı keşfetmek… İman ve inkâr hedeflerimizi keşfetmek… Edebiyatımızı, musikimizi, mimarîmizi keşfetmek… Muaşeret edebimizi, kılığımızı, tavrımızı keşfetmek… Dinimizi, dilimizi, tarihimizi, siyasetimizi keşfetmek…” [44]
Kısaca Büyük Doğu, “Kurtuluş Yolu” olarak, Müslümanların günümüz sapık zihniyetlerinden korunabileceği yegâne sistemdir.
1- H. Yunus Apaydın, İçtihad- İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c21/c210309.pdf, (4 Haziran 2016), s.432.
2- İlyas Üzüm, “Mezhep”, İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c29/c290330.pdf, (4 Haziran 2016), s.526.
3- Mehmed Çağlayan, Mezheplerin Birleştirilmesi ve İçtihad Meselesi, Furkan Yayınları, İstanbul 1982, s.25.
4- İlyas Üzüm, Mezhep- İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c29/c290330.pdf, (4 Haziran 2016), s.526.
5- İlyas Üzüm, “Mezhep”, İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c29/c290330.pdf, (4 Haziran 2016), s.528.
6- İlyas Üzüm, “Mezhep”, İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c29/c290330.pdf, (4 Haziran 2016), s.528.
7- Necib Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları –Arınma Çağında İslâm-, Büyük Doğu Yayınları, 19.Basım, İstanbul 2015, s.53-54.
8- Necib Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları, s.65.
9- Necib Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları, s.19.
10- Necib Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları, s.25.
11- Necib Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları, s.32.
12- Necib Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları, s.45.
13- Nazım H. Polat, “İctihad”, İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c21/c210310.pdf, (4 Haziran 2016), s.446-448. bknz. İctihad dergisine dair bilgiler bu makaleden alınmıştır
14- İlyas Üzüm, Mezhep-İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c29/c290330.pdf, (4 Haziran 2016), s.526.
15- Mehmed Çağlayan, Mezheplerin Birleştirilmesi ve İçtihad Meselesi, Furkan Yayınları, İstanbul 1982, s. 115.
16- Mehmed Çağlayan, Mezheplerin Birleştirilmesi ve İçtihad Meselesi, s.116.
17- Mehmed Çağlayan, Mezheplerin Birleştirilmesi ve İçtihad Meselesi, s.156.
18- Bediüzzaman, İçtihad Risalesi, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2009, s.1-17. Bknz. Altı maddenin tamamı Bediüzzaman’ın eserinden alınmıştır.
19- Necib Fazıl Kısakürek, Dininizi Öğreniniz -Gençler İçin-, Büyük Doğu Yayınları, 4.Basım, İstanbul 2014, s.31.
20- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği –Kurtuluş Yolu-, İBDA Yayınları, 2. Basım, İstanbul 1985, s.72.
21- Necib Fazıl Kısakürek, Dininizi Öğreniniz -Gençler İçin-, s.31.
22- Necib Fazıl, Dininizi Öğreniniz, s.31.
23- Necib Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları s.9.
24- Necib Fazıl Kısakürek, Dininizi Öğreniniz, s.32.
25- Necib Fazıl Kısakürek, Dininizi Öğreniniz, s.45.
26- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği –Kurtuluş Yolu-, s.62.
27- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği –Kurtuluş Yolu-, s.72.
28- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, –Kurtuluş Yolu-, s.73.
29- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, –Kurtuluş Yolu-, s.65.
30- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, –Kurtuluş Yolu-, s.65.
31- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, –Kurtuluş Yolu-, s.66.
32- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, –Kurtuluş Yolu-, s.36.
33- Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 2011, s.906.
34- Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, s.910.
35- Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, s.865.
36- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği –Kurtuluş Yolu-, s.37
37- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, –Kurtuluş Yolu-, s.42.
38- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, –Kurtuluş Yolu-, s.42.
39- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, –Kurtuluş Yolu-, s.43.
40- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, –Kurtuluş Yolu-, s.50.
41- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, –Kurtuluş Yolu-, s.63.
42- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, –Kurtuluş Yolu-, s. 92.
43- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, –Kurtuluş Yolu-, s. 80.
44- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, –Kurtuluş Yolu-, s. 83.
Çok değerli bir makale olmuş. Elçin hanımı tebrik ederim.