Batı’da, ruhiyatın, münhasır bir ilim dalı olarak bir asrı geçen hayatında, onun üç kurucusundan biri addedilen Carl Gustav Jung, çağının ruha inanmaz ruhiyatçıları içinde, onlardan ayrı bir anlayışı temsil eder. Jung, ruhiyat sahasında faaliyet gösterenlerin tabiî olarak karşılarına çıkan din mefhumu ile de yakından ilgilenmiştir. Ancak Jung’un anlayışında, Mutlak Hâkim ve Mutlak Âlim Yaratıcının, yarattığı insanlara bildirdiği mutlak ölçüler manzumesi olarak bir Hak Din mefhumuna rastlanmaz.
O, Batı adamının herşeyi kendi aklıyla hudutlandırıcılığını beğenmez; mihraksız hakikat arayıcısı felsefede aradığını bulamaz. Ruhî meselelere yaklaşımında, ampirik (tecrübeci deneyci) ve fenomenolojik (tasvirî) metodu kullandığını söyler. Ancak iştigâl ettiği ilim sahasında edinebildiği malûmatın hakikate uygun olup olmadığını, kendisine nisbetle kontrol edebileceği bir ölçüler manzumesinden yoksun olduğu için, kullandığı fenomenolojik deneme metodu, onu, “Namaz kıldım, içime bir huzur geldi, demek ki İslâm iyi bir şeymiş” diyen adamın durumuna getirir. Ancak sığ bir kafa yapısına sahip olduğunu kasdetmiyor, nitelik itibariyle o kapıya çıktığını düşünüyoruz. Yine o, kollektif şuuraltı gibi, hakikatine İslâm’da, ona muhatap olabilmenin vasıta sistemi İBDA fikriyatında rastladığımız bir mefhumu, Batı ruhiyatına getiren ilk kişidir aynı zamanda. Jung, çeşitli dinlerin mensuplarına, sanki kişinin doğup büyüdüğü çevrede karşısına çıkan şu veya bu dine mensup oluşunda hiçbir hatâ ve yanlış yokmuş; ve herkes dünyaya geldiğinde gördüğü böyle bir dinde kendi hakikatini bulurmuş gibi yaklaşmaktadır.
Onda “Hak Din” diye bir mefhumun bulunmadığını belirtmiştik. Metafizik mevzulardaki meçhûliyetin, insanlığın geleceğinde aydınlatılabileceğini ümid eder. Bu peşin ümidi yanında o, uzun yıllar iştigâl ettiği ruhiyat tahkiklerinden sonra, kesin hükümlerden kaçınma ve bilmediğini “bilmiyorum” deme haysiyetini de göstermiştir. “Din ve Psikoloji” isimli eserden öğrendiğimize göre, kendisiyle BBC’de yapılan bir röportajda “Tanrı’ya inanıyor musunuz?” sorusuna verdiği cevap, “İnanmıyorum, fakat biliyorum” olmuştur. Daha sonra gelen tenkidler üzerine, “Bildiğim Tanrı; Zeus, Yehova, Allah gibi bir Tanrı değil, daha çok bizâtihî bilinmez olan, benim sarih olarak karşılaştığım şeydir” olmuştur. Şahsî kanaatimize göre, Jung’un kafasında, “Allah mı insanı yarattı, insan mı Allah’ı?” şeklinde bir soru da ömrü boyunca dolaştı. Şimdi “seçmeler” hâlinde, Jung’un, Yaradan ve din mevzuundaki görüşlerine bakalım dilerseniz:
“Ortaçağ kilisesinin gül penceresinde muzaffer İsa sembolünü bulduğumuzda, haklı olarak bunun, Hıristiyan kültürünün en önemli sembolü olması gerektiğini düşündük. Aynı zamanda yine farzettik ki, insanlık tarihine kök salmış herhangi bir din, sözgelimi insanların geliştirmiş oldukları siyasî hükümetler gibi, insanların psikolojik durumlarının bir ifadesidir. Eğer aynı metodu, insanların rüyalarında ve vizyonlarında görmüş oldukları veya ‘aktif muhayyile’ ile ürettikleri modern mandalalara uygulayacak olursak; mandalaların, ‘dinî’ demekten kendimizi alamayacağımız belirli tutumların ifadeleri olduğu sonucuna varırız. Din, müsbet veya menfî, en yüksek ve en güçlü değerlerle kurulan bir ilişkidir. İlişki gönüllü de olabilir, gönülsüz de; yani şuursuz olarak size sahip olan bir değeri şuurlu olarak da kendinize mâl etmiş olabilirsiniz. Sistemindeki en büyük güç olan bu psikolojik unsur Yaratıcı’dır, çünkü Yaratıcı diye adlandırılan bu şey, en baskın unsurdur. Bir Yaratıcı eğer baskın olmaktan çıkarsa, isminden başka bir şeyi kalmaz. Özü boşalır, gücü gider. Antikite İlâhları, itibarlarını ve insan ruhu üzerindeki etkilerini niçin yitirdi ki? Çünkü, Olimpik İlâhlar zamanlarını doldurmuş ve yeni bir esrar çığırı başlamıştı: İlâh insan olmuştu.”(1)
Jung’un bildiği Yaratıcı, insanın kendisine tesir edebildiği ve kendisine statü biçebildiği bir Yaratıcı’dır. “Bir inkâr olmanın dışında İlâh, gerçekten de Paul’ün insanlar hakkında, ‘onların Rableri belleridir’ demesi gibi, ruhun varabileceği en güçlü ve aktif ‘pozisyon’dur. Şahsî psişedeki güçlü ve kat’î unsur, dolayısı ile, Allah’ın insandan istediği kulluk ve fedakârlık, inancı ve korkuyu çıkartır ortaya. Despotik ve zorunlu olan herşey İlâh olur. Hür biçimde girişilen ahlâkî bir tercihle, kişi bu tabiî fenomene karşı eşdeğer güçte bir mevkî inşâ etmeye muktedir olamazsa, mutlaklaşmaya başlar. Psişik pozisyon eğer mutlak tesiri sağlayabiliyorsa, o zaman kesinkes İlâh olarak adlandırılmayı haketmiş demektir; daha ötesi, bunlar ahlâkî kararın hürlüğünden, yani zihinden neş’et ettiklerinden, ruhî bir İlâh olur. Bunun içindir ki insanlar, Yaratıcı’nın ‘ruh’ mu yoksa morfin bağımlılığı gibi tabiî bir fenomen mi olacağını seçmede; demek ki, Yaratıcı’nın “velinimet” olarak mı yoksa yıkıcı bir güç olarak mı faaliyet göstereceğine karar vermede serbesttirler. Açıkça anlaşıldığı üzere bu ruhî hadiseler ve kararlar, insanları yanlış yapmaya sürükleyen şeyler olarak, kendileri veya başkaları için bir Yaratıcı yaratmaya karar vermede onlarla içi rahatlayan, psikolojik olmayan bir sonuçtur.”(2)
“… ‘İlkeler ve güçler’, daima bizimle beraberdir; becerebilsek bile onları yeniden yaratmaya ihtiyacımız yoktur. Bize düşen sadece, seçmediğimiz ‘diğer’ efendilere karşı bizim koruyucumuz olması için, kulluk etmeyi arzuladığımız efendiyi seçmektir. Biz ‘Allah’ı yaratmayız, onu seçeriz. Seçimimizin İlâh’ı tanımlamasına ve nitelemesine rağmen, o insan yapımı olmaktan ve tanımının da sonlu, kusurlu olmasından kurtulamayacaktır (mükemmel fikri bile mükemmelliği ikame edemez). Tanımlama bir hayaldir; lâkin bu, hayal mahsulü açıklanabilirlik alanına işaret etse de, bilinmeyen gerçeği açığa çıkartamaz, aksi takdirde bir ‘İlâh’ yaratmış olduğumuzu söyleyemezdik; seçtiğimiz ‘efendi’, bizim zaman ve mekânda yansıttığımız hayal ile özdeş değildir. O, psişenin derinliklerindeki bilinmeyen nitelikler gibi, önceden olduğu vechiyle işlemeye devam eder.”(3)
“Dinî tecrübe mutlaktır, tartışmaya gelmez. Sadece hiçbir zaman böyle bir tecrübenizin olmadığını söyleyebilirsiniz. Ancak karşınızdaki ‘üzgünüm ama ben yaşadım’ diyecektir. Ve orada tartışma sona erecektir. Herkes dinî tecrübe üzerine ne düşünürse düşünsün, ona sahip olan, ona bir hayat, anlam ve güzellik kaynağı temin eden; dünyaya ve insanlığa muhteşem bir çehre kazandıran büyük bir hazineye mâliktir. Pistis (inanç) ve barış sahibidir. Kim çıkıp da böylesi bir hayatın meşru olmadığını, bu tecrübelerin geçerli olmadığını ve böylesi bir pistis’in sadece hatadan ibaret olduğunu söyleyebilir ki? Nitekim yaşamanıza yardımcı olan nihaî şeyler hakkında daha iyi bir gerekçe (hakikat) var mı? İşte bu gerçek, benim, şuurdışı zihninin ürettiği sembolleri -religio- neden dikkate aldığımı izâh eder. Modern insanın tenkidî zihnini ikna etmeye muktedir biricik şeylerdir onlar. Eski moda sebeplerden ötürü ikna edicidirler:
Lâtince tam olarak ikna edici anlamına gelen, karşı konulamaz şeylerdir. Nevrozu tedavi eden şeyin kendisi, nevroz kadar inandırıcı olmalıdır. Çünkü nevroz oldukça gerçektir ve ona yardımcı olan unsurlar da en az onun kadar gerçek olmalıdır. Eğer karamsar bir tutum takınmak istiyorsanız, o zaman da çok gerçek bir hatâ olmalıdır bu. Lakin gerçek bir hatâ ile şifâlı dinî tecrübe arasındaki fark nedir ki? Kelimelerin farklı olmalarından başka!”(4)
“Bana göre din, ‘religio’ kavramının orijinal kullanımı ile mütekâbiliyet arzeder bir biçimde formüle edilebilen insan zihninin biricik tutumudur. Şöyle ki ‘güçler’ olarak anlaşılan, ruhlar, şeytanlar, İlâhlar, yasalar, idealar, idealler veyahut her ne ad verirse versin, insanın, dünyasında ciddiye alacağı kadar önemsediği güçlü, tehlikeli, yardımcı veya kendini fedâ edercesine seveceği ve tapacağı kadar da anlamlı ve güzel bulduğu şeylerin, muayyen dinamik sâiklerin dikkatli bir müşahadesi ve hesaba katılmasıdır.”(5)
“Akîdeler orijinal dinî tecrübelerin işlenmiş ve ‘dogmatikleştirilmiş-nas haline getirilmiş’ biçimleridir. Tecrübelerin muhtevaları, günahlardan arındırılmaya ve genellikle de, ince elenip sık dokunmuş keskin yapı içerisinde dondurulmaya başlarlar. Orijinal tecrübenin pratiği ve tekrarı ritüelleşmeye ve değişmez bir kurum olmaya başlar. Bu ille de cansız bir fosil anlamına gelmez. Aksine orada değişimler için hayatî bir zorunluluk olmaksızın, milyonlarca insan için, çağlar boyunca dinî hayat olabilmiştir.”(6)
Jung, hakikatini İbda diyalektiğinin gösterdiği, “iç’in dış’ta takibi”, “zıtların birliği”, “kendinde obje mihrakı” gibi mevzularda hakikate yaklaşmasına rağmen; Mutlak Fikir’den âzâde ilmî yaklaşımı, onu, yine İbda’nın formülasyonuyla “mihraksız tümevarımın zâfiyeti”yle karşı karşıya bırakmıştır. Tabiî, yukarıdaki iktibasları tercümesinden yaptığımız “güya” mütercim vatandaşın, daha Jung’u hiç anlamamış olması ve dolayısıyla, bu anlayışsızlığını Jung’un orijinal ifadelerine de bulaştırması mümkün; hattâ besbelli. Demek istememiz o ki, sözkonusu ifadeleri tamamen orijinal addedip, (kendince bir din idrakı varolduğundan) kolayca “dinsiz” yahut “dindar” diyemiyoruz Jung’a. Diyebildiğimiz; hakikat “Bir”de bulunamayınca, yanlışın sayısız mikyasta olacağı açıktır ve Jung, kesinkes pay sahibidir bundan.
Dipnotlar:
1) Carl Gustav Jung, Din ve Psikoloji, (Çev: Cengiz Şişman), İnsan Yay., İstanbul, s. 119
2) A.g.e. s. 125
3) A.g.e. s. 126-127
4) A.g.e. s. 143
5) A.g.e. s. 20
6) A.g.e. s. 21
Kaynak: E.O., Akademya I. Dönem, Sayı 10, Ağustos 1998 (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)