Röportaj: ÖMER EMRE AKCEBE
CANER TASLAMAN KİMDİR
Caner Taslaman, ilk, orta ve lise eğitimini doğduğu şehir olan İstanbul’da bitirdi. Kimya mühendisi bir annenin ve doktor bir babanın oğlu olarak küçük yaşlardan itibaren tabiat bilimleri ile ilgilendi. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde üniversite eğitimini tamamladı. Üniversite eğitimi sırasında antropoloji, din sosyolojisi, bilgi sosyolojisi gibi alanlarla ilgilendi. Marmara Üniversitesi Felsefe ve Din Bilimleri bölümünde, Big Bang Teorisi’nin felsefe ve teoloji ile bağlantısı üzerine yaptığı teziyle yüksek lisans, Evrim Teorisi’nin felsefe ve teoloji ile bağlantısı üzerine yaptığı teziyle doktora derecesini kazandı. Daha sonra ise Kuantum Teorisi’nin felsefe ve teoloji ile bağlantısı üzerine yazdığı kitabla doçent oldu. Ayrıca “Küreselleşme Sürecinde Türkiye’deki İslam” çalışmasıyla ikinci doktorasını İstanbul Üniversitesi Siyasi Bilimler Fakultesi’nde tamamladı. İlk olarak Tokyo Üniversitesi’nde, daha sonra Oxford Üniversitesi’nde post-doktora çalışmaları yaptı. Harvard Üniversitesi’nde ve Cambridge Üniversitesi’nde misafir akademisyen olarak bulundu. Son dönemdeki çalışmalarında ve yurtdışında bulunduğu üniversitelerde en çok odaklandığı konu modern bilim-felsefe-din ilişkisi olmuştur. Yıldız Teknik Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde öğretim üyesidir.
***
– Giovanni Papini’nin arka planını doldurduğu hayâlî kahramanı Gog… Gog, anlam arayışı peşinde olan bir kahraman. Bu anlam arayışı esnasında pek çok kimseyi ziyaret ediyor. Bunlardan birisi de Einstein… Ziyaretin başında Einstein ona sorular yöneltiyor: “Siz necisiniz, astronom musunuz, fizikçi misiniz, bilim adamı mısınız, şuradan mısınız, buradan mısınız?” “Değilim,” diyor Gog. Öyle ki Gog, Einstein’ı ziyaret edebilmek için Musevî vakfına yüklüce de bir yardım yapmıştır. “Peki, Benî İsrail’den misiniz?” diye soruyor Einstein. Gog, yine “hayır,” diyor. Peki ama siz kimsiniz dediğindeyse, “ben sadece meraklı birisiyim, bir şey öğrenmek istiyorum, arayış içindeyim,” diye cevablıyor.
Biz de bir şey olarak durmaktan ziyade biraz meraklı birisi olarak sizi ziyaret edelim dedik. Hem kafamızdakileri, hem çevrenin bize dayattığı soruları, aklımıza takılanları yöneltebileceğimiz sizi bulduk ve karşınıza gelip soralım istedik.
Gog esprisinden başladığımıza göre, ilk olarak Gog’un Einstein’a yönelttiği meşhur soruyu biz de size yöneltelim; bilim adına geçen 3000 yıllık serüven, bu uğurda çekilen bunca acı, sıkıntı, çile, baskılar… Şimdi geçmişten bugüne bakacak olursak, zamanın nihaî ânı olan şu ânda bize söyleyebilir misiniz, çözdük mü büyük sırrı? Einstein’dan bu âna kadar geçen zaman zarfını da ekleyecek olursak bilim büyük sırrı çözebildi mi?
– Büyük sır deyince önce neyi kastettiğimize bağlı. Bilimin cevab verebileceklerinin neler olduğuna dair burada belli yönler var, bilimin kendisinin ne olması gerektiğiyle ilgili şeyler var, büyük sır olarak var olan her şeyin bilgisine ulaşmak gibi bir şeyler var. Evvelâ fiziğin içinden başlayacak olursak, fiziğin bütün sırları çözüldü gibi bir iddia sahibi kimse yok. Bilimin içinde çözülmemiş daha birçok sorun var. Örneğin şu ânda fiziğin içinde kuantum teorisi ile izafiyet teoremi uzlaştırılamıyor. Bu fizik açısından büyük bir sorun. Mikroyu çok iyi açıklayan bir teorimiz var. Makroyu da çok iyi açıklayan bir teorimiz var. Doğal beklenti bu ikisinin birbiriyle son derece uyumlu olması ama aralarında uyumsuzluk var. Fizikte, fizikçilere saç baş yolduran ve hâlen devam eden bir sorun bu.
Aslında “zamanın doğası nedir”, “uzayın doğası nedir” gibi sorular da hâlen fizikte tartışılıyor. Fiziğin içinde çözülemeyen ancak çözülmesi umulan sorular bunlar. Siz, fizikteki bütün bu soruları çözseniz de, karşımızda bir evren duruyor. “Bunun açıklaması nedir,” diye daha bir sürü soru var. Burada bizim şu ân fizik alanından değil de felsefe ve teolojinin alanına geçerek verebileceğimiz cevablar var. Sonuçta fiziğin bize verdiği açıklamalar, bu evrenin nasıl işlediğiyle alâkalı açıklamalar. Diyelim ki iki tane cisim çarpışıyor; bunlar hangi hızda çarpışırsa nasıl ayrılırlar, Mars ile Jüpiter’in yörüngesi nedir, karıncalar nasıl haberleşir, beynimizdeki nöronlar nasıl irtibat kurar gibi sorular… Fakat bu soruların hiç biri, bu bilim yasalarının hiçbiri; “ne oluyor da bu bilim yasaları vardır” sorusunun cevabı değildir. Bilim, var olan düzenleri bulmaya çalışıyor; “karınca nasıl haberleşiyor”, “ay yörüngesinde nasıl duruyor”, “su hangi derecede hangi basınç altında donuyor veyahut kaynıyor gibi…” şeklinde sorulara bilim cevab verirken; “ne oluyor da bu donma yasası ” var, “ne oluyor da madde hâl değiştiriyor” şeklinde, “var olan fizik yasalarının varlık sebebi nedir,” sorusunu sorduğunuz ândan itibaren mesele fiziğin konusu olmaktan çıkıyor felsefenin alanına geçiyor.
– Nasıl sorusunu bilim, niçin sorusunu felsefe soruyor diyebilir miyiz?
– Evet, böyle bir genelleme var. Ama bana soracak olursanız bilgi de bölünemez. Sonuçta bazı şeyleri anlamak için şuna fizik diyoruz, biyoloji diyoruz, felsefe diyoruz, teoloji diyoruz ama insan zihnine baktığımızda böyle bir bölünme göremiyoruz. Yapılacak en sağlıklı şey burada bütüncül bir şekilde ele almaktır. Ama şu ânki hâliyle, fiziğin bize geri kalan alanlara sıçramamız için önemli bilgiler verdiği kanaatindeyim. Nedir bunlar? Karşımızda meselâ doğa yasaları var. “Doğa yasaları nedir?” sorusuna fizik cevab vermiyor ama doğa yasalarının insan hayatını olanaklı kılacak şekilde çok hassas ayarları olduğunu bize gösteriyor. Bunlar o kadar hassas ayarlar ki; yıldızların içinde oksijen ve karbon atomunun oluşumu var, helyumun değişime uğraması var. Bunlarda, trilyonda birlik oranda bir değişiklik yapsanız karbon oluşamıyor. Karbon oluşamayınca karbon kimyası oluşamıyor ve böyle olunca da canlılık oluşamıyor. Yine, evrenin her yerinde geçerli bir elektromanyetik kuvvet var. Siz bununla on üzeri yüzde bir oranında oynasanız canlılık oluşamıyor. Fiziğin bize sunduğu bu veriler bana göre bizi daha üst bir çıkarım yapmaya sevk ediyor. İslâm düşüncesinde inayet ve ihtira delili denilen, klasik felsefe literatüründe tasarım delili şeklinde anılan konu için meselâ buradan bir argüman çıkartabiliriz. Bu bize bir yerde fiziğin yasalarının varlığından daha üstte bir açıklamaya, bunların arkasında rasyonel, bilinçli bir tanrının varlığı olduğuna götürecek, var olan bilgiyi daha da kuşatıcı bir bilgi elde etmemizi sağlayacak bir veridir.
Sonuçta fizik bize hareket noktası olarak önemli veriler sunmakta ama bu hareket noktalarını kullandığımızda biz bir bakımdan felsefe yapıyoruz ve vardığımız sonuç bana göre teolojiyle aynı sonuç oluyor. Bilinçli bir şekilde her şeyin düzenlendiği, tasarlandığı ve insana sunulduğu şeklinde oluyor. E bir de fiziğin kendi üzerine konuşurken bile fiziğin dışına çıktığımıza göre bence fiziğin içine giremeyeceği, tamamen dışında kaldığı alanlar var. “Meselâ, ahlâk yasaları neden var,” sorusu gibi… Hindistan’da, kocalarının ölümünün ardından eşlerini yakıyorlardı. Biz bunun kötü olduğunu düşünüyorduk. Birçok kimse bunu, “Hintliler böyle yapsa da kötü” diyor. Sadece kültürel bir şey değil diye ahlâka bakıyoruz. Toplumlar ne düşünürlerse düşünsünler, ondan bağımsız olarak ahlâkî şeylerin geçerli olduğunu düşünüyoruz. Bir toplumda masum kişilere işkence yapılıyorsa, toplumun bazı kesimleri bunu kabullense de o toplumdan bağımsız olarak ahlâk bir tarafta duruyor.
“Ahlâkî yasaların kökeni nedir.” sorusunu sorduğumuzda, burada da fizik, kimya, biyolojiyle cevab veremeyeceğimiz şeylerle karşı karşıyayız. Başka bir alan olan estetik ve güzelle, sanatla ilgili konuştuğumuzda da yine fiziğin, kimyanın, biyolojinin dışına çıkıyoruz.
– Bugüne kadar bunların denemeleri yapılmış olsa da; işte fizikî uyumun estetik açısından güzele tekabül ettiği veya faydalı olan şeylerin aynı zamanda ahlâkî çıkarımlara da vardırabileceği gibi ama başarısız olmuş şeyler bunlar tabiî nihayetinde.
– Burada ben fizikle biyolojinin bunların tam bir resmini vermekte yetersiz kaldığı kanısındayım. Fizikle biyolojinin bazı hususlarda faydalı olacağına da inanıyorum. Meselâ benim geçen yazdığım bir argüman var. O argümandaki başlangıç noktam modern biyoloji ve psikolojinin bize sundukları. Modern psikolojide bize gözüken şey şu; çocukların doğuştan bir ahlâkî eğilimi olduğunu görüyoruz. Bir yaşın, iki yaşın altındaki çocuklarda bile belli bir ahlâkî eğilim gözleniyor. Ben meselâ bütün argümanı ondan sonra bu veri üzerine bina ederek devam ediyorum fakat burada söylediğim şeylerden biri de şu; bu argümanda modern biyoloji, psikoloji bize ahlâkın biyolojiyle bir alâkası olduğunu gösteriyor ama bizim ahlâkî yargılarımızı temellendirmeye biyoloji yetmez…
– Temelinde biyoloji olmadığını düşünüyorsunuz…
– Evet, diyelim ki vücudumuzda bir hormon salgılandığı için masumlara işkence yapıldığında mutsuz oluyoruz. Ama ben o hormonun otoritesini neden kabul edeyim ki? Ahlâkî yasaların bir bağlayıcılığı var “işkence etmemeliyiz”, “hırsızlık yapmamalıyız” gibi. Biyolojiyle ilgili olan kısım, onu hiçbir zaman bağlayıcı olacak özelliğe sahip değil. Biyolojiyle alâkalı olan hormon içimizde ahlâkî yasayı hissetmemizi sağlıyor ama biz onun mantıkî temeline gittiğimizde, irdelediğimizde salt bunun biyolojiden kaynaklandığını görürsek hiçbir şekilde ahlâkî bağlayıcılığı olmaz. Diyelim ki içimizde “işkence yapmamalısın” gibi bir fikir doğdu, bu hormonlarımızla sınırlı bir şeyse, e nasıl ki obezler içlerindeki hormonların “aşırı yiyeceksin” arzusunu mantıklı bir şekilde düşünerek yeniyorlarsa, insanlar pekâlâ aynı şekilde “işkence yapmayacaksın” diye düşünebilirler. O yüzden biyolojiyle ilgili kısım, ahlâkın anlaşılmasıyla ilgili olarak katkı sunsa da hiçbir şekilde ahlâkı temellendirmeye yarayacak bir şey değildir, Aralarında büyük bir fark var.
Sunduğum argümanda benim için önemli olan sorulardan birisi de şu; “ne oluyor da insanının içinde ahlâklı olmasını sağlayacak biyolojik bir şey var?” Buradan başlıyorum. Sonrasında vardığım yer, eğer Allah varsa ancak bunun rasyonel bir temeli olacağı şeklinde. O zaman belki de tabiî şu soruyu sormak gerekiyor; insanın içinde ne oluyor da doğuştan bütün insanlarda, ancak Allah varsa rasyonel temeli olacak bir şey var?
Burada tabiî birçok kimsenin kaçırdığı, takib edemediği şeylerden birisi de rasyonel temel ifâdesi oluyor. Bir şeyin rasyonel temeli olması demek, onu yapmak için akılcı bir sebebin olması demek. İnsan zihnindeyse içinden gelen sezgiler olduğu kadar, akıl da var. Sonuçta insanın bütüncül bir şekilde, kendiyle barışık, uyumla bir şey gerçekleştirmesi bunların da uyumuyla olur. Doğuştan bize gelen şeyler, sezgiyle bizde ahlâkı sağlayabilir ama bu hiçbir şekilde rasyonel temel bulmamızı sağlamaz.
Aynı şekilde kendimize izah ve ifâde de edebilmeliyiz yaptığımızı, sadece hissetmekle olmuyor.
Bazen ateistler dindarlardan daha ahlâklı olabiliyor. Niçin olabiliyor? Çünkü ateist birisi de İslâmî açıdan söyleyecek olursak fıtratına uygun hareket edebilir. Çünkü onun da fıtratında, Rum Suresi 30. âyette de geçtiği gibi, aslında bütün insanlar da bana göre, oradaki işaretle, ortak bir fıtrata mensub. Fakat âyet-i kerimede de geçtiği üzere, insanların çoğu bundan habersizler. Doğuştan, bir ateistin içinde de bu ilim var fakat biz Allah’ın varlığına inandığımızda ancak ahlâkî unsurların arkasında rasyonel bir temel olacağının farkına varıyoruz. Bunun basitçe sebebi de şu; sırf insan zihninden çıkacak olan bir ahlâkî yasa, Kant’ın düşündüğü gibi, benim aklımdan çıkan bir ahlâkî yasanın beni bağlayıcılığı yoktur, o zaman menfaat ahlâkî yasanın önüne geçer. İnsan aklından çıkan bir şeyin bağlayıcılığı gözükmüyor. Toplumdan çıkacak bir şey de, kendi aklımdan çıkacak olanın beni bağlayıcılığı yoksa, toplumdan çıkacak olanın da beni bağlayıcılığı olmaz. Ben toplumun görmediği yerlerde menfaatimi tatbik edebilirim pekala. Bundan da kötüsü, toplum kimi zaman kötü bir şey isterse, meselâ Sırp toplumunun önemli bir kısmının Srebrenitsa katliamını desteklemesinde olduğu gibi veya Ruanda’da katliamlarda olduğu gibi, o zaman ne yapacağız? Demek ki ahlâkî yasada öyle bir şeye ihtiyacımız var ki toplumu da bizi de aşkın, yasayı buyuran birisi gerekiyor mantıkî olarak. O zaman da tabiî ki sorulması gereken soru şu, eğer tekrar edersek; ne oluyor da içimizde öyle bir yasa var ki, insanı ve toplumu aşkın ki biz O’na Allah diyoruz. Yani bilinçli bir şekilde yasayı buyuracak ve buyurduğu zaman bağlayıcı olacak bir güce ihtiyacımız var.
– Fiziğin sınırlarından bahsettik, fiziğin ötesinde de metafizik. Bugün bu tanımlar bir türlü yerli yerine oturmuyor. Bir fizik tanımı, bir metafizik tanımı, geçmişe nazaran bakacak olursak daha fazla iç içe geçmişlik var, yoksa bize mi böyle görünüyor?
– Aslına bakacak olursanız felsefenin içine girdiğinizde fizik ile metafiziğin arasının çizilmesinin sanıldığından daha zor olduğu anlaşılacaktır. Felsefî açıdan bu sınırları çizmek son derece zor fakat burada üzülünecek olan şey şu; fizikçilerin birçoğu ne zaman fiziği bırakıp da metafiziğe geçtiklerinin kendileri bile farkına varmıyorlar. Biraz evvel dediğimi de tekrar edersek fiziğin üzerine konuşmak gerektiği zaman bile mesele fiziği aşıyor. Bakın basit bir örnek vereyim; birçok kimse, “fizik nedir,” diye sorduğunuzda hemen, “deneyle gözlemle yapılan bir şeydir,” diyor. O zaman ben de şu soruyu soruyorum; “fizikî bilgi deney ve gözlemle yapılır” cümlesinin kendisi deney ve gözlem sonucu meydana gelmiş bir cümle midir? İlk adımda sarf ettiğiniz cümlenin kendisi bile fiziğin dışında. Acı bir şekilde işte günümüzün iyi fizikçileri ki, yani onların birçoğuyla belli ortamlarda tartışma imkânımız oldu, bu ayırımları ne yazık ki yapamıyorlar, daha kurdukları ilk cümlenin bile fizikle alâkası olmadığının farkında değiller.
– Bir de insanı deney ve gözleme sevk eden saik ne, bu saikin yalnızca çevre olması da mümkün değil. Metafizik en başta sezgi hâlinde meseleye dâhil olmuyor mu, deneye sevk eden sezgi saiki olarak?
– İnsanı tabiî deneye, gözleme sevk eden pek çok şey olabilir, birisi için Allah’ın yarattığı sanatı keşfetme arzusu olabilir.
– Zaten bu bahsettiğiniz arzu da metafizik değil mi?
– İşin doğrusu şu: Bizim birinci şahıs olarak içimizde gözlemlediğimiz hiçbir şey fiziğin konusu olamaz. Buraya çok dikkat etmek lâzım. Genellikle gözden kaçıyor çünkü. Nedir bunlar: Bizim arzularımız, korku, mutluluk, ondan sonra istek veya mantık kurallarının kendisi. Dikkat ettiyseniz, bunların hiçbirisi deney ve gözlemin erişim alanında değil. Biz, birinci şahıs olarak kendi içimizde, içe bakışla bunları farkediyor, temellendiriyoruz. Bunların hiçbiri aslında bizim bildiğimiz anlamda bir dış deney ve gözlemin üyesi değil. Bir deney ve gözlem burada var ama bu farklı bir şey. Biz, içe bakışla bunu idrak ediyoruz. Korkunun ne olduğunu, arzunun ne olduğunu her ferd kendi içinde idrak ediyor. Klasik doğa bilimindeki gözlemden son derece farklı bir şey bu.
Şunu da söyleyeyim, kapitalist sistemin içinde birçok kimse para kazanma arzusuyla doğayı anlamaya yönelebilir. Ondan sonra onun üstünde yapacağı çalışmalarla yeni bir teknoloji üretip, ondan para kazanıp, kazandığı paralarla daha iyi bir ev alıp, daha iyi bir araba alıp, daha iyi bir şekilde yaşamayı da düşünebilir. Yani böyle bir saik olabileceği gibi sırf meraktan da olabilir. İllâki bir dinî yönelim olması gerekmiyor fakat tarih boyunca baktığımızda, uzun yıllar boyunca, dinî bir duyguyla doğayı idrak etme gayreti de önemli bir motivasyon kaynağı olarak görülüyor. Tek motivasyon kaynağı olmadığını da bugüne bakarak söyleyebiliriz.
– Zannediyorum 1600’ler, 1700’ler civarında Hıristiyanlığın boşalttığı alanda, Arnold Toynbee’nin öyle bir tarifi var, Hıristiyanlığın boşalttığı alanı bilimin doldurmaya başlamasıyla oluşmuş bir zihin yapısı var şu ânda.
– O da tabiî karışık bir süreç. Bilim tarihine bakıldığında çok karışık bir süreç. Toynbee’nin anlattığı kadar kestirme anlaşılacak bir süreç de değil. Şimdi bu bilginin üretildiği yerlere bakalım: Oxford, Cambridge ve Paris Üniversitesi en önemli yerler. Baksak meselâ, bu üniversitelerin içine girsek, bunların içindeki yaşam alanlarına, o kolejlere falan girsek… Meselâ ben Oxford’da post-doktora yaptım, Cambridge’de misafir akademisyen olarak bulundum. O kolejlerin içine daha girdiğinizde, kolejlerden oluşan sistemler bunlar aslında, Newton’un, Faraday’ın, John Locke’un olduğu yerler buralar. Bu üniversitelerin yaşam alanlarına girdiğinizde, onları sevk eden saikin tamamen dinî bir duygu olduğunu görüyorsunuz. Bu üniversitelerdeki en büyük yatırımlar ibadethanelere yapılmış ve her kolejin, dikkat edin üniversitenin demiyorum, ufak ufak kolejlerden müteşekkil üniversiteler bunlar, her birinin kendine has bir ibadethanesi var. Her biri de nereden baksanız sanat şaheseri. Oradaki ambleminden başlayarak her yerde dinî simgeler, dinî motifler işlenmiş vaziyette. Baktığımız zaman bilimsel devrim dediğimiz o dönüşümle ilgili şey olarak, Royal Society’nin İngiltere’deki ünlü birçok üyesinin gittiği yerler buralar. Baktığımız zaman, buralarda önemli ölçüde dinî bir motivasyon var. Meselâ Newton’a baktığımızda da bunu görüyoruz; eserlerine baksak 1680’de yazılıyor, eserin muhtevasına baksak tanrının varlığına nasıl atıflar yapıldığını, dinî duygudan ne kadar beslendiğini, evrenin yasalarını ararken Allah’ın yaratma sanatına nüfuz edebilmenin şevkiyle bunu yaptığını görürüz. Hem bu sayede Newton’un din üzerine yazdıklarının fizik üzerine yazdıklarından daha geniş olduğunu da görmüş oluruz. Faraday da hakeza. Aslında Galileo, bilim ve din çatışmasının mihrak şahsiyeti olarak sunulur ama bana göre bu da yanlış bir düşüncedir. Galileo’nun eserine baktığınız zaman, dinî açıdan daha doğru bir izah getirdiği iddiasıyla çalışmalarını gerçekleştiriyor. Bazılarının söylediği gibi, aydınlanmak için bilim adına dine açılan bir savaş söz konusu değil. Gelileo’nun amacı Aristotelesçi düşünceyi dinin içinden çıkartıp daha sağlıklı bir düşünce formuna kavuşturmak esasında. Yani, yeni bir kutsal kitab anlayışı ortaya koymaya çalışıyor. Kilisenin ona kızdığı şey de birçok kimsenin sandığı gibi alternatif şeyler söylemesi değil. Kilisenin otoritesinden daha doğru izahlar getirecek bir düşünce formu teklif etmesi hasebiyle kiliseyle sorunlar yaşıyor.
Papa aslında ona eserini yazmasını ve yayımlamasını söylüyor yanlış hatırlamıyorsak, fakat sonra da onu reddeden mahkeme heyetinin başında oluyor…
Çünkü yazdığı kitabın içinde “simplicius” yani simple, “basit düşünceli kişi” diye tanımladığı birisiyle atışıyor ve Papa’nın kendisine söylediği sözleri Simplicius’un ağzına veriyor. Öyle bir şey yapıyor ki Papayla ince bir şekilde alay ediyor. E, Papa da o dönemki otoritesini Gelileo’yu sindirmek için kullanıyor. Kızdıkları hususu tekrar hatırlatmakta fayda var, yalnızca fizikle alâkalı şeyler söylemiyor Galileo, kutsal kitabın da daha iyi bir şekilde anlaşılabileceğini iddia ediyor. Burada söylemek istediğim şey aslında Galieo olayını çözmek değil ama bu olay gibi bilim din çatışmasına örnek verilen meselenin bile aslında iddia edildiği gibi olmadığına dikkat çekmek istiyorum. Bilimle din çatışmasından ziyâde, bir dinin içinde bilimi nasıl daha doğru anlayabiliriz, dinî görüş açısından hangisi daha faydalı olabilir şeklinde bir tartışma sürüyor. Çünkü bilim adına Richard Dawkins gibi birisinin gelip de dine savaş açması gibi bir durum söz konusu değil. Bazıları hadiseyi böyle naklediyorlar. Orada din adına bilimin nasıl daha doğru anlaşılabileceği kaygısı güdüldüğünü görüyoruz.
İlk başa dönecek olursak, Toynbee’nin dediği gibi, Galileo’su, ondan sonra Kepler ve Newton ki bunlar bilimsel devrimin en ünlü simaları, bunların hiçbirisinde “aman dinî düşüncenin yerini alalım” şeklinde bir kaygı yok. Bir de Katolik Kilisesinin teolojisini de bilmemiz lâzım. Katolik Kilisesi, Tanrı’nın yeryüzündeki otoritesini kendisinin temsil ettiğini iddia ediyor. Yâni üçlemenin üç unsuru biliyorsunuz: “Baba, oğul, kutsal ruh”. Bunlardan birisi olan kutsal ruhun kilisenin kararlarını koruduğunu ve kilise bu dünyada ne karar alırsa alsın, onun da tanrının iradesinin bir tezahürü olduğunu düşünüyor.
– Yanılmazlık veriyor…
– Böyle düşündüğünüz zaman, Papanın yaptığı her açıklama bizzatihî vahiy hâline geliyor, o kadar kutsal oluyor. Şimdi, kilisenin bu şekildeki otoritesiyle birlikte bilime de el atmış bir kurum olduğunu düşünün. Bilimsel kurumlar kurduğunu da -ki bu kurduğu kurumların bilime de büyük katkısı var bu arada- göz ardı etmeyelim. Sıkıntı yaptıkları, yanlış dinî yorumlar. Papayı peygamberleştirmek ve onun her söylediğini dinî hâle getirmek üzerine kurulu olan kiliseyi, birileri çıkıp da bilime getirdikleri farklı bir bakış açısıyla tekzib etmeye kalkınca, kilisenin otoritesi sarsılıyor. Bunu yapanlar, bilim adına dine savaş açtıkları için bunu yapmıyorlar. Dinin daha sağlıklı anlaşılmasını düşünerek yaptıkları şeklinde kendilerini savunuyorlar. Orada Toynbee’nin dediği bir şey var, tam doğru resmi vermese de kısmen doğruluk payı da yok değil; bunun sonucunda birçok kimse, birçok gerçeği direkt kiliseye onaylatıp öğrenmektense, direkt bilimden öğrenmenin daha sağlıklı olacağı kanaatine bu süreçlerin sonunda varıyor. Aynı zamanda, bilimsel devrimden hemen önce Protestanlığın da olduğunu düşünmek gerekiyor. Bunlardan önce Avrupa’nın üçte birinden fazlasına kilise hâkim, müthiş bir siyasî güç… Protestanlık kilisenin otoritesine karşı çıkıyor. Oradaki prensler falan da siyasî olarak kilisenin merkezî gücünden, Katoliklikten ayrılıp kurtulacakları ümidiyle çoğu Protestanlığa geçiyor. Bu süreç bilimsel devrimlerle de bir araya gelince, kilisenin siyasî otoritesi zayıfladığı kadar, bilim üzerindeki otoritesi de zayıflıyor. Bu süreçte bilim adamlarına verilen rol, kiliseden bağımsız olarak artıyor. Yani böyle bir sonuç var ama bu zannedildiğinden biraz daha karmaşık bir süreç…
– Doğrudan bir çatışma değil, evet, bu söylediğiniz gerçekten bu zamana kadar duyduğumuz en farklı yaklaşımlardan birisi. Konuşurken oturuyor aslında; aydınlanmayı sağlayan bilim adamları, hepsi bir şekilde zaten kilisenin alt yapısından yetişmiş durumdalar.
– Galieo, Kepler, özellikle Newton, bu kimselerin evreni anlama kaygısının altında, Allah’ın yarattığı sanatı anlama kaygısı taşıdıklarını görüyoruz. Fakat tabiî bunların tetiklediği süreçle beraber kilisenin merkezî kontrolünden eğitim kurumlarının kopması, siyasetin kopması, o dönemde daha seküler kurumların da kurulmasına neden oluyor. Kilisenin evvelden kendilerine çektirdiklerinden rahatsız olan prensler daha bağımsız bir hâlde varlıklarını idame ettiriyorlar. Protestanlıkta da merkezî otorite, Katoliklik anlamında yok; yine bir merkezî kurumları, işte Anglikan’ların falan var ama daha adem-i merkeziyetçi bir kurum hâlinde diyebiliriz. Böylelikle eğitim kurumlarını, bilginin akışını, siyaseti kontrol eden kurumlar kalmıyor ve gittikçe daha seküler bir manzara oluşuyor. Bir de “aman kilise bir daha gelip de bilimi kontrol etmesin, yeniden boğmasın” mentalitesiyle, kiliseyle alâkalı geçmişte yaşanan kötü tecrübelerden kaynaklı dini dışlayan eğilimler sergileniyor.
– Yeri gelmişken soralım; bu “din mi, bilim mi” çatışmasının arkasında yatan sebeb de budur diyebilir miyiz o zaman? En azından böyle bir algıya yol açan sebeb olarak bu durumu gösterebilir miyiz?
– Bu çok uzun bir hikâye ve ufak ufak birçok parçanın bir araya gelmesinden meydana gelen bir hikâye. Rahat anlatılamayacak olmasının, tek bir saike bağlanamayacak olmasının sebebi, birçok küçük sebebin bir araya gelmesinden müteşekkil olması. Tek, büyük bir teoriyle bunu açıklamaya kalktınız mı, başarısız olur ama kısmen de bu anlattıklarımızla ilişkili olduğunu söyleyebiliriz.
Meselâ her yüzyılda yeniden bir şeyler oluyor. Birinci Dünya Savaşı diyelim, resmi biraz daha değiştirdi. Almanya’nın 1800’lü yıllarda tek bir devlet olması gibi… Böyle de küçük parçalar ve bu süreçte tesirleri var. Çok fazla mikro hadise var son birkaç yüzyıl içerisinde. Bilimsel devrim bakımından ele alacak olursak, 17. yüzyıldan başlayıp, 20. yüzyıla kadar bu süreci götürebiliriz. Bu üç yüz yılda siyaset, bilim, eğitim kurumlarının organizasyonuyla ilgili çok fazla irili ufaklı olay var ve bunların birçoğu bahsettiğimiz hususta etkililer. Bir çok kimsenin -bana göre- sandığından daha ansiklopedik bir uğraşla açığa çıkartılabilecek bir konu bu…
Sosyal olayların tamamında böyle kompleks bir yapı olabiliyor. Tek bir izahtan kaçınmak gerekse de, temellerinden temel vakalar aramak mümkün, yani en göz önüne çıkacak olan sebebi söylemek de, kısmen de olsa yeterli olabiliyor.
– Siz anlatırken gözümüzde canlanan şey, oradaki bilim adamalarının bir yaratıcıya olan inançlarının o veya bu şekilde mevcud olduğunu gösteriyor, esrar perdesinin arkasında bir kudretin olduğuna dair inançları daima mevcud veya bu hisle yaşıyorlar. Bugüne gelecek olursak, siz de meseleyi bizzat müşahede etmiş birisi olduğunuzdan ötürü bu soruyu size yöneltiyoruz; günümüzde, Amerikan tarzı olarak tanımlayabileceğimiz bir şekilde bilim adamlarında hemen tanrının karşı safına geçme, onunla münakaşaya başlama gibi bir psikoloji hâkim. Şu ânda, bilim adına kaydedilmiş her pozitif başarıyı sanki tanrı karşısında kazanılmış bir zafer olarak addediyorlar. Bilim, geçmişte tanrıyı aramaktan bulduğu motivasyonu, bugün tanrıyla inatlaşmaktan alıyormuş gibi de bir durum söz konusu mu?
– Bunu böyle sunanlar var, evet. Böyle sunanlara çanak tutan Müslümanlar da var; yani, sanki bilimde alınmış her başarının dine karşı da alınmış bir başarı olduğu şeklinde. Oysa biz Allah’ın sanatına bilgimizdeki eksikliklerle değil, bildiklerimizle tanıklık ediyoruz. Hiçbir zaman için de argümanları şöyle kurmuyoruz, -felsefede bunlar pek makbûl olmayan argümanlar olarak kabul ediliyor, boşlukların tanrısı dediğimiz argümanda-; “a bakın kalbin nasıl çalıştığını bilemiyoruz, burada bir şey pat pat atıyor, bu nasıl atıyor? Bilemiyoruz, demek ki Allah var…” demiyoruz. Tam tersine, kalble alâkalı bilgisizliğimize Allah yarattı demiyoruz. Detaylı bir şekilde kalbin yapısını öğrendiğimizde, yani kalb, kapakçıklar, dolaşım, ritim gibi… Onun içinden çıkan sanatı tetkik ederek Allah’ın varlığını kavrıyoruz. Böyle düşündüğümüzde, bilimin bize sunduğu tablo, bizim Allah’ın sanatını idrak etmemize yol açan bir enstrüman hâline dönüşüyor. Bir kısım insanlar biz bir şeyi bilmezsek onu tanrı yarattı zannediyorlar. Oysa bir uçak aldığımızı düşünün. Uçağın nasıl uçtuğunu bilmiyoruz diye, bunu fabrika yapmış deyip kenara çekilmiyoruz. Uçak mühendisi oluyoruz; tekniğini, sistemini, motorunu, aerodinamiğini anlamaya çalışıyoruz. Bu esnada uçak hakkında artan bilgimiz de böyle muhteşem bir şeyi üreten uçak fabrikasına karşı hayranlığımızı arttırıyor. Ayrıca uçağın yapısını anladığımız zaman, artık uçak fabrikasına gerek yoktur mu diyoruz? Bugün bilimin yaptığı da esasında bu, uçağın içindeki mekanizmaları, motorunu anlamamız gibi faaliyet arzediyor. Bu evrenin iç mekanizmalarını anlamamız için araştırma yapıyor ve iç mekanizmanın anlaşılması da onun bir tasarım olmadığı, tasarımcısı olmadığı anlamına gelmiyor. Birçok kimse bunu karıştırıyor, aşağı yukarı şöyle bir mantık sahibi oluyorlar; “biz tasarımı anlarsak, tasarımcıya ihtiyaç kalmayacak.” Aynı mantığı örneğimiz üzerine taşıyacak olursak, biz uçağı ne kadar daha iyi anlarsak, o zaman uçak mühendisine ve fabrikasına gerek kalmayacak gibi bir durum meydana geliyor. Maalesef böyle temel bir yanlış anlayış var. Tanrı parçacığı bulundu, işte meselâ “tanrı parçacığı” ifâdesi kitab çok satsın diye konmuş bir isim. Bu parçacığı bulmak, kütlenin nasıl kazanıldığıyla ilgili ne kadar hassas bir dengenin olduğunu gösteriyor. Higgs parçacığının bulunmasıyla beraber, biz kütlenin meydana gelebilmesi için çok özel ve hassas bir işleyiş gerektiğini görüyoruz. Burada böyle bir mekanizmanın olduğunu müşahede etmek, hiçbir şekilde bu mekanizmanın yaratılmadığı ve kendi kendisine olabileceği anlamına gelmiyor. Tam tersine, bir çok insanın sorgulamadan kabul ettiği bir şey. 20. yüzyıldan önce “kütle nasıl kazanıldı” sorusu ciddi bir şekilde gündeme gelmemiş. Şimdi biz anlıyoruz ki kütlenin meydana gelmesi için de ciddî bir süreç olması gerekiyor, Higgs diye bir alanın-parçacığın olması gerekiyor ki kütle kazanma süreci meydana gelebilsin. Bugün var olabilmemiz için yüzlerce sebeb var, bununla beraber yeni bir süreci daha öğrenmiş oluyoruz.
– Müslüman ilim adamlarının eserlerinde geçen hebâ, heyulâ, halâ gibi kavramlar, bugünün modern fiziğinde hangi tanımlamalara denk düşüyor, meselâ bugün karanlık madde olarak tanımlanan şey hebâya mı denk geliyor acaba?
– Bu eserleri tekrar mütalâa etmem ve tam mânâsıyla ne anlamda kullanıldığına bakmam lâzım böyle bir soruya cevab verebilmek için. Ben genellikle bu kavramların tam karşılığının bugün ne olduğunu aramıyorum, bu sebeble de buna net bir cevab veremeyeceğim.
Meselâ, yokken zamanı yarattı gibi İmam-ı Gazâlî’nin girdiği çok nazik bahisler var. Evrenin başlangıcının, zamanın da başlangıcı olduğunu söylüyor. Bunu da çok ince bir yakalama, felsefî akıl yürütmelerle yapıyor. “Tehafüt”ün başı tamamen buna ayrılmış. Bugün bile felsefe literatürüne bakılsa, “Kalam Cosmological Argument” diye Gazâlî’nin ortaya koyduklarından hareketle sunuluyor.
– Bilimin, ilmî düşünme metodunun ve bilginin Çin’in hemen batısından Hindistan’dan başlayarak, önce Arab dünyasına, ardından Batıya doğru bir seyir hâlinde ilerlediğine dair bir düşüncemiz var. Özellikle Batı dünyasının askerî, politik ve siyasî güç olarak geliştiği 1700’lü yıllarda Doğuya bakışı ki, ilmî düşünme metodunu Doğudan, İslâm dünyasından aldığını da düşünecek olursak; reddedici, küçümseyici, Doğudan hiçbir şey almaya ihtiyacı olmadığını iddia edici, tahakküm edici bir tavır takınıyor. Şimdilerde bu tavrın kırıldığına veya isim zikretmeye başlayan insanların artık “evet, bu aslında Gazâlî’nin fikridir, biz bunu O’ndan aldık ve bu noktaya getirdik” şeklinde Batılıların hakikati ifâde etmeye başladıklarına dair gördükleriniz var mı Batı dünyasında?
– Kısmen var.
– Batılının Doğu insanını reddedici ve aşağılayıcı tavrının kırılmakta olduğunu söyleyebilir miyiz?
– Burada da pek çok kesim var aslında ve bu sebeble direkt olarak bir genelleme yapmak pek de mümkün değil. Meselâ bilim tarihçileri var, onlar kısmen daha namuslu. Fakat bir kısmı, daha belki sofistike tarzda, onun üstünü örtmeyi, yok saymayı tercih etmektedir. Bu yüzden yapılacak şey şu; Batı gelsin, daha namuslu olsun ve itiraf etsin diye beklemekten ziyâde, bizim artık Müslüman bilim adamlarının onlar üzerindeki etkisini geçmişten başlayarak ortaya koymamız gerekiyor. Gerçekten 9. ilâ 16. yüzyıl arasında yapılanların bütün dünyadaki değişimi tetiklediği açık. Aynı şekilde 17. yüzyıldan sonra da bizim çok geri kaldığımız açık. Yani geri kalmayı bir şeyler üreterek çözmek lâzım. Geçmişte olan olumlu etkiyi de iyi eserler yaparak ortaya koymak lâzım.
Meselâ Descartes’ın kütüphanesinde, ben bizzat incelemedim ama görenler anlatıyorlar, Gazâlî’nin eserleri altı çizili olarak duruyor. Şimdi Gazâlî’yle Descartes’ın belli fikirlerinde benzerlik olduğunu biliyoruz ama insanlar ayrı ayrı mı aynı noktada buluştular yoksa birbirlerinden mi etkilendiler söylemek normalde güç. Ama altı çizili eserleri kütüphanede müşahede ettikten sonra buradan bir şey çıkabilir. Bunların iyi bir şekilde incelenip ortaya konulması lâzım. Kopernik’in de Nasreddin el-Tusî’den aldığını söyleyen çalışmalar var şu ânda. Ben bizzat incelemedim ama birebir çizimini almış diyorlar. Şimdi baştan bu bilim tarihiyle ilgilenen kişilerin bizde yapacağı sofistike çalışmaların, Batılının namuslu çalışmalar yapmasını beklemeden, iyi bir şekilde araştırılıp ortaya konulması lâzım. Gerçekten de Müslümanların 9. ve 14. yüzyıl arasında dünyanın en güçlü medeniyetini inşa etmiş olmalarının incelenmesi, özellikle bugün mevcud olan aşağılık kompleksini yenmelerini sağlayacaktır. Aynı zamanda, dünya bilim tarihinin de aydınlatılması bakımından yararlı olacaktır. Diğer bir taraftan önemli olan, bugün bunu ortaya koyduktan sonra bilim, felsefe, sanat ve daha bir çok alandaki geri kalmışlığımızı gidermemizdir. Tarih boyunca yaptıklarımız örtbas ediliyor. Tamam, onları örtbas edilmekten kurtaralım ama şu ânda bizim geri kalmışlığımız da örtbas edilemeyecek kadar açık. “Bundan nasıl kurtulur ve üretmeye başlarız?”ın da planlarını yapmak lâzım…
– Müşahhaslaşmış-somutlaşmış bilgilerin yeni anlayış zeminlerine, dil iklimlerine veyahut anlayışlara nakledilerek yeniden işlenmesiyle alâkalı olarak, yani İslâm geliyor ve yepyeni bir anlayış, dünya görüşü ve hayat tarzını da beraberinde getiriyor. İlmî verilere binlerce yıldır bakılıyor ama bu gelen yeni anlayışla bakıldığında yeni sonuçlar elde ediliyor. Burada, İslâm dünyasında oluşmuş bilgi birikimi Batıya transfer ediliyor ve Batının dünya görüşünden, anlayış biçiminden, şuur süzgecinden geçtikten sonra da yeniden ele alınan bilgilerle bugün içinde bulunduğumuz noktaya geliniyor. Şimdi siz meselâ örnek verdiniz 9-14 yüzyıl ve 17-20. yüzyıl dediniz, şimdi bunlar devrim bazında sıçramaların olduğu dönemler, bunları şuurlu olarak verdiniz muhakkak. Hattâ “yıldızlar kuşağı” olarak anılabilecek dönemler bu dönemler. Günümüzde sanki böyle bir bilim adamı kuşağı kalmamış, devrim getirecek anlayışların kısırlaştığı bir dönemde miyiz acaba? Yapılan çalışmalar devrim bazından ziyade inovasyon seviyesinde mi kaldı?
– Fizik anlamında belki haklı olabilirsiniz ama biyolojide, özellikle 1953’de DNA’nın bulunduğunu ve bu çalışmaların çok geliştiğini söyleyecek olursak, geçmişten bugüne kadar yapılan çalışmaların tamamından fazla bir gelişmenin son 50 senede gerçekleştiğini ifâde etmek lâzım. Mikroskop teknolojisinin gelişmesiyle beraber biyoloji çok hızlı ilerledi. Ama fizikte 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren devrim getirecek bir görüş yok. Kaos teoremi olduğu söyleniyor ama o da yalnızca gözlem zaviyesinde kaldı. Bir kuantum veya izafiyet gibi önemli bir şey sayılmaz.
– İlmî düşüncenin sadece seyrini takib ettiğimizi varsayalım. Batının yeni anlayış ikliminde bilim buraya kadar geldi, tekrardan Doğuya dönebileceğini düşünürsek veyahut dönerse nasıl bir Doğu olması gerekiyor ki bilimin bir adım daha ileri gidebileceği bir zemin olabilsin?
– Gelecekle alâkalı emin olduğum biricik husus, bilinmez olduğu. Yarın Doğuya döner mi, bunu bilemiyorum. Burada birazcık bizim ne yapıp ettiğimizle alâkalı bir durum var…
İşin doğrusu benim gelecekle alâkalı olumlu veyahut olumsuz bir beklentim yok. Tek bildiğim, inancımdan kaynaklanan bir son olduğu ki bugün bilim de bu sonu biliyor; her sıradan insan gibi hayatımın sona ereceğini ve her Müslüman gibi ahiret olduğunu da biliyorum ki bu da geleceğe dair gerçekten çok fazla bilgi. Bunun haricinde Müslümanlar Batıyı geçer mi, yarışabilir mi, yoksa daha da geriye mi gider, bununla alâkalı hiç bir tahminim yok. Yalnız şunu da görmemiz lâzım, küreselleşme birçok olumsuz tesiri peşinden getiriyorsa da olumlu şeyler de getiriyor. Bilginin bir yerden her yere yayılmasını da peşinden getiriyor. Bu sebeble, bilginin nerede üretildiği de kıymetini yitirmiş vaziyette. Bazı çalışmalar gerçekten yüksek maliyetli olabiliyor, bir Cern’i Amerika bile yapamadı, Avrupa’da birkaç ülke birleşerek ancak yapabildiler. Bu sebeble bilimin arkasında finans gücü olması da gerekiyor. Küreselleşmenin en iyi tarafı, yeniden keşfetmeye lüzum kalmaması. Bilgi dünyada homojen hâle geliyor. Bilgi tekeli olmuyor ancak bu durumda yeni ihtiyaçları doğuruyor ve en başta iyi üniversitelerin kurulması gerekiyor.
– Son olarak eklemek istediklerinizle tamamlayalım Caner Bey.
– En son olarak, modern bilimin bize sunduğu tabloda, dinler açısından -sanılanın tersine- olumlu pek çok şey olduğu kanaatindeyim. Evrenin yapısını anlamakla beraber, Müslüman filozofların iddialarını savunmak için daha fazla argümana sahibiz. Bunlardan birisi de hudûs delili. Hudûs delili, evren ezelîdir diyenlere karşı Allah’ın ezelî olduğunun savunulmasına dayanıyor. Bugün modern bilimin ortaya koyduğu Big Bang yasası bunu isbat ediyor. Entropi yasasına göre hakeza. Bütün bunlar, modern fizik tarafından hudûs delilinin desteklenmesini sağlıyor.
Modern fiziğin bize sunduğu tablo, Allah’ın sanatının her alanda görülebileceği, inceliklerin müşahede edilebileceği bir imkânı da beraberinde getirmesi bakımından, son derece müsbet esasında.
– Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz Caner Bey.
– Ben teşekkür ederim.
KAYNAK: Aylık Dergisi, Sayı 104, Mayıs 2013, s. 26-34.